29.11.2018 Views

0235-Muzik_Tarixi-Ilhan_Mimaroghlu-1995-233s

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

İLH A N M İM AROĞLU<br />

*<br />

M Ü Z İK TARİHİ


Bilgi Dizisi: 16<br />

Varlık Yayınlan: 385<br />

Beşinci basını: <strong>1995</strong><br />

ISBN 975-434-046-3<br />

Kapak: Ekin Nayır<br />

Ofset hazırlık: Varlık Yayınlan/ Moonstar Grafik<br />

Baskı: Kurtiş Matbaaa<br />

V A R L IK Y A Y IN L A R I A Ş .<br />

Cağa]oğlu Yokuşu 40/2,34440 Cağaloğlu/ İstanbul<br />

Tel: 522 69 24 - Faks: 512 95 28


İLHAN MİMAROĞLU<br />

Müzik Tarihi<br />

07<br />

Vtartıkvysymlan


Y A Z A R IN Ö B Ü R K İT A P L A R I:<br />

Amerika Sesleri (Doğuş Basımevi, 1965)<br />

Caz Sanatı (Yenilik Yayınlan, 1958)<br />

Onbir Çağdaş Besteci (Forum Yayınlan, 1961)<br />

Günsüz Günce (Pan Yayıncılık, 1989)


İLK BASKININ ÖNSÖZÜ<br />

İki yüz şu kadar sayfa içinde bir musiki tarihi! Bana sorarsanız çok<br />

uzun. Çok kısa diyecekler de çıkabilir ama. Bir musiki tarihinden ne istediğine<br />

bağlı. Başlangıçlardan bugünlere bütün olayların uzun uzun anlatılması<br />

isteniyorsa, üç yüz şu kadar sayfa yetmez. Olayların ne uzunlukta anlatılmasını<br />

istediğinize göre, iri ya da ufak birkaç cildi göze almak gerek. Yok,<br />

olayların ana çizgilerini vermekle yetinilecekse birkaç sayfacık bile işe yarar.<br />

öylesi de var.<br />

Bir bakıma birkaç sayfacıkla yetindim sayılır. Önemli olayları ana çizgileriyle<br />

verdim. Fakat olay anlatmakla kalmadım. Amacım bu değildi. Daha<br />

çok, musiki bilincinin evrimi üzerine söz etmek, bu evrimin öyküsünü<br />

anlatmak istedim. Türlü adlar düşündüm bu kitap için. "Musiki Sanatının<br />

Evrimi" dedim; "Musiki Tarihi Üzerine Bir Söyleşi” dedim; "Musikide Y a­<br />

ratış Bilinci Üzerine Bir Deneme" dedim, daha da aşağı indim derken,<br />

"Besteciler Üzerine Bir Sohbet" dedim. Sonuçta gene o yalm, kesin ad baskın<br />

çıktı: "Musiki Tarihi".<br />

Yadsmamaz, türlü görünüşleriyle bir musiki tarihi bu. Evre evre ele<br />

alınmış bütün konular, yüzyıllara bölünmüş, anlatışta olayların ve kişilerin<br />

tarih boyunca sıralanışına uyulmuş, genellikle çoğu musiki tarihinin verdiği<br />

kalıp biçim gözetilmiş... Bununla birlikte, olayları sıralamakla yetinmeyip,<br />

daha doğrusu olaylar üzerine bilgi vermeyi en aza indirip, musiki tarihinin<br />

genel anlamına doğru yönelmeyi seçmiş olmam bakımından, bir öğretici<br />

kitap, kupkuru bir bilgi kitabı izlenimi veren "Musiki Tarihi" adı beni<br />

biraz yadırgatıyor ve "Söyleşi" gibi, "Deneme" gibi daha esnek tanıtımlara<br />

doğru eğiyor.<br />

N e olursa olsun, bu kitap bir ders kitabı değildir; ansiklopedi ödevi<br />

görebilecek bir kitap da değildir. Musiki tarihi okumayı olay bilgisi edinmekle<br />

bir tutanların bu kitabı okurken yanlarında bir de musiki ansiklopedisi<br />

bulundurmalarım salık verebilirim. Hele, bestecilerin yaşayışlarıyla ilintili<br />

olaylardan çoğunlukla uzak durdum. Çünkü, bir sanatçıma varoluşunu<br />

hayatının değil, eserlerinin belirttiği konusundaki yaygın görüşe ben de katılıyorum,<br />

bu bir. İkincisi, sözü edilen her bir bestecinin hem hayatım,<br />

5


hem de yaratıcılığının özelliklerini ve musiki tarihindeki durumunu anlatmaya<br />

kalkmak, anlatıştaki konu bağlantılarını koparırdı; kitabın önceden<br />

çizdiğim genel biçimlendirme içindeki tutarlılığım dağıtırdı; amaç musiki<br />

sanatının evriminden söz etmiş olmaksa, amaçtan uzaklaşılmasına yol açardı.<br />

Bir de dflygusal ilintileri olan konu var karşımda: Bizim musikimiz...<br />

Bu kitap, sanat musikisinden söz etme amacıyla yazılmış olduğu için, başka<br />

Ülkelerin halk musikisine de, bizim halk musikimize de bir yer ayırmak<br />

gerekmezdi Am a bir de T ü rk sanat musikisi" denen, kiminin de "alaturka"<br />

diye adlandırmayı seçtiği bir musiki var. Ondan ne haber? Bu musikiden,<br />

kitabın başındaki bölümde, eski uygarlıklarının musikisinin anlatıldığı<br />

bölümde söz edilebilirdi. Gerçekte de, yeri orasıdır. Bununla birlikte,<br />

T ü rk sanat musikisinin olsun, tümüyle İslâm musikisinin olsun, ayn bir<br />

inceleme konusu olduğunu düşünüyorum. İlle de ayn bir incelemeyi gerektirecek<br />

bir önem taşıdığı için değil... Yalnızca, toplumumuzun bir gerçeği<br />

olması bakımından... Türk musikisinin batı musikisini etkilemesine gelince,<br />

kimi Avrupa eserinde (bu ara Mozart’ın T ü rk Marşı"nda, ya da Beethoven’in<br />

Dokuzuncu Senfonisi’nin son bölümünde) Mehter musikisi yankılarına<br />

rastlanması gibi geçici ve yalnız kalmış olgulara genel akımlar içinde<br />

değinilmesi gerekmezdi. Unutmamış olmak için, bu olgudan burada<br />

söz etmek yeter sanırım.<br />

Bir savla, bir taslamayla mı çıkıyorum bu kitapta okuyucu karşısına?<br />

Pek de değil. Dünyada o kadar çok, hem de o kadar iyi musiki tarihleri<br />

var ki, orta Türk okuyucusuna genel bilgileri, genel görüşleri -özn el bir<br />

açıdan bile olsa- aktarmak için yazılmış bir musiki tarihi kitabı, bunların<br />

arasında bir yer edinebileceğini taslayamaz. Yalnızca, bu kitabın bugüne<br />

kadar yurdumuzda yayınlanmış -ister çeviri, ister yazm a- bütün musiki<br />

tarihlerinden biraz daha iyi olduğunu söyleyebilirim (bu ne bir başandır,<br />

ne de alçak gönüllülüğe aykırı bir söyleniş, çünkü iyi musiki kitapları bakımından<br />

yoksunluğumuz apaçık ortada); bir de, musiki sanatmın en ileri<br />

akımlarına yer vermesi bakımından da bir özelliği var; bununla birlikte bu<br />

da olağanüstü bir şey değil, çünkü 1961 yılında bitirilmiştir.<br />

Bu kitabı okuduktan sonra birkaç kişi -umalım ki biıkaç yüz kişi —<br />

daha sanat musikisiyle ilgilenmeye başlasın, kitap görevini yerine getirmiş<br />

demektir.<br />

İlhan K. M İM AR O Ğ LU<br />

Moda, İstanbul, Ocak, 1961<br />

6


İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ<br />

"Musiki Tarihi"ni bundan dokuz yıl önce nasıl yazdığımı unutamam:<br />

Kolaylıkla, istekle, sevinçle. Aradan geçen yıllardan sonra kitabı yeniden<br />

ele aldığımda değiştirilmesi gereken birçok bölüm buldum gerçi, yaptım<br />

da bu değişiklikleri. Ama bunların çoğu, yenilenmesi gereken bilgilerin gerektirdiği<br />

değişikliklerdi. Kitabın özünün, tutumunun, biçiminin ve anlatış<br />

özelliklerinin başka olması gerekmiyordu.<br />

Yeniden ele alma fırsatı çıktığında böyle bir kitabı, değil orasında burasında<br />

düzeltmeler, değiştirmeler yapmak, bilemediniz yeni bilgiler eklemek,<br />

her şeye yeni baştan girişeceğimi, yeni bir Musiki Tarihi yazmak isteyeceğimi<br />

sanırdım. Oysa bu gözle okumaya başladığımda dokuz yıl önce<br />

yazmış olduklarımı, bu kitabı yazarken o günlerde kendime çizdiğim sınırların<br />

ve gözettiğim amaçların ışığında, yapmış olduğumdan daha iyisini yapabilmenin<br />

elimde olmadığını anladım.<br />

Hem sevinerek anladım bunu, hiç olmazsa bugüne kıyasla daha az olgun,<br />

daha az yetişmiş olmam gereken yıllarda yaptığım bir çalışmanın bana<br />

kıvanç veredurmakta olması nedeniyle; hem de üzülerek, o günlerin kolaylığını,<br />

isteğini ve sevincini bugün artık bulamayacağım için. Yaşar Nabi<br />

Nayır 1960 yılı sonlarına doğru benden bir musiki tarihi yazmamı istediğinde,<br />

en çoğundan bir ayda bitireceğimi sanmıştım çalışmamı. Fazla iyimsermişim:<br />

Ü ç aylık geceli gündüzlü bir çalışmanın sonucunda çıkmıştı bu kir<br />

tap ortaya. Bu kez, ikinci baskı için düzeltmeler yapmamı istediğinde, on<br />

beş günde bitirebileceğimi sandım bu işi. Bitirebilirdim de. A ltı ayda bitirdim.<br />

Dedim ya, bir şeyler yitirdim aradan geçen yıllar boyunca. Bu ikinci<br />

baskıya eklediğim tümcelerde, bilgilerde, bölümlerde bu yitirişin nedenlerini<br />

sezinleyebilirsiniz. Söyleyeyim isterseniz özet olarak: Türkiye’de sanat<br />

musikisi çalışmalarının yozlaşadurması; daha da önemlisi, bütün dünyada,<br />

batının sanat musikisinin sonunun göründüğünün anlaşılmaya başlaması.<br />

Dokuz yıl önce bu kitabı kolaylıkla, istekle, sevinçle yazarken ya uzağı göremiyordum,<br />

ya da gerçek dışı bir dünyada yaşıyordum.<br />

Bir noktaya daha değineyim bu loşa önsözü bitirmeden önce. İlk yaz-<br />

7


dığımda bu kitabı, öz Türkçe kullanmakta aşırılığa gittiğimi söyleyenler oldu.<br />

Oysa o günler benim görüşüm, ılımlı bir dil kullandığım yolundaydı;<br />

hele ılımlı olmayı bir düşünsel ve eylemsel günah saydığım bu günlerde<br />

baktığımda yeniden dokuz yıl önceye, değil aşın öz Türkçe, aşın OsmanlIca<br />

bile sayılabileceğini gördüm yazdıklanmın. Bununla birlikte dil değişikliği<br />

yapmadım bu ikinci baskısında kitabın. Kitabı yazılmış olduğu gündeki<br />

diliyle saklamak için değil yalnız, hem de köksel bir öz Türkçecilik çabasının<br />

iyice yenilgiye uğramış olduğunu, öz Türkçenin en inançlı savaşçılannın<br />

bile ayaklarını denk alma kaygısına kapılmış, demek oluyor ki inançlarını<br />

yitirmiş, savaşı bırakmış olduklarım gördüğüm için.<br />

İstanbul-New York<br />

Haziran-Aralık 1969<br />

İlhan M İM ARO Ğ LU<br />

8


ÜÇÜNCÜ BASKININ ÖNSÖZÜ<br />

Birkaç gözlem:<br />

1. Kitabın Ok baskısıyla İkincisi arasında dokuz yıl, İkincisiyle üçüncttsü<br />

arasmda on sekiz yıl geçti. Bu ölçüye göre dördüncü baskı üçüncüden<br />

36 yıl sonra, beşinci baskı dördüncüden 72 yıl sonra yapılacaktır<br />

2. Üçüncü baskıda kitabın adı "Musiki Tarihi" yerine "Müzik Tarihi"<br />

oldu. Gerekçe: Çoğunluğun "musiki" yerine "müzik" demesi. Böylece, Osmanlıca<br />

bir sözcüğün yerini Fransızcası aldığında o sözcük Türkçeleşmiş<br />

oluyor. Çoğunluğun dediğine uyarak değiştirdiğim başka sözcükler de var.<br />

Çoğunluğun ne diyeceğini bilemediği sözcüklerse olduğu gibi duruyor.<br />

3. Kitaba bu kez, her nedense, "Müzik Geçmişbilimi" denmedi. Giderek,<br />

kitaptan "betik" diye de söz etmiyoruz. Belki de "betik" sözcüğü hem<br />

de "tezkere" anlamına geldiği için. Yaptığı işe saygısı olan hangi yazar bir<br />

"Müzik Tezkeresi" yazmak ister?<br />

4. Bir kitabı yeni bir baskıyla ortaya çıkarmaktaki amacın, düzeltmeler,<br />

eklemeler yapmak, önceki baskılarda bulunmayan bilgileri sunmak olduğuna<br />

göre, bunların yapılmış olduğuna güvenebilirsiniz. Ya, önceki baskılarda<br />

bulunan, ama bu üçüncü baskıya girmemiş bölümler yok mu? Bölümler<br />

değil. Orada burada gereksiz birkaç satır. Atılan tek bir bölüm,,<br />

"Diskogfafya" bölümü. Neden? Çünkü o bölümde önereceğim plakların çoğunun,<br />

belki de bu kitap baskıya verilmeden, yayından kalkacağını bildiğim<br />

için. Bundan önce öyle oldu. Böylece bir diskograiya sunmak, okuyucunun<br />

işine yaramaz bir uğraş olup çıkıyor.<br />

Bu üçüncü baskıyı, 1960 yılında bu kitabı yazmamı benden isteyen<br />

Yaşar Nabi Nayır’ın anısına sunuyorum.<br />

İlhan M İM ARO Ğ LU<br />

N ew York, Ağustos 1987<br />

9


G İR İŞ<br />

ESKİ UYGARLIKLARDA MÜZİK<br />

Eski uygarlıklar demekle, Avrupa’nın doğusundaki ülkelerin geçmişteki<br />

uygarlıklarından söz etmiş oluyoruz. Bu ülkelerin müziği, konumuz sanat<br />

müziği olduğu için, inceleme alanımızın dışında kalır. Sanat müziği diye<br />

de, "besteci” (compositeur) dediğimiz kişilerin, yaratış oluşumunun koşulladığı<br />

ve sınırladığı bir bilinç içinde verdikleri yapıtların tümüne diyoruz.<br />

Bu türlü bir tanıma uyan yapıt verimi ancak Avrupa’da, onuncu yüzyıldan<br />

bu yana yapılmıştır. Öyleyse, sanat müziğinin evrimi üzerinde konuşurken<br />

yalnızca, müziğin Avrupa’daki evrimini ve bu evrimin getirdiği, yerleştirdiği<br />

ya da yıktığı geleneklerin Avrupa dışı ülkelere olan etkisini gözetmek,<br />

bunun dışında bütün ülkelerde, geçmişte yapılan ya da bugün yapılmakta<br />

olan müzikleri sanat müziğinin tanımı dışında bırakmak ve Avrupa<br />

müziğinin gelişmiş durumu açısından, "ilkel" niteliğiyle tanıtmak zorundayız.<br />

Müzikte ilkelliğin geçerlikteki tanımı şudur: İlkel müzik diye, daha<br />

yüksek bir kültür evriminden uzak kalmış olmaları yüzünden sanat müziği<br />

geleneği edinmemiş toplum öbeklerinin uyguladığı müziğe denir. Nerede<br />

kültür evrimi bir sanat müziğini geliştirmişse, ayrıklıklar dışında, orada bu<br />

gelişme "alt sınıfların" müziğini etkilemiş ve bu müziği ilkel durumdan çıkarmıştır.<br />

Bugün batı ülkelerinin büyük kentlerinin halk müziği, ilkel müzik<br />

tanımına uymaz. Bununla birlikte bu müzik, sanat müziği etkisinde olsa<br />

da, yöntemleriyle olsun, amaçlarıyla olsun, sanat müziği katma erişmemiş<br />

olduğundan, sanat müziğiyle kıyaslanan yoluyla gene de "ilkel" diye,<br />

hiç olmazsa, "yan-ilkel" diye tanıtılması gereken özellikler gösterir. Aynı kıyaslamayı<br />

tarih içinde geriye doğru giderek, eski uygarlıkların müziği yönünden<br />

de yapabiliriz. Gerçi görürüz ki eski uygarlıklarda kültür yükseklikleri<br />

yok değildi; o üjkelerde kültür yüksekliğini simgeleyen "üst sınıfların"<br />

bir de müziği vardı. İlkel müziği kültür evriminden uzak kalmış "alt sınıfların"<br />

müziği diye tanımladığımıza göre, eski uygarlıkların yüksek kültürünü<br />

yansıtan çevrelerde uygulanan müziği sanat müziğ diye tanıtmamız gerel<br />

i


kir. N e var ki böyle bir tanıtma, "sanat müziği" kavramı için tek bir tanıma<br />

uyduğumuza göre, o müziği batının sanat müziğiyle aynı yüzeye çıkarmayı<br />

da gerektirir. Oysa, o ülkelerin sanat müziği üzerinde bilinenlere göre,<br />

böyle bir işlem, böyle bir yakınlaştırma uygun düşmez. Söz konusu iki<br />

tür müzik arasındaki başkalıklar, bunların aynı durum, aynı tanım içinde,<br />

bir önem ve değer sırasına göre yer almalarım doğru gösterecek gibisinden<br />

de değildir. Bu iki müzik, birbirlerinden bambaşka değerlerin, bambaşka<br />

görevlerin, bambaşka amaçların, bambaşka yöntem ve oluşumların<br />

simgesidirler. Ölçümüz Avrupa'nın sanat müziğiyse, bütün öbür müzikleri<br />

bu açıdan "ilkel müzik" diye görmek zorundayız. Bundan başka bu "öbür<br />

müziklerin", bugünün ilkel toplumlann müziklerine olan benzerlikleri de,<br />

"ilkel" diye tanıtılmalarını uygun düşürür. Demektir ki aşağıda, eski uygarlıkların<br />

müziğnden söz ederken arada bir "sanat müziği" sözünün geçmesi,<br />

o ülkelerin o çağlardaki uygarlık ve kültür koşullarının sınırlan içinde<br />

oluşmuş bir türlü müziği tanıtmak içindir; yoksa, Avrupa'nın sanat müziğine<br />

yakınlığı olan bir müzikten söz ediliyor sanılmasın. Bu konuda önemli<br />

bir ayrıklığa, Avrupa dışında doğmuş ve gelişmiş olmakla birlikte "sanal<br />

müziği" tanımına uymuş tek müzik türü olan caz müziğine değinmek gereklidir<br />

Avrupa’da sanat müziğinin evriminin onuncu yüzyıldan önceki bölümünün<br />

konumuzun sınırlan içine girmiş olması, bu bölüm bir sonraki bölüme<br />

doğrudan doğruya bağlandığı için, "ilkeriiği temel konumuzun sınırlan<br />

dışında bırakmış olmamızla görünürde bir çelişiklik açısından, özel bir<br />

doğru gösterme çabası gerektirmez. Eski uygarlıkların müziğinin ele alınmasına<br />

gelince, gerçi bu müziğin, hiç olmazsa bugünkü durumunda batının<br />

sanat müziğiyle bir ilintisi yoktur. Bununla birlikte eski uygarlıklann<br />

müziği batıda sanat müziğinin, evrimini değilse bile, doğumunu etkilemiştir.<br />

Bu etkinin yeğinlik katım bilimsel yollardan doğrulamak belge kıtlığı<br />

yüzünden, elde değildir. Müzik uygulamaları doğrudan batıya ne gibi ilinti<br />

ve bağlantı çizgileri içinde ulaşmıştır? Bu konuda kesin, aydınlık bir açıklama<br />

yapmaya çalışmak boştur. Çünkü eldeki belgeler çok azdır ve bunlar<br />

da kesinlikten uzaktır. Müzik incelemelerinde en güvenilir belgelerin ancak<br />

sesli belgeler olacağı apaçık bir gerçektir. Oysa, sesli belge sağlama ve<br />

saklama gereçleri ancak yirminci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Seslerin kâğıt,<br />

ya da herhangi bir gereç üzerine yazılmasına, notalamaya, gelince: Notalama<br />

yöntemlerinin iki yüzyıl önceye varana kadar inanç verici kesinlikten<br />

çok uzak oluşu yüzünden müzik sanatının başlangıçlara kıyasla ilerlemiş<br />

çağlan üzerinde bile kuşku uyandırmayan bilgilere varmak güçtür. Daha<br />

öncesi, hele eski uygarlıklar söz konusu olduğunda, bu konuda belgeye dayanan<br />

bilgi vermenin elde olmadığı bir gerçektir. Dayanağımız, olsa olsa,<br />

eski geleneklerin korünmüş olduğuna inanmak ve güvenmektir. Sağlamlıktan<br />

pek uzak bir güvencedir bu. Yalan yıllarda kurulmuş olduğunu bildiğimiz<br />

geleneklerin bile ne denli değiştiğini gözden uzak tutamayız. Herhan­<br />

12


gi bir geleneksel müzik, bugünkü uygulamalarında, 'yanlış" ya da "anlamsız"<br />

etkisi bırakıyorsa, bu etkinin nedenini geleneğin şu ya da bu yönden<br />

bozulmuş olmasında aramayı düşünmeliyiz.<br />

Ç İN VE JAPON M Ü ZİK LE R İ<br />

Çin müziği bizi, Mısır müziğine olan etkileriyle ilgilendiriyor. Mısır<br />

müziğinin de Orta Doğu’nun ve Akdeniz çevresi ülkelerinin müziğine<br />

olan etkisi tanındığından, batının sanat müziğiyse başlangıcında bu ülkelerin<br />

müziğiyle beslendiğinden Çin müziği bir evrimin ilk öğelerini taşımış<br />

olması bakımından konumuza girer.<br />

Araştırıcılar, Çin’in eski geleneklerine bağlılığım gözönünde tutarak,<br />

bugünkü müziğine bakıp binlerce yıl önceki Çin’in müziği üzerine birtakım<br />

samlara varmaya çalışıyorlar. Bilinen, bu ülkenin dört bin yıllık geçmişi<br />

boyunca çoğu kere, gelişmiş bir müziği olduğu, tapmak törenlerinde ve<br />

saraylarda müziğe yer verildiğidir. Çin toplumunda müziğin ne katta bir<br />

yeri olduğunu Confucius’un (M .Ö . 551-478) müziğin toplumdaki önemine<br />

değinen sözleri anlatıyor. Confucius, müziğin toplum yaşayışındaki önemine,<br />

müziği toplumsal eğitimin en uygun aracı gören Eflâtun’dan (M .Ö.<br />

400 sıralan) önce dokunmuştu. Sanıldığına göre, bu görüşünde Eflâtun.<br />

Confucius’un etkisindedir.<br />

Müziğin Çin’de ne kadar yaygınlaşmış olduğunun ikinci bir tanıtı,<br />

M.Ö. 246’da İmparator Şi Huang’ın, daha gerekli, daha yararlı işlerle uğraşılması<br />

için, müziği yasak etmesi, müzik üzerindeki bütün kitaplan, hem<br />

de bütün çalgılan yok ettirmesi oldu. Böylece, Çin’de Şi Huang’dan önce<br />

ne türlü bir müziğin uygulandığı yolunda bir bilgiye varmamızı sağlayacak<br />

tanıtların çoğu ortadan kalkmıştır. Bununla birlikte Han Hanedanı’ndan<br />

başlayarak (M .Ö . 206-M .S . 220) Çin’de müziğin yeniden canlandığını görüyoruz.<br />

Tang Hanedanı (618-907) ve Hung hanedanı (960-1279) yüzyıllarında<br />

Çin müziğinin bir "klasik çağ"a erişmiş olduğu öne sürülür. Eldeki<br />

bilgilere göre o çağda Çin tapınaklarında ve saraylarında koronun söylediği<br />

ve çoğu kere üç yüz kadar çalgının katıldığı bir müzik vardı. Bu müziğin<br />

teksesli bir müzik olduğu, bununla birlikte batıda çoksesin gelişmeye<br />

başladığı sıralarda Çin’de de, batının ilk çoksesine koşut dördüncü ve beşincilere<br />

dayanan bir türlü organum ’a rastlandığı biliniyor. Çin’in klâsik çağının<br />

orkestrasının, Cava’nın gamelan orkestrasını etkilediği, nitekim gamelan<br />

orkestrasının "klâsik" Çin orkestrasının daha ilkeli, daha ufağı olduğu<br />

öne sürülüyor. Daha sonra Çin müziğinin ne yolda geliştiği konusunda elde<br />

kesin bilgi yoktur. Bilinen, bu ülkenin uygarlıkta geri kalmış olması gibi,<br />

müziğinin de önce duraksadığı, sonra da çökmeye ve bugünkü düşük,<br />

ilkel durumuna inmeye başladığıdır.<br />

Çin ses dizisi, bugünün kromatik on iki nota dizisine dayanır. Efsaneye<br />

göre İmparator Huang T i (M .Ö . 2697-2597) bakanlarından birini aynı<br />

13


üyüklükte bambu kamışlan kesmeye yollamış. Bakan, iki boğum arası<br />

uzunluğunda bir kamış kesmiş ve üflediğinde, sonra huang çong adı verilen<br />

ses çıkmış; derken, biri erkek, öbürü dişi, iki tane anka kuşu gelmiş.<br />

Herbiri, birbirinden ayrı altı sesle ötmüş. Adam da bu seslen çıkarmak<br />

için, ayn uzunluklarda kamışlar kesmiş; böylece (bugünün kromatik dizisini<br />

karşılayan) on iki tiu'yu bulmuş. Sonra, birbirinden özgür bu on iki notayı<br />

bir denge içinde birleştirmek için aralarından beş tanesi seçilmiş ve<br />

beş sesli Çin dizileri ortaya çıkmış. Aslında, Çinlilerin kromatik on iki notaya,<br />

oktavdan (sekizinci aralıktan) sonra en uz tınıyı veren aralığa, beşinci<br />

aralığa dayanarak, tam beşincilerle yükselerek (do-sol-re-la-mi-si-fa diyez-dö<br />

diyez-v.s.) vardıktan biliniyor. Han Hanedanı’ndan kurama Kingfang,<br />

beşincilere dayanarak kromatikleri elde etme kuramını on ikinci notada<br />

durmayıp altmışına notaya kadar ulaştırmış, kuramı önce tanınmış,<br />

sonraysa çok karmaşık sayılıp yadsınmıştı. Sonra bir başka kurama Tsien<br />

Yoçe, altmışta da durmamış 360’a kadar yükselmiş, onun kuramı da yadsınmış,<br />

sonuçta M ing Hanedanı’ndan (1368-1643) Prens Tsai-yu, eşit aralıklı<br />

(tempere) on iki kromatik notayı tanıtmış, böylece tartışmalarda bir<br />

uzlaşmaya varılmıştır. On iki ses Çin’de uygulama alanına girmemiş, kuramsal<br />

çalışmalarda kalmış, yalnız beş sesli dizi (çıkış noktası olarak seçilen<br />

sesten beşinci aralıklarla derlenmesiyle varılan seslerin ilk beş tanesinin<br />

kullanılmasıyla yapılan pentatonique dizi) uygulanmıştır.<br />

Çin tiyatrosunda müziğin önemli bir yeri vardır. Sahnedeki olayın evreleri<br />

arasında bir bağ ödevini görür, hem de oyunun türlü öğelerini, şarkı,<br />

konuşma ve pantomimi tümleştirir. On altına yüzyıldan bu yana gelişen<br />

Çin operasmdaysa batı operasının arya ve recitativo biçimlerine yalanlaşan<br />

biçimler vardır. Çalgılara gelince, bunlar ne ile yapılmışlarsa onlara<br />

göre bölümlere ayrılırlar: İpek telli çalgılar (Kin, seh); Bambu kamışından<br />

nefes çalgıları; madenden ya da taştan yapılmış çanlar; deriden yapılma davullar,<br />

tahtadan yapılma vurma çalgılar v.b.<br />

Japon müziği doğrudan doğruya Çin müziğiyle etkilenmiştir. Hem<br />

de, Çin’de bugün izi kalmamış birtakım geleneklerin Japonya’da yaşadığı<br />

tanıtlanmıştır. Üçüncü yüzyılda Kore yoluyla Japonya’ya ulaşan Çin müziği,<br />

daha sonra Çin müziğini inceleyen Japonların araalığıyla Japon adalarında<br />

gitgide yayılmaya başlamıştır. Japonlar Çinlilerin on iki notalı kromatik<br />

düzenini tanıdıkları gibi, beş sesli diziyi de kullanmışlardır. Bundan<br />

başka Japonlar çalgılarında da Çin çalgılarını örnek almışlardır. Koıo adlı<br />

on üç telli çalgı, kin adlı Çin çalgısını örnek tutarak yapılmıştır.<br />

Japon müziği genellikle üç bölüme ayrılır. Gagaku admı taşıyan birinci<br />

tür, tapmak müziği olmakla birlikte kutsallıktan uzak özellikler taşır<br />

Türlü nefes çalgılarının, telli çalgıların, vurma çalgılarının ve gonglann kullanıldığı<br />

bir müziktir. Buna karşı Kagum daha kutsal bir müziktir. İnsan sesinin<br />

tam ses aralıklı iki nota arasında sallanması, bu sallanma sırasında<br />

alt notaya yarım ses aralıkla eklenen süsleme notası ve sallanmanın üst no­<br />

14


tada sona ermesi bu müziğin başlıca özelliklerindendir. Yarım ses aralıklı<br />

süslemelere koto müziğinde de rastlanır.<br />

İki tür arasında yer alan tiyatro müziği Nogaku (ya da, kısaca no),<br />

Avrupa’nın ortaçağ kutsal oyunlarım andıran oyunlarda kullanılır. Dramatik,<br />

heyecanlı, tempo hızlan çabuklukla değişen bir müziktir. Bu türde de<br />

ses müziği bölümünde, Avrupa’nın aıya ve recitativo biçimlerini andıran,<br />

söz ve şarkı biçimleri vardır. N o müziğinde söyleme üslubunun, Buda törenlerinin<br />

etkisinde geliştiği bilinmektedir.<br />

H İN T, CAVA, TİBET, vJı. M Ü ZİK LE R İ<br />

Eskiliği bakımından Hint müziği Çinlilerinkinden hemen sonra gelir.<br />

Kimi kaynağa göre Hint müziği doruğuna, klasik Sanskrit edebiyatıyla birlikte,<br />

demektir ki M.S. dördüncü ile altıncı yüzyıllar arasmda erişmiştir.<br />

On birinci yüzyıldan bu yana müslümanlığm etkisiyle Arap ve Fars öğeleri<br />

Hint müziğine karışmaya başlamış, bununla birlikte bu müziğin kendine<br />

özgü nitelikleri yok olmamıştır.<br />

Hint müziğinde başlıca ortam, doğaçtan çalışı yönelten ses dizileri,<br />

ragalardır. Ragaiann, müslüman müziğindeki makamlarla birçok ortak<br />

yanlan vardır. Raga kelimesi, "renk, duygu, ruh durumu" anlamlarına gelir.<br />

Hint müziğinde 132 tane raga vardır ve bunların her biri ya türlü mevsimlerde,<br />

ya da günün ayn saatlerinde müzik yapmak için elverişli sayılmıştır.<br />

Kimi raga tanrıya tapma zamanı olan sabah saatleri için uygundur; kimi<br />

de eğlenme zamanı olan akşam saatleri için... Bunun gibi türlü mevsimlerde<br />

görülecek işler, ya da anlatılacak duygular için uygun sayılmış ragalar<br />

vardır. Her bir raga’da bir ana nota (vadi), ikinci önemde bir nota (samavadi),<br />

daha az önemli yardımcı notalar (anuvadi), bir de kakışmalı nota<br />

(vivadi) vardır. Çoğu raga’da ses dizilerinin inişiyle çıkışı birbirinden ayrılır.<br />

Bundan başka doğaçtan çalışı bir uyuma bağlamak için, türlü raga’larda<br />

belirli melodik biçimler de vardır.<br />

Hint kuramlarına göre sekizinci aralık (oktav), on iki yarım sese değil<br />

de, herbirine şrııti adı verilen yirmi iki sese bölünür. Demektir ki Hint<br />

müziğinde yarım sesten daha dar aralıklar vardır. Hint müziğinde ortalama<br />

ve, eşit sesli çalgılar kullanılmadığı için, diyelim ki bir re-diyez ile bir<br />

mi-bemolun eşit yükseklikte olması gibi bir sorun da yoktur.<br />

Ritm ölçüsüne gelince, belirli toplamlar içinde bir araya gelmiş vuruşlardan<br />

kurulan ölçülere tala denir. Tala bölümlerini genellikle cümle uzunlukları<br />

ve cümlelerin vuruşlara göre bölünüşleri koşullar. Başlıca Hint çalgıları,<br />

dört telli perdesiz bir ut diye tanıtabileceğimiz tambura, perdeli telli<br />

çalgılar ( vina ve sitat•), ve tabla adı verilen bir türlü davuldur, özellikle<br />

şarkı müziği, "portamentolara", demektir ki, birbirlerine kaydırmalarla bağlanan<br />

notalara dayanır ve böylece melodi akıcılığı sağlanır.<br />

Çin Hindi, Birmanya ve Polinezya’nın müziğine gelince, Annam mü­<br />

15


ziği temelinde, Çin müziğine dayanır. Laos’un daha yalrn bir müziği vardır,<br />

»öbür Asya ülkelerinde rastlanmayan bir özellik, Laos’ta şarkılara ken<br />

adı verilen ve ağız armonikasını andıran bir çalgıyla, armonili olarak eşlik<br />

edilmesidir. Birmanya müziği, Çin ve Hint öğelerinin bir karışımıdır. Kamboç<br />

müziğinde önemli bir öge, açık havada yapılan büyük şenliklerde çalan<br />

ve erkeklerden kurulan pip-hat adlı orkestra ile kapalı salonlarda çalan<br />

ve kadınlardan kurulan mahori adlı orkestradır. Her iki oıkestrada da<br />

vurma çalgıları (ksilofon ve gonglar) çoğunluktadır. Bu bakıma Kamboç<br />

orkestraları, Cava ve Bali orkestralarım andırır.<br />

Gameltm adı verilen Cava ve Bali orkestralarında vurma çalgıları yanında<br />

bir de, orkestra yöneticisinin çaldığı iki telli kemanın, rebab’in bulunması,<br />

bu müziğe raüslüman müziğinin etkisini gösterir. Ses dizilerine<br />

gelince, biri beş sesli (salendrv) öbürü yedi sesli (pelog) iki dizi kullanılır.<br />

Nota yükseklikleri, batının ortalama ses düzenine tam olarak uymaz. Çok<br />

sık kullanılan bir dizi, batının mi, fa, sol, si, do notalarıyla karşılanabilecek<br />

seslerin an arda dizilmesiyle kurulmuştur. Bu notalara verilen adlar<br />

-ding, dong, deng, dung, dang- Cava ve Bali müziğinin genel tınısını yansıtır.<br />

Tibet’in, bu kapalı ülkenin müziği, Hindistan'ın da, Çin’in de müziğinden<br />

apayrıdır. Başlıca Tibet çalgıları arasında bir türlü flüt, zurnaya<br />

benzer bir başka nefes çalgısı, bir de, içiçe geçmiş parçalardan yapılmış,<br />

üç buçuk metreye kadar uzayan, trombona benzer bir başka nefes çalgısı<br />

vardır. Genellikle şenliklerde trombona benzer çalgıları çalanlar yüksek<br />

bir yere çıkarlar ve beş altı dakika süreyle uzun notalar üflerler. Onlar bitirince<br />

hemen arkalarından zurnalar, davul eşliğiyle, bir melodi çalmaya başlarlar.<br />

Zurnalar bitirince şarkıcılar başlar. Şarkıcılar bitirince zurnalar ve<br />

flütler, melodiyi süsleyerek çalarlar<br />

M ISIR VE GREK M Ü Z İK LE R İ<br />

Eski Mısır'ın müziği üzerinde ancak, kazılarda bulunmuş çalgılara,<br />

bir de çalgı vö çalgıcı resimlerine bakarak birtakım samlara ulaşılmaya çalışılıyor.<br />

Buna göre Mısır müziğinin tarihi M.Ö. 4000 yılma kadar uzanır.<br />

M .ö . on altıncı yüzyıla varana kadar daha çok ufak boyda çalgılar, bugünün<br />

flütlerini ve arplarını andıran çalgılar kullanılmaktaydı. Daha sonra<br />

Asya’dan, özellikle Çin’den daha büyük boy çalgılar gelmeye başladı. Bu<br />

ulaşış hem de çalman ve söylenen müziği etkiledi. Flütlerin özelliklerine<br />

bakarak Mısır müziğinin geniş ses aralıklarına dayandığı sanılıyor.<br />

Grek müziği üzerinde de kesin bilgi yoktur. Eldeki belgeler yalnızca<br />

tamamı yazılmış beş altı parçayla, bir de ancak birkaç bölümü bulunan bir<br />

o kadar parçayla kalmaktadır. Bunlar eski Yunan müziğinin teksesli olduğunu<br />

gösteriyor. Bununla birlikte Eflâtun, ne türlü olduğu kestirilemeyen<br />

bir çok sesten söz etmiştir. Herhalde eski Yunan, mimarlık, heykel ve ede-<br />

16


iyat alanlarında batı kültürüne kazandırdıklarım, müzik alanında vermiş<br />

değildir.<br />

Grek kültürünün genellikle bağımsız bir kültür olmadığını, Mısır’a,<br />

Fenike’ye ve Asya kültürlerine çok şey borçlu olduğunu biliyoruz. Bunun<br />

gibi Grek müziğinin de çevre ülkelerden, özellikle Mısır’dan, etkilenmiş olduğu<br />

sanılıyor. Eski Yunan’da kullanıldığı bilinen başlıca çalgıların Asya’­<br />

dan gelmiş olduğu da anlaşılıyor. Bu ara Grek tapmak dışı müziğinin simgesi<br />

olan çift borulu, sesi de zurnayı andıran aulos’un daha eski örneklerine<br />

Asya’da rastlanmıştır. Bir telli çalgı olan tatara da Asya’dan gelmedir.<br />

Grek müziğinde aulos, şarap tannsı Dionisos’un, kitara ise sanat tanrısı<br />

Apollon’un simgesiydi.<br />

Grek müziğinin "altın çağı" diye anılan Homeros çağında bu çalgılar<br />

kahramanlık şiirlerine eşlik için kullanılırdı. Daha sonra, Safo'nun, Arkilokos’un,<br />

Anakreon’un şiirleri, hem edebiyat, hem de müzik sanatı olarak<br />

gösterilir. Bu çağda ve daha önce (M .Ö . altıncı yüzyıldan bu yana) Grek<br />

dramının evrimi içinde müziğin de bir yeri vardı. Grek dramında müzik,<br />

özellikle, koronun söyleyişi ve oyuna aulos’un eşliğiyle uygulanırdı. Kitara<br />

asıl tapmak müziğinde kullanılırdı. Evripides, M ilet’li Timoteos ve Midilli’li<br />

Fimis, araştırıcılarca çağın başlıca müzikçileri olarak tanıtılır. Grek<br />

müziğine daha sonra ne olduğu konusunda güvenilir hiçbir bilgi yoktur.<br />

Yunan’m çöküp, Roma’nın yükselmesiyle Grek çalgıcılarının, şarkıcılarının,<br />

dansçılarının Roma’da kendilerine iş bulmaya çalıştıktan, gösterişe ve<br />

köksüz değerlere dayanan bir sanat için ülkülerini yitirdikleri söylenir ama<br />

Roma’da çalınan ve söylenen müziğin gerçekten böyiesine kötü olup olmadığım<br />

doğrulayacak bir tamt yoktur.<br />

Grek müziğinin, batmm sanat müziğinin ses düzenini etkileyen en<br />

önemli öğesi, ses dizileri olmuştur. Telli çalgıların, kitara ve lirin ses dizileri,<br />

Doıya, Lidya, Frigya vs. gibi Grek ülkelerinin aracılığıyla Hıristiyan müziğine<br />

ulaşmış, böylece orta çağlarda Grek dizileri üzerine yapılan kuramsal<br />

çalışmalarla "kilise dizileri" (yahut "makamları") ortaya çıkmış, sonra<br />

da bugtın bile kullanılmakta olan majör ve minör diziler kesinleşmiştir.<br />

Bununla birlikte eski Yunan’da ses dizileri, pes sesten tiz sese doğru değil,<br />

aşağıdan yukan değil, yukardan aşağı sıralanırdı. Müzik üzerinde kuramsal<br />

çalışmalar yapan Boethius, M.S. 524 yılı çevresinde, Grek dizilerini<br />

incelerken dizilerin sanlamşıyla ilgili yanlışlıklar yapmış, bu yüzden dokuzuncu<br />

ve onuncu yüzyıla varana kadar bütün kuramcüan şaşırtmıştır. Kilise<br />

müziğinde Grek dizilerinin ayrı adlar almaları, daha doğrusu aynı adın<br />

Grek müziğinde ve Hıristiyan müziğinde ayrı diziler için kullanılması işte<br />

bu aşağıdan yukan ve yukardan aşağı sıralanış sorunu yüzündendir.<br />

Müzik Tarihi, F.: 2 17


BİZANS VE YAH U D İ M Ü ZİK LE R İ<br />

Grek dizilerinin batıya Bizans’ın kilise müziği aracılığıyla ulaşmış olması<br />

dışında, Bizans müziğinin doğrudan doğruya Yunan müziğinin süreği<br />

olduğu sanısı yanlıştır. Bizans kilise müziği geleneği yıkılmış olduğu için<br />

bu müziğin nitelikleri üzerinde elde kesin bilgiler yoktur. Sanılara göre Bizans<br />

müziği, başlangıcında, Yahudi müziğinin etkisi altında gelişen yepyeni<br />

bir geleneğin örneğiydi. Teksesli, kesin ölçülerden yoksun ve özgür ritimli<br />

olan bu müzik, kullandığı diziler açısından (echoi denir bu dizilere)<br />

Batı kilisesinin dizilerine büyük benzerlikler gösteriyordu ve tonoi derken<br />

Grek dizilerinden kesinlikle ayrılıyordu.<br />

Bugün eldeki belgeler, on iki ve on üçüncü yüzyıllardan kalma elyazılan,<br />

Bizans müziğinin "klasik" geleneğini örneklemektedir. Am a on üçüncü<br />

yüzyıldan başlayarak bu gelenek, özellikle colomtura türü, çok notalı ve<br />

süslü geçitlerin kilise melodilerine katılmasıyla yavaş yavaş çözülmeye başladı.<br />

On sekizinci yüzyılda da Bizans müziği, Türk ve Arap müziklerinin<br />

yoğun etkisi altına girdi. Bugün İstanbul’da Rum Ortodoks Kiliselerinde<br />

kullanılan müzik, Bizans müziği geleneğinin bu etkiler altmda çözülmüş,<br />

ya da başlangıçtakinden ayrı bir geleneğe dönüşmüş durumunu örnekler.<br />

Yahudi müziğine gelince, tapmak müziği Levit denen müzikçilerin<br />

elindeydi. Süleyman çağında tapmak törenlerinde, hasasra adı verilen bir<br />

türlü trompet, magrefa adım taşıyan bir türlü org ve zilçal adlı bugünün orkestra<br />

ziline benzeyen bir vurma çalgısı başlıca çalgılar arasındaydı. Bunların<br />

yanında Yahudilerin, Mısır’la, eski Yunan’la ve türlü Asya ülkeleriyle<br />

ortak çalgıları vardı: Nevel (büyük aıp), kinnor (bir türlü lcitara), hali! (bir<br />

türlü zuma) vb. Bugüne kalmış tek Yahudi çalgısı, şofar adı verilen koç<br />

boynuzudur.<br />

Tapmaklarda söylenen şarkılara gelince, bunların da Gregor melodilerine<br />

büyük benzerlikleri olduğu anlaşılıyor. Gerçi o çağlardan elde kalmış<br />

belge yoktur ama, bugün Yemen’de, Babil’de, İran’da ve Suriye’de,<br />

birbirleriyle ilintisi olmayan Yahudi boylarının müzikleri arasındaki çok<br />

büyük benzerliklere bakarak eski bir geleneğin bozulmadan süregelmiş olduğu<br />

sanısına varılabiliyor.<br />

18


TEKSES’TEN ÇOKSES’E<br />

Batıda müzik sanatının, evrimini kiliseye borçlu olduğu söylenir. Kuşkuyla<br />

karşılanması gereken bir görüş. Gerçi kilise, bir sanatın evrimiyle<br />

ilintili kaygılardan çok, dinsel kaygılarla tören müziğini düzenlemeyi gerekli<br />

görmüş, böylece bireysel yaratışa bir ortam hazırlamıştır. N e var ki aynı<br />

kaygılar, dinsel inanç kavramıyla bağdaşması çok güç olan bireysel anlatım<br />

özgürlüğünü engellemiş, evrimleri geciktirmiştir. Hristiyanlığın ilk on yüzyılının,<br />

yerinde olarak "karanlık çağlar" diye adlandırılması özellikle, müziğin<br />

bu ilk on yüzyıldaki evriminin hızım da nitelendiren bir addır. Daha<br />

sonra, çözülmelerin, karşı durmaların, dinin tek elden yönetilmesine kafa<br />

tutmaların alıp yürüdüğü yüzyıllarda müziğin evrimi, nitekim, "karanlık<br />

çağlar'dakiyle kıyaslanmayacak kadar hızlanmıştır. Hıristiyan çağının ilk<br />

on yüzyılıyla, günümüze uzanan ikinci on yüzyılı arasındaki ilerleme hızı<br />

ayrılığı ve "aydınlanma çağı"ndan bu yana müziğin yeni evrimini hazırlayan<br />

ortamların nitelikleri, müziğin dine hiç de sanıldığı kadar çok şey borçlu<br />

olmadığım tanıtlar.<br />

N O TALAM A<br />

Kilisede ne türlü bir müzik söylenirdi? Dinsel törenlere müzik nereden<br />

gelmiştir? Bilinen, kilisenin eski Yunan’a, onun da Suriye ve Mısır’a<br />

uzandığıdır. Gene bilinen, eski Yunan'da olsun, Suriye ve Mısır’da olsun,<br />

tek sesli bir müziğin geçerlikte olduğudur. Belge kıtlığı bu müziğin nitelik<br />

ve nicelikleri üzerinde kesin bilgilere ulaşmayı zorlaştırıyor. İnsanlar bilimsel<br />

buluşlarda ve uygulamalarda, tarih boyunca korkunç bir yavaşlıkla ilerlemişlerdir.<br />

Görelim ki, yirmi yüzyıldan ve ondan önceki binlerce yüzyıldan<br />

sonra uzay yolculuğu ancak deneysel bir evreye ulaşmıştır. Ancak bir<br />

simge olarak alıyoruz uzay yolculuğunu bu. konuda. İnsanlığın henüz bir<br />

çözüme ulaşamamış, oysa bilim yoluyla çözümlenebilecek sayısız sorunu<br />

yanında uzay yolculuğu gereksiz bir uğraştan başka nedir ki? Bilimin ilerleyişindeki<br />

yavaşlık, bu ağır ilerleyişle de olsa varılan aşamaların yığınlara<br />

ulaşmayışı yanında önemsizleşmektedir. Müzik bilimi de, bütün dallann-<br />

19


da, çok yavaş ilerlemiş, müziğin de, bilimsel olsun, yaratış işlemleriyle ilgili<br />

olsun, evrimleri, y Bınlara yöne<br />

Bu genel konuyu bu yana bırakıp, miızik biliminin çoğu kez sürüncemelerde<br />

kalmış ileıleyişine dönelim. İnsanlar söyledikleri şarkıları kâğıt<br />

üzerine geçirme isteğini duyana kadar yüzyıllar ve yüzyıllar geçmiş, istek<br />

bir kere duyulduktan sonra da uygulama yöntemlerinin gelişmesi de bir o<br />

kadar sürmüştür. Bugünkü notalamaya ancak on altıncı yüzyılda varılabilmiştir.<br />

Seslere ad vermeyi ilk düşünen Romalı filozof Boethıus (M.S.<br />

480-524) olmuştu; dizideki seslerin her birini bir harf ile adlandırmayı ilk<br />

o öne sürmüştü. Bugün, İngilizce ve Almanca konuşan ülkelerde notaların<br />

La, Si, D o vb. yerine A , B, C vb. diye harflerle anılması Boethius’den kalmadır.<br />

İyi ama, notaların harflerle anılması, müzik yazmak ve okumak isteyenlerin<br />

ne işine yarardı? Bir melodinin kıvrımları, nota yüksekliklerini de<br />

işaretlemek gerekirdi. Bunun için de, Boethius’dan çok daha önce geçerlikte<br />

olan bir yola gidildi: Melodilerin stenografı çizgilerini andıran birtakım<br />

işaretlerle notalanması. Bu türlü notalamaya, Yunanca "işaret” anlamına<br />

gelen "neuma" kelimesinden, "neumatique" notalama deniyor. "Neumalar,<br />

melodinin inişini çıkışını yaklaşık olarak belirten birtakım işaretlerdi ve ancak,<br />

bir melodiyi bilen kişilerin anılarım tazelemeye yarıyorlardı. Derken,<br />

müzik kaydetme işi biraz daha sağlamlaşsın diye, bir "çıkış noktası" belirtecek<br />

işaretin çizgi üstüne konması düşünüldü. Böylece ilk porte, tek çizgili<br />

porte ortaya çıktı. Sonra buna bir ikinci, bir üçüncü, bir dördüncü çizgi eklendi.<br />

Çizgiler renklerle de birbirinden ayrıldı. Do'nun çizgisi san, Fa’nınki<br />

kırmızı... Ya bu Do, Fa vb. adlarım kim buldu? Notaların böyle adlandınlmasıru<br />

öne süren, onuncu yüzyılda yaşamış bir Milanolu keşiş, Guido<br />

Arrezo’dur. Bu adları da, bir İlâhinin her bir satınnın ilk hecesinden almıştır:<br />

Ut quecmt laxis, REsonare fîbris, Mira gestorum, FAmuli tuorum, SOLve<br />

poluti, LAbii reatum, Soncte Iohannes. U T adı yerine bugün kullanılan<br />

D O adını da kullanan, Giovanni Maria Bononcini (1642-1678)’dir.<br />

Demek ki, beşinci yüzyılda notalann alfabeyle adlandırılması öne sürülüyor<br />

ve kilise bu yola bir yüzyıl sonra giriyor; "neuma" işaretleri batı<br />

dünyasında ancak yedinci yüzyılda beliriyor; tek çizgili porte için dokuzuncu<br />

yüzyıla, dört çizgilisi yaygınlıkla kullanılsın diye on ikinci yüzyıla, beş<br />

çizgili portenin ve ölçü çizgisinin tanınması için on altıncı yüzyıla kadar<br />

beklemek gerekiyor. Ses sürelerini ve yüksekliklerini belirten notalamamn<br />

yanında neumalar da egemenliklerini sürüyorlar; on beşinci yüzyılda diyezlerin<br />

kaydedilmesi öne sürülüyor ama bu ancak on yedinci yüzyılda uygulanmaya<br />

başlanıyor. Ancak on dokuzuncu yüzyılda, bugünkü bir okuyucunun<br />

sıkıntı çekmeden anlayabileceği bir notalama az çok yerleşiyor. İlerleme<br />

pek de hızlı sayılmaz, değil mi?<br />

20


GREGOR M ELO D İLERİ<br />

Dönelim kiliseye. İlk Hıristiyanlar, çoğunlukla İbranîler, azınlıkla Yunanlı<br />

ve Romalılardı. Müzikleri de kendilerine en yakın kaynaklara dayanıyordu:<br />

Kutsal yazılardan alınmış sözlerle birleştirip söyledikleri İlâhilere...<br />

Bu İlâhilerin yalın melodileri, Orta Doğu uygarlılclanmn, Yunan ve Roma'nın<br />

tek sesli ve günün geçerlikte olan halk havalarıydı. M.S. 325’te<br />

Constantine, Hıristiyanlığı Roma’mn resmî dini olarak tamdı İmparatorluğun<br />

merkezi İstanbul oldu. Bizans'ın dinsel töreni İstanbul’da - v e kilise<br />

egemenliğinin öbür önemli yerleri olan Roma, Antakya, İskenderiye ve<br />

Kudüs’t e - gelişti. Burada "gelişti” yerine "kalıplandı" sözcüğünü kullanmak<br />

belki daha uygun düşer. Çünkü, dinsel tören müziğinin biçimlenmesi<br />

yolundaki çabalara, bilimsel bir tutumdan çok, sofuluğun dar görüşü açısından<br />

girişiliyordu. Bu ara, halk müziğinin kiliseye daha çok sızmasına<br />

karşı girişilen savaş ve çalgıların dinsel tören müziğinde kullanılmasının<br />

önlenmesi bu tutumun başlıca belirtileriydi. Törenlerde melodiler, kadın<br />

seslerinin asla katılmadığı bir koroyla söyleniyordu Halk müziği olsun, çalgılar<br />

olsun, puta tapıcılığın simgesi sayılıyordu. Çalgılar kiliseye giremediyse<br />

bile, halk havalan tapmaktan içeri sızdı. Milâno piskoposu Ambrosius<br />

(M.S. 340-397) gibi saygın ve etkileyici bir din adamının bestelediği tören<br />

melodilerindeki halk çeşnisi, bu sızmalann çarpıcı bir örneğidir. Halk müziğiyle<br />

kilise müziğinin hoş görülmeyen birleşmesi, Papa Gregor’u (M.S.<br />

540-604) iyiden iyiye kaygılandırdı. Bu kaygı Gregor’u, bütün Hıristiyan<br />

dünyasının kiliselerinde yapılacak törenleri birleştirme işine girişmeye götürdü.<br />

Kilisenin tek sesli tören melodileri o günden bugüne, Roma Papası’nın<br />

adını taşır ve Gregor Melodileri, ya da saf şarla (chant grfgorien, cantus<br />

planus) diye tanınır. Gregor, Roma’da "Schola Cantorum'ü geliştirdi;<br />

Hıristiyan dünyasının dört bucağına, tören müziğini birleştirme işini görsünler<br />

diye, şarkıcılar ve öğreticiler gönderdi; notalamada ”neuma”lardan<br />

faydalanılmasını sağladı. Papa Gregor’un birleştirme ve sınırlandırma çabaları,<br />

kilise müziğinde bilimsel çalışmalara yol açtı. Frankların kralı Charlemagne,<br />

Gregor’un "tek bir müzik yoluyla tek bir kilise” inancına katılmıştı.<br />

Onun egemenliği süresinde, Frankların ülkesinde müzik çalışmaları ilerledi.<br />

Alcuin (725-804) ses dizilerini "kilise makamları" durumunda düzenledi.<br />

Hucbald (840-930) günün müziğinin durumunu anlatan De Harmonica<br />

Institutione adlı kitabım yazdı. Hoger’in onuncu yüzyü başmda yazdığı müzik<br />

el kitabı Musica Enchiriadis ise ilk çokses örneklerini, saf şarkının beşinci,<br />

dördüncü ve sekizinci (oktav) aralıklarla, koşut (muvazi) çizgiler durumda<br />

düzenlenişini, orgartum’u kapsıyordu. Incil’deki bir geçitten, bu kelimenin<br />

"çalgı" alanıma gelen bir kelimeden türediği anlaşılıyor. Nitekim,<br />

bir Gregor melodisinin yukarda sözü edilen aralıklarda koşut olarak düzenlenmesinde<br />

ek seslerin (vax organalis) baş ses (vax principalis) olan<br />

gregor melodisinin altmda, orga ya da başka bir çalgıya verildiği de oluyor­<br />

21


du. Görülüyor ki yasak sökmemiş ve çalgılar kilise kapısından içeri girmiş,<br />

bu ara org yedinci yüzyılda kilise yöneticilerinin de hoş görmeye başlamasıyla,<br />

dinsel törenlerde koronun sesini desteklemek amacıyla kullanılmaya<br />

başlanmıştı.<br />

Din dışı uzanımlar doğrudan doğruya Gregor melodilerinde de görülüyordu.<br />

Tropus ve sequentia1at bir Gregor melodisine eklenen sözlere verilen<br />

addır. Melodinin başma ya da ortasına eklenen sözlere tropus, sondaki<br />

alUluia melodisinin notalarına uydurulanlara da sequentia denir. Önceleri<br />

bu ek sözler için kutsal yazılar kullanılırdı. Fakat yavaş yavaş kutsallığın<br />

sınırlan aşıldı ve dindışı şiirler de Gregor melodilerine sızdı. Öylesine<br />

ki hangi tropus ve sequentiaharm kullanılması gerekeceğini belirtmek ve<br />

geri kalanlarım yasak etmek için kilise yöneticileri kararlar aldılar.<br />

Onuncu yüzyıldan bu yana müzik artık, kilise duvarlan içinde gelişen,<br />

fakat evrimini dinsel kaygılann değil, dinle ilintisiz kişisel davranışların<br />

yönelttiği bir sanat dalı olmuştur<br />

ÇOKSES GELİŞİYOR<br />

Organum'un getirdiği "birden fazla ses" anlayışım geliştirmek ve çoğalan<br />

seslere özgürlük kazandırmak amacıyla yapılan deneyler önce discant’a<br />

ulaştı. Bu kere artık sesler cantus fırmus’a, yani baş ses'e, yani Gregor melodisine<br />

koşut olarak değil, ters yönde de ilerleyebiliyorlardı; biri inerken<br />

öteki çıkabiliyordu. Sonra, ikinci ses artık ille de baş ses’in altmda değildi;<br />

üstünde de olabiliyordu. Derken İngiltere’den cantus gemelli, "ikiz şaıkı"<br />

Avrupa’ya ulaştı. Birbirlerine üçüncü aralık bağıyla ilintilenmiş sesleri<br />

olan ikiz şaıkı, discant'a katılan öğelerden biri oldu; Fransızlar buna fauxbourdon<br />

dediler. Gün geldi ki Gregor melodisinin kullanılmadığı, da oldu;<br />

bağımsız biçimin bu türlüsüne de conductus dendi.<br />

Çoksesin evrimi notalama yöntemlerinde kesinliğe doğru bir gelişme<br />

gerektiriyordu. Guido d’Arezzo’nun, notaları adlandırmış ve porte üstündeki<br />

yerlerini belirtmiş olması, bir yandan kullanılan "neuma" yazısıyla birlikte<br />

gerçi, geçmiş yüzyıllar boyunca kulaktan kulağa ulaşan Gregor melodilerinin<br />

ve sonradan bunlara, icrada çok kere doğaçtan söyleyiş yoluyla<br />

eklenen seslerin anılması için, ilk adımlar da yetebilirdi ama, ses artışındaki<br />

gelişmeler artık yalnız kulağa ve kulak anısmı destekleyen ilkel bir notalama<br />

yöntemine uymuyordu. Her şeyden önce nota değerlerinin, kesin sürelerin<br />

belirtilmesi isteniyordu. Müzikte zaman öğesinin sağlamlaştırılması<br />

gerekiyordu. Bu yolda ilk adımlan atanlann üç kişi olduğu tanınır: Garlandialı<br />

Johannes ve iki Franco, biri Parisli öbürü Kolonyalı... Notaların süre<br />

değerlerini belirttikleri yıllar da 1100 yılı çevTesindedir. O zamana kadar<br />

"ritim makamı" adı altmda, kilisece, "ikili zaman” ölçüsü tanınıyordu. Daha<br />

sonra üçlü zaman yaygınlaştığında, önceleri üçlü zamanı dindışı sayıp<br />

tanımak istemeyen kilise, daha sonra bu yaygınlığı, bir kulp takıp "kutsal<br />

22


üçleme" ile birleştirerek, tanımak zorunda kaldı.<br />

On ikinci ve on üçüncü yüzyıl Avrupa müziğinin egemenliği, Fransızların<br />

elindeydi. Nötre Dame Katedrali’nin yapımına başlanmıştı veyapı daha<br />

ortaya çıkmadan çevresinde eğitim kurumlan toplanmış, Paris Üniversitesi<br />

biçimlenmiş, Nötre Dame çevresi aydın Avrupa'nın en işlek yeri olmuş<br />

çıkmıştı. Nötre Dame’ın dinsel törenleri için müzik yazanlar arasında<br />

özellikle iki kişi, tarihin önemli ilk bestecileri olarak gösterilebilirler. Bu<br />

iki ustadan ilki, Leoninus, sonradan Nötre Dame adını alan Beatae Mariae<br />

Virginis tapmağının koro yöneticisi ve orgcusu olarak çalışmış, iki sesli<br />

şarkıların yer aldığı bir büyük kitap, magnum tiber, hazırlamış ve ritim<br />

biçimleri üzerinde çalışmıştır. Leoninus’un bütün kilise yılı boyunca yapılan<br />

törenlerde kullanılacak müzik için hazırladığı bu büyük kitabın üzerinde<br />

Perotinus yeni çalışmalar yapmış, iki sesi dprde çıkarmış, baş ses olan<br />

Gregor melodilerinin yerine kendine özgü melodiler koymuştur. Her iki<br />

besteci de, özellikle nota değerleri üzerinde çalışmalar yapmışlar ve notalamayı<br />

bu yönden geliştirmişlerdir, iki bestecinin de ne doğum ve ölüm günleri<br />

bilinmektedir, ne de hayatlarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler vardır.<br />

On iki ve on üçüncü yüzyıllardan daha da önce başlayan devlet-kilise<br />

egemenlik savaşı, kilise müziği ile dindışı müzik arasındaki çatışmada yansımıştır.<br />

Kilise üyelerinin arasında bile dindışı müziğe doğru eğilenler vardı.<br />

Bu eğilimin bir örneği de İngiltere’de Reading Manastın Papazlarından<br />

John Fornsete'in yazdığı sanılan Sümer is icumen in adlı kanondur.<br />

1240 yılı çevresinde yazılan bu altı sesli kanon çağından çok ileri bir müzik<br />

olduğu gibi, kilise dışı müziğin özelliklerini taşıyan bir din müziği parçası<br />

olması bakımından da ilginçtir. Bu kanon, sanılıyor ki, aynı yolda bestelenmiş<br />

ve sonra kaybolmuş birçok parçadan yalnız bir tanesidir.<br />

Kimi kere "Gotik Çağ" diye de anılan on ikinci yüzyıl, kilise müziğinde<br />

yeni bir çokses biçimi olan molet’in doğduğu çağdır. Nötre Dame çevresi<br />

çalışmalarında geliştirilen bu biçimde, genellikle üç ses vardır. Birinci<br />

ses, ritmini sözcüklerin belirttiği cantus firmus’ûur, ne var ki besteci bu<br />

sözcükleri istediği gibi değiştirirdi, ikinci (duplum) ve üçüncü (triplum)<br />

seslerse, ayn sözler söylerlerdi. M otet biçimi, kilisenin dar görüşüne karşı<br />

konması ve açık görüşlere simge olması bakımından da önemlidir. İkinci<br />

ve üçüncü seslerde kiliseyi alaya alan sözlerin kullanıldığı motet’ler bu<br />

davranışa bir örnektir. Yıllar geçtikçe kilise dışı için, halk için motet’ler<br />

de yazılmaya başlanmıştır.<br />

23


HALK MÜZİĞİ VE "YENİ SANAT"<br />

Kilise dışı müziği canlandıran bir etken, haçlı seferleriydi. "Kâfirlere"<br />

karşı girişilen savaşlar bir yandan kahramanlık edebiyatının yayılmasına,<br />

öte yandan Arap illerinden hem melodilerin, hem çalgıların Avrupa’ya gelmesine<br />

yol açtı. Gezgin şarkıcılar bu edebiyatı ve bu müziği Avrupa'nın<br />

dört bucağında okudular, söylediler. Oysa bunlar önceleri, bir ödevnliş gibi,<br />

kilise müziğini söylemekle yetinirlerdi. Artık şimdi kendi şarkılarını uyduruyorlar,<br />

şatodan şatoya, tavernadan tavernaya geziyorlar, manastırların<br />

bile kapılarından içeri girebiliyorlardı. Gezgin şaıkıcılann Kuzey Fransa’da<br />

çalışanlarına trouven, Güneydekilerine trvubadour, İngiltere’dekilerine<br />

harper, Almanya’dakilerine minnesinger denir. On iki ve on üçüncü yüzyıllarda<br />

yaşamış ve gezmiş halk şarkıcılarından bugüne birçok söz, fakat<br />

pek az müzik örneği kalmıştır. Troubadour Adam de la Hale’ın<br />

(1220-1287) Napoli’deki Fransız sarayı için hazırladığı Le jeu de Röbin et<br />

Marion, ilk hafif opera örneği sayılır. Adam de la Hale’ın bu ünlenmiş eseri<br />

aslında, o yılların geçerlikte olan bir halk şarkısı türünde, "pastourelle"<br />

türünde yazılmış şarkıların sahneye aktarılmasından, sahne gereklerine az<br />

çok uygun olarak art arda sıralanmasından öteye gitmemektedir. Demektir<br />

ki "Jeu de Röbin et Marion" henüz, operanın başlangıcı olarak görülemez.<br />

Çünkü izleyicisi olmamıştır; bir yeniliğin simgesi değildir, çünkü çağın<br />

şarkılı tiyatro eserlerinden -gerçi en önemlisidir, fakat- yalnızca biridir;<br />

hem de operanın başlaması için daha iki yüzyıldan çok bir süre beklemek<br />

gerekecektir.<br />

Troubadour’lann müziği, sanat müziğinde yeni akınım belirmesine,<br />

kilise müziğindeki katı düzene baş kaldırılmasına yol açtı. On dördüncü<br />

yüzyılda başgösteren bu yeni akıma Ars Neva (Y en i Sanat) adı verilir. Y e ­<br />

ni Sanat akımının öncüsü ve sözcüsü Philippe de Vitry (1285-1361) Ars<br />

Nova adım taşıyan kitapçığında gelenek bağlarının koparılmasını salık veriyordu.<br />

Vitr/nin motet’leri, öne sürdüğü yeni kuramlara örnek oldu. Artık<br />

her ölçünün kuvvetli zamanında, yalnız kilisenin uygun orantılar saydığı<br />

dördüncü, beşinci ve sekizinci aralıklar değil, üçüncü aralıklar da yer alabiliyordu.<br />

Daha Önemlisi, kilisenin "ritmik makamlar'inın yerine, yeni bir ri-<br />

24


tim yapısı getiriliyordu. Çok ses yazısında her bir ses, hele o zamana kadar<br />

Örtülü kalmış sesler, öne alınarak işleniyordu. Çalgılara gösterilen ilgi<br />

gittikçe artıyordu. Kilise müziğinde dindışı melodilere başvurulması salık<br />

veriliyor ve bu melodilerden gittikçe artan bir çoğunlukla yararlanılıyordu.<br />

Ars Nova ile birlikte bir anlatım ve duygu özgürlüğü çağı açılmıştı. Fransa’da<br />

Yeni Sanat’ın en önemli temsilcisi, Guillaume de Machaut<br />

(1300-1377) oldu. Din dışı parçalar da besteleyen, birçok motet, ballad,<br />

rondeaux ve chanson yazan Machaut asıl dört sesli missa’sıyla, dinsel törenin<br />

ayrı parçalarım bir bütün içine yerleştirdiği güçlü yaratısıyla anılır. A r­<br />

tık Machaut’dan bu yana ntissa, tıpkı senfoni gibi, konserto gibi bir müzik<br />

biçimi olacaktır ve geleceğin büyük bestecileri bu biçim içinde baş yapıtlarım<br />

vereceklerdir. Machaut’nun "Nötre Dame Missa"sı seslerin yalnız tek<br />

çizgilerin kurduğu çokses örgüsü balonundan değil, bu çizgilerin dikey birleşmelerindi<br />

ortaya çıkan akorlar açısından, geleceğin armonik yazışırım<br />

öncüsü olarak da önemlidir.<br />

Yeni Sanat, Fransa dışında en parlak yankısını İtalya’da buldu. İtalyanlar<br />

şarkıya -ses sanatına - olan eğilimlerine uyarak teknik sınırlan kolayca<br />

aştılar ve Yeni Sanat’m getirdiği özgürlüklere candan uydular. O güne<br />

kadarki büyük yasaklardan sayılan üçüncü ve altıncı aralıktan onlara,<br />

salık verilen dördüncü ve beşinci aralıklardan çok daha yumuşak geliyordu.<br />

Hem, on dördüncü yüzyıl İtalyası, yazıları kulakta müzik izlenimi bırakan<br />

şairlerin, Dante’lerin, Petrarca’lann, Boccaccio'lann İtalyasıydı. Floransak<br />

bir müzikçi, kör orgcu, .flütçü, lavtacı Francesco Landini<br />

(1320-1397) o çağın İtalyan müzikçilerinin en ünlüsü sayılabilir. Eşsiz bir<br />

icracı diye taranan Landini’de hem de, üstün bir melodi yaratma gücü de<br />

vardı. Landini ve o çağın diğer Floransak İtalyanlan, bu ara başta Giovanni<br />

da Cascia ve Jacopo da Bologna, rnadrigal'i çağın geçerlikte olan biçimlerine<br />

eklediler. "Madrigal”, kelime anlamı olarak "ana ehlinde şarkı” demeye<br />

gelir. Burada ana dili deyimi, Latinceye karşıt olarak kullanılmaktaydı.<br />

1340 yılı çevresinde İtalyan madrigali, çoğunlukla aşk şiirleri üzerine yazılan<br />

iki sesli şarkıydı. Madrigal ilerde, çokses yazısının "altın çağ"a eriştiği<br />

günlerde ayrı bir görünüş kazanacaktır. İtalyan çokses yazısının, gene bu<br />

ülkede yaşayanların eğilimleri gereği, şarkıya, eşlikli melodiye doğru yönelmiş<br />

olduğunu da belirtelim. Özellikle ballata (danslı şarkı) biçimi, çizgilerden<br />

birinin insan sesi, öbür ikisinin de çalgılarla sunulmasıyla, bu yönelmenin<br />

belirli bir örneğidir.<br />

ÇOKSES’İN "ALTIN ÇAĞI"<br />

Ars Nova doğrudan doğruya on beşinci yüzyıl polifonisine, çoksesin<br />

"altın çağ'ına bağlandı. Bu ara Norman egemenliğindeki İngiltere’ye Nötre<br />

Dame’ın etkisi de ulaşmıştı. Sonra Fransa Azincourt’da yenildi ve durum<br />

tersine döndü; Ingilizler Fransa’ya girdiler. Girdiler ve sanatçılarını,<br />

25


müzikçflerini de beraber getirdiler. Bunların başında John Dunstable<br />

(1370-1453) geliyordu. Dunstable’ın ne türlü bir ömür sürdüğü kesinlikle<br />

bilinmiyor. Bilinen, Fransa ve İtalya'nın dört bucağını dolaşmış olduğudur.<br />

Yapıtlarını bu iki ülkenin havasının sarmış olması Ijunu gösteriyor. Hem<br />

de astrolog ve matematikçi olan Dunstable’ın müziği kaskatı kurallardan<br />

iızaktır; ne var ki müziğindeki duygu, esneklik ve şiir, hep sağlam bir işçilikle<br />

sunulmuştur. Yeni çağlan hazırlayan, kendisinden sonraki başlıca bestecileri<br />

etkileyen Dunstable, kilise müziğine çalgıyı ilk getiren, Gregor melodilerini<br />

özgürce ilk süsleyen besteci diye bilinir. Dunstable, on beşinci<br />

yüzyılın ilk yansının en önemli müzikçisidir diye değerlendirilir.<br />

Yüzyılın ikinci yarışma gelince, bu kere bir başka Guillaume’un, Guillaume<br />

Dufa/ın (1400-1474), öbür Guillaume’un, Guillaume de Machautnun<br />

önceki yüzyıldan boş bıraktığı yeri doldurduğunu görüyoruz. Dufay<br />

"Felemenk Okulu" diye anılan besteciler grubundandır. Bu bestecilerin birçoğu,<br />

Ingilizlerin Fransa’ya kendi müzikçilerini getirip yerleştirmeleri üzerine<br />

Fransız müzikçilerinin kendilerine yeni alanlar aramak için yer değiştirenleridirler.<br />

Artois’da, Flandres’da, Liöge Prensliğinde, Felemenk’te gelişen<br />

müzik aslında Fransız müziğidir. Dufa/m eserlerinin birçoğu bugün<br />

eldedir. Gerek dindışı, halk müziği biçimlerinde parçalar, chanson’lar, rondeaıalar,<br />

virelais’ler, ballade’lar... Gerekse kilise için yazılmış müzikler...<br />

Sağlam bir eğitimi, geniş bir kültürü olan Dufay*in hem aydın bir düşünür,<br />

hem de duygulu bir sanatçı olduğu bütün eserlerinde tanıtlanır. Çağın,<br />

Dufay kadar ünlü, onun kadar saygın bir başka bestecisi Gilles Binchois<br />

(1400-1460), Dufay*a kıyasla daha yalın bir kişiydi; onun kadar görgülü,<br />

bilgili değildi. Eserleri daha çok sezgi ve ilkel kıpırdamşlann ürünüdürler.<br />

ön ce askerken, sonra kiliseye girmiş, ömrünün sonuna kadar orada<br />

kalmış, asıl din müziğinde başarı göstermiştir.<br />

Çokses yazışırım daha büyük bir sağlamlığa, daha gelişmiş bir ustalığa<br />

erişmesinde, bütün sesleri aynı önemde geliştirme yolunu tutan, yaratıcılığı<br />

kadar kuralcılığı ve öğreticiliğiyle de sivrilen Johannes Okeghem’in<br />

(1430-1495) çalışmaları başta gelir, ikinci Felemenk Okulu adı verilen okulun<br />

kurucusu diye anılan Okeghem, ömrünün uzun yıllarım saraylarda bilgisini<br />

yaymakla geçirmiş, bu ara Bourdon Dukasının ve Louis X I’in hizmetinde<br />

bulunmuş, öğreticiliğini Ispanya’ya kadar ulaştırmıştır. Yapıtları özellikle<br />

ton üstündeki çalışmalarıyla ve bu çalışmalara getirdiği, temlerin büyütülmesi,<br />

kısalması gibi sonraki çağlarda yayılacak ve gelişecek, yeni yöntemlerle<br />

önemlenir. Çağdaşı Jacob Obrecht (1450-1505) de öğretmen olarak<br />

tanınır; öğrencileri arasında ünlü Felemenkli tarihçi Erasmus da vardı.<br />

N e var ki Obrecht’in müziği kuram saflığından çok, anlatımcı özellikleriyle<br />

seçkindir. Din eserlerindeki armonik yenilikler, bu ara ölüm Töreni’ni teksesten<br />

kurtarıp çoksese kavuşturması, çalışmalarının sivrilen yanlarıdır.<br />

Okeghem’in öğrencileri arasında en seçkini Josquin des Pr£s<br />

(1450-1521) idi. Verimli, hem de çok yanlı bir besteciydi. Eserlerindeki an-<br />

26


latun nitelikleri seçtiği tiıre göre değişirdi. Kilise müziğinde yalın ve sofu,<br />

din dışı eserlerinde hafif, şen, sıcak... Çağında nota basımının yeni yeni gelişmekte<br />

olması eserlerinin birçoğunun basılmasını sağlamış, bu da Josquin'in<br />

müziğinin yayılmasına yaramıştır. Martin Luther’in ‘kuşların şakıması<br />

gibi özgür’ diye övdüğü Josquin, gerçekten, anlatım özgürlüğünü yazı kuramlarının<br />

tutsağı yapmamıştır. İtalya’da yaşadığı sıralarda, İtalyan halk<br />

müziği biçimlerini bu ülkeye özgü niteliklere uyarak işlemesi Josquin’in ayrı<br />

düzeylerdeki başarılarının bir başka örneğidir. Josquin’in öğrencilerinden<br />

başlıcası Adnan Willaert (1480-1562), Venedik’te Markos Katedralinde<br />

koro yöneticisi olarak çalıştığı Sıralarda, katedraldeki iki orgu, iki ayrı<br />

koroyla birlikte kullanma gibi bir deneye girmiş, iki koronun gerek birlikte,<br />

gerekse karşılıklı söylemelerinde ses etkileri aramıştır. Madrigal yazısında<br />

da önemi büyük olan Willaert, çalışmalarında armoninin gelişmesini de<br />

gözetmiş, özellikle tını etkisi gözeten armonik yazıya yönelmiş ve akorlan<br />

çokses yazısının devamlılığı ile birleştirmiştir, öğrencileri arasında Gioseffo<br />

Zerlino asıl bir kurama olarak anılır. Zerlino, Felemenk bestecilerinin<br />

sonuncusu diye bilinen orgcu Jan Sweelinck’in (1562-1621) öğretmenlerindendir.<br />

Bütün Avrupa'nın müziğini yönelten, biçimlendiren Felemenk okulunun<br />

bu son üyesi özellikle, Johann Sebastian Bach’a büyük etkisi olan<br />

org yapıtlarıyla andır. Org müziğindeki gelişmeler ve bu ara ricercare, fuga,<br />

fantasia gibi bir sonraki yüzyılın müziğinde daha da gelişecek biçimlerin<br />

belirmesi, Sweelindc’in müziğinde özetlenir ve toparlanır.<br />

REFORM VE ETKİLERİ<br />

Hıristiyan dünyasında katolik-protestan ayrımına yol açan Alman din<br />

yenileyicisi Martin Luther, (1433-1516) hem de müzikçiydı; flüt ve lavta çalardı.<br />

Dine getirdiği yeni görüşlerde, kilise törenlerinin müziğini de gözetti.<br />

1524 yılında iki müzikçiye, Conrad Rupff ile Johan VValther’e Alman<br />

din töreninin düzenlenmesi ödevini verdi. Yeni düzenle tören, o yıl Wittenberg’de<br />

N oel gecesi sunuldu. Luther, kendi, kilise için birçok koro parçasının<br />

hem sözlerini, hem müziğini hazırladı. Ein 'feste burg ist unser Gott<br />

adlı parçasında bir halk melodisini kullanması, Luther’in din töreni müziği<br />

alanındaki tutumunun örneğidir. Halk müziğinin kilise müziğiyle birleşmesinin<br />

yöntemli olarak yapılmasını gözeten Luther’in, tören müziğine getirdiği<br />

yeni görüşe, birçok besteci katıldı. Almanya’da Hans Leo Hassler<br />

(1564-1612), bir aşk şarkısını kullanarak yeni kilise için bir koro eseri yazdı;<br />

Fransa’da Claude Goudimel (1510-1572) ve Josquin’in izleyicisi e le ­<br />

ment Jannequin (1485-1550), Protestan kilisesi için eserler verdiler. Jannequin’in<br />

koro eserleri, anlatıa müziğin ilk örnekleri arasında gösterilir ve<br />

romantik çağda gelişecek olan programlı müziğin, senfonik şiirlerin öncüsü<br />

sayılır.<br />

Luther gibi Calvin de, müziğin yığınlara olan sürükleyici etkisini tam-<br />

27


yan kişilerdendi, ikisi de kilisede, halkın güçlük çekmeden söyleyebileceği<br />

melodilerle tanrı düşünüşüne yakınlaşmasını istiyordu. Gerçi kilise korosunun<br />

öğretici görevini tanıyorlardı. Halkın bu koroyu dinleyerek kendi tanrısal<br />

şarkılarını daha kolayca söyleyebileceğine inanıyorlardı. Am a asıl isledikleri,<br />

halkın, hem dil hem de melodi bakımından kolaylıkla anlayabileceği,<br />

rahatça benimseyebileceği şarkıları olmasaydı. Bunun için de bir yandan<br />

halk diline, öte yandan da halk müziğine başvuruldu. Gerçi, kilise melodilerden<br />

de yararlanıldığı oldu ve kilise melodileri, geleneksel melodiler<br />

seçilirken bunların en yalınlan, en kolaylan arandı; fakat asıl halk melodilerinin<br />

çekiciliğine, etkisine güvenildi. Evin, sokağın, tarlanın, eğlence yerinin<br />

"saygısız" seslerinin tapmağa girmesinde bir salanca görülmedi. Bu seslerde<br />

aşın bir saygısızlık görüldüğünde gerekli değiştirmeler yapılıyor, tapınağın<br />

ağırbaşlılığının bozulmasında aşınlığa gidilmesi önleniyordu.<br />

Öte yandan kilise korosunun yalnız bir destekleyici, bir öğretici ödevi<br />

sürdürmesiyle yetinilmedi. Kilise korosu için hazırlanan müziğin ne gibi<br />

bir evrim gördüğünü özetlemek istersek, Calvin ve Luther görüşlerinin yönetimiyle<br />

bu alanda da bir yalınlaştırmaya doğru gidildiğini, bunun için<br />

başlangıçta, soprano ya da tenor sese ana melodinin verildiğini ve öbür<br />

seslerin bir armonik dip desteği ödevi görecek gibi düzenlediklerini, böylece<br />

kilise korosunun hem de halkın söyleyişini destekleme ödevini de yerine<br />

getirdiğini belirtebiliriz. Ancak sonraları, bestecilerin daha "bilgili" bir<br />

çokses yazısı uygulama istekleri, öbür sesleri yalınlıktan gitgide uzaklaşan<br />

bir yolda geliştirdi. Böylece Luther ve Calvin kiliseleri koro müziği, motet<br />

yazısının karmaşıklığına yaklaşmaya başladı; yalnız öyle bir motet düşününüz<br />

ki sözleri halk dili olsun, ilerde Bach’ın doruğuna yükselteceği bir biçim,<br />

kilise kantatı, doğrudan doğruya bu müzikten çıkmıştır.<br />

önemini asıl Luther ile olan ilintisinden kazanan, iyi bir işçi, fakat<br />

güçsüz bir yaratıcı olan Walter üe Lutherci inançların sınırlan içine kendini<br />

kapatmakla yetinmeyen Hassler yarımda, Leipzig’de Thomaskirche’de<br />

Bach’ın öncellerinden Johann Herman Schein (1586-1630), besteciliği yalımda<br />

kuramcılığıyla Un yapmış Melchior Vulpuis (1560-1615), verimliliğiyle<br />

de anılan Michael Praetorius (1571-1621) Luther yolunun başlıca müzikçileri<br />

arasında sayılabilirler.<br />

Ingiltere’de reform, katolik kilisesinin müziğiyle savaşa girişen ve bu<br />

yüzden hapse de atılan John Tavemer’de (1495-1545) ilk öncülerinden birini<br />

bulur. Din dışı eserler de yazan Tavemer’in çağdaşı öbür besteciler<br />

arasında "Ingiliz kilise müziğinin babası" diye anılan ve İngiltere’nin<br />

Henıy V III ile Elizabeth arasmda geçirdiği din değişiklikleri sırasında kilisenin<br />

her yeni durumuna uyan eserler besteleyen Thomas T allis<br />

(1520-1585) başta gelir.<br />

28


M AD RİG AL YA YG IN LIĞ I<br />

On altına yüzyılda madrigal, on dördüncü yüzyıl İtalyasında doğan<br />

madrigalden, iki sesli halk müziği biçiminden iyice ayrılmış, gelişmiş, birçok<br />

ülkede günün modası olmuş çıkmıştı. AVillaert’in öğrencisi Cyprien de<br />

Rore (1516-1565) doğaya öykünülmesini, bu ara müziğin de sözleri izlemesini,<br />

onun yankısı olmasını salık veriyordu. Willaert bu yolda madrigaller<br />

yazdı. İtalya'da dünyaya gelen bu biçim bir yandan bütün Avrupa’ya yayılırken<br />

bir yandan da İtalya’da en seçkin örneklerini veriyordu. İtalyan<br />

madrigalcileri arasında en önemlisi, müziğin armonik ileriliği ve ses götürme<br />

yöntemlerindeki korkusuzluk bakımından neredeyse yirminci yüzyıl<br />

bestecilerine taş çıkartan Gesualdo da Venosa’dır (1560-1613). Hasta bir<br />

ruhun anlatımlarım taşıyan bu madrigaller, bestecinin din müziği eserleri<br />

gibi, çılgıncasına derin bir kişiliğin yankısıdırlar. Venosa Prensi Gesuaido’nun,<br />

karısını sevgilisiyle birlikte yakalatıp öldürtmesi, sonra da çocuğunu,<br />

belki kendinden değildir diye boğdurtması, bestecinin bütün ömrünü<br />

ve bu ara sanatını etkilemiş olaylardır. Ölüm ve vicdan azabı konularına<br />

Gesualdo’nun hem madrigal, hem de din müziği metinlerinde hep rastlanır.<br />

Bu konular bestecinin müziğine kendine özgü etkileyiciliğini verir. G e­<br />

sualdo ile birlikte Luca Marenzio (1553-1599) ve Claudio Monteverdi<br />

(1567-1643) öbür ülkelerdeki madrigal bestecilerini etkileyen İtalyan madrigalinin<br />

üç baş yaratıasıdırlar.<br />

İtalyan olmayan, Belçikalı olduğu sanılan, fakat yıllarca İtalya’da yaşayan<br />

bir başka besteci, Jacop Arcadelt (1515-1560), çağında "İtalyan madrigalinin<br />

kralı" diye bir ün yapmıştı. Daha sonra Paris’te yerleşen Arcadelt,<br />

Fransız şarkıları (chansonlaf) bestelemeye koyuldu. Bugün elde Arcadelt’in<br />

olduğu bilinen yüzden çok şarkı vardır. Bestecinin Paris’te de kazandığı<br />

ün öylesine büyük oldu ki, şarkı yaymaları başkalarının şarkılarım<br />

Arcadelt adı altında piyasaya sürmek kurnazlığını gösterdiler<br />

İngiltere’de madrigal, Ehzabeth çağında iyice gelişti. İtalyan madrigaline<br />

Kraliçe Elizabeth’in gösterdiği ilgi önceleri İngiltere’de madrigal söyleme<br />

gruplarının kurulmasını destekledi ve sonra da William Byrd’ün<br />

(1543-1623) önderliğiyle İngiliz Madrigal Okulu kuruldu. Byrd yalnız madrigal’de<br />

değil, sanatının bütün dallarında ustaydı ve çağının en saygın bestecilerinden<br />

biriydi. Din müziği besteleri, bu ara çalgılar, özellikle çağın<br />

klavyeli çalgısı virginal için yazdığı müzikler, Byrd’e öbür İngiliz bestecileri<br />

yanında özel bir saygınlık sağlayan çeşitlilikte ve evrensel niteliktedir.<br />

Öbürleri arasında Thomas M orley (1557-1603), Thomas Weelkes (ölüm yılı<br />

1623), John Wilbye (1574-1638) ve Orlando Gibbons (1583-1625) başta<br />

gelirler. Çağın başlıca yazar ve şairleri Spenser, Marlovve, Ben Jonson, Sir<br />

VValter Raleigh, madrigal bestecileri için şiirler yazmışlar ve İngiliz madrigalini<br />

İtalyan örneklerinden ayıran nitelikleri belirtmişlerdir, ö t e yanda<br />

Marenzio ve Gesualdo’nun madrigallerindeki armonik özellikler ve kroma-<br />

29


tism Weelkes ve Wilbye gibi genç İngilizleri etkilemiştir. Gibbons ise kilise<br />

müziğinin ciddiliğini dindışı müziğe taşımasıyla tanınır.<br />

Almanya’da başlıca dindışı müzik biçimi, koroyla söylenen şaıkı (lıed)<br />

idi. Lied, kaynağını Alman halk şarkılarında bulması bakımından madrigalden<br />

ve Fransız chanson’iarından ayrılır. Hem halkın, hem de soylu kişilerin<br />

aynı beğeniyle söyleyip dinledikleri bu lied’ler, Almanya’da o çağda<br />

yetkili bestecilerin azlığı yüzünden gelişemedi, İtalyan bestecilerin elinde<br />

İtalyan madrigaliyle birleşti. Hans Leo Hassler’in de İtalyanlaşmış bir besteci<br />

oluşu, on altıncı yüzyılda Alman halk melodilerinden bu ülkeye özgü<br />

dindışı bir sanat müziğinin büyümesine yararlı olmadı ve sonuçta madrigal<br />

Almanya’ya da yayıldı. N e var ki bir Gesualdo, ya da bir Byrd çapında bestecilerin<br />

eline düşemedi.<br />

Fransız chanson’u ile İtalyan madrigal’inin birbirlerine karşılıklı etkileri<br />

olmuştur. Madrigaldeki Fransız etkisi özellikle, kuş seslerini, ya da sokak<br />

gürültülerini yansıtan Fransız şarkılarının "programlı müzik” niteliğinden<br />

gelmedir. Edebiyat ve felsefede olduğu gibi müzikte de iki ülke devamlı<br />

bir alışveriş durumundaydılar. İspanya’da madrigal, Mateo Flecha,<br />

Pedro Valenzuela, Sebastian Raval gibi bestecilerin İtalyan tarzında madrigaller<br />

yazmaları dışında pek gelişmemiş, dindışı müzik asıl, çokses yazısına<br />

değil dikey yazıya, sanat müziğine değil köy müziğine yanaşan villancico<br />

biçimine dayanmıştır. İspanyolca sözler üzerine madrigal yazan Pedro<br />

Vila, Juan Brudieu ve Pedro Ruimento gibi bestecilerin eserleri de İtalyan<br />

ve İngiliz bestecilerininkilerle kıyaslanabilecek önemde değildir.<br />

PALESTRİNA VE LASSUS<br />

30<br />

Dindışı müzik yanında din müziği de on altına yüzyılın ikinci yansında,<br />

çağın müziğine seçkinliğini veren büyük ustaların eserleriyle gelişti<br />

Bunların arasında başta, İtalyan bestecisi Giovanni Pierluigi da Palestrina<br />

(1524-1594) gelir. Madrigaller ve diğer dindışı parçalar da bestelemiş olan<br />

Palestrina asıl, kilise için yazdığı yapıtlarla önemini kazanmıştır, ön ce Felemenk<br />

okulu ustalarının etkisinde besteleyen ve kontrapunta yazısı karmaşıklığına<br />

olan egemenliğini geliştiren Palestrina sonra, daha yalın, daha<br />

arık bir yazıya doğru yönelmiştir. Missa Papae Marcelli, müziğindeki melodik<br />

çekiciliğin ve arıklığın simgesi bir eserdir. Palestrina bir deneyici değildi.<br />

Çağının geçerlikteki dilinde güçlü bir ustalığa erişmiş, gelenekçi, fakat<br />

soğuk, durgun, insansı atılışları olmayan yapıtlar vermiş bir besteciydi.<br />

Türlü biçimde altı yüz kadar yapıt yanında 83 tane missa... Palestrina’nın<br />

sanatçı kişiliğini, belirli çizgilerle asıl missa’lan belirtir. Söz düşmüşken,<br />

missa biçiminin özelliklerine değinelim: Katolik kilisesi din töreninin<br />

değişmez bölümleri olan Kyrie, Gloria, Sanctus, Benedictus ve Agnus Dei<br />

üzerine yazılan missa, art arda sıralanmış parçalar dizisi olması bakımından,<br />

dindışı müzik alanında halk biçimlerinin, dans biçimlerinin, çalgı müı


ziğine uygulanması sonucunda gelişmiş olan diziye, "suite"e benzetilebilir.<br />

Genellikle tek bir tema, missa’da, bütün bu parçalar topluluğunun melodik<br />

yürütülüşünü koşullar ve besteci temayı çoğu kere ya bir başka din müziği<br />

parçasından, ya da halk müziğinden alır, bununla birlikte kendi temasım<br />

kendi yarattığı da olur. H er bir parçanın biçimini doğrudan doğruya<br />

sözler koşullar.<br />

Palestrina, missa’lannm çoğunluğunda tem olarak, Gregor melodilerine<br />

başvurmuştur. Geleneklere, kuramlara, kendisine öğretilenlere bağlılığı<br />

Palestrina’yı, notaların uygun orantılarla düzenlenmesinin, anlatım değeri<br />

olan bir müzik ortaya çıkarmak için yeterlikli olabileceği inancına götürmüştür.<br />

Nitekim Palestrina’nm müziğinde yapı kaygısı ve teknik bilinci daha<br />

öznel kaygıların üstündedir.<br />

Çağın bir başka önemli bestecisi İspanyol Tomas Luis de Victoria<br />

(1548-1611) "Şaıkı sanatı, yeniden başlangıçtaki amacına atanmalıdır" diyen<br />

bir besteciydi. "Başlangıçtaki amaç"ta tann sevgisiydi. Bu sofu besteci<br />

inancının verdiği atılış ve yeteneklerinin sağladığı güçle, din müziğinin en<br />

etkileyici örneklerini vermiştir. Palestrina ile Victoria arasındaki ayrılık,<br />

"birinin kilise için müzik yazan bir besteci, öbüriinünse beste yapan bir papaz”<br />

olması diye gösterilir.<br />

Tann övgüsünden başka bir şey düşünmeyen, çağının öbür ustalan gibi<br />

dindışı konulara uzanmayan Victoria, tek bir madrigal, tek bir "chanson"<br />

yazmış değildir. Bununla birlikte Palestrina ile kıyaslandığında Victoria'nın<br />

müziğinin iletkenliği özellikle belirir. Palestnna, teknik konularda<br />

olduğu gibi, tann övgüsünün ne gibi duygular içinde gerçekleştirilmesi gerekeceğ<br />

konusunda da kendisine öğretilenlerin içinde kalmış bir kişiydi.<br />

Oysa dinine candan bağlı, tanrıya içten inanan Victoria, müziğin aracılığıyla<br />

tannyı övmek gerektiğinde Palestrina’ya göre çok daha uygun bir davranışla<br />

işe girişmiş, düşünmek yerine duygulanmıştır. Gerçi kullandıkları dil<br />

hemen hemen aynıdır. Fakat kişilik söz konusu olduğunda aralarında kesin<br />

bir ayrılık vardır.<br />

Fransa’da ve İtalya’da, Almanya’da ve Felemenk’te, bütün Avrupa’da<br />

büyük sevgi, büyük ügi gören Orlandus L&ssus (1532-1594) hem din<br />

müziğinde, hem de dışında, yaratış gücü srnır tanımamış, şaşırtıcı verimliliği<br />

olan bir besteciydi. Çağının bütün çokses biçimlerinde yazmıştı. Bunların<br />

arasında en büyük başarıyı özellikle motet biçiminde göstermişti.<br />

Missa’nın metninin, katolik kilisesi din töreninin değişmez bölümünden<br />

(ordinarium ’undan) alınmasına karşılık, motet bestecisi şenliklere göre<br />

değişen bölümlerin metnine başvurur. Kutsal yazılardan alman bu metinler,<br />

missa’da olduğu gibi, melodilerin biçilişini koşullar. Yalnız şu var ki<br />

missa’ya kıyasla daha büyük bir çoğunlukla besteci kedi temalarını kullanır.<br />

Böylece motet, bestecinin bir yandan işçilik hünerini, öte yandan - ö z ­<br />

gür davranışlarda besteciyi erkin kılan bir biçim olduğu için - kişisel özgürlüklerini<br />

en iyi sunduğu bir ortam olmuştur. Missa’ya karşı motet, tür­<br />

31


lü parçaların sıralanmasından ortaya çıkmış bir biçim değil, çoğu kere kısa,<br />

genellikle dört, fakat kimi kere üç ses, ya da beş, altı giderek daha çok<br />

ses için yazılmış, bir sesten ötekine geçmesi bakımından, ilerde gelişecek<br />

olan fuga yazısının temeli olmuştur. Bundan başka, bestecilerin gerekli<br />

gördüklerinde, missa’ya bir m ot et üe başlamaları v e m otef te kullandıkları<br />

temayı missa bölümlerinde yeniden ele almaları, motet’i hem de çeşitleme<br />

(variation) biçiminin hazırlayıcısı yapmıştır.<br />

Lassus, motetleriyle birlikte, türlü ortamlarda, türlü biçimlerde, yedi<br />

dilde metinler üzerine yazılmış iki bin kadar yapıt bırakmıştır. Onu Felemenk'in<br />

yetiştirdiği en büyük besteci olarak göstermek eldeyse de, önemini<br />

yalnızca bir ulusun, bir bölgenin sınırlan içine kapamak doğru değildi.<br />

Çünkü Lassus’a seçkinliğini veren bir yanı da, türlü ülkelerin dilini ve müzik<br />

biçimlerini aynı başarıyla kullanmasıdır. Din müziğinde olduğu kadar<br />

İtalyan madrigalinde, Fransız "chanson'ünda, ya da Alman "lied"inde Lassus<br />

aynı seçkinliği, aynı rahatlığı, aynı yaratış gücünü ortaya koymuştu.<br />

Lassus’u, yaratış gücünün yeğinliği ve düşüncelerinin yüceliği açısından<br />

Michelangelo’ya benzetenler olmuştur. Palestrina ile kıyaslandığında<br />

Lassus, İtalyan bestecisinin daha durgun, daha arık, daha uslu kişiliğine<br />

karşı kişisel anlatımında çok daha atılgan bir yaratıcı olarak yükselir.<br />

Herhalde Lassus ve Palestria’nın müzikleri, yalnız on altıncı yüzyılın<br />

değil, önceki iki yüzyılın müzik evriminin bir özeti, bir toplamı ve en üstün<br />

başarı yüzeyinde gerçekleşmesi sayılabilir.<br />

32


ON YEDİNCİ YÜZYIL: EVRİM HAZIRLANIYOR<br />

On yedinci yüzyılın başlan daha ileri bir dünyanın eşiğidir. Yalnız<br />

müzikte değil her alanda, araştırmalar, girişimler, serüvenler çağıdır. Ortaçağın<br />

karanlıklan artık -dağılmıştır. Bir göz atalım türlü alanlarda neler<br />

oluyor bu çağda: Papa ve Kutsal Roma imparatorluğu artık egemenliğini,<br />

gitgide bilinçlenen ulusalcılığa bırakmakta, feodal lordlann gücü sönmekte,<br />

buna karşı krallannki artmaktadır. Tecim gelişmekte, bunun sonucu denizaşın<br />

ülkelere yönelmeler artmakta, sömürgecilik alıp yürümektedir.<br />

Bunların yanında Newton, yerçekimi yasasını sunmakta, Galileo, ilk teleskop<br />

üzerinde çalışmakta, John Locke, kişinin yaşama, özgürlük ve mal sahibi<br />

olma haklanndan söz etmekte, Descartes, Hobbes, Milton gelecek<br />

yüzyılların düşünüşünün temeli olacak düşüncelerini açıklamaktadırlar.<br />

Shakespeare "Hamlet"i, Cervantes "Don Quixote"yi yazmıştır. Hem y Hudson<br />

Çin’e tecim yolunu bulmuştur.<br />

On yedinci yüzyılda müzikteki evrimse şöylece özetlenebilir: Kilise<br />

makamları yerlerini majör ve minör dizelere bırakmışlardır, kontrapunta<br />

düzenine bir tepki olarak "tekses evrimi" belirmiş ve kontrapuntanuı yerini<br />

armonik müzik, dikey yazı almaya başlamıştır, opera ve oratoryo ortaya<br />

çıkmıştır, çalgı yapımında ilerlemeler olmuştur; çalgı müziği ses müziğinin<br />

yerini almaya başlamış ve bunun sonucu çalgı müziği biçimleri ortaya çıkmıştır;<br />

oda müziği yaygınlaşmıştır, virtüöz çalgıcı ve şarkıcılar, Avrupa’nın<br />

müzik hayatının önemli kişileri olmaya başlamışlardır.<br />

OPERA VE ORATORYO<br />

Floransa’da Kont Giovanni Bardi’nin evinde toplanan besteciler, şairler<br />

ve şarkıcılar grubunun (bu gruba Camerata denir), eski Yunan tiyatrosunu<br />

örnek alarak bir müzik-tiyatro türü ortaya çıkarmalarında İtalyan Renaissance’ımn<br />

etkisi görülmektedir. Daha önce, on beşinci yüzyılda, Floransa<br />

gene İtalya’da sanat çalışmalarının baş yeriydi. Gerçi Renaissance,<br />

asıl resim, heykel ve edebiyat alanlarını kapsıyordu ama, müzikçileri de etkilemekten<br />

geri kalmamıştır. Floransa’da Lorenzo di Medici’nin desteğiyle<br />

Müzik Tarihî. F.: 3 33


Donatello, Fra Angelico, Leonardo da Vinci eserlerini veredu narlarken,<br />

bir yandan da Heinrich Isaac (1450-1517), Lorenzo di Medici’nin saray<br />

orgcusu olarak çalışıyordu. İtalyanların "Alman Heinrich" anlamına "Arrigo<br />

tedesco" diye andıklan Isaac, Renaissance müzikçi tipinin örneğidir.<br />

Çok yanlı, tek bir topluma, tek bir çevreye bağlanmayan, bugiinun dar görüşlü<br />

ulusalcılarının köksüzlükle snçlandırabilecekleri bir kişi... İtalyanlar<br />

onu Alman diye tanıyorlardı; Almanlar da kendilerinden biliyorlardı ama,<br />

Isaac’dan Fransız diye söz eden tarihçiler de vardır. Aslında Isaac kendini<br />

Felemenkli diye tanıtırdı. Lorenzo’nun sarayında çalıştığı sıralarda Isaac<br />

Giovanni e Paolo adlı bir kutsal oyun yazdı; hem de Lorenzo’nun karnaval<br />

şarkılarını besteledi. Prens öldüğünde İmparator Maximilien’in sarayında<br />

bir ödev aldı. Ockeghem’in ustalığıyla Obrecht’in anlatımını müziğinde<br />

birleştiren Isaac, Avrupa'nın başlıca müzik ülkelerinde 'Müzik Prensi” diye<br />

ün yapmıştı<br />

Lorenzo’nun sarayı, İtalya'da, birçok müzik çevresinden yalnız bir tanesiydi.<br />

N e var ki bunların arasında Kont Bardi’nin sarayı, yeni bir müzik<br />

biçiminin doğum yeri olması bakımından özel bir önem taşır. Bardi’nin<br />

"Camerata"sının üyeleri, Yunan söyleme sanatını (declamation) müzik ile<br />

birleştirdiler; amaçlan şiirin etkisini yükseltmekti; bundan "stilo rappresentativo"<br />

(operanın başlıca öğelerinden, biçimlerinden biri olan recitativö),<br />

sonra da "dramına per musica" (müzikli dram) adı verilen opera ortaya<br />

çıktı. M amerata" üyelerinden Jacopo Peri (1561-1633), şair RJnuccini'nin<br />

yazdığı metin üzerine, Yunan söyleme sanatı özelliklerinin, müzikle birleştirilerek<br />

etkilendirilmesi amacıyla giriştiği çalışmaların sonucu olarak, Floransa’da<br />

Palazzo Corsi’de oynanan Dafne’hin, seyircilerin çok hoşuna gittiği<br />

söylenir. Bugün Dafne’nin notaları kayıptır. Eserin başarısı üzerine, Marie<br />

de Medici ile Fransa kralı Henri IV ’ün evlenmeleri töreni için Paris’­<br />

ten bir opera ısmarlandı ve besteci de, gene Rinuccini’nin metni üzerine<br />

Euridice’yi besteledi. Eser ilk 1600 yılında oynandı; ve notaları da o yıl basıldı,<br />

yayınlandı. Aynı yolda çalışan bir başka besteci, Giulio Gaccini<br />

(1548-1618) de, Peri’nin eserlerinin başarısı üzerine, bir Dafne ve bir Euridice<br />

yazdı. Peri’nin daha çok söylemeye, recitativö1ya dayanmasına karşılık,<br />

Caccini’nin müziğinde melodik eğilimler daha belirlidir. Peri’nin Dafne'sımn<br />

1600 yılında verilen bir temsilinde, yer yer Caccini’nin müziğinin kullanıldığı'da<br />

söylenir.<br />

Opera böylece her ne kadar yeni bir biçim olarak ortaya çıkmışsa da,<br />

müzikli tiyatro yüzyıllar boyunca kutsal oyunlarda ("myst£re"lerde), sonra<br />

on dördüncü yüzyıl İtalyasının "mystöre'lere çok benzeyen kutsal oyunlarında,<br />

"devozione'lerinde, on beşinci yüzyıldaysa Lorenzo di Medici’nin<br />

desteğiyle gelişen kutsal oyunlarda ("sacra rappresentazione'lerde), daha<br />

sonra da bunların yerine yaygınlaşan ve dansı, şarkıyı, çalgı müziğini sözle<br />

birleştiren "Commedia dell’Arte"de öncülerini bulur. Bu ara, madrigali<br />

sahneye çıkartma çabası gösteren, hele Commedia dell’Arte’yi sanatçı tutu­<br />

34


muyla hazırlanmış bir müzik ile Amfipamasso operasında birleşen Orazıo<br />

Vecchi’yi (1550-1603), operanın başlıca öncülerinden biri olarak analım<br />

Amfipamasso, üç yerde ve bir ön bölüm ("prologue") içinde birleştirilmiş<br />

madrigaller dizisidir. Eserin önemi, madrigal ile opera arasında bir bağ olmasındadır.<br />

_ Jacopo Peri, müziğin, şiirin kulluğunda olmasını isterdi. Operaları da<br />

nitekim, klavsen, lavta ve lir eşliğiyle söylenen, düzenlenmiş sözlerden başka<br />

bir şey değildi. Bu çalgıların akorlan, armonik temellere göre, sayılarla<br />

işaretlenmişti. Bu türlü işaretlemeye "basso continuo" (sürekli basso) yöntemi<br />

denir. Basso, en pes ses bölümü yerine geçer ve süreklidir. Eşlik çalgıcısı<br />

akorlann durumlarını gösteren sayılar üzerine, bölümünü doğaçtan<br />

çalar. Bugün cazda gitarcılar ve arasıra piyanistler de 'basso continuo" işaretlemesine<br />

çok benzeyen bir notalamaya uyarak armoniyi verirler. Jacopo<br />

Peri çokses yazısına karşı duran bir besteciydi; üstelik, şiirin yanında müziğin<br />

gölgede kalmasını da istediğinden operaları, daha sonraki İtalyan' operasının<br />

başlıca özelliklerinden biri olan melodi zenginliğinden de uzaktır<br />

Bundan başka, Peri ile Caccini’nin ve o çağın başka opera bestecilerinin<br />

müziklerinin seslendirilmesinde, şarkıcıların yer yer doğaçtan söyleyişe başvurmalarım<br />

hoşgörmeleri, daha da ilerisi, desteklemeleri, İtalyan operalarının<br />

seslendirilmesinde bir "improvisation1geleneğinin doğmasına yol açmıştır.<br />

Çağın opera» bestecilerinin en önemlisi Claudio Monteverdi<br />

(1567-1643), operamn çocukluk çağının geçerlikteki yöntemlerinin etkisindedir.<br />

Bununla birlikte Monteverdi bu yeni sanatı, Peri ve Caccini’nin elindeki<br />

ilkel durumundan kurtarmış, müzik ile tiyatroyu eşitleştirme çabasını<br />

göstermiş, bu yeni biçimin olanaklarını araştırmış ve geleceğin opera bestecüeri<br />

için önder olmuştur. Bundan başka, ilk operaların pek ilkel durumda<br />

olan çalgı eşliğini zenginleştirmiş, otuz kişiden fazla üyesi olan orkestralar<br />

kullanmış, çalgı müziğinin dramla kaynaşmasını sağlamış, yalnız recitative<br />

biçimine saplanıp kalmamış, aria, düet, trio gibi ses müziği biçimlerini<br />

de kurmuştur. İlk operası olan Orfeo’dan önce, asıl madrigal alanında çalışan<br />

besteci, Caccini’nin Euridice’sini dinledikten sonra madrigalden vazgeçip<br />

çalışmalarım operaya yöneltmeye karar vermiş ve 1607 yılında ilk oynanışında<br />

büyük başarı kazanan operasıyla müzik tarihinde yeni bir sayfa açmıştır.<br />

Oıfeo'dan sonra Monteverdi, bu alandaki çalışmalarım sürdürmüşse<br />

de operalarının çoğu kaybolmuştur. Elde kalanlar (// ritomo d’Ulisse,<br />

L ’Incoranazione di Poppea, vs.) olsun, diğer alanlardaki yapıtları (bu ara<br />

sayısiz madrigal, canzonetta ve dinsel eserler) olsun Monteverdi’yi olağanüstü<br />

buluşları olan, korkusuzca deneylere girişmiş, çağdaşlarını şaşırttığı<br />

bilinen çözülmemiş akorlanyla günün ilericiliğinin simgesi bir besteci diye<br />

tanıtırlar. Monteverdi’nin müzik dilindeki ileri atılışlarının örneği olan buluşu,<br />

minör yedinci akorudur. Daha önce başka bestecilerin çekingenlikle,<br />

geçici bir etki için kullandıkları bu akoru Monteverdi her şeyden önce an­<br />

35


lamını güçlendirmek amacıyla, güvenle kullanmıştır.<br />

Monteverdi’nin opera biçiminde ilk yapıtlarım vermesi üzerine, opera<br />

besteciliği İtalya’da iyiden iyiye yayılmıştır. On yedinci yüzyılın öbür<br />

İtalyan bestecileri arasında, Monteverdi’nin öğrencisi Pietro Cavalli’nin<br />

(1602-1676) ve rakibi Marc Antonio Cesti’nin (1618-1669), özellikle, 115<br />

opera besteleyen Alessandro Scarlatti’nin (1658-1725) adlarını verelim.<br />

Oratoryoya gelince, bu biçimin öncüsü Filippo N en (1515-1595) adlı<br />

bir Floransak papazdır. Oratoryoyu kutsal konulu ve sahnede oynanması<br />

gerekmeyen opera diye tanımlayabiliriz. Oratoryoların konulan çoğunlukla<br />

Tevrat ve İncil’den alınır. Emilio del Cavalieri’nin (1550-1602) 1600 yılında<br />

Roma’da sunulan La mppresentazione di anim'a e di co/po oratoryosu<br />

aslında, tam anlamında, bir kutsal operaydı. Nitekim ilk oratoryolar<br />

operadan ancak konularıyla ayrılırlardı. Yoksa onlar da opera gibi dekor,<br />

kostüm, sahne hareketi ve -gerekirse- bale ile birlikte sunulurdu, oynanırdı.<br />

Bu yolda bir değişiklik, Giacomo Carissimi’nin (1605-1674) oratoryoya<br />

historicus adı verilen anlatıcıyı getirmesidir. Carissimi, anlatıcıya dayanıp<br />

oratoryolarında sahne hareketinden, dekor ve kostümden vazgeçmiştir.<br />

Carissimi’nin öğrencilerinden Marc-Antoine Charpentier (1634-1704)<br />

oratoryoyu Fransa’da yaymaya çalışmış, fakat başarı gösterememiştir.<br />

Charpentier oratoryolarından başka on yedi kadar opera (bu ara 1693 yılında<br />

Paris’te oynanan Midde) ve birçok missa, motet, dindışı şarkılar ve<br />

çalgı müziği de bestelemiştir. Opera alanındaki verimliliğini oratoryo alalımda<br />

da gösteren Alessandro Scarlatti’nin bu biçime getirdiği yenilik recitativo’lannjranına<br />

aryalar da koyması ve aıya-recitativo sıralanmasıyla orator<br />

oya bir biçim vermesidir. Scarlatti aynı zamanda arya biçimini de, üçe<br />

ayı ma ve üçüncü bölümün ilkin tekrarı olmasını sağlama yoluyla, kesinleştirmiştir.<br />

Scarlatti’den sonra İtalya’da oratoryo alanında çalışmalar gevşemiştir.<br />

İTALYA DIŞINDA OPERA<br />

Opera Almanya ve Avusturya’da büyük rağbet gördü. Fakat on yedinci<br />

yüzyılda Alman bestecileri gelecek yüzyıllara kalacak değerde operalar<br />

bestelemiş olmadılar. Hamburg'da Reinhard Keiser (1674-1739) şehrin<br />

opera kuruntunun bir yandan yöneticiliğini yaparken, bir yandan da birçok<br />

opera besteledi. Viyana’da Johann Josef Fux (1670-1741) ve Johann<br />

Caspar Kerll (1627-1693) İtalyanlannkilerle başa çıkamayacak operalar<br />

yazdılar. Bu gibi bestecilerin çabalan İtalyan operasının Almanya’da yayılmasını<br />

önleyemedi.<br />

İngiltere’de de opera çalışmalan İtalyan etkisi altında ezildi kaldı.<br />

Gene de Henry Purcell (1659-1695) gibi bir deha sayesinde İngiliz müzikli<br />

tiyatrosu en azından Dido and Aeneas gibi bir esere kavuştu. Bu yapıt, Nahum<br />

Tate’in kuru, tatsız metnine rağmen, Purcell’in müziğinin melodi nite­<br />

36


likleri ile değer kazanmıştır. Operası yanında Purcell, çalgı müziğinde,<br />

özellikle yaylılar için yazdığı Fcmtasia lannda, ustalığını ve yaratış gücünü<br />

tanıtlamıştır. Kısa ömürlü Purcell’in öğretmeni John Blow (1649-1708)<br />

asıl, Venüs and Adonis adlı "masque"\ ile tanımr. "Masque” diye, opera gibi,<br />

kutsal oyunlardan, "mystere"lerden gelişen, şiir, müzik, dans, dekor ve<br />

kostümün birleştiği bir "sahne eğlentisine denir. Blow’un söz konusu yapıtının<br />

''masque"ların pahalı gösterişinden uzak oluşu bakımından küçük bir<br />

opera diye görenler vardır. Bu yapıtm, Purcell’in Dido and Aeneas'mm<br />

esin kaynağı olduğu da bilinir. Çağında, geleneklere aykırılığı bakımından<br />

"çiğ bir besteci" diye tanınan ve küçümsenen Blow’un bugünün ışığında,<br />

ilerici tutumda bir yaratıcı olduğu anlaşılıyor.<br />

İtalyan etkisine karşı Avrupa’da ancak Fransızlar direnç gösterebilmişlerdir.<br />

Kendi operaları İtalyanlarınki gibi madrigale, ya da kutsal oyunlara<br />

değil şarkılarla süslenmiş dansa dayanır. Operanın on yedinci yüzyılda<br />

Fransa’da baş kişisi, Jean Baptiste Lully (1637-1687), İtalya doğumludur,<br />

Floransa’lıdır. Genç yaşında Paris’e gelmiş, Louis X IV ’ün saray orkestrasına<br />

girmiş, kısa zamanda saray çevrelerinin en ünlü müzikçisi olmuştur.<br />

1669 yılında Paris operasını kurmuş ve bu kurum için birçok opera yazmış,<br />

yapıtları Lully’nin tarihçilerce "Fransız operasının babası" diye anılmasını<br />

sağlamıştır. Örneğini Caccini’nin operalarından alan Lully, İtalyan öğelerinin<br />

Fransızlaşmasını sağlamış, İtalyanların secco (kuru) recitativo’su yerine<br />

eşlikli recitativo’yu geliştirmiş, sözle müziğin birleşmesinde Fransızcanın<br />

özelliklerini gözetmiş, opera uvertürlerinde geleceğin bestecilerine temel<br />

olan biçimi kurmuş, orkestranın seslendirme çapını o günlere kadar<br />

ulaşılmamış bir dereceye yükseltmiş, şarkıcıların doğaca kaçmayıp müziğe<br />

bağlı kalmalarım sağlamıştır. Lully hem de operayı saray çevrelerinin sınırları<br />

içine kapalı bırakmayıp halka indirmiştir. Günümüze bölüm bölüm<br />

kalmış olmalarının da etkisiyle bugün tanınmayan operalardan başka<br />

Lully, M oliere’in oyunları için sahne müziği, birçok din müziği yapıtı, baleler<br />

ve çalgı müzikleri vermiştir.<br />

Lully uvertür biçimini sağlamlaştırmakla hem de klasik çağın senfoni<br />

biçiminin öncüsü olmuştur. Daha önceki operalar çoğunlukla şarkılı bir<br />

açılış parçasıyla başlarlardı. Bununla birlikte Monteverdi 0//


Ç ALG ILAR VE Ç ALG I M Ü Z İĞ İ BİÇİM LERİ<br />

Operanın doğuşuna yol açan ve o günlere kadar gittikçe gelişmiş ve<br />

yayılmış olan çoksese karşı bir tepki diye görülebilecek olan tekses yaygınlığı<br />

bir yandan da çalgı müziğinin büyümesine, çalgı müziği biçimlerinin ortaya<br />

çıkmasına yol açmış, hem de çalgı yapımcılığındaki ilerlemelerin dürtüsü<br />

olmuştur. Sırası düşmüşken burada, tekses (monodie) terimindeki anlamın,<br />

örneğin alaturka müzikteki tekses kavramından ayn olduğunu belirtmek<br />

gerekir. Avrupa müziğinde on yedinci yüzyılda başlayan tekses akımından<br />

söz ederken "eşlikli tekses": anlamalıyız. Yoksa,dokuzuncu yüzyıla<br />

kadar kilise müziğinde süregelen, ya da bugün bile alaturka denen müzikte<br />

dokuzuncu yüzyılın ilkel çoksesliliğine bile ulaşamamış olan bir özellik<br />

söz konusu değildir.<br />

Önceki yüzyılların gitgide gelişmiş, gitgide karmaşıklaşmış çoksesi yarımda<br />

kendini gösteren eşlikli tekses, yıllar geçtikçe müzik dilinin türlü biçimlerine<br />

uyarak Avrupa'nın dört bir köşesine yayılmıştır. Bir yandan kilise<br />

müziği, öte yandan da -önceleri eşlikli teksesteki görevi şarkıcının söylediği<br />

melodiyi desteklemek olan - çalgıların gitgide kimlik kazanmalarıyla<br />

koşullanan müzik tekses akımı içinde kimliklerini güçlendirmişler, evrimlerini<br />

sürdürmüşlerdir. Sonat ve konserto, teksesin uyandırdığı yeni ilgiye dayanarak,<br />

tek başma çalan çalgıcının, tek bir melodi çizgisinin kıvrımları ve<br />

ayrıntıları yoluyla dinleyicisinin ilgisini çekme çabalarının sonucunda gelişmiş<br />

biçimlerdir.<br />

Görelim, on yedinci yüzyılın çalgıları nelerdir? Bunları çalanların durumları,<br />

önemleri, başarılan nedir? Çalgı müziğinin yayılması, müzik sanatına<br />

neler kazandırmıştır?<br />

Yukarda Monteberdi’den söz ettik ve bu bestecinin operalan için<br />

kurduğu orkestrada yalnızca, Peri ve Caccini’nin opera orkestralan gibi,<br />

lavta ile klavyeli çalgıdan ortaya çıkmış bir "iskeletle yetinmediğini, ilerici<br />

günlerin orkestrasının nüvesi sayılacak bir çalgıcılar grubuna başvurduğunun<br />

bilindiğini belirttik. On yedinci yüzyılda orkestranın gelişmesi, orkestrada<br />

kullanılan çalgıları yapanların daha ileri yapım yöntemleriyle çalışmaları,<br />

çalgıcının gitgide eşlik görevinden ayrılıp tek başına yz da çalgı toplulukları<br />

içinde çalabilme yetisini kazanması, bestecilerin özellikle çalgılar<br />

için artan sayıda müzik yazmaları ve bu müziğe yeni biçimler kazandırmaları,<br />

konumuz olan çağa daha sonraki yüzyılların müzik evrimi açısından<br />

büyük önem kazandırmaktadır "Klasik" ve "romantik" çağlar, sonuçta da<br />

yirminci yüzyıl müziği, on yedinci yüzyılda atılmış temeller üzerine kurulmuştur.<br />

Hem, eski Yunan’dan beri, eski Yunan’dan bile daha önce, şarkı<br />

söyleyen sese bir ya da birkaç çalgının eklenmesi her zaman hoşa gitmişti.<br />

N e var ki Hıristiyanlık, çalgıları yasak etmiş, yalnız sese dayanan bir müziği<br />

desteklemiş, bu yüzden de çalgılara özgü bir müziğin büyümesi geciktikçe<br />

gecikmişti. On yedinci yüzyılda çalgı müziğinin de artık, kilise dışı b r<br />

38


ilim ve sanat hayatının erginliğe kavuşmasına koşut olarak geliştiğini görüyoruz.<br />

On yedinci yüzyıla varana kadar birçok çalgı, çağma göre lavta, lir, viol’ler,<br />

klavsen, klavikord, org, türlü davullar ve nefes çalgıları ya dindışı<br />

müziğe, ya da, tapmaklardan içeri sızabildiklerince, insan sesinin yanında<br />

seslerini güçsüzce duyurabilmişlerdi. Çalgıların o zamana kadarki ödevleri<br />

pek sınırlı, pek ilkeldi. Ya, çoksesi kuran insan seslerinden başlıcasını çiftlerler,<br />

ya da, bilemediniz, o sesle bir oktav aralıkla çalarlardı. Çalgıların armoni<br />

kurallarına göre, birlikte, kendileri için hazırlanmış bir müziği çalmaları<br />

diye bir olay -bugün pek olağan saydığımız bir şey- o eski çağlarda<br />

yoktu. Eski notalarda sık sık rastlanan "çalmak, ya da söylemek için" kaydı,<br />

bestecinin çalgı ile insan sesi arasmda biı ayrılık gözetmediğinin tanıtıdır.<br />

On altıncı yüzyıl ortalarında müzikli oyunlar için yazılan çalgı eşlikleri<br />

de ilkel, üstünkörü şeylerdi. On yedinci yüzyılda Michael Praetorius "kemanların<br />

ve kornetlerin sol anahtarıyla çalacaklarını" işaretlediği zaman<br />

gerçekten, o çağa kadar çalgıya kimsenin göstermemiş olduğu bir saygıy.<br />

göstermiş oluyordu. Cavalieri’nin yukarda sözü edilen oratoryosunda "çalgı<br />

eşliğinin duygulara uygun değişiklikler göstermesi gerektiğini" öne sürmesi<br />

de bir yenilikti. Monteverdi de çalgıların duygulan yansıtmalan görüşünü<br />

savunanlardandı. On yedinci yüzyılın ilk yılannda hiçbir besteci bu<br />

konuda Monteverdi kadar olumlu davranmamıştır. Kurduğu opera orkestrası,<br />

bugünün senfoni orkestrasının temelidir. O günlerin orkestrasında<br />

kullanılan çalgılardan kimi daha o zamanlar gelişimini tamamlamış, kimi<br />

de sonraki yüzyıllarda erginliğe varmıştır.<br />

On yedinci yüzyılda kullanılan çalgıların başlıcalanndan biri lavta idi.<br />

Yüzyıllar boyunca müzik topluluklarında en çok görülen çalgılardan biri<br />

olan lavta, on sekizinci yüzyıldan başlayarak gitgide adını, görünüşünü ve<br />

sesini unutturacaktır. Lavtanın biçimini ve sesini uzun uzun anlatmak yerine<br />

bu çalgının, alaturka müziğin ud’una, neredeyse aynı çalgı sayılacak kadar<br />

çok benzediğini belirtip geçelim. İlk orkestralarda, bu ara Monteverdi’nin<br />

orkestrasında, türlü boylarda lavtalar kullanılırdı. Bunlar Avrupa’­<br />

nın her yerinde, özellikle İngiltere ve Fransa’da çok rağbetteydiler, ön celeri<br />

eşlik amacıyla kullanılan lavta için daha sonraları doğrudan doğruya<br />

müzik yazılmış, Chambonniöres, Couperin’ler, Bach, Hande) lavta için irili<br />

ufaklı birçok yapıt bestelemişlerdir. On yedinci yüzyılda lavta ve klavsen<br />

en çok kullanılan iki çalgıydı. Klavsen için olsun, lavta için olsun yazılan<br />

müziğin çoğunluğu süitlerdir. Dört bölümlü süit biçimi, bu çalgıların danslara<br />

eşlik için kullanılması dolayısıyla, demektir ki dans müziği olarak ortaya<br />

çıkmıştır. Bu dört bölüm genellikle yavaş-hızlı-yavaş-hızlı olarak giderdi.<br />

O günlerin geçerlikteki danslarının biçimlediği ilk süitler çok kereAUemande,<br />

Courante, Sarabande, Gigue dans biçimlerine uyardı.<br />

AUemande, adının da anlattığı gibi, Almanya’da ortaya çıkmış, on yedinci<br />

yüzyılda Fransa’ya geçmiş bir danstır. Dansın müziği, ölçü bakımın­<br />

39


dan, çift zamanlıdır. Tempo, tören müziğini andırırcasına, ağırdır. Courante<br />

(ya da İtalya’da yayıldığı zamanki adıyla coırente) on altıncı yüzyıl Fransız<br />

danslanndandır. Noktalı ritimler, çevik, hızlı bir tempo, üç zamanlı vuruş<br />

bu dansın başlıca özellikleridir. Sambande’ın kaynağı Ispanya’dır. Ü ç<br />

zamanlı, ağır tempolu, müziği süslemelerle nitelenen bir danstır. Gigue Uç<br />

zamanlı (6/8, ya da 6/4) vuruşta, hızlı tempolu bir İngiliz dansıdır.<br />

İlk süitlerin bu başlıca danslarına, sonraları başka danslar da eklenmiş<br />

ve süitin bölümlerinin sayısının yediye, sekize yükseldiği olmuştur. Bugünün<br />

caz müziğiyle gene bir benzetme yaparak, o günün dans müziği bestecilerinin<br />

de stylisation yoluyla bu dansların vuruş ve ritim özelliklerini değiştirmeden<br />

bu biçimleri bir halk dansı olarak ilkel durumlardan kurtardıklarım<br />

ve sanat müziği gereklerine göre işlediklerini, o günlerin dans müziği<br />

dinleyicilerinin de bu müzikle, bugünün cazında olduğu gibi ya dans ettiklerini,<br />

ya da yalnızca oturup dinlediklerini belirtelim.<br />

İngiltere’de lavta eşlikli şarkılar, tekses sanatını çokses müziğinin ustalık<br />

ve anlatım katına yükselten yapıtlarla zenginleşmiştir. John Dowland<br />

(1563-1626) bu biçimin, sanat şarkısının en usta bcstecilcrindcndi; hem de<br />

besteciliği kadar başarılı bir lavtacıydı. Dowland’ın olsun, çağdaşı öbür<br />

bestecilerin (Philip Rosseter, Thomas Campion, vb.) olsun, sanat şarkıları<br />

için yazdıkları lavta eşliği bölümleri, tek başlarına önem taşıyan değerdeydiler.<br />

Lavta eşlikleri için doğrudan doğruya kapsamlı bir notalama değil,<br />

çok kere, yukarda caz gitarı notalamasında yaptığımız benzetmeyi andıran,<br />

tablature denen bir yöntem kullanılırdı. Lavta için İngiltere’de de süitler<br />

yazılmıştır. Bunlar da, Avrupa’daki örnekleri gibi, yavaş ve hızlı dansların<br />

art arda gelmesiyle, genellikle dört bölümden kurulmuşlardır.<br />

Lavta, orkestrada, Haydn çağına kadar kullanılmıştır. Haydn kesin,<br />

"klasik" biçimini verdiği orkestrada lavtaları istememiş ve on sekizinci yüzyıldan<br />

sonra bu çalgı müzik dünyasından silinmiş, ancak yirminci yüzyılda,<br />

on yedinci ve daha eski yüzyılların müziğinin asıllarma uygun çalınması<br />

kaygılarıyla, yeniden konser sahnelerinde görünmeye başlamıştır.<br />

SONAT BİÇ İM İN E DOĞRU<br />

Süite İtalya’da verilen ad. Sonata da cametv idi. Gerçi o çağın sonatı,<br />

klasik çağda Haydn gibi, Mozart gibi ustaların elinde kesir biçimini bulmuş<br />

olan sonatla ilintisizdi ama, klasik çağın sonatının on yedinci yüzyıl<br />

İtalyan çalgı müziğinden çıktığı da bir gerçektir. Sonat terimi, latince tınlama,<br />

ses verme anlamına gelen sonare kelimesinden gelir; kantat kelimesir<br />

nin de latince şarkı söyleme anlamına gelen çantan’den, daha sonra klavyeli<br />

çalgı parçaları için kullanılan toccata kelimesinin de çalgının klavyesine<br />

"dokunmak" anlamına kullanılan latince toccare’den gelmesi gibi...<br />

İtalya’da çalgı müziğinin gelişmesine, madrigal biçimi yol açtı. Madrigaller<br />

on yedinci yüzyılda gitgide daha karmaşık olmaya başladıkça, insan<br />

40


seslerine eşlik için kullanılan çalgıların, çoğunlukla viollerin (bugünkü yaylı<br />

çalgıların ilkel durumları), madrigalleri insan seslerinden bağımsız olarak,<br />

kendi başlarına çaldıkları oldu. Görüldü ki violler, insan sesi için çok<br />

güç olan bazı partileri kolaylıkla çalabilmektedirler. Bu gözlemin uygulanmasıyla<br />

"çalgılar için şarkı" diye tanıtabileceğimiz, çalgı "canzone"leri, bir<br />

tür oda müziği olarak yayılmaya başladı. İnsan sesi için hazırlanmış parçalan<br />

en az andıran parçalara sonat adı verildi. Bu ara Giovanni Gabrieli’-<br />

nin (1557-1612) "canzoni per sonar" adını verdiği, türlü çalgılar ve org için<br />

yazılmış parçaları bu akımın başlıca örnekleri arasındadır. Giovanni Gabrieli<br />

karşılıklı koro deneylerini, Maıkos Katedrali’nde ödevli olduğu yıllarda,<br />

gerek koro için, gerek çalgılar için yazdığı müziklerde geliştirmiş bir<br />

bestecidir.<br />

İki türlü sonat vardı. Biri, yukarda sözü edilen ve süit biçiminin İtalya'daki<br />

adı olan "sonata da camera" (oda sonatı), öteki de, Haydn ve M o­<br />

zart’ın kesinleştirdiği sonat biçiminin öncüsü olan "sonata da chiesa" (kilise<br />

sonatı). Gabrieli’Lerin deneylerinde başlıca örnekleri verilen "canzona"<br />

biçimine dayanan kilise sonatı, sözü geçen biçimin gereklerince, birbirine<br />

karşıt özellikte iki kesimden kurulmuştu. Bu iki karşıt kesim art arda birkaç<br />

kere tekrarlanırdı. Daha sonra bu tekrarlar, ayrı hızda, birbirlerini izlemeyen<br />

bölümler halinde gelişmiştir. İtalya'da gitgide ilgi görmeye başlayan<br />

bu biçimi Alman bestecileri, önceleri özellikle org bestecileri kullanmaya<br />

başlamışlardır. Am a daha önce İtalya’da Corelli bu biçimden, klasik<br />

sonatı hazırlayan dört bölümlü sonat biçimini çıkarmıştır. Bu biçimin, yavaş-hızlı-yavaş-hızlı<br />

bölümlerin art arda gelmesi bakımından süit biçimiyle,<br />

dolayısıyla "sonata da camera" biçimiyle de olan ilintisi ortadadır.<br />

On yedinci yüzyılın sonatları çoğunlukla, o çağın gitgide rağbet görmeye<br />

başlayan yeni çalgısı, keman için yazılmıştır. Corelli ve Vitali gibi<br />

besteciler bir yandan yeni biçimi hazırlamışlar, öte yandan da keman müziği<br />

yazısının ve keman çalma tekniğinin temellerini atmışlardır.<br />

KEM AN Y A P IM I VE M Ü ZİĞ İ<br />

Bir kutu, üstünde teller, tellerin üstünde gezdirilen bir yay... Bu türlü<br />

çalgılar Avrupa'da boylarını göstermeye, seslerini duyurmaya başlamadan<br />

yüzyıllar önce doğu ülkelerinde kullanılmaktaydı. M odem kemanların yapılmaya<br />

başlamasından önce bu biçimdeki son çalgılar viol’lerdi. On yedinci<br />

yüzyılda, Monteverdi orkestrasında vida da gatnha (bacak vıol’u, bugünkü<br />

viyolonselin atası), ve vida dabmccia (kol viol’u) yanında vidina piccolo<br />

(küçük keman) adı verilen çalgılar da vardı. Çağın yaylı çalgılarının bir<br />

başka türlüsü, "cep kemanı” anlamına gelen pocheite ise daha çok dans öğretmenlerince<br />

kullanılırdı. Orta çağlardan beri renaissance boyunca, on yedinci<br />

yüzyılın ortalarına kadar kullanılmış olan violler, bugünün yaylı çalgılarına<br />

kıyasla, güçlü ve büyük bir tınıdan, renk ve ayrıntılarından yoksun<br />

41


çalgılardı. Ama, buluşlar yüzyılının İtalya’sı, bu alanda da gelişmelere sahne<br />

oldu. Bresda’da Gasparo da Salo (1510-1609) yeni yüzyılın eşiğinde, viollerle<br />

kıyaslanamayacak sesleri ve kusursuz işçilikleri bugün bile uzmanları<br />

hayran bırakan kanan ve viyolalar yaptı. Cremona’da Andrea Amati,<br />

(1520-1611) iki oğlu, Antonio ve Geronimo, ve torunu Nicolo bu şehrin<br />

adını değerli keman, viyola ve çellolarla birleştiren çalgılar geliştirdiler.<br />

Keman yapımında kusursuzluğun simgesi olan Antonio Stradivari<br />

(1644-1737) de Cremona’lıdır. H er ne kadar Stradivari en iyi yaylı çalgılarını<br />

1700’den sonra ortaya çıkarmışsa da, on yedinci yüzyıldaki ömrü boyunca<br />

yaptığı çalgılar da Stradivari işçiliğinin kimliğini taşır.<br />

Kemanların yapımı iyileştikçe bestecilerden gördükleri ilgi de arttı.<br />

Andrea Gabrieli, kemandan yararlanan ilk besteci diye bilinir. Ama, bu<br />

çalgının kendine özgü olanaklarından (ıtremolo, pizzicato, glissando; yani<br />

iki nota arasmda hızlı titreme, tellerin parmakla çekilmesi, bir notadan<br />

öb rüne kaydırma) dramatik etkiler için ilk yararlanan da, Orfeo'da, Monteverdi<br />

olmuştur. Bu ara Carlo Farina adlı bir besteci "Capriccio slravagante"<br />

adlı bir parça yazdı. Bu parçada kemana köpek havlamalarını, horoz<br />

ötüşünü, tavuk gıdaklamasını vs. taklit ettiriyordu. Her çağda zirzoplar<br />

vardır ve bunlar çok kere çağdaşlarım gerçek sanatçılardan daha çok etkilerler.<br />

Birçok kişinin kemandan hayvan sesleri çıkarmaya özenmesi üzerine,<br />

Farina’tun zevzekliği yüzünden, keman yazısı yarım yüzyıl kadar gecikti.<br />

Keman yazışım kendi gününe kadar süregelmiş olan zırva kargaşalıktan<br />

kurtaran, durultan, ağırbaşlılığa kavuşturan, bu çalgının gereklerini ve<br />

olanaklarını ortaya çıkaran Arcangelo Corelli (1653-1713) oldu. Kemanın<br />

her şeyden önce "şarkı söylemeye" melodi çalmaya elverişli bir çalgı olduğunu<br />

gözönünde tutarak, sonatlarının özellikle yavaş bölümlerinde kemanın<br />

bu niteliğini işledi. Bunun yanında çalgının gösterişle ilgili olanaklarına<br />

da yan çizmedi ama bu bakımdan hiçbir zaman Farina'mn hayvan taklitlerine<br />

yüz vermedi; sonatlarının hızlı bölümlerinde çalgıcısında yumuşak<br />

bir yay ve çevik parmaklar arayan dengeli, parlak geçitler yazdı. Corelli’-<br />

nin en tanınmış yapıtı "La Folia' çeşitlemeleri, bu bestecinin keman yazısı<br />

özelliklerinin seçkin bir örneğidir. Corelli’nin keman çalma sanatına getirdiği<br />

yenilikler, kısa zamanda Avrupa'nın dört bucağında duyuldu ve sayısız<br />

öğrenci ondan ders almaya koştular. Corelli’nin kurduğu keman çalma<br />

üslûbu, kopmamış bir gelenek olarak, bugünün birçok keman virtüozunda<br />

da görülmektedir. Corelli’nin ileri gelen öğrencilerinden Giovanni Battista<br />

Somis (1686-1763), bir sonraki yüzyılın büyük bestecilerinden ikisine, keman<br />

yazışma yeni öğeler kazandıran Fransız bestecisi Jean-Marie Leclair’e<br />

(1697-1764) ve bir sonraki bölümde önemi üzerinde daha geniş söz<br />

edeceğimiz Antonio Vivaldi’ye, öğretmenlik etmiştir.<br />

Corelli’nin kurduğu keman üslûbu Avrupa’daki en seçkin okulunu<br />

on sekizinci yüzyılda Fransa’da, ilerde Fransa-Belçika Okulu adını alacak<br />

42


okulun yöntemlerini izleyen kemancılarla geliştirecektir. Fakat daha önce,<br />

on yedinci yüzyılda Almanya’da, Corelli’nin öğrettiklerinin etkisi görülmeye<br />

başlamış ve bir Alman keman okulu ortaya çıkmıştır. Bu okulun kurucusu<br />

da bir îtalyandı; Almanya’ya yerleşmiş bir Italyan Corelli’nin çağdaşı<br />

Guiseppe Törelli (1660-1708). O çağda Alman saraylarında İtalyan kemancıların<br />

gördüğü rağbet, Torelli’nin yurt değiştirip Almanya’ya yerleşmes.<br />

çağrısını almaşım sağlamış ve bu ünlü kemancı-bestecinin Bresden’de kurduğu<br />

okul kısa zamanda Berlin ve Mannheim’da da okulların kurulmasına<br />

yol açmıştır. On sekizinci yüzyıl müziğinde büyük önemi olan Mannheim<br />

Okulundan sonraki bölümde söz edeceğiz.<br />

Guiseppe Törelli, öğreticiliği yanında hem de, ilk keman konsertosunu<br />

yazmış olmasıyla da anılır. N e var ki "Törelli ilk konsertoyu yazdı" derken,<br />

"konserto" teriminin o çağdaki anlamını göz önünde tutuyoruz. Konserto<br />

(concerto) terimi, ayn partilerin, ayrı seslerin birlikte tınlaması anlamına<br />

gelen latince concertus kelimesinden çıkar. Terimi ilk olarak -on yedinci<br />

yüzyıl başmda Ludovico Viadana, insan sesleri ve org için yazdığı ve<br />

"concerti ecclesiastici" admı verdiği motetlerde kullanmıştır. Başka çalgıların<br />

ve yalnız çalgüar için yazılmış bölümlerin de eklenmesiyle kilise için yazılmış<br />

bir türlü eserlerden "concerti da chiesa”, yani "kilise konsertolan” ortaya<br />

çıkmıştır. Bunlar, yukarda özellikleri anlatılan "kilise sonatı" biçimini<br />

izler, ya da İtalyan uvertürü biçimine uyar.<br />

Konserto teriminden hep, tek bir çalgının ya da sesin, veya küçük bir<br />

çalgı ya da ses topluluğunun, daha büyük bir topluluğa "karşı" olarak çalması,<br />

ya da söylemesi durumu anlaşüır. Torelli’nin, Corelli’nin, Geminiani’nin<br />

ilk konsertolan da, her ne kadar "klasik" ve "romantik" konsertolardan<br />

biçim bakımından ayn idiyseler de, bu "karşıtlık" öğesini işlemişlerdir.<br />

Tek çalgı yerine küçük bir çalgı topluluğunun büyük toplulukla karşılaştığı<br />

biçim concerto gmsso adım alır ve küçük topluluğa concertino denir.<br />

KLAVSEN M ÜZİĞ İ<br />

On yedinci yüzyılda çalgı müziğinin yaygınlığı, kemanın yarımda klavsenin<br />

de gelişmesine yaradı: Hem bu çalgının yapım yordamlanndaki aşamalarla;<br />

hem de, klavsen müziğinin, bu çalgının özelliklerini gözeten bir<br />

dil kazanmasıyla. Antwerp’de klavsen yapımcısı Ruckers aüesi, bütün müzik<br />

dünyasına, bir bakıma Cremonalı ustaların keman yapımındaki başarılarının<br />

klavsene uygulanması sayılabüecek nitelikte, daha önceki çağların<br />

klavyeli çalgılarıyla kıyaslanmayacak kadar ileri klavsenler yollayıp duruyordu.<br />

Bugün nasıl müzikle ilgili her evde bir piyano varsa -yahut, olması<br />

istenirse- o zaman da klavsen evlerin baş köşelerinde yer alırdı. Bu ara<br />

bir yanlış sanıyı düzeltmek yerinde olur. Sürüm bakımından ilerki yüzyıllarda<br />

klavsenin yerini piyanoya bırakması, piyanonun atası olması demek değildir.<br />

Piyano ile klavsen, gerek mekanizmaları, gerek tınılan birbirlenn-<br />

43


den ayn çalgılardır. Klavsende her bir tuşa basıldığında bir tırnak, daha<br />

doğrusu bir mızrap teli çeker. Oysa piyanoda ses, tele çekicin vurmasıyla<br />

çıkar. Bu bakımdan piyanonun gerçek atası klavikord’dur Klavsen ilk, on<br />

dördüncü yüzyılın sonunda İtalya’da yapılmıştır, klavsenin bir türlüsü olan<br />

spinct bu adı, çalgının bulucusu Spinetti’nin adından almaktadır. Çalgıya<br />

türlü ülkelerde türlü adlar verilmiştir. İngiltere’de kullanılanlara "virginal"<br />

denmiş, daha sonra İngilizce konuşan ülkelerde İtalyanca "arpicordo" kelimesinin<br />

İngilizleştirilmesiyle çalgı "haıpsichord" adım almıştır. Klavsene<br />

İtalya’da "davicembalo”, ya da "gravicembalo" denir. Fransa’da ise çalgı "clavecin"<br />

adını almıştır. Bugün bizde bu çalgıya verilen ad, Fransızca adının<br />

Türkçe okunuşuyla yazılmasıdır.<br />

Tuşlara dokunmadaki değişikliklerle ses tınısı ve yeğinliği (şiddeti) elde<br />

edilemeyen klavsende ayırtı (nüans) olanağı yok gibidir. N e var ki, çalgı<br />

yapımındaki ilerlemeler klavsene, ayırtı dereceleri değilse bile, ayırtı ve<br />

tını yüzeyleri, ayrı tim "katları" sağlamıştır. Bundan başka çalgının ses alanı<br />

da genişletilmiştir. Bugün kullanılan klavsenler genellikle çift klavyelidir.<br />

Bunların yanında tek klavyeli küçük klavsenler olduğu gibi, üç dört<br />

klavyeliler de vardır. Çalgıda pedallar hem tınıyı değiştirir, hem de çalgının<br />

ses alanının arttırılmasına ve kısılmasına yarar.<br />

On yedinci yüzyıldan başlayarak orkestrada klavsen, iki yüzyıl kadar<br />

süreyle, özellikle rccitativo geçitlerde solo sese eşlik için kullanılmıştır. O<br />

zamanlar şefler orkestrayı klavye başından yönetirlerdi. Klavsenin eşlik bölümü<br />

yazılmamış olduğu için şef, "basso continuo" yöntemine uyarak bölümünü<br />

belirli başlar üzerine doğaçtan çalardı. Klavsen için yazılmış yapıtlar<br />

ise çalgının sınırlı niceliklerinin koşulladığı bir üslûba yol açmıştır. Özellikle,<br />

klavsende ses (ululamadığı, uzatılamadığı için besteciler bu eksikliği<br />

süslü cümlelerle gidermeye çalışmışlardır. Şu da var ki Süslemeler, o çağın<br />

anlayışına, beğenilerine de uyuyordu.<br />

Klavsen için müzik yazmış on yedinci yüzyıl bestecileri arasında<br />

önemli bir öncü, Alman besteci Johann Kuhnau’dur (1660-1722). Kuhnau,<br />

klavsen için ilk sonatları yazmış olmasıyla ünlüdür Bu sonatlar yalnızca<br />

dans parçalarının birbirini ardma sıralanmasıyla ortaya çıkmış şeyler değildi<br />

ve keman müziği yoluyla gelişen biçimin klavsene uygulanmasıydı. Böylece,<br />

Haydn, Mozart ve Beethoven'in geliştirecekleri klavye sonatı biçiminin<br />

yolunu Kuhnau açmış oluyordu.<br />

İngiltere’de Tallis, Byrd, Gibbons, Purcell gibi besteciler, insan sesi<br />

için olduğu kadar, klavsen için de müzik yazmaktan hoşlanırlardı. İngiltere’de<br />

dans süitinin yanında, bir dans biçimine uymayan çalgı parçalarının,<br />

bu ara klavsen parçalarının da yazıldığı oluyordu. Bunlara "faney” adı verilirdi.<br />

"Fantasia"lar ise -gene, bir dans biçimine uymayan parçalar- ya yalnız<br />

klavsen için, ya da klavsenle birlikte yaylı çalgılar için yazılmış, çeşitleme<br />

(variation) biçimini, ya da motet biçimini uygulayan parçalardı. Terimin,<br />

bestecilerin kendilerini artık ille de sözlere bağlı olarak müzik yazma<br />

44


zorunda saymamaları, imgelemlerini yalnız çalgı için yazılmış parçalarda<br />

daha özgürce kullanmaları gereksinmesine uyduğu da söylenebilir. Nitekim<br />

"fancy" kelime anlamı olarak "hayal, kapris, zevk" karşılıklarını bulur,<br />

İtalyanca "fantasiankelimesi de bu anlamlan karsılar.<br />

Fransa’da klavsen, bugün piyanonun olduğu gibi, danslarda ve eğlence<br />

toplantılarında bas çalgıydı- Fransız dans süitini biçimlendiren, bir sonraki<br />

yüzyılın Rameau ve Couperin gibi ustalannm çalışmalarıyla gelişen<br />

klavsen okulunu kuran besteci Jacques Champion de Chambonniferes’dir<br />

(1602-1672). Klavsen müziğinin çağında en büyük besteci Domenico Scarlatti<br />

çoğunlukla on sekizinci yüzyılda yapıtlarını vermiş bir besteci olduğu<br />

için sonraki bölümde konumuz olacaktır.<br />

ORG M Ü ZİĞ İ<br />

1 t<br />

Klavsen, barok üslûbunu müzikte en iyi simgeleyen çalgıydı. Barok,<br />

on yedinci yüzyılın ve on sekizinci yüzyıl başlangıcının sanatındaki genel<br />

eğilimleri (büyük orantılar, dramatik davranışlar, hele süslemeyle ilgili beğeniler)<br />

tanıtmak için kullanılan terimdir; "düzensiz biçimdeki inci" anlamına<br />

gelen, Portekizce batvcco sözcüğünden alındığı sanılır. Söz konusu evrenin<br />

çağdaşları, yaşadıkları yıllan bu terimi kullanarak anıyor değillerdi.<br />

Beuvquc, rococo, gothique gibi tanıtta adlar, bu çağlara sonradan, sanat tarihçilerince<br />

verilmiştir.<br />

Müzikte, barok’a "sürekli bas çağı” da denmişse de bu tanıtış, sınırlı<br />

olması nedeniyle, uygun değildir. Çünkü, on yedinci yüzyıl müziğinin en<br />

önemli dalları olan klavsen ve org müziğini kapsamaz. Nitekim bu iki çalgı,<br />

barok üslûbunun müziğe yansımasının başlıca ortamları olmuşlardır,<br />

ikisi de klavyeli çalgılar olduklarından, gerek klavsen, gerekse org için yazılan<br />

yapıtların dillerinde, üslûplarında birçok ortak yan vardır. Bundan<br />

başka org da klavsen gibi on yedinci yüzyılda sürümü, önemi artmış bir<br />

çalgıdır. Oysa org en eski çalgılardan biridir. Hangi çağda ortaya çıktığı bilinmemekle<br />

birlikte bugünkü orga en çok benzeyen çalgıyı M.O. ikinci yüzyılda<br />

İskenderiyeli Ktcsibios’un yaptığı bilinir. Bugün kilise çalgısı diye bilinen<br />

org, çalgı yasağı yüzünden pek geç, ancak M.S. dördüncü, beşinci yüzyıllarda<br />

kiliseye girebilmiştir.<br />

On dördüncü yüzyıla varana kadar orgun kullanılışının, çalgının yapım<br />

yöntemlerindeki evrime karşın müzik bakımından pek ilkel bir durumda<br />

olduğu, Grcgor melodilerini çiftlemektcn ayrı bir yolda kullanılmadığı<br />

biliniyor. Ancak daha sonraları org, özgür bir çalgı olarak kullanılmaya<br />

başlanmıştır. On beşinci yüzyıldan bu yana org, İngiltere’de Winchester<br />

Katcdrali’ndcydi. Havası, on kişinin çalıştırdığı yirmi altı körükle, dört yüz<br />

tane boruya üflenen bir org... On yedinci yüzyıl bestecileri çok daha gelişmiş<br />

orglar üzerinde çalışma olanağını buldular. Kilise de artık org için müzik<br />

yazılmasını destekliyordu. Venedik’in Markos Katedrali ve Vatikan’da<br />

45


Papa’mn özel tom ağı, bestecilerden org müziği isteyen din kurumlan arasında<br />

başta geliyorlardı. Yukarda anlatılan canzona yanında ricercare ve fuga<br />

biçimleri, on yedinci yüzyılın başında org için müzik yapan Claudio Merulo<br />

ve Giovanni Gabrieli gibi bestecilerin eserlerindeki ses yürütme ve<br />

birleştirme tekniklerinden ortaya çıktı. Ricercare, İtalyanca kelime anlamı<br />

olarak, "aramak" demektir. Motet yazısından çıkan ricercare, melodik motiflerin<br />

birbirleri ardından, benzetme yoluyla, belirmelerine dayanır. Bu biçim,<br />

genellikle birçok motif taşır. Ancak, Andrea Gabrieli’de rastlandığı gibi,<br />

tek motifli ricercare le r de vardır. Fuga, İtalyancada "kaçmak" anlamına<br />

gelen, fugare kelimesinden türemiş bir terimdir. Fuga ile motet, madrigal,<br />

ricercare ve canzona arasındaki ayrılık şuradadır ki, şarkı müziği biçimlerinde<br />

sesler düzenli olarak önce tek, sonra çift, sonra da üçlü vs. olarak<br />

art arda birbirlerini izledikleri ve çoksesli bir doku kurduktan halde fuga’da<br />

bunlann yanında bir de gelişme bölümü vardır ki öteki biçimlerde<br />

bu bölüm bulunmaz; yerine, yeni bir "konu" sunulur ve ses sıralanmasına<br />

göre ilerletiliri Sweelinck ile Girolamo Frescobaldi’nin (1583-1644) fuga<br />

biçimini geliştirmede önemli çalışmalan olmuş ve fuga, bu iki uslanın öğrencilerinin,<br />

çoğunlukla Almanların elinde evrimini sürdürmüş, Johann Sebastian<br />

Bach da en gelişmiş durumuna varmıştır. Frescobaldi, on yedinci<br />

yüzyılın en etkileyici müzikçilerinden biriydi. Keman için Corelli, klavsen<br />

için Scarlatti ne ise, org için de Frescobaldi odur. Floransa sarayında beş<br />

yıl süreyle orgculuk yapması dışında meslek hayatı Roma’da Petrus kilisesenin<br />

orgcusu olarak geçmiştir; Frescobaldi orada çaldığında çoğu kez sayısı<br />

30.000 kişiye varan bir kalabalığın kendisini dinlediği söylenir. Yukarda<br />

sözü edilen biçimlerde ve daha birçoklarında yaptığı bestelerde Frescobaldi,<br />

bestecilik sanatının evrimine ışık tutan korkusuz, geniş imgelemli bir<br />

yaratıcı olarak sanatında yer almıştır. Frescobaldi üslûbunu Almanya’ya taşıyan<br />

başlıca orgcu bestecilerin ileri gelenlerinden biri, Viyana saray orgculuğuna<br />

atandıktan sonra büyük ustanın öğrenciliğini yapma isteğinden kendini<br />

alamayıp İtalya’ya giden, Frescobaldi’nin yanında dört yıl çalıştıktan<br />

sonra Londra’da org körüğü çalıştırıcısı gibi silik bir işte yıllar geçiren,<br />

sonra Kralın ilgisini kazanıp saray orgculuğuna atanan Johann Jacob Froberger’dir<br />

(1616-1667)<br />

ALM ANYA’DA D İN M Ü ZİĞ İ<br />

Froberger ile birlikte Wolfgang Ebner, Georg Muffat, Johann Pachelbel<br />

gibi orgcu bestecilerin savundukları İtalyan etkisi Almanya’da özellikle<br />

güney bölgelerde egemenlik sürüyordu. Kuzeydeyse sözünü geçiren<br />

bir DanimarkalIydı: Dietrich Buxtehude (1673-1707). Ömrünün uzun yıllarını<br />

Lübeck’te Meryem Ana Kilisesi’nin organisti olarak geçiren Buutehude<br />

Lübeck’i Avrupa’ma başlıca müzik merkezlerinden biri yapmıştı. Bach<br />

ile Haendel, onu dinlemek, bilgisinden yararlanmak için çok kereler Lübeck’e<br />

gitmişlerdir. Bach’ın müziğini hazırlayan en önemli etken Buxte-<br />

46


hude olmuştur. Am a bu, Buxtehude yalnızca tarih içinde bir yer doldurdu,<br />

demek değildir. Besteleri, kendi başlarına, bağımsız değerler taşırlar, bunlar<br />

önemlerini yalnızca Bach’ı ya da Haendel’i hazırlamış olmalarıyla kazanmış<br />

değillerdir.<br />

Buxtehude, birçok biçimi kesinleştirmiş, bu biçimlerin her birinde<br />

esinli bir müzik yazmış olmakla birlikte asıl "chorale prelüde" biçimini olgunlaştırmasıyla<br />

anılır. Bu biçim, kilise bestecilerinin, Gregor melodisi yerine<br />

kendi buluşları olan melodileri kullanmalarıyla doğmuştur ve on altıncı<br />

yüzyıldan başlayarak özellikle org müziği olarak gelişmeye başlamış, buyandan<br />

çok ses yöntemleriyle, öte yandan da gittikçe yayılan armonik yazıyla<br />

işlenmiş, fuga yazısı, çeşitleme biçimi, anlatım amaçlarıyla kullanılmaya<br />

başlayan süslemeler, hem de orgcuların doğaçtan çalışı bu biçimin gelişimini<br />

etkileyen öğeler olmuştur. Buxtehude, kontrapunta ya da süsleme<br />

tekniğiyle ilgili bütün bu öğelerden faydalanarak "chorale prelüde" biçimini<br />

o günlere kadar kimsenin erişmediği bir karmaşıklığa, bir olgunluğa<br />

ulaştırmıştu.<br />

On yedinci yüzyılın ilk yansında, özellikle, 1618’de başlayan Otuz Y ıl<br />

Savaşlarının etkisinde Almanya, İtalya'nın yanında, Avrupa’nın müzik sahnesinde<br />

sesi pek de duyulmayan bir ülkeydi. Gene de kilise duvarlan içinde<br />

gelişen müzik, yüzyılın sonlarına doğru Almanya’nın, geleceğin müzik<br />

evriminde alacağı görevi belirtti. On yedinci yüzyıl Almanya’sında kilisenin<br />

müzik çalışmalarının yapıldığı baş yer, belki de tek yer olmasının nedeni,<br />

bestecilerin savaşın etkileri dışında ancak kilise duvarlan içinde çalışabilmeleriydi.<br />

Almanya’da müziğin evrimine büyük etkisi olan DanimarkalI<br />

Buxtehude yamnda bir başka etken, on yedinci yüzyıl Alman müziğinin önderi<br />

sayabileceğimiz Heinrich Schütz (1585-1762) idi. Schütz eğitimini V e­<br />

nedik’te Markos Katedrali’nde, Giovanni Gabrieli'nin yanında görmüştü,<br />

öğrendiklerini Alman müziğine uyguladı. Çift korolar, türlü çalgı ve insan<br />

sesi birleşimleri, eşlikli tekses, opera etkileri... Alman mizacı "dramatik”<br />

bir müziğe, sözün anlattıklarının müzikle izlenmesine, söz ile müzik kaynaşmasına,<br />

İtalyan mizacına kıyasla daha büyük bir eğilim gösterdiğinden<br />

olacak, opera biçimi ve bu biçimin gerektirdiği söz-müzik kaynaşması, yalan<br />

çağlara varana kadar Almanya’da -operanın doğum yeri İtalya’ya kıyasla-<br />

biçimin gereklerine çok daha uygun örnekler vermiştir. Schütz, az<br />

sayıda yazmış olmakla birlikte operaya çok yakın bir biçim olan oratoryoda,<br />

bundan başka söz-müzik birleşmesinde "dramatik" etkiler araması bakımından<br />

kilise yapıtlarının hepsinde (Geistiiche concerte, SytHphoniae sacrae,<br />

vb.), operanın getirmiş olması gereken anlatımla ilgili tutumun en başardı<br />

örneklerini vermiştir. Schütz’ün opera alanında da çalışmalar yapması<br />

beklenirdi. Nitekim besteci, Rinuccini’nin metninin Almanca çevirisi<br />

üzerine Daphne'yi bestelemiş ve yapıt Ok olarak 1627 yılında Saxon Prensesi<br />

Sophie'nin evlenme töreninde oynanmıştı. İlk Alman operası olarak bilinen<br />

bu yapıtın notaları ne yazık ki bir yangında yok olmuştur.<br />

47


Schiitz’ün yanında Johann Hermann Schein (1586-1630), Italyan müziğini<br />

Almanya’ya getiren, hem de çağma göre "modem" üslûpta yapıtlarıyla<br />

ün yapan bir besteciydi: Protestan kilisesinde org müziğinin evriminde<br />

görevi büyük olan Samuel Scheidt (1587-1654), özellikle "chorale prelüde"<br />

ve çeşitleme biçimlerinde bu gelişmeyi sağlamıştır. Schütz, Schein ve Scheidt<br />

yanında Praetorius, Kuhnau, Rosenmüller, Reinken, Krieger gibi birçok<br />

besteci, doğrudan doğruya kilise gözetilerek yazılmış yapıtları yanında,<br />

dindışı müzikte de birçok yapıt vermişler ve İtalya’da kurulan geleneklerin,<br />

hem de daha derin anlamlar kazanarak ve daha da kapsamlı evrim<br />

katlarına ulaşarak, Almanya’nın protestan dünyasında yayılmasını sağlamışlardır.<br />

Bu ara, halk müziğinin sanat müziğine doğru yönelmesi, Almanya’da,<br />

bu ülkeye özgü yeni bir biçimin ilk örneklerini veriyordu. Schütz’ün yeğeni,<br />

Koenigsberg’li orgcu Heinrich Albert (1604-1651) Alman operasını biçimlendirmesi<br />

yanında, ilk lied (Alman şarkısı) örneklerini vermesi bakımından<br />

da seçkinleşmiş bir bestecidir Albert, halk şarkılarına klavye<br />

-o r g ya da klavsen- eşlikleri ekleyerek, tek şarkıcı ve klavye eşliği için //-<br />

ed’ler hazırladı Dresden’li Adam Krieger (1634-1666) de “basso continuo"<br />

eşliğiyle, tek ya da çift ses için, gene halk şarkılarına başvurarak, ya da çağın<br />

şiirleri üzerine melodiler besteleyerek lied’leı yazdı. Albert ile Krieger’in<br />

öncülüğünü yaptıkları lied ortamı kendi çağlarında İtalyan madrigalinin<br />

yerini almış, daha sonra da Schubert gibi, Schumann gibi bestecilerin<br />

ileri gelen temsilcileri olacakları lied edebiyatını doğrudan doğruya hazırlamıştır.<br />

M Ü Z İK H ALKA YÖ N E LİYO R<br />

Halkta sanat müziğine karşı bir ilginin doğması da, müzik icralarının<br />

soylu kişilerin evlerinden "sokağa çıkması" da, on yedinci yüzyılda olmuştur.<br />

O çağa kadar çalgılar, soylu kişilerin uşağı durumundaydılar. Ödevleri,<br />

saray eğlentilerine katılmaktı. On yedinci yüzyıl boyunca ve on sekizinci<br />

yüzyılda da çalgıcının uşaklığı, ödevinin saygınlığı bakımından, diyelim<br />

ki aşçı ya da bahçıvandan ayrı tutulmaması süregelmiştir ama on yedinci<br />

yüzyılda çalgıcı yalnız soylu kişiyi değil, halkı da eğlendirmeye başlamıştır.<br />

Halkın konsere gitme alışkanlığı ilk on yedinci yüzyılda başlamıştır. İlk<br />

halk konserinin 1672 yılında Londra’da, Charles H ’nin yanında çalışan bir<br />

kemancının, John Bannister’in evinde verildiği öne sürülür. Thomas Britton<br />

adında bir kömürcü böylece yeni bir kazanç kapısının açıldığını görmüş,<br />

Bannister’in evindeki konserleri sürdürmüş, saraya bağlı kişilerin bile<br />

Britton’un konserlerine, sevdikleri müziği dinlemek için para vererek girdikleri<br />

olmuştur, ö te yandan Fransızlar, ilk halk konserinin Paris’te, Londra’dakinden<br />

on beş yıl kadar önce verildiğim tanıtlamaktadırlar<br />

Daha önce halk kiliselerde, ya da kilise dışı törenlerde müzik dinler­<br />

48


di. Müzik seven kişilerin kendi evlerinde ya da özel toplantı yerlerinde müzik<br />

dinledikleri olurdu. İlk halk konserleri on yedinci yüzyıl sonlarına doğru<br />

verilmiş olmakla birlikte konser yaygınlığı sonraki yüzyılda da tam anlamıyla<br />

artmış, müzik "demokratlaşmış” değildi. On sekizinci yüzyıl bu alanda<br />

ancak dağınık örnekler vermektedir. İsviçre ve Almanya’da "collegia<br />

muska” adı verilen kurumun halk konserleri, Leipzig’de Telemann ile<br />

Bach’m desteklediği konserler, Paris’te Philidor’un kurucusu olduğu "concerts<br />

spirituels"... Müziğin gittikçe artan bir yaygınlıkla halka ulaşması için<br />

on dokuzuncu yüzyılı beklememiz gerekmektedir. O zaman da, sanat müziğinin<br />

"güçlüklerine” hazırlanmış olmayan halk, daha kolay bir müzik aramaya<br />

başlamış, böylece bir "halk müziği-sanat müziği" ikiliğ: ortaya çıkmıştır.<br />

Müzik Tarihi, F.: 4 49


ON SEKİZİNCİ YÜZYILIN İLK YARISI:<br />

YÖNTEMLER ÖZETLENİYOR<br />

On sekizinci yüzyılın ilk yansı, soylu kişilerin egemenliklerini gitgide<br />

arttırdıkları ve bunu halkın aşağı katmanlarının sıkıntılanna aldırmadan<br />

yaptıkları bir çağdır. N e var ki krallık kurumu artık son yıllannı yaşamaktadır.<br />

Yığınlann kıvançsızlığı, mutsuzluğu Fransız Devrimine yol açacak,<br />

yeni bir dünya düzeninin ilk adımlan atılmış olacaktır. İmparatorluk, krallık,<br />

dukalık kurumlanılın güveni sarsılacak, türlü ülkelerde birbiri ardından<br />

toplumun "üst yapı"sının esenliği bozulacak, kamu yönetimi kavramı<br />

gitgide dünya düzeninin baş öğesi olacaktır. Yüzyılın ilk yansında, egemenliklerini<br />

babadan oğula, hem de halkın sırtından geçinerek sürdüren Bourbonlann,<br />

Hohenzollem’lerin, Habsburg’lann baskısına karşı tepkiler buyandan<br />

toplumun "alt yapı'sında, öte yandan aydınlar arasında, kendini<br />

göstermeye başlamıştır. Artık, düşünü çağı, özgürlük çağı açılmış demektir.<br />

Voltaire'in özgürlük savunmaları "üst yapı"yı bile etkilemektedir; John<br />

Locke ve Adam Smith orta sınıfın yöneticilik haklarından söz etmektedirler.<br />

"özgüllük, Eşitlik, Kardeşlik" sesleri dört bucakta yankılanmaktadır.<br />

Bir yatıdan da bilim alanında ilerlemeler gitgide artmaktadır. Dr. Jenner<br />

aşıyı, Fahrenheit termometreyi bulmuştur. Lavosier kimya bilimini geliştirmektedir.<br />

Diderot ve öbür Fransız ansiklopedicileri, eldeki bilgiler bütün<br />

dünya yararlansın diye, düzenli ve yöntemli bir biçimde bir araya getirmektedirler.<br />

Tecim ve endüstri alanında gelişmeler olmakta, büyük kentler,<br />

köylüyü çekmeye başlamaktadır.<br />

Müzikte on sekizinci yüzyılın ilk yansı, ikinci yarısının Haydn, M o-<br />

zan ve Beethoven gibi büyük klasik ustalarını hazırlayan bir çağdır; geçmiş<br />

çağlann yöntemleriyle gününkilerin, geleceğin temeli olacak gibi, birleştirildiği<br />

bir çağdır. İtalya bir yandan gene, özellikle operasıyla, Avrupa<br />

müzik hayatının merkezi durumundadır. Avrupa’nın her köşesinden yüzlerce<br />

müzikçi bilgilerini geliştirmek amacıyla İtalya’ya gitmektedirler. Am a<br />

bir yandan da Almanya İtalya’nın başlıca rakibi durumuna yükselmiştir;<br />

Almanya'nın İtalya’da hor görülmesi, Almanlann "havlamaktan ve haykırmaktan<br />

başka bir şey yapmadıklarının" söylenmesi, İtalya’nm, kuzeydeki ül­<br />

50


keyi ciddiye almaya başladığının bir tanıtıdır. O çağın İtalyanlanna göre<br />

Almanya, hiçbir zaman bir deha yetiştiremeyecek ülkelerdendir. Bach, Haendel<br />

ve Telemann’ın, bu sözün İtalya’da geçerlikte olduğu günlerden hemen<br />

sonra yükselivermeleri, Almanya karşısında İtalyan müzikçilerinin<br />

kaygılarının hiç de yersiz olmadığım gösteriyor.<br />

SCARLATTİ VE VİVALDİ<br />

N e var ki Bach, Haendel ve Telemann yaıunda İtalyanlar da, Scarlatti,<br />

Taıtini ve Vivaldi’leriyle, Fransızlarsa Rameau ve Couperin’leriyle egemenliği<br />

henüz Almanya’ya tam kapsamıyla bırakmamışlardı. Bugünün klavye<br />

müziğinin 'babası” diye anılan Domenicö Scarlatti (1685-1757) operalar<br />

ve kilise müziği de yazmış olmakla birlikte asıl klavsen için kısa parçalarıyla<br />

anılır, bu parçalara "temrin" anlamına eservizi, ya da çok daha iyi bilinen<br />

adlarıyla "sonat" denir. Sonatlarını Scarlatti İ t a l y a ’dayken, Prenses<br />

Barbara için yazmıştı. Bu parçalar, klasik çağda gelişecek olan sonat biçiminin<br />

hazırlayıcıları olarak tanındığı gibi yepyeni bir klavsen çalma üslûbu<br />

getirmiş olmaları bakımından da müzik tarihinde sağlam bir yer edinmişlerdir.<br />

Bugün piyano konserlerinde sık sık yer almaları da önemlerinin yalnız<br />

bestelendikleri çağın sınırlarına kapalı kalmadığının bir başka tanıtıdır.<br />

Scarlatti’nin klavsen yazısı, daha sonraki çağların piyano yazısının birçok<br />

teknik öğesini taşımaktadır; arpeggio’lar, süslü geçitler, ellerin çapraz duruma<br />

geçmeleri, vb. Scarlatti klavsene, o güne kadarkine kıyasla çok daha<br />

taze, çok daha yeni, çok daha zengin bir dil getirmiştir. Kalıcı yaratıların<br />

hemen hepsi gibi Scarlatti’nin yaratılan da, teknik yenilikleri yanında, bestecinin<br />

kendine özgü anlatımıyla değerlenmektedirler. Scarlatti, hem de çağının<br />

en ünlü klavyecisiydi. Roma’da Kardinal Ottoborini'nin, çağın bir<br />

başka klavsen ustasıyla Scarlatti arasında düzenlediği yarışmada Scarlatti<br />

ezici bir üstünlük kazanmıştı. Öbür klavsend, Haendel’di. N e var ki Scarlatti<br />

de, Haendel’in org çalmadaki üstünlüğünü tanımak zorunda kalmıştı.<br />

İspaıya’da kralın hizmetinde bulunduğu sıralarda ne türlü bir ömür sürdüğü,<br />

belge kıtlığı yüzünden, iyi bilinmez ama, ünlü sonatlarım Ispanya’da<br />

bulunduğu sıralarda yazmış olması yeter bir bilgidir. Scarlatti’nin M adrid’de<br />

ölmüş ve orada gömülmüş olduğu da anlaşılmıştır; böylece, bestecinin<br />

ölüm yerinin Napoli olduğu bilgisi de artık geçerlikte değildir.<br />

Bugün daha çok Şeytan Trili ve Didone Abbandonata adlarını taşıyan<br />

sonatlarıyla tanınan Giuseppe Tartini (1692-1770), kendi kendini yetiştirmiş<br />

bu taşkın kişi, Corelli’nin yaydığı keman çalma geleneklerine yenilerini<br />

eklemiş ve bütün Avrupa’da etkisini duyurmuş bir çalgıcı ve besteciydi.<br />

Önce din, sonra da hukuk eğitimi görmüş, kendini kemancılığa adamış, kişiliğini<br />

o yolda gerçekleştirmiştir. Çalış üslûbuna kazandırdığı öğeler bir<br />

yandan da keman yapımına kazandırdığı ilerlemelerle koşullanmış, kemanda<br />

daha hafif bir yay, daha kalın teller kullanılması ilk Tartini’nin deneyle-<br />

51


iyle başlamıştır. 1728 yılında Padua’da bir keman okulu kurmuş, bütün<br />

Avrupa’da büyük ün kazanan bu okul en seçkinleri arasında Nardini ve<br />

Manfredini’nin adlarını sayabileceğimiz birçok kemancı ve keman müziği<br />

bestecisi yetiştirmiştir. Tartini keman için sayısız yapıt yazmıştır. Keman<br />

müziğinde Tartini özellikle, karşıt öğeler kullanmasıyla, melodik çizgilerle<br />

gösterişli geçitler arasında nitelik ayrılıklarını gözetmesiyle anılır.<br />

On sekizinci yüzyılın ilk yansının en ünlü, en saygın müzikçisi, Tarti-<br />

' ni, ya da Scarlatti ya da Rameau ya da Bach, Telemann, Haendel değil,<br />

Antonino Vivaldi (1678-1743) idi. N e var ki Vivaldi, ömrünün son yıllarında<br />

kendi vatandaşlarının nankörlüğü yüzünden mutsuz bir hayat sürmeye<br />

başlamış, ölümünden sonra da iki yüzyıla yakın bir süre on sekizinci yüzyılın<br />

gölgede kalmış bestecilerinden biri olarak arada bir adı anılmış, müziği<br />

ancak günümüzde yeniden aydınlığa kavuşmuştur. Bach da ölümünden<br />

sonra unutulmuştu; Bach’ı müzik dünyasına yeniden tanıtan Mcndelssohn<br />

bu ara, Bach’ın büyük saygı beslediği ve birçok yapıtını aktarmalar ve düzenlemeler<br />

yoluyla başka ortamlar içinde hazırladığı Vivaldi’yi de "keşfetmiştir".<br />

Vivaldi, hem besteci, hem orkestra şefi, hem de öğretici bir keman<br />

virtüözü olarak çağının Avrupa'sında eşsiz bir besteci olarak ölmüş,<br />

gitmişti. Bugün Vivaldi müziğinin gerçek kapsamı ve anlamıyla tanınması,<br />

bu bestecinin, on sekizinci yüzyılın ilk yansımn en önemli yaratıcılarından<br />

biri, belki de en önemlisi olduğunu anlatıyor.<br />

Vivaldi'nin önemi, eserlerinin anlam ve anlatım gibi daha öznel kavramlarla<br />

ilgili değerleri yanında, müzik biçimlerinin gelişmesine sağladığı<br />

hızlanma yönündendir. H er ne kadar Törelli, ilk keman konsertosunu yazan<br />

kişi olarak tanınırsa da Vivaldi, bu biçimi gelecek günlerin bestecilerinin<br />

örnek olarak kullanacakları ve geliştirecekleri özelliğe ulaştıran, tek<br />

çalgıcı ile orkestranın karşılaşması tekniğini geliştiren ilk besteci olduğu gir<br />

bi, Haydn ve Stamitz’den önce senfoni biçiminin ilk öğelerini de sunmuştur.<br />

Müzikle birlikte hayat yolu diye papazlığı da seçmiş olan Vivaldi, kırmızı<br />

saçlarının gösterişi yüzünden, "kırmızı papaz” diye anılırdı; Venedik’te<br />

bir yetim evinin, Ospedale della picta’nın yöneticiliğine atanan Vi-<br />

, valdi, bu kurumun müzik çalışmalarını geliştirmiş, yalnız yetim kızların<br />

alındığı bu kurumda olağanüstü icra başarısına erişmiş bir koro ve<br />

orkestra kurmuştu. Bir zamanlar daha çok keman konsertolârıyla -b u ara<br />

Mevsimler adını taşıyan ve her biri bir mevsimi anlatan dört tane keman<br />

konsolosundan kurulmuş dizisiyle- tanınan Vivaldi’nin başka biçimlerde<br />

yazdığı eserleri, operaları, oratoryoları, "senfonileri bugün gitgide tanınmaktadır.<br />

Vivaldi’nin yapıtlarının yeniden tanınmasını gözeten çalışmalar<br />

sonunda, başka biçimlerde birçok eser yanında, 450’dcn fazla konsertosu,<br />

yüze yakın sonatı, on iki senfonisi, elli kadar opera ve oratoryosu ortaya<br />

çıkmıştır. Yalnız Bach’ın değil, Haendcl’in, Tartini’nin, Leclair’in ve çağın<br />

başka bestecilerinin onu bir yol gösterici olarak tanıdıkları anlaşılmıştır.<br />

52


TELEM ANN VE BACH<br />

Çağın Almanya’sının aşağı yukan bir Vivaldi kadar ünlü, ne var ki<br />

sonradan Vivaldi gibi karanlığa gömülmüş, bugün de henüz yeniden tümüyle<br />

ünlenmemiş bir bestecisi, Georg Philipp Telemann (1681-1767) idi.<br />

O günler Almanya’da Telemann’m saygınlığı, Bach’ınkine kıyasla, çok daha<br />

üstündü. Örneğin Leipzig’de Thomas Kilisesi’nde Kuhnau'nun ölümü<br />

üzerine açılan kantorluk ödevine Bach, ancak Telemann bu ödevi bütün<br />

yalvarmalara rağmen reddettiği için atanabilmişti. Kantor Kilisede baş müzik<br />

yöneticisidir. Thomas Kilisesi gibi bir de şarkı okulu olan kiliselerde<br />

hem de başöğretmendir. Telemann, kendi kendini yetiştirmiş, öğrenimini<br />

başka bestecilerin müziğini inceleyerek yapmıştı; asıl, Leipzig Üniversitesinde<br />

hukuk ve dil eğitimi görmüştür: Bununla birlikte müzikteki ustalığı<br />

öylesine yüksek, verimliliği öylesine şaşırtıcıydı ki, Telemann’ın yapıtlarına<br />

sayı bakımından erişebilmiş besteci yoktur denebilir. Sayılabilmiş besteleri<br />

arasında 600 kadar Fransız usulü uvertür, 32 oratoryo, birçok kantat, motel,<br />

opera, orkestra ve oda müziği eseri vardır. Telemann’ın bestelerinin<br />

sayısını verirken şimdilik "birçok" deyimiyle yetinmek zorundayız. Çünkü<br />

bestecinin kendi bile kendi yapıtlarım sayamamıştı; bugün, Telemann’m<br />

öneminin tanınmasıyla birlikte, bestelerinin tam bir katalogunu çıkarma<br />

yolunda da çalışmalara girişilmiştir; bu çalışmalar henüz sona ermiş değildir.<br />

Telcmann’ın yirminci yüzyüda kavuştuğu aydınlığın Vivaldi’ninki kadar<br />

güçlü olmaması ve bu çalışmaların biraz yavaş ilerlemesinin nedeni<br />

olarak gösterilebilir. Yeni biçimler, yeni birleşimler aramış, geleneksel çokses<br />

yazısını, çağının özellikle İtalyan etkisindeki beğenileriyle birleştirmiş<br />

olan Telemann, Bach’ı, Mozart’a bağlayan geçiş evresinin kalburüstü bir<br />

bestecisi olarak yükselmiştir.<br />

Vivaldi ve Telemann’m gitgide ışığa kavuşmasıyla, on sekizinci yüzyılın<br />

ilk yarısının en önemli yaratıcısı olarak Johann Sebastian Bach’a<br />

(1685-1750) kazandırılan üne gölge düşeceği yolunda bir görüş söz konusu<br />

olabilir idiyse de, yüzyılımız ilerledikçe, sanat müziğini yaymakla görevli kişilerin,<br />

işlerini kolay yollardan yürütmek amacıyla, saptanmış değerlere,<br />

bellenmiş adlara bağlı kalma eğilimleri, Bach’ın adındaki yücelik çağrışımını<br />

pekiştirmiştir. N e var ki Bach’ın sanatının da henüz -h iç olmazsa orta<br />

müziksever için- aydınlatılması gereken yanlan eksik değildir. İleri gelen<br />

çağdaşlan gibi ölümünden sonra unutulan Bach’ı Mendelssohn’un bulup<br />

ortaya çıkarması, Bach’ın müziğinin -Telemann ya da Vivaldi’ninkinden<br />

daha geniş çapta- Mendelssohn çağının, romantik çağın, on dokuzuncu<br />

yüzyılın müzik anlayışı açısmdan yorumlanması gibi ters bir duruma yol açmış<br />

ve bu durum ancak günümüzde, müzik bilginlerinin araştırmalannın<br />

halka da yayılması yolundaki çabalann etkisiyle, değişmeye yüz tutmuş ve<br />

Bach'ın gerçek çehresiyle, müzik tarihi içindeki gerçek durumuyla tanıtılmasına<br />

doğru gidilmeye başlanmıştır.<br />

53


H er ne kadar Vivaldi, Telemann, Rameau ya da Couperin’in, anlatım<br />

gibi, öz gibi daha öznel yargılara uyabilecek açılardan, Bach’a kıyasla<br />

daha çekici, daha ilgilendiriri müzikler yazmış oldukları söylenebilirse de,<br />

müziğin doğrudan doğruya "maddi" öğeleri bakımından Johann Sebastian<br />

Bach’ın bütün çağdaşlarının üstüne yükseldiğini tanımak gerekir. Gerçi Schumann’ın<br />

Bach’tan "din, kurucusuna ne borçluysa, müzik de Bach’a onu<br />

borçludur" sözündeki aşırılık, dinin kurucusunun tek bir kişi olmaması gibi<br />

(belki Schumann kendi bağlı bulunduğu dini tek din olarak görüyordu),<br />

müziğin de kurucusunun Bach olmaması bakımından, apaçık ortadadır.<br />

Ancak, Bach’m, on sekizinci yüzyılın başma kadar müzik sanatmı geliştirenlerin<br />

bu sanata kazandırdıklarım özetlemesi, hem de geleceğin müziğinin<br />

teknik öğelerini hazırlamış olması Schumann’ın bu aşırılığına bir sınıra<br />

kadar anlam verebilir. Bach’ı "yüzlerinden biri geçmişe, öbürü geleceğe<br />

dönmüş bir ayna" diye tanıtan söz de, onun müzik tarihindeki durumunu<br />

anlatan uygun bir benzetmedir. O çağa kadar gelişedurmuş birçok biçimde<br />

(örneğin "süit" biçiminde), birçok yazı tekniğinde, (örneğin "fuga" tekniğinde)<br />

derki yüzyıllarda Bach’ı aşan olmamıştır’. Çağına kadar olup bitenleri<br />

özetlemesi, bu yolda son sözü söylemesi, kendinden sonraki bestecileri<br />

artık yeni biçimler, yeni yazı yöntemleri aramak zorunda bırakması bakımından<br />

Bach’m on sekizinci yüzyıl ortasındaki durumu, Brahms’ın on dokuzuncu<br />

yüzyıl sonundaki durumuna benzetilebilir. Nasıl Brahms’tan sonra,<br />

o güne kadar olup bitenlerle ilintisini koparmış yenilikler gerekiyor<br />

idiyse, Bach’tan sonra da artık geçmişin geniş ölçüde unutulması, yeni biçimlerin,<br />

yeni tekniklerin, yeni yöntemlerin geliştirilmesi, o zamana kadarkilerden<br />

de yalnız, Bach’m çalışmalarında evrimini tamamlayamamış olanlara<br />

başvurulması gerekliydi. Nitekim, ancak bunu yapabilenler, Haydn’-<br />

lar, Mozart’lar, Beethoven’ler ve sonraki yılların büyük yenileyirileri ve<br />

yerleştiricileri geleceğe kalmışlardır.<br />

Johann Sebastian Bach, yenileyıcı olmaktan çok bir yerleştiriridir.<br />

Yenileyiri olmak, kendine özgü müzik yazmak gibi bir amacı da yoktu.<br />

Kendinden önceki ustaların ve kendi çağının ileri gelen bestecilerinin yapıtlarım<br />

alçak gönüllülükle incelemiş, kopyalarını çıkartmış, sağlam işçiliğini<br />

bu yolla elde etmiş, kendine özgü bir müziğe de asıl sağlam işçiliğinden<br />

yararlanarak varmıştır. Yaratış hayatı genellikle üçe ayrılır. Birincisi,<br />

1708’den başlayarak Weimar’da dukalık kilisesinin orgcusu olarak geçirdiği<br />

dokuz yıldır; bu dokuz yıl süresince Bach asıl org yapıtlarım vermiştir.<br />

1717 yılında Cöthen’de Prens Leopold’un müzik yöneticisi olmuş, orada<br />

da çalgı müziği yapıtlarım, bu ara ünlü Brandenburg konsertolannı vermiştir;<br />

1723’te Leipzig’de Thomas Kilisesi’nin kantorluğuna atanmış, bu kez<br />

de din müziği yapıtlarım, bu ara Si minör Missa’sını, Haçlanma müziklerini<br />

(Passion’lannı) yazmıştır. Missa’da Bach, Palestrina’nın geliştirdiği bu<br />

biçimde ilerki besteciler için artık söylenecek yeni bir söz, biçim ve teknik<br />

bakımından yapılacak bir başka yenilik bırakmamıştır, Passion müziğinde<br />

54


ve kilise kantatlarında da Bach, Heinrich Schiitz’ün hazırladığı bu ortamlarda<br />

özellikle anlatım bakımından yükselmektedir. Dindışı kantatlarında<br />

Bach, opera yazmış olsaydı, özellikle komik opera (opera buffaj yolunda<br />

İtalyanları gölgede bırakacak bir usta diye anılabileceğini düşündürmektedir.<br />

"Chorale prelüde" biçiminde, kendinden önceki ustalar, Sweelinck, Scheidt,<br />

Pachelbel, hele Buxtehude öylesine aşılmaz kesinliklere varmışlardı<br />

ki, Bach ancak imgelem genişliği ve anlatım nitelikleriyle bu biçime önemli<br />

örnekler kazandırmış oldu. Çalgı müziğine gelince, Corelli ve Vivaldi gibi<br />

İtalyan ustaların çalgı müziği eserlerini Weimar’da bulunduğu sıralarda<br />

tanıyan Bach, özellilde Vivaldi’nin konsertolannın etkisinde kendi konsertolannı<br />

bestelemiştir. Brandenburg konsertolan ise, solo çalgı ile orkestra<br />

için değil, küçük bir çalgı topluluğuyla büyük topluluğun karşılaştırıldığı<br />

"concerto grosso" biçimine uygun yapıtlardır. Bach "İtalyan Konsertosu"nda,<br />

tek çalgı ile orkestranın karşılaşmasına dayanan konserto tarzım, orkestrasız<br />

bir klavsenin bünyesine uygulamıştır. Org müziğine gelince, Frescobaldi,<br />

Froberger, Schein ve Buxtehude’nin bu ortama kazandırdıkları<br />

öğeleri Bach, kendinden sonra yazılan org yapıtlarının soluk ve önemsiz<br />

kalmalarına yol açacak gibisinden işlemiştir. Klavsen ve klavikord için yazdığı<br />

müzikler, bu ara "Eşit Aralıklara Göre Akorlanmış Klavye" adı altında<br />

toplanmış, majör ve minör ses dizilerinin bütün tonlarda kullanıldığı 48<br />

prelüd ve fuga, İngiliz ve Fransız süitleri, bugün özellikle piyano eğitiminde<br />

kullanılan iki ve üç sesli "inventionTar Bach’ın kuramcı yanının olduğunca,<br />

aldatıcılığının da simgeleridir. Bach’ın kuramcı yanı asıl "Fuga Sanatı”<br />

adım taşıyan ve hiçbir çalgı düşünülmeden, soyut bir ortam için hazırlanmış<br />

fugalar dizisidir, özellikle bu yapıt, kuramsal kontrapunta yazışma<br />

artık Bach’dan sonra yeni bir şey getirilemeyeceğinin tanıtıdır. Bach’m ardından<br />

yeni bir çağ açılmak zorundaydı; Bach’m geliştiremediği evrimlerini<br />

tamamlatamadığı biçimler ve yazı yöntemleri bu yeni çağın temeli olacaktı.<br />

Bach’m, ömrü boyunca olduğu gibi, ölümünden sonra da on yıllarca<br />

ilgi görmeyişi, ilerici, devrimci, deneyici bir besteci olmayışı, müziğe yeni<br />

bir şey kazandırmayışı, yalnızca eski biçimlerle uğraşmış olması yüzündendir.<br />

Mendelssohn’dan başlayarak Bach’a gösterilen ilginin gitgide artması<br />

ve bu bestecinin bugün sonuçta kütlelerin sevgilisi olup çıkması bir yandan<br />

eşine seyrek rastlanır ustalığı, öte yandan da müziğinin tinsel değerleri<br />

etkisiyledir. Çağında bir yenileyici olup olmamasının Bach'm bugünkü<br />

durumunu belirtici bir etkisi olmamıştır. Eninde sonunda bir sanatçının geleceğini<br />

de çağının ilerici akımlan içindeki durumundan çok, biçim-öz birleşmesinin<br />

çözümlenmesi güç sorunlan belirtir. Tek başına "maddi" yenileyicilik<br />

bir sanatçının ancak tendi çağdaşlarım ilgilendiren ve tarihin akımı<br />

içinde yalnızca bir olay gibi kalan, şanatçının kalınlığım ancak zaman ve<br />

yer tanımayan evrensel ve kişisel değerlerle birleştiğinde yönelten bir etken<br />

olmuştur. Sanat tarihine geçmiş, ölümsüzlüğe kavuşmuş sanatçılardan<br />

pek çoğunun hem de yenileyici kişiler olmaları bu gerçeği yalanlamaz.<br />

55


Çünkü Badı gibi yenileyin olmadığı halde, ölümsüzlüğe varmış ayrıklıkların<br />

yanmda, yalnızca bir yenileyin oldukları için unutulup gitmiş olanlar<br />

davardır.<br />

Bach ailesinin birçok üyesi vardır. Bıinlann başlıcalan hep müzikçidir.<br />

Johann Sebastian’m babası Johann Abrosius, on yedinci yüzyılın büyücek<br />

bir ün kazanmış orgculanndandı; amcası Johann Christoph, Arnstadt’ta<br />

saray kemancısıydı; yeğeni (Christoph’un büyük oğlu) besteci ve<br />

klavsen yapıcısıydı; ağabeyi, bir başka Johann Christoph, Bach’a klavye çalmayı<br />

öğretmiştir; büyük oğlu, Wilhelm Friedmann, Bach'm büyük umutlarla<br />

bağlandığı bir müzikçi olmuş, çağında önemli ödevlere atanmış, ne var<br />

ki sonra bir serseri olup çıkmıştır; gene de, Wilhc!m Friedmann Bach’m<br />

bUinen eserleri, kendine özgü derin anlatım özellikleri taşırlar; Bach’ın<br />

üçüncü oğlu, "klasik çağ" müziğinin evriminin önemli etkenlerinden biri<br />

Cari Philipp Emmanuel, en küçük oğlu Johann Christian ile birlikte, bundan<br />

sonraki bölümde konumu2 olacaktır.<br />

RAM EAU VE COUPERİN<br />

Bach gibi, Couperin adı da, üyeleri arasında birçok müzikçinin bulunduğu<br />

bir ailenin adıdır. Aüenin en ünlü, en başarılı üyesi François Couperin<br />

(1668-1733) de, Bach ailesinin seçkin üyesi Jojıann Sebastian’la birçok<br />

ortak yan taşır. İkisi de orgcu ve klavsendydi; ikisi de kuramcıydı; ikisi de<br />

olağanüstü yetide bestecilerdi. Aralarındaki başlıca ayrılık bîrinin, yerinde<br />

olarak "Le Grand" (Büyük) takma adıyla anılan Couperin’in, müzik sanatının<br />

o çağa kadarki biçimleriyle ve davranışlarıyla yetinmeyip yeni yollar<br />

aramasıydı. Bu açıdan Couperin, anlatıcı, tanıtıcı müziğinin öncülerinden<br />

biri olmasıyla anılır. Onlnes adını verdiği süitlerinde Couperin, müzik dışı<br />

türlü olayı ve görünüşü anlatmıştır. Bunların arasında, Manon, Mini, Reine<br />

adlarını taşıyan parçalarının da gösterdiği gibi, tanıdık kişilerin seslerle<br />

yapılmış portreleri, Rossigııol en aınoıtr (Aşık Bülbül) gibi benzetiş parçaları,<br />

Les Moissoneurs (Ekin Biçenler) gibi kır görünüşlerinin anlatıldığı<br />

parçalar vardır. Couperin’in anlatıcı müziği Watteau’nun tablolarıyla kıyaslanır.<br />

Tıpkı, iki yüzyıl kadar sonra, bir başka Fransızın, Claude Debussy’-<br />

nin anlatıcı müziğinin izlenimci (impressioniste) ressamların eserlerine benzetilmesi<br />

gibi... Nitekim Couperin, yirminci yüzyıl başlangıcı izlenimciliğinin,<br />

Debussy ve Ravel gib'i büyük Fransızların hazırlayıcısıdır.<br />

Couperin’in müziği, "maddi” açıdan da yirminci yüzyıl Fransızlannı<br />

etkilemiştir. 1716 yılında yayınladığı L ’Art de toucherle ciavecin (Klavsene<br />

Dokuma -Sanatı) adını taşıyan kuramsal kitabı parmak durumları, dokunma<br />

yöntemleri, süslemelerin seslendirilmesi gibi klavye çalma ustalığıyla ilgili<br />

birçok eğitim bilgisi taşımaktadır. Bu yapıtın, Johann Sebastian<br />

Bach’ın klavye üslûbuna kesin bir etkisi olmuştur. Bach'ın hem de, Couperin’in<br />

klavye çalma yöntemini (Methode'mu) incelediği, bu yapıtta yer<br />

56


alan ve Couperin uslûbunun simgesi prölude’leri kopya ettiği bilinir.<br />

Buna karşı Couperin de, İtalyan bestecilerinin, özellikle Corelli’nin<br />

etkisinde gelişmiştir. Corelü’nin geliştirdiği "Trio-sonat" biçimini Fransa’ya<br />

getiren odur. Le Pamasse ou l'Apothiose de Corelli adım taşıyan trio-sanatı<br />

Fransız ustanın, İtalyan ustaya olan saygısının anlatılışıdır.<br />

Couperin, klavsenciliği yarımda, orgcuydu da. Ömrünün büyük bir bölümünü<br />

Paris’te Saint-Gervais kilisesinin orgcusu olarak geçirmiştir, ö lü ­<br />

münden sonra uzun bir süre Couperin’in, orgculuğuna rağmen, hiç org<br />

müziği bırakmadığı sanılırdı. Ancak sonraki araştırmalar onun org için birçok<br />

parça yazmış olduğunu ortaya koymuştur. Bunların yanında, Couperin,<br />

kilise için de eserler yazmış olmakla birlikte asıl dindışı müziğiyle, hele<br />

klavsen müziğiyle ve -hangi çalgılar için hazırlandığım belirtmediği-<br />

Concerts royaux ile tanınır. Böylece, Couperin’in müziği üç bölüme ayrılır:<br />

1) Kral için yazdıkları; 2) Kilise için yazdıkları; 3) Halk için yazdıkları.<br />

Çağm, Couperin’in gölgesinde kalmış Fransız müzikçileri arasında Nicolas<br />

Clarembault (1679-1749), Louis Marchand (1669-1712), Claude Daquin<br />

(1694-1772) gibi orgcu ve klavsencileri sayabiliriz. Öte yanda, Corelli<br />

etkisiyle Fransa’da, hele trio-sonat biçimi yoluyla, oda müziğinin-yayılması<br />

ve Fransız müzikçileri arasmda İtalyan hayranlığının alıp yürümesi Couperin’i<br />

çoğu kez müziğini önce bir İtalyan takma adıyla sunmak, ancak yazdığı<br />

tuttuğunda kendini açıklamak zorunda bırakmıştı. Louis Joseph Francoeur<br />

(1698-1787), Bodin de Boismortier (1691-1765), Michel Correttc<br />

(1709-1795) gibi besteciler, türlü oda müziği toplulukları için, bu ara çağın<br />

beğenüerine uyarak flütün baş çalgı olduğu topluluklar için, hem de keman<br />

ve klavye için müzik yazmış besteciler arasmda adları ilk ağızda akla<br />

gelenlerdir. Keman müziği söz konusu olunca çağın Fransa’daki en önemli<br />

keman uslûpçusu Jean-Marie Leclair'i yeniden anmamak elde değildir.<br />

Couperin yanında, on sekizinci yüzyılın ilk yarısı Fransa’sının en<br />

önemli bestecisi Jean-Philippe Rameau (1683-1764) idi. Rameau deyince<br />

akla hemen opera gelir. Rameau, armonik eşliklerinde operayı zenginleştirmiş,<br />

orkestranın olanaklarım araştırmış ve geliştirmiş, recitativo’yu olsun,<br />

aryayı olsun daha anlatıma bir yola götürmüş, koroyu "dramatik" etkiyi<br />

arttırma amacıyla kullanmıştır. Fransa'nın kendinden önceki en saygın<br />

opera bestecisi Jean-Baptiste Lully (1632-1687), Rameau’nun Hippolyte et<br />

Aricie operası oynandığında, öleli yarım yüzyıla yakın bir süre geçmiş idiyse<br />

de, Rameau karşısında başlıca rakip diye gene Lully’yi görüyordu. Özellikle<br />

müziğinin armonik yenilikleri çağdaşlarım şaşırtıyor, çevre hep<br />

Lully’yi arıyordu. Günümüzde yeterince tanınmayan Lully’nin kendi çağında<br />

kazandığı büyük ün, Fransız operasmın başlıca kurucularından biri olarak<br />

doldurduğu görev yanında, müziğinin çekici, etkileyici nitelikleriyle de<br />

doğrulanmaktadır. Rameau’nun başlıca savunucularından biri, bestecinin<br />

birçok operasının librettosunu yazan Voltaire oldu. Voltaire "Rameau’nun<br />

temsil ettiği yeni uslûbu ancak sonraki kuşaklar anlayabilir" diyordu. İleri-<br />

57


likleri çağında gereğince anlaşılmış olsun olmasın Rameau gene de, Castor<br />

et Pollwc operasıyla saygınlığının en üst katma erişti; Fransa'nın çağındaki<br />

en önemli bestecisi sayılmaya başladı.<br />

Rameau ilk operasını 47 yaşındayken yazmıştı. Daha önce türlü biçimlerde<br />

yapıtlarıyla, bu ara klavsen müziğiyle, bunların yanında da özellikle<br />

kuramsa] çalışmalarıyla tanınmıştı. Usta bir klavsen, org ve keman<br />

çalgıcısı olan Rameau, armoni alanında ve genellikle besteleme yöntemlerinde<br />

kendi kendini yetiştirmiştir. En ünlü kuramsal yapıtı olan armoni kitabını<br />

(Trait£ de l ’harmonie’yi) Clarmont-Ferrand’da orgculuk yaptığı sıralarda<br />

hazırlamış, kitabı kırk yaşındayken Paris’te yayınlatmıştır. Armoni biliminin<br />

ilk temel kitabı sayılan bu yapıtında Rameau, herkesten önce,<br />

akorlann çevrilmeleri kurallarım sağlamlaştırmış, ortak akor yoluyla üçüncülere<br />

dayanarak akor kurma yöntemini sunmuş, baslara dayanarak akor<br />

ilerlemelerini geliştirmiştir. Armoni kitabı yanında Rameau’nun birçok kuramsal<br />

çalışması daha vardır.<br />

Opera besteciliğine başlamadan önce, kırk yaşındayken, sahne için<br />

birtakım kısa parçalar yazan Rameau’nun ilk operası, getirdiği yenilikler<br />

yüzünden başarısızlığa uğramış olmakla birlikte, birkaç yıl içinde kazandığı<br />

ün ona hem de Kralın oda müziği besteciliğine atanmasını sağlamıştır.<br />

Rameau’nun opera bestecisi olarak ünü bütün Fransa’da tanındığı sıralarda<br />

Giovanni Battista Pergolesi’nin (1710-1736) La serva Pudrvna buffa<br />

operasının Paris’te kazandığı büyük başarı Rameau ve Lully’yi tutanların<br />

İtalyan operasma, özellikle komik operaya, buffa operaya savaş açmalarına<br />

sebep oldu. Opera buffa, savaşçı!arca "ortak düşman" sayılıyordu. Savaşa<br />

"Guerre des bouffons" (Palyaçolarla savaş) adı verilir. Rameau’cular ve<br />

Lully’ciler, savaşta, aydın çevreyi, sanatın ancak bu yolda çaba gösteren kişiler<br />

için olduğu görüşünü savunanları temsil ediyorlardı; karşılarında da,<br />

Pergolesi, Durante, Jomelli, Da Capua gibi, tembel dinleyici için eğlendirici,<br />

hafif operalar yazan İtalyan bestecilerin temsil ettiği bir cephe vardı.<br />

Savaş saraya kadar bile ulaştı. Kral ve Madame de Pompadour aydınlan,<br />

Kraliçeyse eğlence yanından olanları tutuyordu. Rameau’nun karşısında<br />

yer alanlar arasında, Serva padtvna’nm etkisine kapılıp Le Devin du village<br />

(Köyün Falcısı) adlı zararsız, önemsiz bir de opera yazan saygın düşünür<br />

Jean-Jacques Roussea (1712-1778) da vardı. Sanatta doğaya doğru yönelmeyi<br />

salık veren Rousseau’yu Pergolesi’de etkileyen, müziğinin taslamalardan<br />

uzak oluşu, yalınlığı, hafifliğiydi. Rameau’nun temsil ettiği sanat onca,<br />

bilgiçsi Mertliklerden, anlaşılması güç karmaşık ve gürültücü seslerden<br />

ve gerçeklerle ilintisiz can sıkıcı konulardan kurulmuştu.<br />

58


G LU CK VE HAENDEL<br />

Çatışan iki görüş arasında, çatışmalara doğrudan doğruya katılarak<br />

değilse bile yapıtlarıyla, uzlaşmayı sağlayan, Viyana ile Paris arasında mekik<br />

dokuyan bir Alman, Christoph Willibald Gluck (1714-1787) oldu. Paris’te<br />

sanat çevrelerinin ikiye ayrılmasına yol açan İtalyan operası, İtalya’­<br />

nın ciddi operası (opera seria) değil, hafif operası, opera buffa’ydı. Opera<br />

buffa, ciddi operaların bölümleri arasında sunulan ve seyircilerin biraz kafa<br />

dinlemelerini sağlayan kısa bir ara-oyun’du. Ancak, opera buffa’mn eğlendiriciliği,<br />

asıl operadan, ciddi operadan daha çok halkın hoşuna gidiyordu.<br />

İtalyan hafif operası bunun üzerine ciddi operadan ayrı olarak oynanmaya<br />

başlamış, bağımsızlığa kavuşmuştu. Oysa Gluck her şeyden önce, ciddi<br />

opera alanındaki başarılarıyla geleceğe kalmış bir bestecidir. İtalyan tarzı<br />

operalarda, bu ara hafif operalarda da becerikliliğini denemiş olan besteci<br />

Paris’te, sanatm doğaya doğru yönelmesi düşünüşünde Rousseau’yla<br />

görüş birliğine varmış, ancak tatlı diliyle ünlü feylesofu daha ılımlı olmaya<br />

götürmüştü. Sanat, bu ara müzik, hele halkın büyük rağbet gösterdiği opera,<br />

daha yalın, daha hafif olmalıydı gerçi ama, bu ille de birtakım bayağılıklara<br />

boyun eğmekle gerçekleşmemeliydi. Nitekim, halkın çok tuttuğu<br />

bir tür olan pasticcio'â&n, şunun bunun aryalarının, bir sanat yaratısının<br />

kuruluş nedenleriyle ilintisiz olarak art arda dizilmesinden ortaya çıkan ve<br />

asıl şarkıcıların ses gösterişine fırsat veren "biçim"den uzaklaşılmalıydı.<br />

Yalınlığa doğru yönelirken Gluck, eski Yunan sanatım ülkü diye gözetti.<br />

Onca artık, opera sanatım şarkıcıların gösteriş amaçlarından kurtarıp<br />

sağlam, tutarlıklı bir biçime kavuşturmak gerekiyordu. Bunun başlıca<br />

yollarından biri de recitativo ile aryayı, birbirinden ayrı, birbiriyle uyumsuz<br />

bu iki öğeyi kaynaştırmak birleştirmekti. Daha önce yazdığı operalar<br />

ya opera seria’hin tatsızlığına, ya opera buffa’ıun hafifliğine ya pasticcio’i&r<br />

nn besteciyi basit bir taklitçi yapan özelliğine ya da bütün bu İtalyan biçimlerinin<br />

Fransa’da aldığı görünüşlere uygun, Gluck’un gelişe duran görüşlerini<br />

tam anlamıyla yansıtmayan yapıtlardı. Bestecinin ülküsü ilk olarak,<br />

1767 yılında Viyana’da oynanan Aiceste operasında gerçekleşti. Daha<br />

önceki operalarından Orfeo ed Euridice (1762) gerçi, Gluck’un görüşleriyle<br />

yönetilmiş bir opera tekniğinin uygulandığı ilk örnekti ama Gluck ülküsü<br />

en başarılı anlatımını önce Aiceste‘üt, sonra da Paride ed Elena’üz<br />

(1770) ve Iphigenie en Tauride’ü t (1778) buldu.<br />

Gluck’un opera anlayışım, şu sözleri pek güzel özetleyebilir. Onca tiyatro<br />

müziğinin görevi "durumların ilgi çekiciliğine ve duyguların anlatımına<br />

güç kazandırmak ve olayların akışısan engel olmamak, gereksiz süslemelerle<br />

olayları soğutmamaktır." Gluck’un opera anlayışında, olayla ilintisiz<br />

müzik, olayı durduran belgeler, şarkıcı-oyuncunun ses gösterisinde bulunmak<br />

için sahnenin önüne gelip orada kımıldamadan aryasını okuması<br />

gibi öğeler ve davranışlar, temel tutum olarak, yoktu. Müzik artık sözün<br />

59


duygusal niteliklerine boyun eğmek, onları desteklemek zorundadır.<br />

Gkıck'un görüşleri opera sanatının kimliğini değiştirmiş, NYagner’i etkilemiş<br />

ve yirminci yüzyıl operasını hazırlamıştır.<br />

1714 yılında Gluck, operalarından üçünü Haymarket Theater’da oynatmak<br />

için Londra’ya gittiğinde, o günlerin en saygın opera bestecisiyle,<br />

Georg Friedrich Haendel (1685-1759) ile tanışmıştı. Haendel’in müziğini<br />

de ilk orada dinlemiş, duyduğu ilgiyle bestecinin yapıtlarını incelemiş, Haendel’in<br />

opera partisyonlarından çok şey öğrenmişti. Haendel’in sanatmı<br />

bir yandan İngiliz çevresi, öte yandan da İtalyan operası, hem de doğuşça<br />

Alman oluşu biçimlendirmiştir. Kırktan çok opera yazmıştır ama bugün<br />

bunlardan hemen hemen hiçbiri opera kurumlarının alışılmış dağarlarında<br />

sık sık yer almamaktadır. Kimi eleştirmen, Haendel’in opera sanatına yeni<br />

hiçbir şey getirmediğini, günündeki biçim ve yöntemleri işlemekten öteye<br />

gidemediğini, kimisi de "Haendel sanatının anahtarının operalarında olduğunu"<br />

ileri sürer. Birbirleriyel uyuşmaz gibi görünen bu iki görüşte, aslında<br />

bir çelişme yoktur. Gerçi Haendel, bir Gluck gibi, opera alanında yenileyici<br />

değildi ama bu, operalarının önemini düşürmez. Nitekim, Haendel<br />

yalnız oratoryo, "concerto grosso", org ve klavsen müziği açısından görüldükçe,<br />

bu bestecinin başarılarım gereğince anlamak güçleşir ve sanatı üze- •<br />

rinde yanlış yargılara yol açılabilir. Hem, Haendel operaları, özellikle A l­<br />

manya’da, yirmi yüzyılda, yeniden “canlandınldığı" zaman, öteki yapıtlarına<br />

olan ilgi de artmaya başlamıştır. Böylece hem de, on dokuzuncu yüzyıl<br />

inançlarının tersine, "modem" dinleyicinin, bu operaları günü geçmiş, bayatlamış<br />

şeyler sayması için neden olmadığı da görülmüştür. Bestecinin,<br />

operalarındaki başlıca kişilerden her birinin karakter özelliklerini ayrı açılardan<br />

ele alan, böylece bir çoğaltma ve birleştirme yoluyla o kişiyi dinleyiciye<br />

sunan yöntemi, operalarındaki dramatik tekniğin başlıca özelliklerindendjr.<br />

Bir örnek, Rodelinda operasında, yapıta adım veren kişinin on tane<br />

aryayla temsil edilmesidir. Bu aryalardan her biri Rodelinda karakterinin<br />

bir yanım aydınlatır.<br />

Gene de, şunu belirtmek gerekir ki, Haendel operaları bu biçimin evrimindeki<br />

son söz olmaktan çok uzaktırlar... Bestecinin 46 operası, bu ara<br />

Giulio Cesare, Ezio, Radamisto, Serse, opera sanatının Haendel’in gününe<br />

kadaıki gelişmelerinin bir özetidir ve en başarılı, en olgun örnekleridir.<br />

Bu yolda bir gözlem Haendel’in oratoryoları için de uygun düşer. Bu alanda<br />

Haendel’in henüz önemli sayılabilecek bir ölçüde aşılmamış olması, on<br />

sekizinci yüzyılın ikinci yansından başlayarak bestecilerin oratoryo biçimini<br />

bir deney alanı olarak görmemeleri yüzündendir. Haendel’den sonra yazılan<br />

oratoryoların pek çoğu onun sağlamlaştırdığı temellere dayanmaktadır,<br />

ana yoldan aynlanlar ve oratoryo kalıpları dışına doğru kayanlar olmuştur<br />

ama hiçbiri Haendel’in bu alandaki yerini sarsacak, ya da yarımda<br />

bir yer alabilecek kadar güçlü değildir.<br />

Haendel’in otuzdan fazla oratoryosundan en ünlüsü, Haendel adı ge­<br />

60


çince ilk akla gelen yapıt, Mesih oratoıyosu, yaratış oluşumunun en yüce,<br />

hem de en şaşırtıcı örneklerinden biridir. İşte yargıcısını, sanat ürünlerinin<br />

değerlendirilmesinde başvurulan, ölçüye, sayıya gelir dayanaklardan vazgeçiren<br />

bir yaratı daha! Bugün, hangi dilden, hangi ulustan, hangi görenekten<br />

olursa olsun, Mesih'in anlatım gücüne, duygu akımına, büyüleyici etkisine<br />

kendisini kaptırmayan dinleyici yoktur. N e var ki bu eşsiz yaratı bir<br />

yandan da Haendel üzerindeki yanlış yargıların desteği gibi kullanılmış,<br />

bestecinin yaratış hayatında Mesih’in olağanın dışında bir olay, bir ayrıklık,<br />

Haendel’in yaratış gücünü temsil etmeyen bir örnek olduğu öne sürülmüştür.<br />

Öte yandan bu yapıt hem de, Haendel'in yalnız bir kilise bestecisi<br />

olarak gereksiz bir ün yapmasına yol açmıştır. Gerçi Haendel inançlıydı;<br />

fakat asla sofu olmayan bir kişiydi. Nitekim, başta Mesih olmak üzere, Haendel’in<br />

bütün oratoryoları kilisenin dar görüşünü yansıtmaktan çok uzaktırlar;<br />

buna karşı din duygularının verdiği esinle dramatik anlatıma ulaşma,<br />

bestecinin oratoryolarında gözettiği başlıca amaçtır. Bu bakıma oratoryolarına,<br />

operalarının sahne dışma uzanması diye bakılabilir, öbü r çalışmalarına,<br />

"concerto grosso"larına, org konsertolanna, klavsen süitlerine ve<br />

diğer çalgı müziği bestelerine gelince, bunlarda Haendel, çağının herhangi<br />

bir iyi bestecisi olma durumundan ileri gitmiş sayılamaz. Bu besteleri, opera<br />

ve oratoryolarının anlatım gücü yanında, oldukça soluk kalmaktadırlar.<br />

61


ON SEKİZİNCİ YÜZYILIN İKİNCİ YARISI:<br />

YENİ BİR TÜME VARIŞ<br />

Rousseau’nun, kendi sevimli ve kolay anlaşılır besteleriyle desteklediği<br />

hafif, yalm, arık bir müzik görüşü hem klasik çağın, hem de romantizmin<br />

kapışım açmış sayılır. Ancak, Rousseau’nun bayrağı altında birleşenlerin,<br />

onun görüşlerini yapıtlarıyla savunanların, müziği doğaya yöneltmek<br />

uğruna, bu sanata gereksiz bir yalınlık, bayağılık getirdiklerini sanmak yersiz<br />

olur. Rousseau’nun görüşleri, Gluck’tan başlayarak, bir birleşimin, bir<br />

uzlaşmanın dürtüsü olmuştur.<br />

Bu ara, klasik çağ sanatının, Haydn ile Mozart’ın simgesi oldukları<br />

sanatm, bir önceki çağın, "barok" denen çağın sanatına kıyasla çok daha<br />

yalm, çok daha kolay olduğu görüşü yanıltıcıdır. Genel olarak Haydn ile<br />

Mozart, karmaşık çokses müziği ustaları diye gösterilen bir Bach ile ya da<br />

bir Haendel ile kıyaslandığında, "klasik” çağı biçimlendiren ustaların müziği<br />

anlatım açısından olduğu kadar, dil bakımından da ilerletmiş olduklarını<br />

unutma eğilimi göze çarpar. Klasik çağın sanatını tanıtmak için kullanılan<br />

elverişsiz deyim, "omofoni' (homophonie) deyimi bu yanlış kavrama<br />

eğiliminin bir tanıtıdır. "Omofoni”, aynı türden seslerin, benzer seslerin, eş<br />

seslerin birleşmesi anlamına gelir. Yalnız bu deyimin kullanılması bile, müziğin<br />

"barok" çağdan sonra ilerlemeyip, gerilediğini öne sürmek sayılabilir.<br />

Neden bu yanlış görüş ortaya çıkmıştır? Denebilir ki, klasik müziği<br />

'barok"a kıyasla daha yalın, demektir ki daha geri görenler, durumu ancak<br />

tek bir açıdan ele almakta, bu yüzden böyle bir yanılmaya kapılmaktadırlar.<br />

Yanılanlann yalınlık-karmaşıklık ayrımındaki ölçülerinde gözettikleri<br />

tek öge, kontrapunta öğesidir. Bu bakıma gerçekten, klasik çağ müziğinin<br />

daha yalın olduğunu tanımak gerekir. Nitekim, Bach’ın müziği her şeyden<br />

önce kontrapuntaya dayanır, oysa Mozart’ınki değil... Bach bir kontrapunta<br />

ustasıdır; dolayısıyla müziğinin bu yönden üstün bir karmaşıklık katına<br />

ulaşması da olağandır. Oysa Mozart’ın müziğinde kontrapunta ana öge değildir.<br />

Demektir ki bu yönden, karmaşıklığa dayanan bir ilerilik yargısı söz<br />

konusu olamaz.<br />

N e var ki kontrapunta, müzik dilinin evrimini incelerken gözeteceğı-<br />

62


miz tek yoldan olmadığı gibi, kamaşıldık da bir evrimin niteliklerini araştırırken<br />

dayanacağımız tek nitelik olamaz, öyleyse, klasik çağ sanatım "barok'<br />

un bir yandan süslemelere olan düşkünlükle kazandığı zenginliğe, öte<br />

yandan renaissance’m çokses ustalarının geleneğini sürdüren bestecilerce<br />

su üstünde tutulan karmaşıklığına kıyasla daha ileri yapan şey nedir? Durumu<br />

armoni açısından ele alırsak da Bach’da öyle akor zincirlenmeleri<br />

görürüz ki bu bakımlardan Mozart hiç de ileri bir duruma geçmiş olmaz.<br />

Daha ileri gidelim, yirminci yüzyıl müziğinin getirdiği armonik ilerlemelerin<br />

bile "barok" çağ eserlerinde bulunduğu ileri sürülebilir ve tanıtlanabilir.<br />

Öyleyse "b an *" müziği bu bakımdan da mı, bırakalım "modem" müziği,<br />

klasik müzikten daha ileri sayacağız? Dar görüşlere saplanırsak, böyle<br />

bir sonuca varmak kolaydır. Oysa, müzik dilinin başlıca üç öğesini, armoniyi,<br />

melodiyi ve bunların türlü birleşimlerini, bir de ritmi, "barok" çağda ve<br />

sonra da klasik çağda kazandıkları durumlar içinde, kapsamlı olarak görürsek<br />

müziğin klasik çağda hiç de sanıldığı gibi bir dil gerilemesine uğramış<br />

olmadığım, tersine, beklenen ilerlemeye vardığım anlarız.<br />

Klasik çağın tarih içindeki durumunu özellikle tanıtan armoni öğesini<br />

ele alalım ve bir önceki çağın armonisiyle kıyaslayalım. Gerçi birtakım<br />

-bugünün açısından "ileri" diye görülen, hem de "dissonance" (kakışma)<br />

sayılabilecek- akorlann Bach’ın müziğinde yer aldığı bir gerçektir. Ancak<br />

bunlar, Bach'm müziğinin genel kuruluşu, genel düşünülüşü içinde ancak<br />

geçici birer ayrıklık olarak kalmaktadırlar. Kendi başlarına birer önem taşımaktadırlar<br />

gerçi, fakat yapının bütününü etkilemekten, düzenlemekten<br />

uzaktırlar. Oysa Haydn ve Mozart'ın müziği asıl bu açıdan, armonik düzenleme<br />

açısından Bach’m müziği karşısında besbelli bir ilerleme gösterir.<br />

"Armonik düzen" deyimiyle akor zincirlenmelerinin bir parçanın yapısıyla<br />

olan ayrılmaz ilintilerini tınlatmak istiyoruz: Kesin armonik ilerlemeler, çıkış<br />

noktasından -yani "tonik"den- uzaklaşmalar ve bu uzaklaşmaların çıkış<br />

noktasıyla olan ilintileri, daha genel bir deyimle bir bestenin düşünülüşünün<br />

armoni gözönünde tutularak gerçekleştirilmesi, bu ara çokses yazısının,<br />

kontrapunta tekniğinin armonik kaygılarla ele alınması, armonik düzene<br />

uyması...<br />

BACH’IN OĞULLARI<br />

Klasik müziğinin ilk önemli bestecileri diye görebileceğimiz iki<br />

Bach’tan, Johann Sebastian’m oğullarından başlayarak, on sekizinci yüzyılın<br />

ikinci yansım nitelendiren yeni mimiğe doğru kesin bir yönelmenin geliştiğini<br />

görüyoruz. Bu bakıma, iki gencin, babalarım "eski kafalı" saymalarına<br />

şaşmamak gerek. Johann Christian Bach’m (1735-1782) bir yapıtma<br />

göz atmak, genç Bach’m yaşlı Bach’a kıyasla sanatında ne kadar ileri gittiğini<br />

görmeye yeter. Akıcılık ve anklık, Johann Christian’ın klasik üslûp<br />

içinde ele alınması gereken bir besteci olduğunun ilk belirtileridir Bu mü­<br />

63


ziğe biraz daha yakınlaştığımızda, yalın bir armonik düzen içinde, dış görünüşündeki<br />

bütün hafifliğe ve arıklığa rağmen, karmaşık bir kuruluş görürüz.<br />

Birkaç akorun zincirlenmesiyle kurulan armonik düzen, bestecinin gelişmiş<br />

ustalığının belirtisi olan işlek, bununla birlikte aydınlığın, seçildiğin<br />

hiç de bir yana bırakılmadığı bir yazıya yol açmıştır.<br />

Öte yandan Johann Christian’da çalgıların kullanılması da Bach’ın bireşimini<br />

yaptığı çağlar süresince olagelmiş alışkanlıklardan belirli bir uzaklaşmanın<br />

örneğidir. Oğul Bach’ın oda müziğinde klavsen artık yalnızca bir<br />

"basso-continuo" çalgısı değildir. Seslerin özgürce işlenmesine klavsen de<br />

katılmakta, yer yer "basso continuo" durumuna geçmekle birlikte yer yer<br />

de susmasmı bilmekte, böylece öbür çalgıların, ilerde daha da gelişecek<br />

olan oda müziği anlayışı içinde birbirleriyle "konuşmalarına" fırsat vermekte,<br />

kimi zaman da bu konuşmaya özgür bir ses olarak katılmaktadır. Klavsenin<br />

bu yolda kullanılması, öteki çalgılara karşıt bir ses olarak dayatılması<br />

hem de, "konserto” anlayışına, konserto biçiminin klasik çağda kazandığı<br />

yeni duruma bir hazırlıktır. İlerde, çok ilerde değil, hemen o yıllarda gelişecek<br />

olan konserto düşünüşünün gerektirdiği üslûp sorunlarım Johann<br />

Christian Bach, oda müziği yapıtlarında bile, ele almakta ve bir çözüme<br />

bağlanmaktadır: Öteki çalgılarla bir "alışveriş", sık sık klavsenin destekleme<br />

görevini bırakıp kendi sözünü söylemesi, kendisine atanan duygulan<br />

anlatması, temalara dayanmayan "geçit"lar (passage) sunması ve buna öteki<br />

çalgıların sessizce eşlik etmeleri, klavsenin sözüne başlayacağının orkestranın<br />

toplu çalışıyla, "tutti"lerle bildirilmesi... Bunlar hep, Johann Christian<br />

Bach’dan sonra iki yüzyıl boyunca gelişecek olan konserto biçiminde<br />

bestecilerin ana yöntemleridir ve hepsine Johann Christiân Bach’ın, diyelim<br />

ki bir kuintetinde, beş çalgı için yazılmış bir oda müziği yapıtında rastlanır.<br />

‘<br />

Şunu da belirtelim ki Johann Christian Bach Londra’da çocuk M o­<br />

zart’ı tanımış, bu kadarla kalmamış, onun koruyucusu, yöneticisi olmuş,<br />

bir yandan da klasik çağın büyük ustalarından kurama Stamitz’in (az sonra<br />

onu da ele alacağız) görüşlerini, öğrettiklerini genç dehaya ulaştırmıştı.<br />

Johann Christian, Bach’ın öbür ünlü oğlunun Cari Philipp Emmanuel<br />

Bach’ın (1714-1788) küçük kardeşiydi. Ondan yirmi bir yaş daha küçüktü<br />

ama öteki dünyanın yolunu da daha önce tutmuştu. Müziği de ağabeyinden<br />

öğrenmişti. Cari Philipp’e gelince, tarihin büyük müzikseverlerinden<br />

Prusya Kralı Friedrich’in sarayında çalışmış, olağanüstü yetenekleriyle birlikte<br />

bu ödevi de ona Avrupa'nın müzik sahnesinde büyük ün sağlamıştı.<br />

İmgelem genişliği, durmak dinlenmek bilmeyen arayıcılığı, klasik çağ ustalarının<br />

hepsinin müziğini nitelendiren a görünürdeki hafiflik ve yalınlık,<br />

buna karşı daha yakın bir incelemede beliren karmaşıklık, bu kabına sığmaz<br />

bestecinin, babasının tersine, kabına sığmaz bir müzik yazmayı amaç<br />

edinmiş yaratıanın sanatında rastlanan başlıca özelliklerdir. Cari Philipp,<br />

çalgıların tını özellikleriyle uğraşan ilk bestecilerden biridir. Usta bir klav-<br />

64


sen çalgıcısıydı ve çalgısının tını nitelikleri onu çok düşündürmüş, çok uğraştırmıştı.<br />

Sonuçta ortaya, birçok klavsen yapıtı yanında bir de, klavsen<br />

çalmanın "gerçek yolu"nu gösteren bir kitap çıktı.<br />

Cari Philipp, müzik sanatının kendi kendini yetiştirmiş sayısız bestecisinden<br />

biridir. Babası istiyordu ki, Cari Philipp hukuk ve felsefe eğitimi<br />

görsiın. Bu yüzdendir ki Cari Philipp asıl eğitimini bu yolda görmüş, müziği<br />

sonradan meslek edinmiştir. Cari Philipp’in, müzik sanatının evrimindeki<br />

asıl önemi, sonat biçimini kesinleştirmesi olmuştur. "Pruşyah" adım taşıyan<br />

sonat dizisinin 1742’de yayınlanmasıyla, bunu da bir yıl sonra ”Würtembergh“<br />

adım taşıyan dizinin izlemesiyle, bu amaç gerçekleşmiş olmaktadır.<br />

Sözü geçen dizilerde yer almış sonatlannda görülmektedir ki Cari Philipp,<br />

sonatın Uç bölümlü biçimim kesinleştirmiş, ilk bölümde "tem-gelişim-yeniden<br />

sunuş" biçimini sağlamlaştırmıştır. Kısık görüşlüler. Cari Philipp<br />

üzerinde de yanıltıcı yargılara varmaktan geri kalmamışlardır. Onlara<br />

göre Cari Philipp, tıpkı babası gibi, kendine kadarki biçimleri aydınlatmaktan<br />

öteye gidememiştir. Tanıtlanamaz bir görüş, çünkü Cari Philipp'in sonata<br />

getirdiği yalnızca biçim kesinleştirmesine varıp ileıki bestecilerin çalışmalarına<br />

bir temel sağlamakla kalmamıştır. Klasik çağın aynı zamanda romantizmin<br />

de hazırlayıcısı olduğu gerçeği en kandına tanıtlarından birini<br />

Cari Philipp’in müziğinde bulmaktadır. H er yenileyicide aşırılıklar görülebilir.<br />

Bu bakıma Bach’ın bu yetili oğlu da dokunulmaz değildir ama öte<br />

yandan Cari Philipp’in müziğine Özelliğini biraz da bu aşırılıklar vermekte,<br />

onu aşırılıklarıyla tanınan bir çağın, romantizmin öncüsü durumuna biraz<br />

da bunlar geçirmektedir. Buraya kadarından, Cari Philipp’in sonat çalışmalarının<br />

ve bu biçime getirdiği yeniliklerin yalnızca bir biçim oyunu<br />

olarak kalmadığı anlaşılabilir. Sonatı bir düşünce ortamı olarak geliştiren<br />

ilk besteci diye, nitekim, Cari Philippe’i göstermek de bir aşırılık sayılmamalıdır.<br />

Sonraki yıllarda sonat biçiminin gitgide, kural ve kalıp dışına doğru<br />

taşmalarla, kesin bir kalıp olmaktan çıkıp doğrudan doğruya bir düşünce<br />

ortamı, duygularının düzenli olarak anlatılmasını sağlayan bir ortam<br />

olarak gelişmesi ilk önemli öncüsünü Cari Philipp'de bulmuş olmaktadır.<br />

Sonatın "gelişme" (developpement) bölümü, bestecinin biçim kaygılarından<br />

iyice uzaklaşıp kendine özgü anlatımım, kendine özgü yoldamlarla, bağımsızlaşmış<br />

bir imgeleme başvurarak gerçekleştirdiği bölüm sayılır. Cari Philipp,<br />

nitekim, hele gelişme bölümünde müziğinin en etkileyici örneklerini<br />

vermiş, bu bölümde, o günlerin birçok bestecisinin yaptığı gibi, başta sunulan<br />

temleri art arda dizmekle yetinmeyip, temleri kesip, biçip, çözüp, kurucu<br />

öğelerine ayınp bu öğelerden yeni bir yapı ortaya çıkarma yolunu tutmuş,<br />

bu çalışmasında da her şeyden önce duyguların, düşüncelerin düzenle<br />

anlatılmalarım gözetmiştir. Bu davranışta bir bestecinin, sonat biçiminin<br />

türlü çalgı ortamlarına uygulanmasıyla ortaya çıkarı senfoni ve konserto<br />

biçimleri üzerinde de çalışmış olması doğaldır. Besteci bunlardan başka<br />

birçok din yapıtı da yazmışsa da, bunların önemi, çalgı müziği eserlerinin<br />

Milzik Tarihi, F.: 5 65


yanında ufalır.<br />

M ANNH E İM O KULU<br />

Bach’ın bu iki oğlunun, klasik çağ müziğinin temellerini atan ilerici<br />

çalışmaları yanında, müzik diline getirdikleri yenilikler yanında, kişilerine<br />

özgü nitelikleri -anlamı iyice tanımlanmamış bir sözcüğü uygun düşer diye<br />

gene kullanalım- "dehaları" öylesine güçlüdür ki, bunların yanında yeni<br />

müzik dilinin evrimine büyük etkileri olan kuram çalışmaları yapmış bir<br />

besteciler topluluğunun unutulması gibi bir salanca kendini gösterebilir.<br />

Nitekim, çağın büyük yaratıcılarının yanında çok daha alçak gönüllü bir<br />

durumda bulunan, tarih içinde onların gölgesinde kalan bu besteciler, yaratış<br />

nitelikleri bakımından o devlerle, Gluck’la, iki Bach’la, Haydn ve M o­<br />

zart ile boy ölçüşebilecek durumda değilseler bile, gelişeduran müzik dili<br />

üzerinde kuramcı çalışmalarıyla müzik dilinin evrimine yararlı olmuşlardı.<br />

Bu bestecilere "senfoniciler" de denir, "çalgıcılar" da denir: fakat toplulukları<br />

asıl, Mannheim okulu adıyla tanınır.<br />

Okulun yöneticisi Johann Stamitz (1717-1757) idi; çevresinde de türlü<br />

yerlerden gelmiş yirmi kadar besteci vardı. Bunların arasında Stamitz’in<br />

iki oğlu, Kari ve Johann Anton, sonra Franz Xavier Richter, Ignace Holzbauer,<br />

Johann Schobert, Cari Ditters von Dittersdorf gibi birçok besteci<br />

vardı. Stamitz ve çevresi, ellerindeki ortamdan ve imkânlardan gereğince<br />

yararlanmak için yöntemli, amaçlı çalışmalara giriştiler. Eldeki ortam, çat<br />

gitardı; o çağa kadar oldukça dağınık, oldukça belirsiz bir durumda bulunan<br />

çalgı müziğiydi; günün sürümdeki çalgılarının bir araya gelmesinden<br />

ortaya çıkmış orkestraydı. Niçin bunlar bilimsel temellere dayanarak kesin<br />

bir duruma ulaştırılmasında Çalışmalarının sonucu, daha "soyut" yüzeylerde<br />

gelişeduran biçimlerin daha "somut" araçlarla, çalgılarla birleştirilmesinden<br />

doğan, dengeli, düzenli bir çalgı müziği oldu<br />

Bohemyalı kemana Johann Stamitz’i Mannheim’a getiren ve orada<br />

çalgı müziğinin biçimlenmesi sonucunu veren çalışmalara başlamasına yol<br />

açan olay, Stamitz’e Prens Karl’ın Mannheim’da saray kemancılığı ve oda<br />

müziği yöneticiliği ödevini vermesi oldu. Çevresine toplanmaya başlayan<br />

müzikseverlerle birlikte Stamitz, yetkili çalgıalardan kurulmuş bu orkestrayı<br />

bir türlü "deney tavşanı" gibi kullanarak çalgı müziği yazısı, bu ara özellikle<br />

senfonik yazı sorunları üzerine eğildi. Biçimleri çalgı niteliklerine uyfarşıtlannı<br />

dengelemeye girişti. Stamitz’in çalışmaları ilk günlerde Alman­<br />

uladı; çalgıların tim, ayırtı (nuance) özelliklerini inceledi; tını ve ayırtı<br />

ya'da olduğundan daha da çok, çevre ülkelerde, bu ara Fransa’da ilgi gördü.<br />

Besteci Fransa’ya çağrıldı ve orada, nefes çalgılarının, ağaç ve pirinç<br />

çalgıların, yaylılar yanında bir eşitlik dengesi içinde kullanıldıkları yapıttan<br />

çalındı. Usta "zanaatkâr" Stamitz’in ve çevresindeki işçilerin ortak çalışması<br />

sonucu olan yenilikler artık çağın müziğinin gerçek yaratıcılan için ve-<br />

66


imli, sağlam, dengeli, güvenilir bir ortam sağlamış oluyordu<br />

Stamitz’in yolunun yolcuları yeni ortamı Avrupa’ya yaydılar. İtalya’da<br />

Giovanni Battista Sammartini (1701-1775) Milâno’dan hiç ayrılmamıştı<br />

ama, kuzeydeki ülkede neler olup bittiğinin farkındaydı; kendi yurdunda<br />

senfoninin yayıcısı oldu; apaçık bir düzeni olan, gelişim bölümü sorumlu<br />

bir inceleme sonucu olan, yapısında hem soyut biçim, hem de çalgı tınılan<br />

birleşimleri dengesinin gözetildiği senfoniler yazdı. Sammartini’nin<br />

Gluck’un öğreticisi, Johann Christian Bach’m ve Mozart'ın esin kaynaklarından<br />

biri olduğunu anmak, bu bestecinin önemini belirtmeye yeter. Sammartini<br />

yanında bir başka Giovanni Battista, "Padre" diye anılan Martini<br />

(1706-1784), besteci olarak değeri yamnda kuramcı ve öğretici olarak önemiyle<br />

de anılır. Mozart on dört yaşındayken babasıyla birlikte İtalya’ya gittiğinde<br />

Bologna’da Martini’den d.ers almış, ihtiyar usta, genç dehanın yetenekleri<br />

karşısında şaşkına dönmüştü. Mozart’a Bologna Filarmoni Akademisinde<br />

bir yer sağlayan da Martini olmuştur; ömrü boyunca Mozart, bu<br />

ihtiyar keşişe büyük saygı duymuştu. Bir başka İtalyan, bugün viyolonsel<br />

konsertosuyla ve "menuetto"suyla tanınan in iğ i Boccherini (1743-1805)<br />

Mannheim okulunun öğrettiklerini yüzleri aşan oda müziği yapıtında ve<br />

yirmi kadar senfonisinde uygulamış, hem de Haydn’m saygısını kazanmış<br />

bir besteciydi.<br />

Mannheim okulunun öğrettikleri, Boccherini örneğinin de düşündürdüğü<br />

gibi, orkestra müziğiyle sınırlı kalmamış, genellikle çalgı müziğini etkilemiştir.<br />

Johann Christian Bach’m yaptığı gibi, Mannheim Okulu üslubunun<br />

yayıcılarından Johann Schobert (1720-1767), bu Silezyalı klavsen virtüözü,<br />

oda müziklerinde klavsene solo çalgı ödevi vererek, orkestrada gelişen<br />

yeni tekniği küçük topluluğa da uygulayarak, okul yöntemlerinin alanını<br />

genişletmiştir. Mannheim Okulu hem, çalgı yapımında yıldan yıla kendini<br />

gösteren ilerlemeleri yapım tekniğinin dar sınırından kurtarıp sanata kazandırmayı,<br />

bu gelişmeleri daha ileri bir sanatın aracı diye kullanmayı bilmiştir.<br />

Daha çok oda müziği alanında çalıştığı bilinen Schobert (Schubert’le<br />

karıştırılmasın) Mozart’ı da, Beethoven’i de doğrudan doğruya etkileyen<br />

bir müziksever diye bilinir. Bir tanıt, Mozart'ın piyano konsertolanndan<br />

ilk dördünün Schobert’in klavsen sonatlarından çıkma olduğudur.<br />

Mannheim Okulu’nun, çalgı tınıları üzerindeki araştırmalar ve buluşları,<br />

senfoniyle birlikte, bir yandan da ’tymphonie concertante" biçimine<br />

yol açmıştır. Çalgıların yeni bulunmuş tim nitelikleri bestecileri, özellikle<br />

nefes çalgılarını toplu olarak, sanki konsertonun "solo çalgısıymış gibi, orkestrayla<br />

karşılaştırarak kullanmaya götürmüştür. Çalgı tınılan yanında<br />

hem de belirli çalgıcıların icra yeteneklerinin gözetildiği bu tür müzik, yalnız<br />

nefes çalgılarının değil, klavsenin, daha sonraki yıllarda piyanonun, yaylı<br />

çalgılann, başta kemanm, nefes çalgılarının türlü topluluklar içinde, orkestranın<br />

karşısında "solist” durumunda ele alınmalarını sonuçlandırmıştır.<br />

Ses gereçleri neleri gerektirmektedir? N e gibi birleşimlere, ne gibi biçimle­<br />

67


e yol açmaktadır? Marmheim Okulu’nun müziğe getirdiği en önemli yenilik,<br />

bu bilinci bestecilere vermesi olmuştur. Artık müzik, belirli bir tını,<br />

bir çalgının belirli özellikleri ve bu özelliklerin araştın İm ası gözetilmeden<br />

yapılan bir sanat olmaktan çıkmış, kendi sınırlan içinde bir somutlamaya<br />

doğru yönelmeye başlamıştır.<br />

HAYDN<br />

Bir müzik yaratısı geleneklere ne kadar bağlı, ya da geleneklere olan<br />

bağlarını ne kadar koparmış görünürse görünsün, yaratıcısı gene de daha<br />

önce yapılmış olanlara ister uyma, ister tepki yoluyla, o eserin olumunu,<br />

varlığını hazırlamıştır. On dokuzuncu yüzyılda yazılan sayısız yapıtm hemen<br />

hemen hepsi, yirmincide yazılanlarınsa biıyük bir çoğunluğu, on sekizinci<br />

yüzyılın bilinci içinde, on sekizinci yüzyılın müziğe getirdiklerini gözeterek,<br />

bunlara ya uymaya, ya da onlardan kaçınmaya çalışarak ortaya çıkmıştır.<br />

On sekizinci yüzyılın müzik sanatında yerini belirten sanatçıların başında<br />

da Franz Josef Haydn (1732-1809) gelir.<br />

Haydn’ın müzik sanatına kazandırdıklarını, bestecinin kendi evrimi<br />

içinde incelemek en aydınlık yoldur. Haydn’ın yaratış evrimi, genellikle on<br />

sekizinci yüzyılın ikinci yansının beş tane on yılına uyan beş evre içinde anlatılır.<br />

Birincisinde, 1750 ile 60 yıllan arasında uzanan sürede, Haydn henüz,<br />

sonraki yılların olgunluğundan uzaktır. Kendinden önceki bestecilerin,<br />

kendinden önceki yöntemlerin desteğine güvenmektedir. Özellikle yaylı<br />

dörtlüleri, bunların on sekizi, bu sürenin ürünleridir. Dörtlülerinde<br />

Haydn’ı henüz eski dans biçimlerine pek bağlı görüyoruz. İlk iki senfonisi<br />

de bunun gibi, eski öğelerden kurtulamamıştır. Hele, henüz klavsenin<br />

"continuo" refakatini gerektiren bu yapıtlar, Haydn’ın sonraki evriminin<br />

açısından, "ilkel" diye anılabilirler. Klavsen sonatlarındaysa genç usta, kestirilebileceği<br />

gibi, çağın en etkileyici klavsen bestecisinin, Cari Philipp Emmanuel<br />

Bach’ın egemenliğindedir. ö te yandan bu sürede, Haydn kişiliğinin<br />

çizgileri şurada burada kendini göstermektedir. Haydn, birçok "deha"-<br />

nın tersine, hiç de içine kapalı olmayan bir kişiydi; bir "dünya insanı"ydı;<br />

sevincin tadını, dünyanın keyfini pek az sanatçı onun kadar tatmış ve sanatında<br />

yansıtmıştır. Haydn’ın bu yanını daha ilk senfonisinde, Andante bölümünde,<br />

birinci temelden İkincisine geçerken görüyoruz. İşte, doksan şu kadar<br />

senfoni sonra "Sürpriz" adını taşıyan senfoniye özelliğini verecek olan<br />

şakacı davranış daha bu ilk senfonide kendini göstermektedir, öte yandan<br />

aynı sürede yazdığı Missa brevis’te, bu din müziği yapıtında "tanır" adı gülümseyen,<br />

daha da ilerisi, kahkahalar atan bir müzikle duyurulmaktadır.<br />

Haydn dindar değil mi? Tanrıya saygısızlık mı ediyor? Değil. Yalnızca, tanrı<br />

adının ille de başı eğik bir korkuyla anılması gerekmediğini biliyordu.<br />

Haydn’ın yaratış hayatmın ikinci bölümü, 1761-70 yılları arasındaki<br />

bölüm, bir geçiş süresidir. Artık çıraklık yıllan sayabileceğimiz yıllar geri­<br />

68


de kalmıştır ve besteci, gittikçe gelişen ustalığının verdiği güvenle, özgürce<br />

girişkenlikler göstermektedir. O yıllarda Haydn, Prens Esterhazy’nin saraymdaydı.<br />

Zengin bir çevre içindeydi. Zenginliğin sağladığı kolaylıkların sonucu,<br />

elindeki gereçler de boldu. Bunları gereğince kullanarak Haydn gönlünce<br />

denemelere girişti. Her alanda çalışmalar yaptı. Özellikle senfoni ve<br />

opera üzerinde çalıştı. Senfonilerinin birkaçında Haydn’ı bir "program"<br />

bestecisi, müzik dışı bir olaydan esinli olarak yazan bir besteci olarak görüyoruz.<br />

İşte "Sabah", "Öğle", "Akşam" adlarım taşıyan senfonileri ya da "A y '<br />

senfonisi... Bu senfoniler gerçi Haydn’ın gelişen kişiliğinin daha büyük bir<br />

özgürlükle, daha geniş bir imgelemle, daha zengin buluşla anlatıldığı yapıtlardır<br />

ama, biçim açısından gene eski dans dizisinin etkileri kendini göstermektedir.<br />

N e var ki Haydn çalgı kullanma tekniğinde artık olağanüstü denebilecek<br />

bir ustalığa da varmıştır. Öte yandan, senfoni alanında henüz<br />

kendini tam anlamıyla gerçekleştirmiş değilse bile, sahne müziğinde, opera<br />

alanında, en başardı, en olgun yapıtları arasında gösterilebilecek La<br />

Cantarina, L o Speziale gibi yapıtlarım vermiştir. Haydn’ın bu çağda verdiği<br />

operalarında İtalyan opera buffa ve opera seria yöntemlerini gözettiğini,<br />

bu ara Pergolesi’nin ve La Serva Padrona'sının besteciye hiç de yabancı<br />

olmadığım belirtmek belki gerekmez bile.<br />

Üçüncü süresinde, 1771 ile 1880 yıllan arasında Haydn’ın müziği daha<br />

derin, daha heyecanlı, daha duygulu olmuştur, özellikleri "ince, zarif,<br />

süslü" gibi kelimelerle tanıtılan ve çağın hemen hemen bütün bestecilerinin<br />

ele aldığı onak tavır olan "rococo" tarzı Roussau’nun yaydığı "doğaya<br />

yönelme" inancıyla birleşmiştir. Kendi doğasında, dışardaki doğaya doğru<br />

önlenmez eğilimler olan, bu yamyla Beethoven’i bile aşan Haydn’ın Rousseau<br />

görüşlerine kapılmaması, Avrupa’nın düşün hayatını yönelten bu<br />

inançları benimsememesi beklenmezdi. O sıralarda yazdığı D o minör piyano<br />

sonatı, dış çekicilikler yerine özle ilgili değerler bakımından ileriyi gösteren,<br />

bu ara genellikle Beethoven ile birleştirilen "fırtınalı" tavrın ilk örneklerinden,<br />

hem de en başarılı örneklerinden biridir. Eserin, o günlerde<br />

alışıldığı gibi, bir "mutlu son"a ulaşmayıp fırtınayı sürdürmesi de bir yenilik<br />

sayılabilir. Haydn’m üçüncü süresinin çalgı müzikleri arasmda "Veda"<br />

senfonisi özellikle, bestecinin korkusuz deneyiciliğini göstermesi bakımından<br />

ilgi çekicidir. Senfoninin şaşırtıcı yanı yalnız, Haydn’m efendisine, orkestradaki<br />

çalgıcıların dinlenmek zorunda olduklarını anlatmak amacıyla,<br />

çalgıcıların eserin sonunda birer birer sahneden ayrılıp gitmelerini sağlayan<br />

bir müzik yazmış olması olayında değildir. Bu senfonisinde besteci gene<br />

bir alışkanlığa sırt çevirmiş, senfoninin bitiş bölümü diye hızlı bir tempo<br />

seçmemiş, tersine, bitiş bölümünün başmda yer alan presto’dan, çok<br />

hızlı tempodan sonra, yavaş tempoya, bir adagio’ya geçmiş, çalgılarım teker<br />

teker susmalarım sağlamış, daha da önemlisi yapıtı, tonalite bakımından<br />

çıkış noktası olan tonik’te değil, bir altıncı akorunda bitirmiştir. Aynı<br />

çağın öteki senfonilerine gelince, bunlarda, yukarıda sözü geçen klavye so­<br />

69


natında belirtilen "dramatik" nitelikler kendini göstermektedir. Bu senfonilerden<br />

ikisinin adı, Tutku” ve "Rüya", hem de, Haydn’ın o çağdaki üslûbunu<br />

belirtmeye yarar. Nitekim operalarında da Haydn, çağa göre aşın denebilecek<br />

bir duygululuğa yönelmiştir. 1779 yılında yazdığı Isola disabitata<br />

(Terkedilmiş A da) bu davranışa örnek diye gösterilebilecek, Gluck’un "ciddi"<br />

tarzını andıran bir operadır. İlk büyük oratoryosu II Ritomo di Tobia<br />

(Tobia’nm Dönüşü) de aynı yolda bir yapıttır.<br />

Dördüncü sürede, 1781 ile 1790 arasında Haydn’a artık her yönden<br />

olgunluğa erişmiş gözüyle bakılabilir. Bu sürenin ilk yılında, Jungfemçuartette<br />

(Bakire Dörtlüleri) adıyla tanınan Op. 33 dörtlülerinde Haydn, -kendi<br />

sözleriyle "yeni ve özel bir tarza" ulaşmıştır. Bestecinin 'yeni ve özel<br />

tarz" dediği, temlerin bölünüp yeniden birleştirilmek yoluyla değişik görünüşler<br />

kazanmaları ve böylece ayrı anlatım türlerine araç olmaları, bir de<br />

dört çalgıdan her birinin eşit önemde tutulması, ödevleri arasında belirli<br />

bir öncelik ayrılığının olmaması diye açıklanabilir. Klavye sonatlarına gelince,<br />

besteci bu çağda kimi kere, çağın bir başka büyük ustasının, Mozart'ın<br />

piyano sonatlarının etkisindedir ama hiç de kendi kişiliğini harcamadan...<br />

Etki, anlatımdan değil, Mozart’ın melodi çizisi ve biçim kuruşundan gelmektedir.<br />

Yaylı dörtlü ve piyano sonatı ortamları içindeki nitelikleri, aynı<br />

sürede, Haydn’ın senfonilerinde de görülmektedir. Bunların arasında "Ayı",<br />

"Kraliçe", Tavuk" isimlerini taşıyanlar, bestecinin anlatıcı müziğe olan<br />

eğiliminin öbür tanıtlandır. Bestecinin köyden gelme oluşu, "Ayı" senfonisinin<br />

son bölümünde yer alan gayda dansı gibi, re majör piyano konsertosunun<br />

son bölümündeki Macar halk danslan tarzındaki rondo gibi bölümlerde<br />

beliren folklor çalışmalarında birçok belirtisinden birkaçını bulur.<br />

Beşinci sürede, 1791 ile 1803 arasında Haydn artık ustalığının en üst<br />

katına erişmiştir. Bu yükselme Londra’da bulunduğu yıllarda çalgı müziğinde,<br />

döndükten sonra yazdıklarındaysa ses müziğinde yansır. Üslûp bakımından<br />

gerçi bu sürede, bir öncekine kıyasla bir ilerleme, bir yönelme yoktur<br />

ama, bestecinin anlatım giıcü daha da artmıştır. 1791 ile 1795 yıllan<br />

arasında yazdığı Londra senfonileri (on iki senfoni) bir yandan da bestecide<br />

romantizm eğiliminin gittikçe artmakta olduğunun tanıtlandır. Aynı eğilim,<br />

dörtlülerde de artan orantılarda kendim göstermektedir. 1796’dan sonra<br />

Haydn’ı, daha çok, ses müziğiyle uğraşırken görüyoruz. Bunlann arasında<br />

altı tane dinsel tören müziği (missa’lar) ve Haendel’den esinli iki oratoryo,<br />

Yaratılış -ve Mevsimler, başta gelir. Haydn’m son yapıtı, tamamlanmamış<br />

bir yaylı dörtlüdür.<br />

Haydn, senfoninin ve yaylı dörtlünün 'babası" diye anılır. Hemen belirtmek<br />

gerekir ki bu ortamlarda Haydn’dan önce Mannheim okulu üyeleri<br />

önemli çalışmalar yapmışlardır ve bu ara Boccherini başarılı dörtlüler<br />

yazmıştır. Italyan Sammartini’ninse Haydn’a senfoni alanında örnek olduğu<br />

bilinir. Haydn’ı bu biçimlerde -yaylı dörtlü dört yaylı çalgı için, iki keman,<br />

viyola ve viyolonsel için sonat, senfoniyşe orkestra için sonat olduğu­<br />

70


na göre, genellikle sonat biçiminde- bir "baba" olarak görmek, Haydn’ın<br />

bu biçimleri başlattığı değil, geliştirdi^, hem de bunlara öz ve anlatımla ilgili<br />

yeni değerler kazandırdığı içindir.<br />

Genel sanıların tersine Haydn, yalnızca bir eğlendirici değildir, müziğini<br />

ille de görgülü bir köylünün sanatı sanmak, müziğinde hep ve hep şakacılık,<br />

takılganlık ve gürbüz sevinç aramak yanıltıcıdır. Unutulmamalıdır<br />

ki, Haydn, "klasik" müziğinin başlıca iki üç ustasından biri olduğu gibi,<br />

hem de bir romantiktir. Bir romantizm öncüsü değil, kimi kez, taşkın bir<br />

romantik sanatçının ta kendisi... Yaratış hayatının yukarda anlatılan beş<br />

bölümünden son üçü, nitekim, Almanya’da romantik edebiyatın geliştiği<br />

yıllara, Goethe’nin yeni-klasik Fransız edebiyatının kuram ve kurullarına<br />

karşı anlatım özgürlüğü bayrağım açtığı yıllara rastlar. Alman edebiyatında<br />

Goethe ve Schiller’in başlıca temsilcisi oldukları - v e sonradan "Sturm<br />

und Drang" deyimiyle tanıtılan - davranışın müzikte bir karşılığını ararsak<br />

bu doğrudan doğruya Haydn’m müziği olur.<br />

M OZART<br />

Mozart için söylenmiş bir söz vardır. Alman şairi ve oyun yazan Hugo<br />

von Hofmannstahl’ın bir görüşü... Hofmannstahl’a göre 'Mozart, gerçek<br />

büyüklüğe ulaşamamıştır; çünkü üzüntü anlatamaz..." Bu görüşü, Hoffmannstahl<br />

çağının, Mozart’dan en az yüz yıl sonranın, anlatım yoldamlanndaki<br />

gelişmeleri açısından ele alırsak, doğru görmek gerekebilir. İlerleyen<br />

çağlann getirdiği gelişmelerin ışığında önceki çağlann sanatçıları şu<br />

ya da bu yandan geride kalmış görünebilirler. Evrimler, geçmişin sürekli<br />

olarak yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor olabilir. Am a bir sanatçıyı<br />

kendi çağının, hem de kendi kişiliğinin verileri içinde ele alırsak (H offmanstahl’ın<br />

gözlemine dönelim), Mozart'ın birçok yapıtında üzüntü de anlatmış<br />

olduğunu görürüz. N e var ki bu anlatımım "klasik" kavramıma tanım<br />

ayrıntılarından biri yerine geçen bir soğukkanlılıkla, kapalılıkla yapmıştır.<br />

Dövünerek, saçım başım yolarak üzüntü anlatmak... Mozart’ta bu<br />

yoktur. Bu bakıma Mozart, her sanatçıda az ya da çok gelişmiş bir romantik<br />

eğilim görülebilirse de, "romantik" teriminin sakınaraktan uygulanması<br />

gereken pek az sanatçıdan biridir. Buna karşı Mozart, Haydn’dan daha da<br />

öncelikle, "klasik" kavramının simgesi olmuştur. Haydn çoğunlukla, biçimle<br />

ilgili yanıyla bir "klasiktir. Oysa Mozart, öz açısından da bu terimin tanım<br />

sınırlan içine girer. Bunun yanında her iki besteci birbirlerinin etkeni<br />

olmuşlar, birbirlerinden yararlanmışlardır.<br />

Müzik sanatının en ünlü 'harika çocuğu” Wolfgang Amadeus Mozart<br />

(1756-1791) tanrıya belki en çok şey borçlu olan bestecidir. Kendi de olağanüstü<br />

verilerini tanıyor olmalıydı ki öbür bestecilerden aynlığmı "herkesle<br />

birlikte aynı araçlara başvuruyorum, aynı dili kullanıyorum; oysa ortaya<br />

çıkan müzik ayrı oluyor; neden bu değişiklik? Bilemem; gözüm, ya da bur­<br />

71


num başkalarınınkderden neden ayrıysa, yazdığım müzik de o yüzden ayn<br />

olsa gerek" diye yaratma oluşumunun bilinmezliğini anlatmaya çalışmıştı.<br />

Mozart, doğaya ve tanrıya olduğu kadar, babası Leopold Mozart’a<br />

(1719-1787) da, özellikle, eğitimi bakımından, çok şey borçludur. Yetişkin,<br />

görgülü, düşünür bir müziksever olan Leopold Mozart, oğlunun gölgesinde<br />

kalmış olmakla birlikte, yetenekleri hiç de küçümsenmeyecek bir besteciydi.<br />

Kilise için yazdığı yapıtların, klavye sonatlarının, senfonilerin yanında<br />

hele konsertolan önemlidir; Wolfgang’m babası olarak edindiği ünden<br />

başka bir de, yıllar yılı bütün dünyada keman öğreniminde ana yöntem diye<br />

kullanılan kitabıyla tanınır.<br />

Olağanüstü verileri Mozart’ı, başvurduğu bütün biçimlerde eş başarılara<br />

ulaştırmıştır. Mozart’ın bir kesimde, öbürüne kıyasla daha başarılı, daha<br />

olgun, daha anlamlı yapıtlar verdiği söylenemez. Senfonide olsun, oda<br />

müziğinde, ya da operada olsun, Mozart'ın yaratıcılığım nitelendiren bütün<br />

özellikler bir bir vardır: Verimlilik, gevşemeyen esin, kendiliğindenlik,<br />

seçiktik, yapı sağlamlığı ve orantı bütünlüğü... N e var ki Mozart, verileriyle<br />

yetinmemiş, bilgisini de durmadan geliştirmiş, böyle bir tutumun sonucu<br />

olarak, kusursuz bir işçiliğe erişmiştir. Bu balama Mozart, özellikle müzik<br />

"zanaat'ırun da simgesidir...<br />

Mozart, bir ülkücüydü. Günlük hayatın gerçeklerinden esinti bir müzik<br />

yazmamış olması, müzik dışı olayların seslerle anlatımına gitmemiş olması,<br />

Mozart'ın salt ve soyut ülkücülüğünün bir yanıdır; bir başka yanı aa<br />

bestecinin, çok kere içinde bulunduğu sıkıntılı durumların, düşük koşulların<br />

sanatım etkilememiş olmasıdır. Bu bakıma Mozart, gerçekçilik yoluyla<br />

romantizme uzanmış bir yaratın değildir. Müziğinde romantizmle uyum<br />

ya da uyumsuzluk açısından ilintili hiçbir sorun yoktur. Müziğini bu açıdan<br />

görenler, HofmannstahTm yaptığı gibi, onu "gerçek büyüklüğe erişememiş<br />

olmakla" suçlandırabilirler. Ancak, unutmamalı ki Mozart'ın, kendi<br />

yaratılışına aykırı davranışları müziğinin tümünde, denizde damla gibidir<br />

Şurada bir "trajik" eğilim, orada bir "büyük tavır”... Bunların, "trajik" ya da<br />

'büyük” davranışlarda daha büyük başan göstermiş sanatçılarla layaslanıp<br />

küçüksenmesi ve Mozart'ın bu açılardan bir yargıya bağlanması dar görüşlülük<br />

olur.<br />

Mozart'ın, seçtiği türlü biçimlerin her birinin özel gereklerine ve bu<br />

bakımdan birbirlerinden ayrılmalarına uymamış olduğu da bir gerçektir<br />

Bu yönden Mozart’ı, diyelim ki bir senfoni bestecisi, ya da bir opera bestecisi<br />

olarak göstermek uygun değildir. Senfonici olarak Mozart’tan daha başardı<br />

senfoni bestecileri, konsertocu olarak Mozart’tan daha başarılı konserto<br />

bestecileri, operacı olarak Mozart’tan daha başardı opera bestecileri<br />

vardır. Mozart’a özelliğini veren, yaratıcılığının biçim "kategorileri" içine<br />

kapatdamayacak nitelikleridir. Müziğinin kusursuz işçiliği ve tutarlıklı anlatımı<br />

her bir biçimde aynı başarı katında ve biçimlerin baskdanndan, gereklerinden<br />

sanki özgür olarak gerçekleşmiştir. Bu bakıma Mozart'ın müziği­<br />

72


nin tümü, tek bir yapıtın türlü biçimler içinde, birbiri üstüne, her bir keresinde<br />

yeniden gerçekleşmesi diye görülebilir.<br />

Diyelim ki, Mozart, çoğu eleştirmen için, en iyi opera bestecisidir.<br />

Doğru, hem de yanlış! Mozart’ı ulaşılmaz üstünlüklere erişmiş bir opera<br />

bestecisi diye görmek ancak onu, bestecilik sanabilin türlü kesimlerinden<br />

ve her bir kesimin koşul ve gereklerinden özgür olarak, bir üstün usta saymaya<br />

bağlıdır. Yoksa opera sanatının gerekleri içinde Mozart’ı yargılamak<br />

ona opera bestecisi olarak eşsizlik tanımaya engel olur. Opera, her şeyden<br />

önce anlatıcı müziktir; geçerlikteki teknik deyimiyle, "program müziği"dir.<br />

Bu türlü bir müzik, olaylara, durumlara, duygulara, müziğin dışında kalan<br />

ve soyut olmayan olay, durum ve duygulara bağlıdır; bunları anlatmak zorundadır.<br />

Bu bakıma, dışta kalmış olaylardan yalnızca esinli olmaktan daha<br />

da ötededir. Opera bestecisinin karşısında, ancak müzik ile birleştiğinde<br />

sahneye çıkacak, sahnenin gerçeğine uyacak bir olaylar dizisi ve kişiler<br />

toplantısı vardır. Besteci, bütün bu olaylarm ve kişilerin müzik ile karşılığını<br />

vermek zorundadır. Müziği, ne kadar olabilirse o kadar, olayların ve kişilerin<br />

somutluğuna indirmek ödevine kendini atamıştır. Oysa görüyoruz<br />

ki Mozart’ın müziği bir soyut sanat olarak saptayan sınırları aşmamış müziği,<br />

operamn gerçeklerine de uymamıştır. Türlü durumların, türlü gerçeklerin,<br />

türlü duyguların etkisine uymak ve bunları yansıtmak için niteliğinden<br />

pek az şey bırakmıştır. Bu yüzdendir ki Mozart’ın opera müziğinde "dramatik"<br />

özellikler arayanlar bunlan ancak bestecinin herhangi bir senfonisinde,<br />

ya da bir yaylı dörtlüsünde bulabildikleri ölçüde ve durumda bulabilirler,<br />

Mozart’ta rastlanan dram, soyut bir dramdır ve sahne müziği yapıtlarında<br />

da bu başka türlü olmamıştır.<br />

Mozart gibi bir üstün ustayı, ulusal müzik savlarına güç kazandırmak<br />

için örnek diye gösterenler de yanılmalara düşmektedirler. Tanımak gerekir<br />

ki Mozart, bestecilerin en az ulusal olanlarından, en çok evrensellerinden<br />

biridir. Müziğinin soyut anlatımı ve tüm yapıtlarından ortaya çıkan ülkücü<br />

davranış, bu "evrensellik" koşuluna varmıştır, ö te yandan, yaşadığı<br />

çevrede türlü ülkelerin, bellibaşlı üç ülkenin müzik anlayışının yarattığı<br />

akııjılar ve Mozart’ın bu akımlara karşı koyup yalnızca kendi çevresinin<br />

müziğini aramak, kendi çevresine özgü bir müzik sunmak çabasını göstermeyişi<br />

onu, bir etki birleşimine götürmüştür. Bu başlıca üç etki. Alman,<br />

İtalyan ve Fransız etkileridir. Müziği ulusal açıdan görseydi Mozart’ın A l­<br />

man müziğinin ulusallığım savunması ve yaratılarım bu yolda vermesi gerekecekti.<br />

Oysa Mozart’ta' Alman etkisi azınlıkta, İtalyan etkisi çoğunluktadır.<br />

Bu durumu, bir sanatçının kökünü doğduğu ve yetiştiği ülkenin geleneklerinde<br />

görmek isteyenlere karşı Mozart'ın bir karşı sav örneği olarak<br />

çıkartılmasını sağlamaktadır.<br />

Mozart müzik sanatının yürüyüşünü etkilemiştiı . Ancak bu, bestecinin<br />

bu yolda bile bile çalışmalar yapmasımn, bir "devrimci" tutumuyla işe<br />

girişmesinin sonucu değildir. Mozart'ın sanatının bütünlüğüyle verdiği ör­<br />

73


nek müzik sanatının evrimini etkilemiştir. Gene operayı alalım. Mozart,<br />

bir Gluck gibi, opera alanında bilinçli, amaçb bir yenileyici değildi. Opera<br />

Mozart’tan sonra dcğiştiysc, bu, Mozart’ın bu yolda bile bile yenilikler yapmış<br />

olması yüzünden değil, operalarının öz-biçim birleşmesi bakımmdan<br />

verdiği örneklerin etkisiyledir. Operada olduğu gibi, senfonide de, konsertoda<br />

da, dörtlüde de Mozart kuramlardan korkmadan, onlara saplanmadan<br />

kendini içgüdüsüne kapıp koyuvererek yazardı. Böyle bir oluşumla ortaya<br />

çıkan müzikler, kendi çağdaşlarının olduğu gibi, kendinden sonraki<br />

kuşakların da bilgi kaynağı, yöntem temeli olmuşlardır.<br />

Mozart, klasik Viyana okulunun üç büyüğünden öbür ikisinin, Haydn<br />

ile Beethoven’in tersine, doğasever bir kişi değildi. Doğadan esinli ya da<br />

doğayı anlatan müzik yazmadığı gibi, doğa güzelliklerine de ilgisiz kalmış<br />

olduğu bilinir. Bundan başka Mozart, bugünün sanatçı anlayışına uyan bir<br />

kişi de değildi. Bugünün anlayışı derken, sanatçının yalnız kendi sanat dalının<br />

sınırlarına kapanmasını hoş görmeyen, sanatm öbür dallarıyla ve genellikle<br />

başka konularla da ilgilenen, onu "aydın" ve "kültürlü" kelimeleriyle<br />

anlatılan bir insan olarak görmek isteyen, yalnız görmekle kalmayan, sanatçının<br />

başarısının bu gibi niteliklerle siki sıkıya bağlı olduğunu öne süren<br />

anlayışı anlatmak istiyoruz. Mozart, bu anlamda "aydın" ve "kültürlü"<br />

bir kişi değildi. Müzik ile ilgili konulardan başka bir şey okumazdı; başka<br />

hiçbir alanda incelemeler yaptığı görülmemişti. Avrupa'nın başlıca sanat<br />

merkezlerini gezmiş, fakat oralarda müzikten başka hiçbir şeyle, ister edebiyatla,<br />

ister plastik sanatlarla olsun, ilgilenmemiştir. Mozart örneği, sanatçının<br />

sınırlı kalmasını savunanların tanıtıdır. Tanrı vergisi ve çalışma... M o­<br />

zart’ı büyük sanatçı yapan bunlardır. Bu iki dayanakla Mozart, nitelikçe olduğu<br />

kadar nicelikçe de önem taşıyan yapıtlar vermiştir. Mozart’ın eserlerini<br />

bir sıraya koyan Viyanalı bilgin Dr. Ludwig Köchel’in katalogunda<br />

600’den fazla yapıt vardır. 20’den azla opera (en ünlüleri Saraydan Kız Kaçılma,<br />

Figam’nun Düğiinii, Don Giovanni, Sihiıii Flüt), 50 kadar din müziği<br />

yapıtı ve bir o kadar senfoni, 100 kadar bağımsız arya ve şarkı, gene bir<br />

o kadar türlü biçimlerde orkestra eseri (divertimento'laı, serenadelar vs.)<br />

türlü çalgılar için 50’den fazla konserto, 30 kadar keman sonatı, 20 kadaı<br />

piyano sonatı, vb. ön ce de değindiğimiz gibi, bu yüzlerce yapıt, tek bir yapıtın<br />

türlü yansımaları gibidir. Sanat yaratılarının değerlendirilmesinde gitgide<br />

kolaya kaçan çağımızda Mozart’ın artaduran bir ilgi görmesinin, sanat<br />

müziği dinleyicilerinin gözünde yükselmesinin bir nedeni, yapıtları arasındaki<br />

benzerliktedir; müziğinde beklenmedik yönelimlerin, şaşırtıcı buluşların<br />

olmayışındadır.<br />

Mozart’ı bir başka bestecinin, Antonio Salieri’nin (1750-1825) zehirleyerek<br />

öldürdüğü yolunda doğrulanmamış bir söylenti vardır. Bu söylenti<br />

önce Puşkin’in yazdığı bir oyunun ve Rimski-Korsakofun bu oyuna dayanarak<br />

bestelediği operanın konusu olmuş, çağımızda da Peter Schaffer’in<br />

oyununun Milos Forman’ca yönetilmiş Amadeus adlı filminde yeniden ele<br />

74


alınmıştır. Salieri’yle simgelendirilen sıradan sanatçının karşısmda M o ­<br />

zart'la örneklendirilen büyük yaratıcı... Amadeus’un çoğunlukla uydurmalara,<br />

gerçeklere aykırı "bilgilere” dayanarak sunduğu ve geliştirdiği temel konu<br />

budur. Çağının en ünlü bestecilerinden biri olan, ama sonradan yıldızı<br />

sönen Salieri’ye kendini savunma ve tanıtlama olanağı verilmemektedir,<br />

çünkü besteleri bugün pek seyrek dinletilmektedir. (Söz konusu filmde de<br />

Salieri’nin müziği birçok ölçüyle sınırlanmıştır.) Bu seyreklik içinde bile<br />

açıklanmış olması gereken, Salieri’nin yabana atılacak bir besteci olmadığıdır.<br />

PİYANO GELİŞİYOR<br />

On sekizinci yüzyılın ilk yıllarında, bugün piyano diye tartman çalgı ilkel<br />

durumunda ortaya çıktı. İlk piyanoyu 1711 yılında Bartolomeo Cristofori<br />

adlı bir İtalyanın yaptığ bilinir.* On altıncı yüzyılın sonlarına doğru da<br />

bir "Piano e forte"nin varlığından söz edilirse de, bu çalgı üzerindeki bilgi<br />

öylesine kıttır ki piyanoyu geliştiren kişi diye gene Cristofori’yi tanımak gerekiyor.<br />

Çalgının adı, İtalyanca "hafif' ve "güçlü” anlamlarına gelen "piano<br />

e forte” kelimelerinin önce birleştirilmesinden (pianoforte) sonra da kısaltılmasından<br />

(piano) ortaya çıkmıştır. O günlere kadar kullanılan başlıca<br />

klavyeli çalgı olan klavsenin, bu çalgıya özgü tını değiştirme olanaklarının<br />

sağladığı yenilikler dışında, "hafif' sesi olsun, "güçlü" sesi olsun, bu iki başlıca<br />

katm arasmda ve ötesindeki yoğunluk ayırtılarım olsun verememesine<br />

karşılık piyano bunları sağlayabildiği için bu ad uygun görülmüştü. Gene<br />

de, bir kere daha belirtelim ki klavsen piyanonun atası değildir; kullanış<br />

yaygınlığı bakımından on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru piyanonun,<br />

klavsenin yerine geçmesi böyle bir sanıyı gerektirmez. Yalnız mekanizma<br />

bakımından değil, tını, yoğunluk, ses tutma vs. gibi özelliklerindeki büyük<br />

aynlık piyanoyu, klavsenin gelişmiş durumu olarak görenleri yanılgıya düşürmektedir.<br />

Nitekim klavsen de, kendi sınırları ve özellikleri içinde, piyanodan<br />

özgür olarak gelişmiştir. Piyanonun atası aslında, mekanizmasıyla<br />

da olsun, ses özellikleriyle de olsun, piyanonun iyice ilkeli sayabileceğimiz<br />

klavikord’dur<br />

Cristofori’den önce bir Alman klavikord ve org yapıcısının piyanoyu<br />

geliştirdiği çok kere ileri sürülür. N e var ki, Gottfried Silbermann adlı bu<br />

yapıcının, Cristofori’nin piyanosunu üzerinde bilgi edindikten sonra bu işe<br />

giriştiği tanıtlanmıştır. Silbermann’m ilk yaptığ piyanoları Bach’a gösterdiğ<br />

, Bach’ınsa bu çalgılarda birçok kusur bulduğu, bunun üzerine Silbermann’ın<br />

bir süre piyano yapmaktan vazgeçtiği, sonra işi yeniden ele aldığ,<br />

Büyük Friedrich’e birkaç piyano sattığı, hem Bach’ın da onayını aldığ söylenir.<br />

Ancak Back piyanoyla pek de ilgilenmemiş olmalı ki evine piyano almamış<br />

ve piyano için müzik yazmamıştır.<br />

Piyano için 1770 yılma kadar müzik yazılmadı. Bununla birlikte o yı­<br />

75


la kadar kimi çalgıcı-bestecmın piyanoyla ilgilendiği oldu. Bunların arasında,<br />

Johann Christian Badı, piyanımla ilgilenen ve piyano çalan ilk Bach<br />

olarak tanınır. Piyano için önemli flk müziği 1770 yılında Muzio Clementı<br />

(1752-1832) yazdı. Klavsen ve klavikordun yerine piyanonun yaygınlaşmaya<br />

başlamasıyla, teknik ve dokunu sorunlarım, bestede olsun, öğretimde<br />

olsun, yeni baştan ele almak gerekiyordu. Klavsende dokunu gücü, çıkan<br />

sesin niteliğini ya da süresini etkilemediği için, bu çalgıda dokunuyla ilgili<br />

tek önemli sorun, parmağın tuştan en kısa süre içinde çekebilmesiydi ki teli<br />

çeken tırnak, yeniden çalışmaya hazır olmak için yerine dönebilsin. Böylece<br />

klavsen, parmak çevikliği gerektiren bir çalgıydı ama, bağlı notaların<br />

çalınması bakımından özel bir teknik ve duygu gerektirmiyordu. .Klavikorda<br />

gelince, çok küçük ve çok yumuşak bir sesi olan bu çalgı, uzun notalara<br />

ve ayırtılara olanak veriyordu; bundan başka sesi titretmek de, tuşun<br />

üzerindeki parmağı kımıldatarak, olabiliyordu. Çalgının bu özelliği piyano<br />

tekniğinden ayrı bir dokunu tekniğini gerektiriyordu. Oysa piyanoda, parmağı<br />

kımıldatarak ses titreme diye bir olanak yoktur.<br />

Clementi’den önceki klavye bestecileri, Scarlatti, Johann Sebastian<br />

Bach ve oğlu Cari Philipp Emmanuel ya da ötekiler, genellikle klavye çalmanın<br />

-özellikle klavsenin- sorunlarıyla uğraşmışlardır. Oysa Clementi,<br />

doğrudan doğruya piyano için düşünülmüş ilk müziği (Op. 2 üç sonat) yazan<br />

besteci olduğu gibi piyanonun kendine özgü teknik olanaklarını inceleyen<br />

ilk bestecidir de. Her bir parmağın eşit güçte ve bağımsız olmasmı öngören<br />

temrin yöntemini geliştirmiş, bu yöntemle de asıl, parmakların dokunu<br />

eşitliğinin sağlanmasını gözönünde tutmuştur. Gradus ad Pamassum ’u<br />

ve türlü temrinleri, piyano öğreniminin vazgeçilmez dayanaklarıdır. Bununla<br />

birlikte Clementi, yanlış bir görüşle, yalnızca piyano yöntemleri hazırlamış<br />

bir öğretici diye tanınır. Oysa Clementi’nin birçok sonatı ve sonatini,<br />

sanat yaratısı tanımına uygun özellikler, anlatımla ve şiirle ilgili değerler<br />

taşırlar. Bunların, Beethoven’in piyano müziğine olan etkilerine de yan çiz<br />

ilemez<br />

Clementi gibi, öğrencisi Johann Baptıst Cramer (1771-1853) de, olağanüstü<br />

bir dokunu eşitliğine ulaşmış, hem de öğretim yolunda çalışmış,<br />

bununla birlikte sanatının daha anlamlı değerlerine de büyük önem veren,<br />

çalış kolaylığıyla yetinmeyen bir besteciydi, ö te yandan, Mozart’ın bir öğrencisi,<br />

Johann Nepomuk Hummel (1778-1837) Viyana piyanolarının hafif<br />

dokunuyla kolayca çalışan mekanizmasının koşulladığı hafif, çevik, oynak<br />

ve çalınırken özellikle parmak çabukluğu isteyen bir müzik yazdı. Hummel’in<br />

piyano çalma açısından müzik yazışma getirdiği bir özellik de, Cari<br />

Philipp Emmanuel Bach’m bir trilin yardıma notadan başlamasını istemesine<br />

karşılık, trilin ana notadan başlaması savını öne sürmesidir. Hummel’in<br />

çalışı ve öğrettikleri, Beethoven’in bir öğrencisini, Cari Czemi’yi<br />

(1791-1857) etkilemiş, Czemy piyano temrin yöntemcisi olarak adının günümüze<br />

kadar ulaşmasını sağlayan bir ün yapmıştır. Beethoven’e gelince,<br />

76


Hummel’e karşılık bu besteci, Viyana piyanosu değil, daha ağır hareketli<br />

bir mekanizması olan ve daha hacimli bir ses veren İngiliz piyanosu kullanırdı.<br />

Beethoven’in anlatımındaki yoğun giiç onu, parmak çevikliği ve tını<br />

hafifliğinden çok, güçlü bir tim sağlayan İngiliz piyanosunu seçmeye götürmüştür.<br />

FRANSIZ DEVRİM İNDE M Ü Z İK<br />

On sekizinci yüzyılın son on yılında, Fransız Devriminin etkileriyle,<br />

"müziğin demokratlaşması" diyebileceğimiz bir hareket başladı Devrim<br />

yaklaşa dururken sanatlar, bu ara müzik, gitgide halka iniyor, sarayların<br />

ve salonların duvarları içinde yer alan bir olay olmakla kalmıyordu. Vatan<br />

şarkıları, dindışı kantatlar ve bunların söylenmesinde kullanılan korolar artık<br />

kamu duygularının simgesi sayılıyordu.<br />

Besteciler, devrime kayıtsız kalmadılar. Devrimin şarkısını söyleyen<br />

müzikleri, yeni bir toplum düzeninin getirdiği kaygısız sevinci yansıtıyordu.<br />

Devrimden esinli müzik yazan bestecilerin en önemlilerinden biri François-Joseph<br />

Gossec (1734-1729) devrimden önce soylu kişilerin saraylarında<br />

ve salonlarında ün yapmış, sahne için birçok müzik yazmış bir besteciydi.<br />

Sonra, devrimin çığırtkanlarından biri oldu. N e var İd, gösterişi yapmacık<br />

olmayan bir çığırtkan... On iki bin kişilik bir koronun söylediği Te Deum’u<br />

ya da bin kadar üfleme çalgısının çaldığı bir marşı, Gossec’in gösterişçi yanının<br />

aşırılığını anlatabilir.<br />

Gossec yanında Etienne Nicholas Möhul (1763-1817) Gluck’un operaya<br />

getirdiği yeni anlayışın bir izleyicisi olarak tanınan, vatanseverliğindeyse<br />

Gossec’e kıyasla daha ılımlı, daha durgun bir besteciydi. Gossec ve Mehul<br />

ile birlikte devrimin kurduğu yeni Paris konservatuvannın denetçiliğine<br />

atanan Luigi Cherubini (1760-1842), sonradan Fransız uyrukluğuna geçen<br />

bu "harika çocuk" İtalyan, önceleri çokses yazısında üstün bir ustalığa<br />

erişmiş ve kilise için birçok müzik yazmış, devrimle birlikte o da kamu sanatına<br />

gönül vermişti. Kamu sanatına gönül vermişti ama, kuramcılığı, o<br />

günlerin kolay ve hafif bir müziği tutan anlayışıyla bağdaşamadı. Müzik<br />

üzerindeki görüşleri NapolĞon’unkilerle de uyuşmadı. Bu yüzden Cherubini’nin<br />

konservatuvar yöneticiliğine atanması, bütün yetkisine rağmen, 1821<br />

yılma kadar gecikti. Bugün müziği pek seyrek çalınan Cherubini bir senfonisiyle,<br />

bir iki uvertürüyle, requiem’iyle, bir de müziğinin Beethoven’i etkilemiş<br />

olmasıyla az çok tanınır.<br />

Devrim sanatına katkılarıyla, yukarda adı geçen bestecilerle birlikte<br />

andan Jean François Lesueur (1760-1837) ise asd, geniş imgelendi ve korkusuz<br />

bir yaratıcı olarak yenileyici eğilimleriyle de tanınır. Kilise müziği<br />

alanındaki çalışmalarında bu eğilimleri göstermesi, kilise müziğini anlatıcı<br />

müzikle birleştirmek ve dinsel törenlerde çok büyük bir orkestra kullanmak<br />

istemesi papazlan ürkütmüş ve sonuçta lesueur kilisedeki ödevinden<br />

77


atılmış, bunun üzerine tiyatro müziğine yönelmişti. Daha sonra konservatuarda<br />

bestecilik öğretmenliği yapmaya başlayan Lesueur, Berlioz gibi, Gounod<br />

gibi bestecileri yetiştirmiştir.<br />

78


ON DOKUZUNCU YÜZYIL: BİREYSEL BİLİNÇ<br />

Müzikte romantik çağ, neyi ve kimleri kapsar? Nerede başlar, nerede<br />

biter? Daha genel bir deyişle, romantizm nedir? Bu sorulara kesin bir<br />

karşılık bulmak kolay değildir... Romantik davranışı, sanatçının duygularını<br />

açıklaması diye tanımlayacaksak, bütün sanatçıların romantik sayılması<br />

gerekir, romantizme karşı durmuş olanlarm bile... öyleyse, tarihçilerin dediklerine<br />

uyarak, müzik sanatmda romantik çağı, on sekizinci yüzyılın sonunda<br />

toplumsal alandaki devrimlerin müziği etkilemesiyle başlamış göreceğiz.<br />

Romantizm deyince akla ilk gelen kişilerden biri Jean-Jacques Rousseau’dur.<br />

Rousseau ben herkesten başkayım; belki daha iyi değilim ama,<br />

gene de başkayım" demişti. Romantik davranışın özü, işte, kişinin başkalığın<br />

bilincine varmış olmasıdır.<br />

Müzikte romantizm’i Ludwig van Beethoven’den (1770-1827) sonra<br />

başlamış görenler de vardır. Buna karşı birçok tarihçi Beethoven’i ilk romantik<br />

besteci olarak görür ve onu müziği özgürlüğe kavuşturan kişi olarak<br />

tanır. Bütün bunlar, kesin, fakat kesin olduğu kadar da yanıltın, yanıltıcı<br />

olduğu kadar da dar görüşlerdir. Romantizmin başladı^ ve bittiği günler<br />

kesin olarak belirtilemez. Bununla birlikte, basitleştirme uğruna, hiç olmazsa,<br />

on sekizinci yüzyılın sonlarının, romantizmin başlangıcı olduğu söylenebilir.<br />

Bundan başka bütün romantik çağ, on dokuzuncu yüzyıl, Avrupa<br />

müziğine yalnız tek bir görüşün, tek bir tutumun, tek bir okulun egemen<br />

olduğu bir süre de değildir.<br />

BEETHOVEN<br />

Sokrates "müzik kurallarındaki değişiklik toplumu yöneten kuralların<br />

değişmesine bağlıdır" demişti. Romantizm, bu görüşü doğru çıkarmaktadır.<br />

Bastille’in düşmesi, 14 Temmuz 1789 günü, dünya tarihinde bir dönüm<br />

noktası olduğu gibi, müzik tarihinde de yeni bir çağın başlangıcı sayılabilir.<br />

Beethoven, değişmekte olan bir dünyada doğmuştur. Fransız ve<br />

Amerikan devrimleri, sonra da Napolöon’un egemenlik kurduğu bir Avru­<br />

79


pa’nın duygu ve düşünce iklimi, Beethoven’in müziğini büyük ölçüde etkilemiştir.<br />

Bir yandan da Beethoven’in, on sekizinci yüzyılın, klasik çağın çocuğu<br />

olduğunu unutmamak gerekir. Klasik düzen içinde müziğe başlamış olması<br />

sanatının evrimine bir hız vermesini sağlamıştır. Beethoven, tann vergisi<br />

nitelikleri gereği, bu soğuk düzenin cenderesine boyun eğecek bir sanatçı<br />

değüdi. Çırpınışlarının sonucu, klasik kalıplar, özellikle sonat kalıbı,<br />

kendi başlarına birer amaç olmaktan çıkıp, bestecinin düşünüşünü geliştiren<br />

birer ortam olmuşlardır. İlk yapıtlarından başlayarak Beethoven, örnek<br />

diye seçtiği Mozart’ın ve Haydn’m bir kopyacısı olarak kalmakla yetinmemiştir.<br />

Bu besteleri bile, Beethoven’in kişiliğini gerçekleştirme amacından<br />

kendini uzak tutmak istemesine ve bir yazı sağlamlığına varmak amacım<br />

gözetmesine rağmen, yer yer önceliği olmayan bir tutumun beliı tisini<br />

taşımaktadır. Gene de Beethoven’in bu yapıtlarında, daha sonraki müziğinin<br />

kişisel damgası kesin olarak görülmez. Görülen, Beethoven’in daha<br />

çok, kendine ulaştırılmış değerleri kullanmakla yetinmeye çalıştığıdır. Beethoven<br />

ilerki yıllarda, gençlik çalışmalarım küçümsemiş "besteleme sanatını<br />

daha sonra öğrendiğini” söylemişti.<br />

Bu noktada, Beethoven’in sanatının, birkaç üstünkörü sözle özetlenemeyecek<br />

kadar karmaşık ve çelişik Olduğunu da belirtmek gerekir. Beethoven’in<br />

yaratış hayatı üç süreye ayrılır. Sanatçının düşünüşünün evrimi, nitekim,<br />

bu üç sürede, her bir süreye özelliğini veren birtakım görünüşler kazanmıştır.<br />

N e var ki Beethoven’in kişiliği, her ne kadar yaratış hayatmın<br />

ilk yıllarıyla son yıllarında aynı yoğunluk ve seçiklikle açıklanmış değilse bile,<br />

bestecinin klasik düzeni avcunun içinde tutmaktan başka bir amaç gözetmediği<br />

ilk yıllarda bile bu kişilik, sözkonusu düzenin cenderesi içinde<br />

bile olsa, ilerki yıllarda bürüneceği rengi sezdiren kıpırdanışlarda, kendini<br />

duyurmaktadır. Romantik sanatı, sanatçının kişiliğini açıklaması sayıyorsak,<br />

iletki yıllarında Beethoven’in kişiliğinin gitgide artan bir özgürlükle<br />

ortaya konduğunu da tanıyorsak, üslûbun bir sanatçının kişiliğinin ta kendisi<br />

olduğu görüşüne, birçok ömek arasında Beethoven örneğinin de sağladığı<br />

tanıtlarla, daha güçlü bir inançla katılabiliriz. Bu durumda bir sanat<br />

yaratışım tümüyle yargılarken artık en güvenilir ölçü, "maddi" ölçülerden<br />

daha çok, sanatçının kişiliğinin üzerimizdeki etkisi olur. Demektir ki, bir<br />

sanat ürününü beğenmek ya da beğenmemek, bir insanı, bir kişiliği, anlatılması<br />

güç sebeplerle beğenmek ya da beğenmemekle bir olmuş sayılabilir.<br />

Bu durumda, her sanatçıyı olduğu gibi Beethoven’i de, yapıtlarıyla yansıyan<br />

kişiliğinin üzerimizdeki etkisine göre tanımakta da özgür sayılabiliriz.<br />

Bu sorun, kişilik konusunun en çarpıcı görünüşleri arasında başta Beethoven’in<br />

müziğinin gelmesi nedeniyle ele alınmıştır.<br />

Müziğin daha somut yanlarına yönelirsek, Beethoven’in, "melodik deha"dan<br />

yoksun olduğunu -Stravinski ile sözbirliği ed ip - öne sürebüiriz.<br />

N e var ki aynı görüşe bir yandan Beethoven melodilerinin eşsiz güzelliğin-<br />

80


den söz ederek öznel bir yargıyla, öte yandan da bestecinin nota defterlerinin,<br />

uzun uğraşmalar sonucu biçimlenmiş melodiler yanmda, bir çırpıda<br />

ortaya çıkmış ve değiştirilmeden yapıtlarına aktarılmış birçok melodiyle<br />

dolu olduğu gerçeğiyle karşı konulabilir. Beethoven’in mCziğinin daha somut<br />

bir görünüşü üzerindeki bir gözlem de, işçiliğindeki kusurlarla ilgilidir.<br />

Nitekim Beethoven’de gerek orkestralama bakımından, gerekse insan<br />

sesi ya da piyano yazısı bakımından acemice yazılmış, daha doğrusu bu ortamların<br />

olanaklarım zorlayan, üstelik de "iyi tınlamayan" birçok sayfa vardır.<br />

Bu gerçeği çürütmek isteyenlerse, bestecinin düşünüşünü elindeki<br />

araçlarla koşullamak gibi bir "küçüklükle" yetinmediğini, daha yüce bir müzik<br />

düşüncesine yöneldiğini öne sürmektedirler.<br />

N e var ki, Beethoven’in müzik düşünüşü, salt ve soyut da değildir.<br />

Müzik dışı izlenimler, müzik dışı düşünüşlerin müzikle yansıtılması, bu<br />

bestecinin yaratıcılığının başlıca özelliklerinden biridir. İşte Beethoven’in<br />

müziğine yer yer bayağılık veren de bestecinin bu özelliğinin koşulladığı<br />

sözde ve safdil felsefesidir. Müzik eserlerini, müzik dışı düşünüşler ve olaylara<br />

dayanarak değerlendirmek isteyenlerin, Beethoven’e bu yönden verdikleri<br />

önemde pek de tutar yan yoktur. 'Mutluluk evinizin arka bahçesindedir"<br />

(Dokuzuncu senfoni), "Kader kapıyı çalıyor" (Beşinci senfoni),<br />

"Hastalıktan kurtardığı için tannya şükür” (L a minör kuartet) gibi "felsefeler,<br />

herhalde bestecinin bu yanının yüceltilmesini gerektirmez.<br />

Beethoven’in, olağanüstü yapıtlar vermemiş olsaydı, ikinci sınıf bir<br />

besteci olarak kalmış bulunacağını öne sürenler vardır. N e kadar doğru!<br />

Ancak, bütün sanatçıları yaratılarının en kötüleriyle, ya da orta çapta olanlarıyla<br />

değil, en iyileriyle yargılamak zorundayız. Yoksa yalnız müzikte değil,<br />

bütün sanatlarda, hiç kimseyi tanımamak gerekir. Nitekim Beethoven’i<br />

de müzik tarihine bırakan bir "NVellington’un Zaferi" senfonisi değil, diyelim<br />

ki keman konsertosudur Piyano için otuz iki sonatı, beş tane kbnsertosu,<br />

keman-piyano ve viyolonsel-piyano sonatları, dokuz senfonisi, on yedi<br />

dörtlüsü, piyano için değişimleri ve bagatelleri hep gelecek günlerin bestecilerine,<br />

ister teknik, ister anlatım yönlerinden olsun, yeni ufuklar açmış<br />

yapıtlardır, ister iyi ister kötü olsun bunlar.<br />

BERLİOZ VE FRANSIZ OPERASI<br />

Sanatçıyı en iyi yapıtlarına göre yargılamak konusuıtu özellikle yükselten<br />

bir besteci de Hector Berlioz’dur (1803-1869). Berlioz'un müziğindeki<br />

yücelikler ve düşüklükler, Beethoven’inkilerden çok daha belirli, çok daha<br />

çarpıcıdır. O kadar ki Berlioz’da bu başkalık, aynı yapıtm içinde bile kendini<br />

gösterir ve bir iki ayrıklık dışında, Berlioz’un müziğini en iyi örneklerine<br />

göre değil, yapıtlarının içindeki en başarılı sayfalara göre yargılamak zorunluluğu<br />

ortaya çıkar. N e var ki bu sayfalar (bir de, bütünüyle Symphonie<br />

Fantastique ya da Enfance du Christ gibi besteleri) Berlioz’u romantik<br />

Müzik Tarihi. F.: 6<br />

S İ


yüzyılın simgesi yapmaya yeter.<br />

Berlioz’un müziğindeki çelişmeler bu sanatçıyı, sonu gelmeyecek gibi<br />

görünen tartışmaların konusu yapmaktadır. Belki hiçbir bestecinin Berlioz’unkiler<br />

kadar coşkun savunucuları ve inatçı saldırıcıları yoktur. Savunucuları,<br />

onun güçlü kişiliğine, kendine özgü buluşlarına, hele orkestralamadaki<br />

ustalığına, bir de senfonik müziğin kapsamına dramatik ve anlatıcı<br />

öğeler getirmiş olmasına dayanırlar. Karşıtlarıysa, müziğinin teknik açısından<br />

pek çiğ olduğunu, yapısının çürüklüğünü, anlatımında çok kere dayanılmaz<br />

bayağılıklara düştüğünü, duygularım denetlemediğini, bir de aşın<br />

gösterişçiliğini öne sürerler. H er iki görüşün dayandığı tanıtlan Berlioz’un<br />

müziğinin gerçekleri desteklemektedir. Fakat gene belirtelim ki bir sanat<br />

yaratısı kötü yanlanyla değil, iyi yanlarıyla yaşar. Berlioz yalnızca, düşmanlarının<br />

tanıttığı gibi olsaydı, bugün bu besteciden söz etmek gerekmezdi bile...<br />

Y a da, düşmanlarının onu yermek için başvurdukları denektaşlarınm,<br />

değiştirilmeden, birer övgü savı olarak kullanılması düşünülebilir: Çiğlik,<br />

bayağılık, denetsiz duygular... Bir sanat yaratısına kimliğini, ayrılığını, özgünlüğünü<br />

verebilir bunlar. "Çürük yapı" bile, bir başka görüş açısından,<br />

"sağlam yapı" sayılabilir. Berlioz’u savunanların çürütülemeyecek dayanakları,<br />

bu bestecinin müzik sanatı tarihinin en yüce kişilerinden biri olmasına<br />

engel değildir.<br />

Berlioz’un yaratış hayatını koşullayan birkaç öge, bu bestecinin sanatlımı<br />

çelişik yanlarım açıklayabilir. Bir kere Berlioz, opera bestecisi olmak<br />

amacıyla bestelemeye başlamıştır. Bütün sanat hayatında da bu istekten ayrılmadı.<br />

Yazarken hep sahneyi düşündü. N e var ki taşkın imgelemi, sahnenin,<br />

bu sınırlı uzayın, koşullarım ve gereklerini aşıyordu. Bu yüzden, Berlioz’u<br />

en iyi tamtan yapıtlar arasında gösterebileceğimiz Damnation de Faust<br />

ya da Romio et Juliette, oynanması olanaksız operalardır. Bu yüzden<br />

bunlara opera demek bile gerekmez. Ancak yakın yıllarda bu yapıtları bir<br />

ara sinemanın yardımıyla "sahneye koyma” deneylerine girişilmiştir.<br />

Gerçekta varolmayan bir sahne için düşünülmüş olsalar bile, 'bütün<br />

dünya bir sahnedir" diye düşünen, hayatı bu gözle gören bestecinin, ne türlüsünden<br />

olursa olsun bir "sahne" için düşünmüş olduğu müziğin "dramatik"<br />

nitelikler taşıması beklenirdi. Nitekim Berlioz’un müziğine asıl üstünlüğünü<br />

veren de bu özelliğidir Syntphonie Fantastique’i ya da Requiem‘i,<br />

dinleyicinin, görmesi değil, fakat gözünün önünden canlandırması gereken<br />

"operalardır.<br />

Berlioz’un gerçek sahne için yazdığı eserler hiç de başarılı olmamıştır.<br />

1838 yılında Paris’te oynanan Benvenuto Cellini tam bir başarısızlığa<br />

uğramış ve besteci ömrünün son yıllarında Biatrice et Benedict operasının<br />

VVeimar’da ve Les Troyens â Carthage'mm (Troyalılar Kartaca’da") Paris’te<br />

kazandığı ilgiyle, opera alanındaki emellerinin semeresini pek geç<br />

olarak görmüştür. Bir dostu, yapıtım görmek ve dinlemek için operaya gelenlerin<br />

sayısının gittikçe arttığım bildirdiği zaman Berlioz "onlar geliyor­<br />

82


lar ama, Den gidiyorum" diye karşılık vermişti. Bu ara şunu da belirtmek<br />

gerekir ki bu iki operada Berlioz, taşkın kişiliğinin dışında bir davranışa,<br />

bir türlü klasikçiliğe yönelmiştir. Ancak, bestecinin esin kaynaklan da, belki<br />

de yaratılışına aykın bir yönelme yüzünden, kurumuş görünmektedir.<br />

Gene de bu iki yapıt, küçük orantılarda olsa bile, Berüoz’un kişiliğine özgü<br />

sayfalardan yoksun değildir.<br />

Berlioz’un üstünde durulması gereken bir yanı da, yazarlığıdır. Müziği<br />

her ne kadar dürtülere, sezgilere, duygulara dayanan bir sanatçı kişiliğini<br />

yansıtırsa da Berlioz, müzik dışı ilgileri iyice gelişmiş, tam anlamıyla kültürlü<br />

ve aydm bir kişiydi. Yıllarca Paris’in önemli yayınlarından Journal<br />

des Dibats'nm müzik eleştirmenliğini yapan Berlioz’un kalem çalışmasının<br />

değeri onu, bestecilerin arasındaki en iyi edebiyatçı sayanlan haklı çıkarmaktadır.<br />

Berlioz’un sahne anlayışı, on dokuzuncu yüzyılın ilk yansırım Paris’inde<br />

opera sahnesini biçimlendiren akımlann dışında kalıyordu. Fransız operası<br />

o yıllarda bir yandan Fransız ve Alman etkilerinin, öte yandan da "opera<br />

sahnesinde Fransızlığa has zevkin iddiasız temsilcilerinin" egemenliği<br />

altındaydı. Oysa Berlioz’un kişiliği "Fransız zevki" sınırlarım aşan bir müzik<br />

yazdığında, günün geçerlikteki akımlarım gözetmekten, onlara kişiliğinin<br />

esnekliğince boyun eğmekten geri kalmamıştır.<br />

"Fransız zevkinin temsilcileri" deyince akla, Fransız özelliğini İtalyan<br />

etkisinde geliştiren on sekizinci yüzyıl bestecilerinin, Monsigny’nin, Philidor’un,<br />

Mehul’un kurduğu cılız bir geleneği sürdüren besteciler gelir. Bunların<br />

arasında Nicolas Dalayrac (1753-1809), François Boieldieu<br />

(1775-1834), Louis Hdrold (1791-1833), Adolphe Adam (1803-1856), adları<br />

en sık anılan bestecilerdir. Sevimli melodiler, esnek bir yazı, aydınlık bir<br />

orkestralama ve sahnenin gereklerine uygun, "doğru" duygular, önemleri<br />

pek de büyük olmayan bu bestecilerin ortak yanlarıdır. Bu bestecilerin asıl<br />

önemleri, aynı yolun ilerdeki daha önemli bestecilerine, Gounod’ya, Lalo’ya,<br />

Delibes’e, Biset’ye bir temel hazırlamış olmalarıdır.<br />

On dokuzuncu yüzyılın Fransız sahne bestecilerinden birçoğu da İtalyan<br />

etkisini Fransa’da yansıtıyorlardı. Bunların arasında en başarılısı, A l­<br />

manya doğumlu, Alman ve İtalyan eğitimli Giacomo Meyerbeer<br />

(1791-1864), İtalyan bel canto (güzel şarkı) tarzım Fransız sahnesinin - v e<br />

Fransız hançeresinin - gereklerine uydurmak için bir çaba göstermiş, çağın<br />

ünlü oyun yazarlarından Eugfene Scribe’in librettoları üzerinde bestele^<br />

diği Les Huguenots, L ’Africaine gibi operalarıyla gününde büyük bir ün kazanmış,<br />

ne var ki buluştan aslında reçetenin bir bünyeye (Fransız bünyesine)<br />

nasıl uygulanacağım bilmekten öteye gidemediği için bestecinin yıldızı<br />

ölümünden kısa bir süre sonra sönmüştür. Meyerbeer yolunda bir başka<br />

"fırsatçı" besteci, Fromental HalĞvy (1799-1862) yetili bir sanatçı idiyse de,<br />

kolay başarı hevesi yüzünden yetisini tüketmiştir. Fra Diavolo bestecisi Daniel<br />

Auber (1782-1871), Mıgnon bestecisi Ambroise Thomas (1811-1896),<br />

83


Martha bestecisi François de Flotow (1812-1883) hep aynı düz yolun, dar<br />

görüşlü, ttlküsüz yolcularıdır.<br />

ROSStNİ VE İTALYAN OPERASI<br />

On dokuzuncu yüzyılda Gioacchino Rossini (1972-1868) on sekizinci<br />

yüzyıl İtalyan operasının bir sürdürücüsU olarak yirmi yıl kadar çalışmış,<br />

sonra, değişen bir çağa ayak uyduramayacağını anlayınca bestelemekten<br />

vazgeçmiş, ömrünün son kırk yılında kilise için bir iki yapıttan ve birçok<br />

ufak parçadan başka hiçbir şey yazmamıştır. Bu parçalar, özellikle "İhtiyarlığımın<br />

Günahları" adı altmda toplanmış olanlar, ilginçlikten yoksun değildirler.<br />

Rossini, opera sanatma yeni ufuklar açmış bir, besteci sayılamaz,<br />

özellikle başarı gösterdiği kesim, güldürücü opera (opera buffa) idi. M o­<br />

zart'ın yolunda giden bir besteciydi. Rossini’ye uygun görülen "İtalyan M o­<br />

zart’ı" benzetmesi, yapıtlarının derin anlamlarla ilgili değerleri bakımından<br />

değilse bile, dış görünüşleri bakımından yerindedir. En ünlü operası Sevil<br />

Berberi yarımda kırk kadar operasmdan bugün pek azı oynanmaktadır; bununla<br />

birlikte bu operaların uvertürlerinin birçoğu konserlerde sık sık çalınır.<br />

Yapıtlarında dramatik değerlerden çok bel canto'yu, ses gösterişini gözeten<br />

Rossini, bir opera bestecisi olarak bu yaklaşımının yanında özellikle,<br />

gerek ses ve gerek çalgı yazısındaki sağlam işçilikle, bir de müziğinin, hafifliği,<br />

oynaklığı melodilerinin çekiciliği ve sevimliliğiyle övgüye değer.<br />

Rossini, İtalya’da olduğu kadar çevre ülkelerde, özellikle Fransa’da,<br />

büyük ün kazanmış bir besteciydi. Gluck’un kuramlarının etkisiyle egemenlik<br />

gücü gevşemeye başlayan İtalyan operası, Rossini’nin ve ondan daha<br />

da önce, La Vestale ya da Femand Cortez gibi tarihi konulu operalarıyla<br />

büyük ilgi gören Gasparo Spontini’nin (1774-1851) çalışmalarıyla etkisini<br />

yeniden bütün Avrupa sahnelerinde duyurmaya başlamıştı.<br />

İtalyan bel conto’sunun Rossini yanında, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki<br />

iki önemli temsilcisi Bellini ile Donizetti’dir. Kısa ömürlü Vincenzo<br />

Bellini (1801-1835), arasıra "operanın Chopin"i diye anılan bu duygulu<br />

besteci, lirik sahne için bestelemeye başladığında yirmi dört yaşındaydı.<br />

Ölümüne kadar geçen on yıllık süre içinde Bellini, bel canto’nun en güzel<br />

örneklerini, La Sonnambula’yı, I Puritani’yi, Norma'yı ve bunların dışındaki<br />

on kadar operayı verdi. Bellini’nin müziği teknik açısından hiçbir üstün<br />

değer taşımaz. Yazısı aşırı yalınlıktadır; armonisi ve orkestrası sözü edilemeyecek<br />

kadar üstünkörüdür. N e var ki melodileri her zaman, içten, sıcak,<br />

insansı nitelikler taşırlar. Bellini, on dokuzuncu yüzyıl sonlarına, verismo<br />

tarzına varana kadar, İtalyan operasını -gerçek ve ülküsel anlamıyla<br />

müzikli tiyatro durumuna değilse b ile - bir sanat olarak sözü edilmeye değer<br />

duruma yükselten seyrek bestecilerdendir. Bellini’nin deha sahibi bir<br />

besteci olduğu gerçekse de, yaratıcılığının tek yanlı olduğu da doğrudur<br />

84


Aynı çağın bir başka operacısı, Gaetano Donizetti (1797-1848) önceleri<br />

Rossini’nîn etkisinde kalmış, fakat bu bestecinin üslup parlaklığına hiçbir<br />

zaman ulaşamamıştır. Sahne için yazılan bir müziğin neler gerektirdiğine<br />

aldırmadan, yalnızca günün şarkıcılarının kendilerini göstermelerine ortam<br />

sağlayacak operalar hazırlayan Donizetti, bel canto geleneğinden ayrılıp<br />

operayı, amacına uygun bir yola götürmek için hiçbir çaba göstermemiş,<br />

geçmiş günlerin olsun, kendi çağının olsun başlıca İtalyan bestecileriyle<br />

aynı safta çalışmıştır. Bugün, trajik konusuna rağmen müziğinde pek de<br />

trajik bir yan olmayan Lucia di Lammemtoor'uyla ve iki komik operası<br />

Don Pasquale ve Elisird'Amone ile adı sık sık duyulan Donizetti, kendi yolunda<br />

Rossini ya da Bellini çapında bir besteci değildir.<br />

Rossini’nin, değişeduran bir müzik dünyası karşısındaki yakınmalarından<br />

biri castmto’ların, hadım şarkıcılarının, erkek soprano ve altoların çağının<br />

kapanmakta oluşuydu. Gerçi Rossini’nin "castrato” sesler için müzik<br />

yazma isteğinde olmadığı bilinirdi ama, bel canto üslubunu onların hazırladığı,<br />

ses tekniği öğretimini onların yönettiği de bir gerçekti. Yaşlanan castrato'lar,<br />

nitekim öğretmenliğe başlarlar ve görgüye dayanan yöntemleriyle<br />

geleneği bir kuşaktan ötekine ulaştırırlardı. Bugün, on sekizinci yüzyılın<br />

ünlü castrato’lannın, Cafarellilerin, Farinelli’lerin, ne türlü söyledikleri konusunda<br />

ancak, onların üsluplarını anlatan yazılardan bir fikir edinebiliyoruz.<br />

Bilinen, tertemiz sesler çıkardıkları, notaları kesinlikle duyurdukları,<br />

süslemeleri olağanüstü çeviklikle seslendirdikleridir. Eldeki belgelerde, bu<br />

şarkıcıların geniş bir ses alanına sahip oldukları üzerinde bir bilgi yoktur.<br />

Tersine, castrato'ların birlikte söyledikleri kadın şarkıcıların ses alanlarının<br />

daha geniş olduğu, diyelim ki Haendel’in müziğindeki ses bölümlerine<br />

bakarak, anlaşılabilir.<br />

Gerçi bel canto’nun şarkıcının ses nitelikleri dışındaki özellikleri üzerinde,<br />

çağıiı şarkıcüarının çoğu kere doğaçtan (irticalen) söyledikleri süslemeler<br />

üzerinde, bunlar kimi kere bestecilerin "yazdı” müziğini de koşullamış<br />

olduğu için, bir fikir edinmek daha kolaydır. Fakat bel canto yalnız<br />

süslemelerin seslendirilmesine dayanan bir tür değildir, öğeleri arasında<br />

başta, şarkıcının çıkardığı sesin tını nitelikleri de gelir. Oysa, bugün bilimsel<br />

yollardan giderek, bu sesi yeniden elde etmenin olanaksızlığı şimdilik<br />

anlaşılmıştır. O çağın öğretmenlerinin uyguladığı yöntemler üzerinde elde<br />

yeter bilgi olmadığı için o günlerin sesini "yeniden yapma" isteği daha başlangıçta<br />

büyük engellerle karşdaşmaktadır. Çağın öğretmenleri, daha sonraki<br />

ses öğretmenlerinin bilimsel yöntemlerine karşılık, yalnızca görgülerine<br />

dayanarak öğrencilerini yetiştirmekteydiler. Daha sonraki yılların bilimsel<br />

yöntemlerinin, Haendel çağı şarkıcılarının teknik niteliklerini bir türlü<br />

sağlayamadığı da bilinir.<br />

Erkek sopranonun ne türlü bir sesi vardı? Bugün bu türlü bir sesin<br />

müzik dünyamızda bulunmadığı bir gerçektir. Yakın geçmişin ünlü iki erkek<br />

altosu, Russcll Oberlin ile Alfred Deller, castrato değildiler. Söyledik­<br />

85


leri müzik de bel canto dağarı dışındaydı. Onlara bakarak, bel canto çağının<br />

söyleyiş özellikleri üzerinde aşağı yukarı bir fikir edinmek yanıltıcı<br />

olur. Ancak, şarkıcıların ses nitelikleri üzerinde, çağlarının belgelerinde<br />

sık sık kullanılan "tatlı", "acındıncı" ya da "trompet gibi parlak" sözleri bir<br />

kestiride bulunmaya olanak kazandırabilir.<br />

Bel canto yalnız castrato’ların tarzı değildi. Kadın sopranolar arasında<br />

da castrato’lar kadar opera dünyasına ün salmış olanlar vardı. Bundan<br />

başka erkek seslerinin de, tenor, bariton ve basso’larm da, kimi kere castrato<br />

ya da sopranolar gibi süslü, çevik bir müzik söylemeye atandıktan bilinir.<br />

Çağın ünlü öğretmenlerine gelince, başta Nicola Porpora olmak üzere<br />

Antonio Bemacchi, Leonardo Leo, Francesco Durante gibi öğretmenlerin<br />

öğrencilerine neler öğrettikleri bugün ancak, güvenjlir belgelere dayanmadan,<br />

birkaç kuramcının çahşmalanyla kestirilebilmcktedir. Pictro Tosi<br />

ya da Giambattista Mancini’nin yayınlanmış yöntemlerine de, bel canto<br />

tekniğini gereğince anlatan belgeler gözüyle bakılmamaktadır.<br />

WEBER VE A LM A N OPERASI<br />

Dramla ilgili gerçeklen değil de, şarkıcıların yeteneklerini gözetmesi<br />

bakımından opera ülküsüne yabancı kalmış idiyse dP İtalyan operası, kendi<br />

koşullan, kendi öğeleri içinde bir tutarlığa varmıştır. Alman operasına<br />

kendi tutarlığını sağlayan besleriyse, hem de dram-müzik kaynaşması bakımından<br />

opera ülküsünü de gözeten Cari Maria von W eber (1786-1826) oldu.<br />

W eber müzik öğrenimine on sekizinci yüzyılda başlamıştır; bunun yanında<br />

Mozart’ı kendine örnek seçmiştir. Gene de birçok yanıyla, on dokuzuncu<br />

yüzyıl bestecisidir, bir romantik bestecidir. Bir kere, Weber bir ulusal<br />

bestecidir. Almanya'nın ilk ulusal bestecisi diye gösterilebilir ve bir bakıma<br />

Haydn’ın, Mozart’ın, Beethoven’in ulus-üstü özelliklerine karşıt durumdadır.<br />

Weber’in Almanlığı yalnız erkek korosu için yazdığı vatan şarkılarında<br />

değil, Alman halk müziğine dayanan şarkılarında da kendini gösterir.<br />

Daha yüksek bir yüzeydeyse Weber’in ulusçuluğu asıl opera 'alanında<br />

en yüksek başarısına ulaşmıştır.<br />

Weber, görünürde çok yanı olan bir sanatçıdır. Besteciliği yanında piyanisttik<br />

ve orkestra şefliği de yapmış, müzik dışına da uzanmış, edebiyatla<br />

uğraşmıştır. Besteci olarak da Weber, türlü ortamlarda yazmıştır. Piyano<br />

konsertolan, oda müzikleri, tek piyano yapıtları, kilise müzikleri, şarttılar...<br />

N e var ki W eber’e müzik tarihinde önemli bir yer sağlayan, bütün bu<br />

saydığımız ortamlardaki çalışmaları değil, operayı yeniden biçimlendirme<br />

yolunda giriştiği çaba ve ulaştığı başarılardır. Yoksa, şarkıları olsun, piyano<br />

ya da oda müziği yapıtları olsun, konsertolan, senfonileri olsun, çağdaşlarının,<br />

Mozart’lann, Haydn’lann, Schubertlerin, Beethoven’lerin bu ortamlardaki<br />

yapıtlarıyla kıyaslanınca, biraz sönük kalırlar.<br />

86


Operalarına gelince, sahne müziğinde Weber’in anlatım ve etki bakımlarından<br />

aşırılıklara kaçmış olması, bu ara Schubert’ce, eleştirilmişti.<br />

Bununla birlikte, Weber’in opera alanındaki başarısının nedeni olarak bestecinin,<br />

çağdaşlarınca "aşırılık" sayılan tutumunu gösterebiliriz. Operalarına<br />

tutarlığını sağlayan başlıca öğelerden biri de işte bu aşırılıklardır ve<br />

özellikle melodinin etkileyici gücünün kullanılmasındaki taşkınlıklardır.<br />

Bu yanı Weber’i, on sekizinci yüzyıla bağlı köküne karşın, tam amamıyla<br />

bir romantik besteci yaptığı gibi, "melodiyle karakter çizme” bakımından<br />

da onu daha ileri anlamda bir operanın öncüsü durumuna yükseltmiştir.<br />

Orkestralayıcı olarak da Weber, İtalyan geleneğinin tersine, orkestrayı yalnızca<br />

bir eşlik aracı olarak kullanmakla yetinmemiş, Berlioz ve Wagııer’e<br />

bile büyük etkisi olan orkestralama tekniğini ustaca kullanarak çalgı müziğini,<br />

operanın bütünlüğünü sağlayan başlıca kurucu öğelerden biri durumuna<br />

yükseltmiştir.<br />

Weber, her ne kadar on tane opera yazmış ise de, şarkılı sahneye getirdiği<br />

yenilikler asıl üç operasında, Freischütz, Euryanthe ve Oberon’da sunulmuştur.<br />

Bu Uç opera bestecinin ömrünün son altı yılında bestelenmiştir.<br />

Özellikle Freischütz ve Oberon’da W eber eski Alman sing-spiel (şarkılı<br />

oyun) tarzını temel seçmiş, demektir ki, bu yapıtlarında şarkısız söze de<br />

yer vermiştir. Bugün, Weber’in opera besteciliğine yeni ufuklar açan bu yapıtları<br />

seyrek oynanmaktadır. Nedeni, Weber’in bu alanda kusursuz biı<br />

gerçekleştirici olmaktan çok, bir öncü olarak kalmış bulunmasıdır. Weber<br />

örneği, yalnız yenileyicilikle kalanların, yenileyici çalışmalarım yaratıcılığın<br />

daha derin ve daha öznel değerleriyle güçlendirmeyenlerin yaratılarıyla değil,<br />

tarih kitaplarındaki yerleriyle geleceğe kalacaklarını doğrulamaktadır.<br />

Weber bugün, tarih kitabında bir isim olma durumundan gerçi daha ötededir,<br />

ama pek de ötede değil... W eber savını asıl gerçekleştiren, Wagner<br />

olacaktır.<br />

Weber çağdaşı bir deneyci, Ludwig Spohr (1784-1859) bir bakıma<br />

Weber’in kaderini paylaşmaktadır. Bu bestecinin kişiliği, çelişmelerle doludur.<br />

Müziği, kromatik ilerlemeler ve ton değişmeleri bakımından olsun,<br />

çift dörtlü, dörtlü konsertosu, çift oıkestra için senfoni yazmak gibi ortam<br />

alanındaki deneyci davranışları açısından olsun, ileri görünüşler taşıyorsa<br />

da, Spohr, Weber’in opera alanındaki ilerici tutumuyla savaşmıştı. N e var<br />

ki, gene bir çelişme, aynı yolda yürüyen Wagner’e de karşıt olmakla birlikte<br />

onun elinden tutan, yazdıklarının tanınmasına yardım eden de odur.<br />

SCHUBERT<br />

Çağın bir başka opera bestecisi Franz Schubert (1797-1828), altı kadar<br />

operası ve bir o kadar operetiyle, senfonileriyle, oda müziği eserleriyle,<br />

fakat özellikle şarkılarıyla (/ı'edleriyle) müzik tarihine geçmiştir. Verimli<br />

bir besteciydi: Kısacık ömründe pek çok yazmıştır, dokuz senfoni, on<br />

87


eş kadar yaylı dörtlü, altı yuz kadar şarkı, piyano için sonatlar ve küçük<br />

parçalar... Oysa bugün Schubert büyük ünü olan ve çok sevilen bir besleriyse<br />

de, çok az sayıda eseriyle tanınır: "Bitmemiş" senfoni, büyük senfoni,<br />

"Ölüm ve Genç Kız" dörtlüsü ve "Alabalık" dörtlüsü, birkaç şarkı (bu ara<br />

Ave Mana ve Serenade). Orta müziksever, Schubert’in tatlı melodileriyle<br />

yetinir ve bu bestecinin, müzik sanatının en önemli yaratıcıları arasında,<br />

bu sanatın evriminde önemli bir yeri olan besteciler arasında bir yeri olup<br />

olmadığını düşünmez.<br />

Başlıca çağdaşlan gibi W eber ya da Spohr gibi, Schubert de, senfonik<br />

müzik alanında, Haydn ve Mozart’ın etkisinde çalışmalarına başlamış,<br />

fakat başladığı yerde kalmamıştır. Yirmi yaşma varana kadar bestelediği<br />

beş senfonide Schubert’i kendinden önceki bestecilerin geliştiredurduğu biçim<br />

kalıplan içinde görüyoruz. Gene de bestecinin kişiliği şurada burada<br />

sezilmektedir. Bu ara beşinci senfoninin menuetto’sunda bin minör tonalite<br />

kullanması, Schubert’in edindikleriyle yetinmeme eğiliminde olduğunun<br />

ilk belirtilerinden biridir. Altıncı senfoniye geçtiğinde Schubert, artık geçmişin<br />

değil, çağının ileri davranışlarının, özellikle Beethoven’in etkisindedir.<br />

Biçim genişlemiş, tema evrimleri karmaşıklaşmış, bölüm bitişleri Weber<br />

ya da Spohr’da olduğu gibi gösteriş amacma değil, daha soylu amaçlara<br />

atanmıştır. Bitmemiş senfonisinde (1822) ve büyük do majör senfonisinde<br />

Schubert’in artık Beethoven’i bile aştığı ortadadır. Daha korkusuz armonik<br />

yürüyüşler, Beethoven’de rastlanmayan bir çalgılama (ve bu ara bakır<br />

nefes çalgılarına melodi çalma görevinin verilmesi) Schubert’i çağının<br />

ve sonranın başlıca etkileyicilerinden biri durumuna yükseltmektedir.<br />

Piyano müziği alanında Schubert’i, özellikle küçük parçalarında, impmmptulerinde,<br />

momeııts mıtsicaıvc’da, laendkr"de, romantik çağ ilerledikçe<br />

karşımıza sık sık çıkacak olan "küçük parça" biçiminin bir öncüsü olarak<br />

görüyoruz. Beethoven’in bagatellerinden yola çıkan Schubert bu alanda<br />

Chopin’lerin, Lizst’lerin hazırlayıcısıdır. H ele laendlerlcrinâc (Alman<br />

halk danslarında) Schubert, folkloru sanat müziğiyle birleştiren ilk romantik<br />

bestecilerden biri olarak görülebilir. Schubert’in bu yolda verdiği örneğin,<br />

Chopin’in aynı yoldaki yapıtlarını, özellikle polonaise "terini esinlemiş<br />

olduğu bir gerçektir.<br />

Fantaisielerine gelince, bu ortama verilen ad gereği, bestecinin biçim<br />

bağlarından kurtulması ve daha bağımsız biçimler denemesi, imgelemini<br />

daha özgürce çalıştırması, Schubert’i sonat biçiminde araştırmalara götürmüş<br />

ve Wandavıphantasie örneğinin de gösterdiği gibi, sonatın dört bölümünün<br />

tek bölüm içinde toplanması ve tema birliğine bağlanması bakımından,<br />

dönemsel biçimi (foııııe cyclique) hazırlamış, aynı zamanda da<br />

yüzyılın ortalarından başlayıp gelişecek olan senfonik şiir (poeme şymphonique)<br />

biçiminin öncüsü olmuştur.<br />

Bütün bunların yanmda Schubert asıl, şarkılarıyla kendine müzik tarihinde<br />

sarsılmaz bir yer sağlamıştır. A ltı yüz kadar şarkı yazmış olması,<br />

88


günde çoğu kere on tane şarkı bestelemesi, Schuberfin bu alandaki çalışmalarını<br />

yargılarken ancak bir nicelik ölçüsü olabilir, önem li olan, bu şarkıların<br />

nitelikleridir ve Schubert’le birlikte ses ve piyano için müzik yazmanın<br />

tam anlamıyla bir başlangıca varmış olmasıdır. Gerçi Mozart, Haydn<br />

ve Beethoven de bu ortamda eserler yazmışlardır. Fakat Schubert’inkilerle<br />

kıyaslanınca öteki ustaların çalışmaları, ayrık ve etkisiz olaylar gibi kalırlar.<br />

insan sesi için yazılan müziğin öbür biçimlerinde, din müziği eserlerinde<br />

olsun, dindışı kantatlarda ya da operalarda olsun, müzik ile söz birleşmesi<br />

her şeyden önce, müziğin ya sözlerle anlatılan "olayın” altını çizmesi,<br />

bu olayı temsil etmesi yoluyla gerçekleşir; ya da İtalyan davranışının ortaya<br />

koyduğu gibi, böyle bir birleşme arda atılarak doğrudan doğruya şarkıcının<br />

ses gösterisine temel hazırlayacak bir müzik yazdır. Oysa ses ve piyano<br />

için yazılan müzikte, piyano eşlikli şarkılarda dürüm başkadır. Bunlarda<br />

bir kere şiir, opera ya da öbür "ses müziği" biçimlerine kıyasla, ayrı<br />

bir görev edinir. Bu görevi her şeyden önce seçilen sözün kısalığı belirtir.<br />

Seçilen şiir burada doğrudan doğruya bestecinin gereği, ortamı durumuna<br />

geçer. Besteci, müziğiyle, bu şiirin anlamım "altını çizmek" yerine, şiiri çalışma<br />

aracı olarak, cümle yapısıyla, ritmleriyle, tınılarıyla ele alır ve müzik-söz<br />

birleşmesini bu verilerden çıkarak gerçekleştirir. Bu türlü bir çalışmanın<br />

yoğunluğu, ortaya çıkacak müziğin uzunluğunu da koşullar; uzunluğu<br />

saatle ölçülen bir opera ya da bir oratoryoda bu türlü bir çalışma, hem<br />

besteci, hem dc dinleyici açılarından gereksiz sayılabilir. Oysa, metnini kısa<br />

şiirlerin kurduğu küçük şarkılar bestecinin daha yoğun, hem de daha<br />

dar, daha küçük bir yüzeyde daha büyük bir titizlikle çalışmasına olanak<br />

sağlamaktadır. Müziğin kuruluşunun doğrudan doğruya şiirin özelliklerine<br />

bağlanması da, şiirin yapısının müziği etkilemesini sağlamakta, böylece<br />

besteciyi biçim araştırmacılarına götürmektedir.<br />

Schubert, kendinden önce bu alanda dağınık olarak yapılan çalışmaları<br />

düzenlemiş, yeni bir biçimin sağlam temellerini atmıştır. Schubert, müziğini<br />

şiire uydururken, şiirin yapışma ve ritmine körükörünc bağlanmış değildir.<br />

Mozart ve Beethoven’de henüz, bu birleştirmede çekingen bir bağlılık<br />

sonucu, şiirin melodileri koşulladığım görüyoruz. Oysa Schubert şiiri<br />

bağlayıcı bir gereç gibi değil, melodik yapının özgürlüğünü dürtecek, geliştirecek<br />

bir yoruıyt ortamı gibi kullanmıştır. Schubert’in bu tutumunun sonuçları<br />

yalnız ses bölümüne atanmış melodilerde değil, piyano refakatinde<br />

de gerçekleşmiştir. Schubert’ten sonraki bütün şarkı bestecilerinin yapıtları,<br />

Schumann, Brahms, Mahler liedlen, Faurö ve Debussy şarkıları hep,<br />

Schubert’in sağladığı verilerin şu ya da bu yenilikle zenginleştirilmesinin<br />

sonucudurlar.


MENDELSSOHN VE PAG ANİNİ<br />

Bu iki besteci arasındaki ortak yan, ikisinin de anlatım yönünden yüzeyde<br />

kalmış bir müzik yazmış olmalarıdır. İkisi de çağlarının çocuğudurlar;<br />

ikisi de şu ya da bu yönden romantik bestecilerdir. Fakat yönleri birbirinin<br />

tersidir. Paganini’nin taşkınlığına, gösterişçiliğine karşı, Mendelssohn<br />

taşkınlıktan hiç hoşlanmayan, serin, durgun, uysal bir romantiktir. Ama<br />

davranışlarının o ya da bu türlü olması, müziklerine derin bir anlam kazandırmış<br />

değildir.<br />

Mozart, Schubert ve Bellini gibi Felix Mendelssohn (1809-1847) da<br />

kısa ömürlü bir besteci olmuştur. Mozart ve Schubert gibi o da verimli bir<br />

besteciydi. N e var ki yapıtlarının çoğunun zamanın sınavına dayanamadığı<br />

da bir gerçektir. Yazık, çünkü bugün tanınan az sayıda yapıtıyla boy ölçüşebilecek<br />

değerde ve tanınması, tadına varılması gereken birçok bestesi<br />

vardır. Mozart’la ortak bir yanı, onun da bir 'harika çocuk" olmasıdır. Sağlam<br />

bir müzik eğitimi görmüş, klasik ülküler gözetilerek yetiştirilmişti Bununla<br />

birlikte çağının akımlarına kayıtsız kalmadı. Mendelssohn’un anlatım<br />

yanının kısırlığını, klasik eğilimlerinin romantik tutumla uzlaşamamasında<br />

arayabiliriz. Nitekim besteleri, hele 'biçimsel* olanları, özellikle<br />

Skoç ve İtalyan adlarıyla tanınan senfonileri, her şeyden önce sağlam işçilikleriyle<br />

ilgi çekerler.<br />

Opera alanında Mendelssohn pek gençken yazdıklarından öteye gidememiştir.<br />

Bu biraz da, uygun sayabileceği libretto’lar bulaman tasından ileri<br />

gelmiş olabilir. Çünkü, tamamlanmamış operası Lorelei'da bestecinin<br />

dramatik açıdan epeyce güçlü olduğu görülür. Şarkılarına gelince, bunlarda<br />

Mendelssohn, bir Schubert’le, bir Schumann’la, bir Brahms’la kıyaslanabilecek<br />

güçte değildi. Oda müziği ürünleri arasmda ancak okteti anılmaya<br />

değer; öbürleri, temiz bir işçilikle yazılmış, fakat önemli bir bildirisi olmayan<br />

eserlerdir. Keman konsertosu, keman için ustalıkla yazılmış, çekici melodileri<br />

olan, fakat bunun dışında bugün kazandığı büyük saygınlığı pek de<br />

doğrulamayan bir yapıttır. Mendelssoh’un müziğine daha büyük bir ilgiyle<br />

bakılmasını sağlayan çalışmaları, koro müziği, özellikle Elijah oratoryosudur.<br />

Piyano müziğine gelince, bunları kendisi bile önemsiz saymıştır. Gene<br />

de bunların birçoğunun bugün arada bir çalınması, biraz daha ilgi görmesi<br />

gerekir.<br />

Mendelssohn’un durgun kişiliği karşısında Niccolo Paganıni<br />

(1782-1840), romantik taşkınlığın simgelerinden biridir. Çağının en büyük<br />

keman virtüözü diye tanınan Paganini, çalgısı üzerindeki şaşırtıcı kolaylığından<br />

yararlanarak bu çalgı için gösterişli, etkileyici bir müzik yazmıştır.<br />

Yazdıkları sayıca çok değildir; çünkü Paganini olağünüstü tekniğini kâğıt<br />

üzerine aktarıp bu yolla başka kemancılara ulaştırmak istemezdi. Keman<br />

konsertoları ve 24 tane cappıiccio’su bugünün dinleyicilerine Paganini’nin<br />

ne türlü bir kemana olduğu üzerinde bir fikir verebilmektedir.<br />

90


Müziğinin kemanla ilgili nitelikleri her ne kadar övülürse de besteci<br />

Paganini’yi çoğu tenkidçi, gösterişçiliği ve yüzeyselliği açısından hor görür.<br />

Bu görüş yanlış değildir gerçi ama, Paganini’nin müziğinin melodik çekiciliğini<br />

görmezlikten gelmemek, bundan başka Schumann ve Berlioz’un bu<br />

parlak kemancının müziğine yaraşık gördükleri' ateşli övgülere bir kulak<br />

verip Paganini’nin gerçekten kendine özgü ve ’yeni" bir müzik yazmış olduğunu<br />

tanımak gerekir.<br />

' CHOPİN, SCHUM ANN VE LIZST<br />

"Küçük şeylerde büyük, büyük şeylerde küçük..." Chopin’e uygun görülen<br />

bir tekerlemedir. Fr£d£ric Chopin’in (1810-1849) yalnız küçük şeylerde<br />

büyük olması, onun tam ve gerçek anlamıyla bir büyük besteci olmasına<br />

engel olmuş değildir. Söz konusu küçük şeyler noctume, barcarolle, mazurka,<br />

polotiaise gibi küçük parça biçimleridir; bir de, Chopin’in yalnız piyano<br />

için müzik yazması gibi bir "küçük şeye" kendini kaptırmış olması,<br />

müziğin piyano dışındaki ortamlarıyla pek ilgilenmemesidir. Gerçekte Chopin’in<br />

oda müzikleri (viyolonsel sonatı ile piyanolu triosu) ve şarkıları,<br />

ona bir ün sağlayacak nitelikte değildir. Orkestralama alanında da PolonyalI<br />

besteci iyice beceriksizdir. O kadar ki; piyano konsertolarını yeniden<br />

yazmak isteyen besteciler çıkmıştır. Gerekmez, çünkü ne kadar kusurlu<br />

olursa olsun, deha bir bütündür. Chopin’in deha kavramına uyan bir besteci<br />

olup olmadığını tartışmak yersizdir.<br />

H er ne kadar oıkestra yazısı düzeltme gereğini akla getiriyorsa da, piyano<br />

yazısında, hem doğrudan doğruya bu yazının somut özellikleri, hem<br />

de bestecinin piyano ortamından yararlanarak sunduğu daha soyut nitelikler<br />

bakımından Chopin’i düzeltmek kimsenin , aklına gelmemiştir. Piyano<br />

yazısı bir yana, Chopin asıl bu nitelikleriyle bir büyük bestecidir. Biçim<br />

alanında Chopin, durup dinlenmeyen, hem de buluşları tükenmeyen bir<br />

araştırıcı, bir yenileyiciydi. Nitekim, sonraki kuşaklar boyunca Chopin’in<br />

biçim ustalığı hep, hem de Debusşy gibi, Ravel gibi, Skıyabin ya da Rahmaninof<br />

gibi dev bestecüerce, örnek olarak gözönüpde tutulmuştur.<br />

Chopin’in dünyası küçük bir dünya idi gerçi ama, kendine özgü bir<br />

dünyaydı. Sınırlarım tanımış, bir iki deney dışında piyanonun dışına çıkmamıştır.<br />

Doğrudan doğruya piyano yazışma getirdiği yeniliklerin de bir önceliği<br />

yoktur. Arasıra, İrlandalI piyano bestecisi John Field’in (1782-1832)<br />

özellikle "noctume” (bu terimi "gece müziği" diye çevirebiliriz) biçiminde<br />

Chopin’i etkilediği söylenir. Doğrudur ama Field hiçbir zaman Chopin’le<br />

hynı sırada yargılanacak bir besteci durumuna yükselememiştir. Chopin’e<br />

varana kadar hiçbir besteci, piyanonun olanaklarını Chopin’in vardığı kapsamda<br />

işlemiş, geliştirmiş değildir.<br />

Çağın olağanüstü virtüozlarm'dan biriydi ve hem de usta bir öğreticiydi.<br />

Chopin’in öğretim yöntemlerine kısaca bir göz atmak, onun piyano üs­<br />

91


lubu üzerinde özet olarak bilgi sağlar. Bir kere Chopin, piyanoyu yumuşak<br />

dokunuyla çalınması gereken bir çalgı olarak görürdü. Çalgıyı bu açıdan<br />

görüşünün bir sonucu olarak, pedal tekniğini istediği tını özelliğini sağlayacak<br />

gibisinden geliştirmiş, pedalı yeğin, güçlü, yüklü sesler çıkarmak için<br />

kullanmaya yanaşmamaştır, hem, müziğinin çok kere vuruştan vuruşa değişen<br />

armonileri de yeni bir pedal tekniği gerektirirdi. Aynı tutumla Chopin,<br />

Bzemy yöntemini, piyanoyu vurma çalgıya çok yakınlaştırıyor diye uygun<br />

görmemiştir. Kendinden önceki yöntem ve temrinler arasında elementi<br />

ile Cramer’i beğenirdi. Müzik üzerindeki us deneti için Bach’m kırk sekiz<br />

preludio ve fuga’sını, bağlı ve "şarkısı" çalış için de Field’in "noetume"-<br />

lerini salık verirdi. Ritmde boşlukları, akorlann parçalanmasını, gereksiz<br />

yavaşlamaları ve aşın rubato’yu (tempoda özgürlük) hoş görmezdi.<br />

Chopin’in henüz on altı yaşındayken yazdığı La ci darem çeşitlemelerini<br />

duyduğunda Schumann’m "Şapkanızı çıkarınız bejler, karşınızda bir<br />

deha var..." dediği bilinir. Bu sözü söylediğinde Robert Schumann<br />

(1810-1856), bir yandan kendini bestecilik yolunda yetiştirmekte, öte jrandan<br />

da çağdaş müzik ülküsünü yaymakla uğraşıyordu.<br />

Chopin gibi Schumann da piyano bestecisiydi ama yaşıtı gibi yalnızca<br />

bu ortama saplanıp kalmamıştır. Orkestra ve oda müzikleri, piyano için<br />

yazdıklarına yaklaşan önemdedirler; şarkılarıysa onu bir Schubert ile en<br />

azmdan aynı kata yerleştirmiştir. Schumann’ın piyano yazısının "orkestra<br />

gibi," orkestra yazısınınsa "piyano gibi" olduğu ileri sürülür. Bu çıkmazın<br />

içinden Schumann’ın piyano yazısını Chopin’inkiyle kıyaslayarak çıkılabilir<br />

Nitekim Chopin’inkiyle kıyaslanınca Schumann’ın piyano yazısı -ama, yalnız<br />

piyano yazısı, müziğin öteki özellikleri değil,- artık geçmiş sayılması<br />

gereken bir çağın geleneklerine uygun görünür; devrimci, ilerici bir yazı<br />

değildir. Beethoven’in piyano yazısına yakınlaşan yanlan vardır ve gerçekten<br />

ister bilinçle ister sezgiyle olsun, piyanodan orkestra etkileri elde etme<br />

amacının gözetilmiş olduğunu düşündürür. Orkestra yazısına gelince, her<br />

ne kadar Schumann orkestra çalgılannın kullanılıştan bakımından birtakım<br />

yenilikler getirmiş, özellikle nefes çalgılarının ödevlerini çoğaltmış ise<br />

de, orkestralamasında bir ustalıktan söz edilemez. Orkestra yazısı Chopin’inki<br />

kadar acemice değilse bile, diyelim ki bir Berlioz ile kayışlanabilecek<br />

gibisinden değildir. Genel bir anlatımla, rastgele orkestralarmış piyano<br />

yazısını artdınr; etkisizdir, gevşektir, tınlamaz<br />

Ancak, Schumann’ı yalnızca orkestra ve piyano yazısı gibi besteleme<br />

işçiliğinin tek bir yönünden yargılamak dar görüşlülük olur. Daha da ötesi<br />

Schumann, işçilik ve tekniği açısından üzerinde söz edilecek bir besteci değildir.<br />

Schumann’ın gerçi esnek, işlek bir tekniği vardır ve bu niteliği onu<br />

türlü biçimlerde, türlü ortamlarda çalışmaya götürmüştür, bu bir gerçektir;<br />

fakat Schumann’m asıl önemi, setçiği her ortamda anlatımını aynı başarıyla<br />

gerçekleştirebilmesidir. Romantik bestecilerden çok kere "müzik şairleri"<br />

diye söz edilir. Pek az besteci Schumann kadar bu benzetmeye hak<br />

92


kazanmıştır. Schumann, anlatım alanının geniş kapsamıyla, türlü duyguları,<br />

türlü davranışları gerçekleştirebilmiş bir bestecidir. Kimi kere yeğin, kimi<br />

kere uysal, kimi kere ateşli, taşkın, tutkulu, kimi kere serin, durgun, okşayıcı,<br />

fakat her zaman imgelemli, buluşlu bir yaratıcı...<br />

Schumann, tanrı vergisi kazanmış bir kişinin yaratış çalışmasında kendisine<br />

öğretilenlere değil de, sezgilerine, içgüdülerine boyun eğerek neler<br />

yapabileceğinin örneğidir. Gençliğinde yazdıkları, on dokuzuncu yüzyılın<br />

ilk yansı için şaşırtıcı derecede ileri bir davranışın örneği ritm birleştirmeleriyle,<br />

kontrapunta ve armoni öğreniminin hiçbir zaman sağlayamayacağı<br />

korkusuz buluşlarla doludur. Schumann, olgunluk yıllannda müziğine artık,<br />

ileri atılış bakımından yeni bir şey ekleyememiştir. Yirm i üç yaşındayken,<br />

Beethoven’in ölümünden daim on yıl geçmeden yazdığı piyano çeşitlemeleri<br />

Etudes symphoniqu.es, dil yenilikleri bakmandan Beethoven’i değil<br />

on yıl, yarım yüzyıl geride bırakan bir yapıttır.<br />

Schumann, olağanüstü bir virtüöz piyanist değildi. Yazdıklarım daha<br />

çok, karısı Clara Wieck-Schumann sunardı. N e var ki Schumann’la ilgili<br />

bir yanlış görüşü yayan da Clara olmuştur. Clara, iyi niyetle de olsa, Schumann’ı<br />

Lizst ve Wagner*e karşı -Brahms ve Mendelssohn ile birlikte- tutucu<br />

düşünüşün temsilcisi olarak tanıtmak istemiştir. Mendelssohn söz konusu<br />

olduğunda bu görüş doğrudur; Brahms ise ayrı bir tartışma konusudur.<br />

Schumann’ın tutuduğuna gelince neyse ki sonraki (uşaklar onun on<br />

dokuzuncu yüzyıl müziğindeki durumunu daha aydınlık bir görüşle yargılamaktadırlar<br />

ve varılan sonuç herhalde tutuculuk kavramıyla anlatılacak gibisinden<br />

değildir. Bu ara, müziğindeki öbür öncü öğelerin yanında, biçim<br />

açısından getirdiği bir yeniliğin üzerinde özellikle durulması gerekir. Birçok<br />

yapıtında görülen, bunların arasında çok iyi tanınan Camaval’ında örneklenen,<br />

küçük parçaların birbirinj izlemesiyle kurulan büyük yapı, bugün<br />

bile, ister Schumann etkisinin bilincinde olsun ister olmasm, birçok<br />

bestecinin uyguladığı, olanakları, açılımları geniş bir biçimsel yaklaşımdır.<br />

On dokuzuncu yüzyılın ateşli romantizminin simgesi, Chopin ya da<br />

Schumann’dan çok, bir başka piyanist-besteci, Franz Lizst (1811-1886) olmuştur.<br />

Liszt, Chopin’den daha da ünlü bir piyanistti. Anlatılanlara inanmak<br />

gerekirse, Liszt gibi bir piyanist daha dünyaya gelmemiştir. Ancak,<br />

Liszt’in piyanistliği bir yandan da öneminin küçümsenmesine, eserlerinin,<br />

"piyanist müziği" gibi hor görücü bir deyimle tanıtılmasına yol açmıştır.<br />

Gerçi Liszt, on dokuzuncu yüzılda Chopin yanında, piyano için en "uygun”<br />

müziği yazan bestecidir. Fakat müziğe getirdiği bu kadarla kalmış değildir.<br />

Liszt, piyanistliğinin gücüne güvenerek, yalnızca piyano için müzik yazmakla<br />

da yetinmiş değildir. Liszt, piyano edebiyatına kazandırdıktan, piyano<br />

tekniğine getirdikleri yanında, çok kere unutulan orkestra müziğiyle de<br />

anılmaya değer.<br />

Liszt’in orkestra müziği ortamına kazandırdığı, poime symphonique<br />

(senfonik şiir) adı verilen, klasik düzene karşıt, çoğunlukla müzik dışı ko­<br />

93


nulan işleyen bir riırdiır. Bu türün önceliğini aramak istersek, karşımızda<br />

Berlioz’un müziğini buluruz. Nitekim "Symphonie Fantastique" aslında bir<br />

senfoni değil, beş bölümlü bir senfonik şiirdir. Liszt’in bu alanda başlıca<br />

etki kaynağı Berlioz’dur. özellikle biçim bakımmdan... Senfonik şiir, "orkestra<br />

sonatı" diye adlandırabileceğimiz klasik senfoninin yapı düzenini yıkarken,<br />

yerine başka bir yapı anlayışı getirmiştir. Bir "ana düşünüşken yola<br />

çıkıp, klasik sonat yapışma yan çizerek, bu "düşünüşün" özgürce geliştirilmesinin<br />

sonucu olan bir yapı kurmak, Liszt’te doğrudan doğruya Berlioz’un<br />

idie (saplantı) dediği temi işlemesine dayanır. İmgelemini çalıştırmak<br />

için de Liszt, müzik dışı konulara, özellikle edebiyatın yardımına başvurmuştur.<br />

Goethe, Şehitler, Shakespeare, Lamartine, Victor Hugo hep.<br />

Liszt’in esin kaynağı olmuşlardır. Ama, Liszt’in on iki senfonik şiiri, bu biçimin<br />

başlıca geliştiricileri olmak yanında, bir sanat eseri olarak önemli midirler?<br />

Böyle bir soruya gönül rahatlığıyla olumlu bir karşılık vermek güçtür.<br />

Gene de bu yapıtların tarih içindeki yerlerini tanımamak, sonraki senfonik<br />

şiirlere, hele Richard Strauss’a olan etkilerini görmemek elde değildir.<br />

Liszt’i küçümseme eğiliminde olanlar, orkestra yapıtlarına olduğunca<br />

piyano müziğine de sataşırlar. Teknik açısından her iki ortamdaki yapıtlarını<br />

kötülemek gerekmezse de, sanatçı kişiliğinin tutarlılık içinde gerçekleşmesini<br />

savunanlara kulak vermek istiyorsak, Liszt’in müziğinde yer yer beliren<br />

içtenlik, soyluluk ve yücelik yamnda, gösteriş uğruna, çarpıcılık uğruna,<br />

etki uğruna, anlatımın yüzeysel, dıştan, giderek bayağı sayılması gereken<br />

amaçlara kurban edildiğini tanıyabiliriz. N e ki, gösterişi, çarpıcılığı,<br />

parlaklığı olmayan bir Liszt düşünülebilir mi?<br />

Yüzyılımız ilerledikçe kazanılan yeni görüş açılarından, Liszt’ın yalnız<br />

romantik çağın bir büyük simgesi olmakla kalmayıp, yirminci yüzyıl<br />

müziğinin birçok önemli öğesini saptayan bestecilere, Özellikle Debussy ve<br />

Ravel’e ne denli etken olduğu, giderek (hele çok az bilinen son yapıtlarında)<br />

atonal yazının öncüsü olarak belirdiği, kimi kişinin hor gördüğü o gösterişli,<br />

yüzeysel yazısında bile kullandığı dilin özellikleriyle bir "modem"<br />

besteci olarak yükseldiği anlaşılmaktadır.<br />

VVAGNER<br />

Avrupa'nın kültür hayatını hiçbir müziksever, Richard Wagner<br />

(1813-1888) kadar etkilemiş değildir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısını<br />

"Wagner çağı" diye tanıtmak uygun düşeceği gibi Wagner etkilerinin yüzyılımıza<br />

kadar da uzandığı bir gerçektir. İVagner’in adı ve yaratıları Avrupa'nın<br />

müzik sahnesinde duyulmaya başlandığından beri artık hemen hemen<br />

bütün besteciler durumlarını Wagner’e göre ayarlamak, Wagner bilinci<br />

içinde çalışmak, ona ya uymak ya da karşı durmak zorunda kalmışlardır.<br />

Wagner’in başından geçen türlü olayların da ününü desteklediği söyle­<br />

94


nebilir. Alacaklılarından kurtulmak için çelimsiz bir tekneyle Riga’dan kaçışı,<br />

toplumsal olaylara kayıtsız kalmayışı, bu ara Dresden’deki ayaklanmaya<br />

katılması yüzünden poUsin kovuşturmasına uğrayışı ve Liszt’in sağladığı<br />

bir pasaportla İsviçre’ye sığınışı, türlü aşk serüvenleri, sonuçta, karısının<br />

hizmetçisiyle yatarken kalp durmasından ölümü... Eleştirmen ve besteci<br />

Rene Leibowitz, okul karnesine "iyi öğrenci ama, Wagner’le ilgileniyor” diye<br />

bir kayıt düşürüldüğünden söz ediyor, sonra da şunu ekliyor: "Bugün<br />

bir Wagner operasını baştan sona görebilmem için inandırma sanatım bilen<br />

birinin çabası gerekir."<br />

Bugün belki herkes, bir Wagner operasını baştan sona kadar dinlemek<br />

konusunda Leibovvitz gibi düşünür ama gene de Wagner operalarının<br />

oynandığı salonlar her zaman tıklım tıklım doludur. Wagner büyüsü, nitekim<br />

henüz sönmemiştir. Bu gidişle söneceğe de benzememektedir.<br />

Büyü! VVagner’e verilen büyük önemi en iyi bu kelime anlatır belki.<br />

Yoksa, Wagner’in tarihi önemi ve müziğe kazandırdığı birtakım yeni öğeleri,<br />

hele opera sanatım ülkülerine ulaştınşım tanımazlık etmeden, bu bestecinin<br />

müziğinin, diyelim ki Liszt’inkinden daha üstün artamlar taşıdığını,<br />

saplantılara kapılmadan tanımak güçtür, ö t e yanda gençlik çabalarının,<br />

bu ara piyano sonatı ve senfonisinin, hiçbir kişilik çizgisi taşımaması, Wagner’in<br />

daha olgun yapıtlarına, ünlü operalarına, kuşkuyla bakılmasını gerektirmektedir.<br />

"Kendine yardım eden besteciye tanrı da yardım eder" diye<br />

bir söz vardır. Wagner, kendi reklâmım yapma yolunda kazandığı başarıda<br />

tanrının da yardımım görmüştür.<br />

Wagner’in müzikten önceki ilgi konusu, edebiyat, felsefe ve tiyatroydu.<br />

Shakespeare, Schiller ve Goethe’nin "Egmonf'u yoluyla Beethoven’in<br />

müziğini tamdı. O günden sonra yazarlık yolundaki çalışmalarına bir de<br />

besteciliği katmaya karar verdi. Eğitiminin yetersiz olduğunu gördü. Ders<br />

almaya başladı. İşte bu öğrenim sırasındadır ki, senfonisini, hemen hemen<br />

bütün bestecilerin gençlik çalışmalarının tersine, sonraki Wagner’in kişiliğinin<br />

en ufak bir belirtisini taşımayan önemsiz senfonisini yazdı. Kişiliğini<br />

bulduktan sonra yazdığı operaların hepsinin, bestecinin güçlü kişiliğinin<br />

damgasım çok belirli olarak taşıdıkları gerçeğine karşı durulmaz ama bu<br />

yapıtları bile hele yapıyla ilgili, küçümsenmez kusurlarla doludur. Operalarının<br />

librettolarını da kendi yazan, hem daha çocukluk yıllarından beri<br />

edebi amaçlar gözeten Richard Wagner bu açıdan da, edebiyatçı olarak,<br />

amaçlarına pek de erişmiş sayılamaz. Yaratılan bugün ayakta durabiliyorlarsa<br />

bu asıl, müzikle edebiyatın birbirlerini tamamlayışının sağladığı destekledir.<br />

Wagner, daha çok kurama olarak, kendini atadığı ödev bakımından<br />

etkileyicidir. Bu ödevi her bakıma sağlam bir sanat ürünü içinde gerçekleştirmiş<br />

olup olmaması bir yana, kendi başına bu ödev, bir de ödevin yapıtlan<br />

yoluyla, yarım da olsa, kusurlu da olsa, gerçekleştirilişi, sonraki kuşaklara<br />

üzerinde düşünecekleri, çahşacaklan bir temel sağlamıştır Gesammt-<br />

95


kunsttverk (bu deyimi karma sanat diye çevirelim), Wagner’in gerçekleştirmeyi<br />

umduğu başlıca ödevdi. Opera alanında çalışan düşünür bir sanatçının,<br />

böyle bir ödevin sorumunu yüklenmesi doğaldır. Tiyatro, edebiyat, resim,<br />

mimarlık ve müzik, operada birleşmeye hazır durumdadırlar. Başarısının<br />

katı bir yana, VVagner’in yaptığı, bu birleşmeyi sağlamak olmuştur.<br />

Kendini operanın sınırlan içine kapatması, bu sanatın sorunlarını çözmeye<br />

çalışması bir bakıma VVagner'in doğrudan doğruya müzik alanındaki düşük<br />

başansının nedeni diye görülebilir. Haendel ile, Mozart ile, daha da<br />

öteye gidelim, Verdi ile kıyaslandığında Wagner’in operalannın, opera ülküsünü<br />

karma sanat amacına giden yolun tutulmasıyla gerçekleştirmiş olmasına<br />

karşm, gene de daha az başanlı kalmaları, bir Wagner operasına<br />

baştan sona sabretmek diye bir sorunun sözkonusu olması, işte Wagner’in<br />

uğraşısını her şeyden önce müziğe yöneltmiş olmaması yüzündendir.<br />

Nitekim Wagner’in müzikle ilgisi, müziğin doğrudan doğruya kendi<br />

siyle değil, müzik üzerindeki birtakım düşüncelerle, birtakım taslamalarla<br />

gerçekleşmiştir. Gene de işte bu düşünceler, bu taslamalar Wagner’i, operadan<br />

özgür olarak düşünüldüğünde, müziksever olarak bir öncü, bir bulucu<br />

durumuna geçirmektedir. "Sonsuz melodi"; operalarındaki kişilerin ve<br />

olayların "kartviziti" gibi kullanılan tanıtma öğesi Leitmotiv’in müziğin yapı<br />

bünyesine sokuluşu; orkestranın şarkıcıları ezercesine kullanılması; bir de<br />

-W agner’in müzik diline getirdiği en önemli yenilik- bir sonraki kuşaktan<br />

başlayarak önce tonalite bağlarının koparılmasına, sonra da' dizisel müziğe<br />

yol açan chromarisme (tonal düzende yarım seslerin geçici olarak değil<br />

de, tonalite duygusunu yitirecek gibisinden kullanılması...) Bütün bu yeni<br />

görüşler Wagner’den sonra çok daha gelişmiş ve sağduyuyla, çok daha<br />

sağlam bir işçilikle, daha başarılı sanat yaratılan ortaya çıkarmak için kullanılmıştır.<br />

Yirminci yüzyıl Viyana Okulu bestecilerinin çalışmalan, hele<br />

Schoenberg ile Alban Berg’in Wagner’in öz alanı operada, Wagner’den öğrendiklerini<br />

kendilerince uygulayarak verdikleri yapıtlar bunun örnekleridir.<br />

Bir fVozzeck, herhalde bir koskoca Nibelung Yüzüğü’nden, bir Musa<br />

ile Harun, bir Parsifal’âen hem daha iyi tiyatro, hem de daha iyi müziktir.<br />

Wagner "sonsuz melodisini hiçbir zaman müziğinde bir anlam bütünlüğü<br />

ve devamlılığı, bir yapı tutarlığı sağlamak için kullanmamıştır. Wagn<br />

eiin sonsuz melodisi, başladığından kısa bir süre sonra, dizginsiz ve denetsizcesine<br />

uzanıp gider, cılızlaşır ve tükenir. "Leitmotivnleri, kişilerini tanıtma<br />

ödevini görmektedirler ama bunlar da tekrarlanmaya başladıklarında,<br />

bu tekrarlar müziğin yapı gereklerine göre yapılmadığı için, anlamlarını<br />

tüketip kupkuru ortalıkta kalırlar. Orkestrama yüküyse çok kere şarkıcıların<br />

sırtına biner; ses yazısı bu yüzden soluklaşır ve bdylece kimi kere<br />

Wagner’in tiyatroyla, sahnenin etkisiyle ilintili istekleri de hedefine ulaşamaz<br />

olur.<br />

Gene de Wagner’i opera sanatının kurtarıcısı diye görmek gerekir.<br />

İtalyan bestecilerinin elinde şarkıcıların ses gösterisine yaramak gibi an-<br />

96


lamsız bir duruma diişmûş olan operayı önce Weber, sonra da daha büyük<br />

bir güçle Wagner ölümden kurtarmışlardır. Wagner’in çabalarıyla, kuramlarıyla,<br />

taslamalarıyla, yapıtlarında verdiği örneklerle opera artık yeniden<br />

Wagner öncesindeki durumuna düşmeyecek bir kimliğe erişmiştir.<br />

Taslamalarında geleceğin müziğinin peygamberliğini de yapmaktan kendini<br />

alamayan Wagner’in, ilerisi için kestiril erin den bir çoğu, neyse ki VVagner’den<br />

çok daha yetili bestecilerin \Vagner verilerinden yola çıkmalarıyla,<br />

gerçekleşebilmiştir. Wagner’in müzik sanatının evrimindeki büyük yeri de<br />

işte böyle bir görev doldurmuş olmasıyla kesinleşmiş oluyor. Bu görevi yanında,<br />

operalarından alınmış, dinleyici üzerindeki etkinliklerini tanımamız<br />

gereken, genellikle şarkıcılardan arınmış olarak sunulan orkestra sayfalan,<br />

örneğin Tristan'm Açılış Müziği ve Uebestodu ya da Parsifal’m "Kutsal Cuma"<br />

müziği, Wagner’in kalıcılığını sağlamaya ve doğrulamaya yetiyor.<br />

OPERADA GERÇEKÇİLİĞE DOĞRU<br />

Wagner’in çağdaşı Italyan, Giuseppe Verdi (1813-1901) çoğu kere,<br />

Wagner büyüsüne kendini kaptırmamış bir opera bestecisi olarak gösterilir.<br />

Wagner yanında Verdi’nin, kendi yolunda, çağın en etkileyici, en saygın<br />

opera bestecisi olduğunda kimsenin kuşkusu olmaması gerekir. Verdi’nin,<br />

büyük Alman ustanın baskısına karşı koyabilmiş olmasını Wagner’in<br />

onu "bir laternacı" diye hor görmesinden, orkestrasını "koskoca bir<br />

kitara" saymasından da anlayabiliriz.<br />

Ama Verdi gerçekten Waguer etkisinden kendi sanatım özgür tutabilmiş<br />

midir? Pek de değil. Otello'nun aşk düeti sayfalanılın akla Tristan<br />

ile Isolde’nin benzer sayfalannı getirmesi hiç de başıboş bir çağnşııîun sonucu<br />

değildir. Hemen belirtelim ki Otello, Verdi’nin sondan bir önceki<br />

operasıdır, 60 yaşından sonra kendi kişiliğine aykın sayılması gereken türde<br />

bir opera bestecisi kimliğine erişmiştir. "Opera bestecisi kimliği" derken<br />

de, en genel ve geniş anlatımıyla, sahne gereklerini gözeterek müzik<br />

yazan bir besteciden söz ettiğimizi yeniden belirtelim. N e ki, uzaktan da<br />

olsa Wagner’e özenen Otello’da, Verdi’nin Wagner’e özgü olumsuzluklara<br />

düştüğünü, yer yer melodik etkenliğe yan çizdiğini, hem de orada burada<br />

aşırı uzamalara kendini kaptırdığını görüyoruz. Son yapıtı olan Falstajf’ı<br />

ise genel övgülere karşı durarak, yaratılışı gereği güldürücülüğe bir türlü<br />

eğüemeyen Verdi’nin başarısız bir güldürü operası deneyi, diye gösterebiliriz.<br />

Verdi öyleyse daha önce ne yaptı? İki düzine kadar opera yazdı ve<br />

bunlarda İtalyan operasının gelenek yığınını, kişisine özgü bir çalışmayla,<br />

işlemekten, geliştirmekten ve tanımak gerekir İd, doruğuna ulaştırmaktan<br />

pek az öteye gitti. Bu "pek az öteye gidiş"in belki tek örneği, 1851 yılında<br />

yazdığı Rigoletto’dut. Burada Verdi’yi, seçtiği oyunun olaylarım anlatırcasına,<br />

kişilerinin karakterlerini çizercesine müziği kullandığım görüyoruz. Fa-<br />

M&zik Tarihi, F.: 7 97


kat bir sonraki operasında, II Trovatore’üe Verdi gene, gelişmiş de olsa,<br />

bir bel canto’cuöuT. Aynı yılın üninü La Tmviata’âa karşımızda yaşayan insanlar<br />

değil, ancak oyunculukta usta opera şarkıcılarının az çok insan niteliği<br />

kazandırdıktan kuklalar vardır.<br />

Gene de, Verdi de, bütün yaratış hayatı boyunca, güdük kalmış bile<br />

olsa, kendini yer yer sezdiren bir sahne duygusunun varlığı, bestecinin seçtiği<br />

konularda gerçek olaylara doğru bir eğilim görülmesi, bu besteciyi İtalyan<br />

operasında verismo (gerçekçilik) adımının bir başlanası sayanlan haklı<br />

çıkarmaktadır. Am a Verdi’nin gerçek seçkinliği, ilk operalarından başlayarak,<br />

özellikle insan sesi için olağanüstü etkenliği ve sürükleyiciliği olan<br />

bir müzik yazmasmda ve bu müziği yalın ve görevsel bir orkestra müziğiyle<br />

desteklemesindedir.<br />

İtalyan operasında gerçekçiliğin asıl Amilcare Ponchielli’nin<br />

(1834-1886) La Gioconda’sıyla başladığı öne sürülür. İlk bakışta gerçi İtalyan<br />

gerçekçi operalan Wagner’in simgelerine ve Skandinav efsanelerinden<br />

alınmış konularına karşı bir tepki gibi görünür ama, Wagner bilincinin bu<br />

gerçekçilik akımım ortaya çıkardığı da yadsmamaz. Nitekim, gerçekçi İtalyan<br />

operalarında, bir Ruggiero Leoncavallo’nun (1858-1919) I Pagliaccisinde,<br />

ya da bir Pietro Mascagni’nin (1863-1945) Cavalleria Rusticana'sında<br />

bel canto’dan vazgeçilişi, recitativo’nun yerini ariosso’nun, recitativo ile<br />

arya arasında bir durumu olan, olayın akımım engellemeyen bir öğenin alışı,<br />

opera bestecilerinin libretto seçmede titiz davranmaları, orkestranın<br />

önemini yükseltmeleri, hep VVagner etkisinin sonuçlandır.<br />

Libretto seçmede büyük titizlik gösteren, bununla birlikte hiçbir zaman<br />

edebiyat açısından bir değeri olan libretto’lar üzerinde çalışma mutluluğuna<br />

erişemeyen Giacomo Puccini (1853-1924) İtalyan gerçekçiliğinin<br />

en büyük yaratıası diye gösterilebilir. Opera sanatım halkın en alt tabakalarına<br />

indirme uğruna bayağılıkların her türlüsüne başvurabilen Leoncavalle’nun<br />

ya da Macsagni’nin karşısında Puccini, her ne kadar halkın hoşuna<br />

gitme amacım gözetmişse de, bu yolda sanatının daha soylu değerlerine<br />

saygı göstermesini bilmiş, ayağım denk almıştır. Bir yandan da geleneğe<br />

başvurup şarkıcıların orkestraya üstünlüğünü gözeten ve insan sesi için yazısında<br />

kendisine asıl ününü sağlayan melodi zenginliğine ve etkileyiciliğine<br />

önem veren Puccini, öte yandan da eşlik orkestrasını saydam bir çalgılamayla,<br />

türlü tim birleşimleriyle beslemiştir. Madame Buttetfly., La Bohime,<br />

FanciuUa del West (Batılı Kız), II Tabam ve Turandot gibi operaları<br />

Puccini’nin sağlam işçiliğinin, esnek tekniğinin ve çağının akımlarına uygun<br />

davranışının en başardı örnekleridir.<br />

Puccini konularım seçerken, Fransız kaynaklarıyla yakından ilgilenirdi.<br />

Nitekim ünlü operalarından ikisi Fransız yazarlarının romanlarından<br />

konularım almışlardır Manon Lescaut’sa Abb6 Prövost'dan ve La Boheme’i<br />

de Henri Murger’den... Tosca'sı da bir Fransız yazarından, Victorien<br />

Sardou’nun bir oyunundan alınmadır. Fransa'nın, aynı günlerde Puccini’-<br />

98


nin İtalya’da olduğu kadar ünlü bir bestecisi, Jules Massenet (1842-1912)<br />

de Prevost’dan alınmış aym konuyu Manon operasında işlemişti. Gerçeklerle<br />

ilgili konulara eğilim, şarkı partilerinde etkileyici, dokunaklı melodiler,<br />

orkestrasının yalın bir eşlik yerine dramatik yolda kullanılması Puccini<br />

ile Massenet arasında ortak yanlardır. Massenet birçok orkestra ve koro<br />

eseri de yazmış olmakla birlikte asıl ünü opera alanındadır. Bununla birlikte<br />

çnu, gerçekçiliğin güçlü bir temsilcisi saymak doğru olmaz. Çünkü İtalyan<br />

gerçekçiliği tarzındaki yapıdan da, doğrudan doğruya Wagner etkisini<br />

yansıtanlan da, bu yollara köklü bir inanışın sonucu olmaktan çok, bir<br />

özenti ürünüdürler.<br />

Her ne kadar gerçekçiliğin (r a s m o ’nun) ilk örneği diye Ponchielli’-<br />

nın 1876 yılında ilk oynanışı yapılmış "La Gioconda”sı gösterilirse de, İtalya<br />

dışında, Fransa’ya bir göz attığımızda bir yıl önce, 1875’te Paris’te Opöra-Comique’te<br />

oynanan bir operanın aynı yolu daha önce ve daha büyük<br />

bir başanyla açmış olduğunu görürüz. Söz konusu opera Georges Bizet’-<br />

nin (1838-1875) Carmen’idiı. N e var ki verismo İtalya’ya özgü bir davranıştır<br />

ve orada birbiri ardma aynı davranışı sürdüren operalar verilmiş, akım<br />

Fransa’da yeğinleşmemiş, türlü öğelerin etkisinde dağınıklaşmıştır. Bununla<br />

birlikte bir Gustave Charpentier’nin Louise’inde gene, Paris'in yoksul<br />

bir semtinde geçen bir olayın opera sahnesine çıkarıldığını, böylece Fransız<br />

lirik sahnesinin koyu bir gerçekçilikle akıma yeniden katıldığım görüyoruz.<br />

N e var ki "Louise'1ancak bu açıdan sözü edilmeye değer bir operadır.<br />

Tatlı melodileri dışında kalıcı bir müzik değeri taşımamaktadır. Nitekim<br />

daha şimdiden unutulmaya yüz tutmuştur. Bizet’ye gelince, "Carmen"iyle,<br />

'İnci Avcıları" operasının bir aryasıyla, bir de Alphonse Daudet’nin "Arlösienne"i<br />

çok yazdığı sahne müziğinden çıkarılmış süitlerle, demektir ki pek<br />

az sayıda yapıtla tanınan, biraz da ömrünün kısalığı yüzünden verimli olamamış<br />

olan bu besteci öyle görünüyor ki gelecek kuşaklarca hep bu birkaç<br />

yapıtıyla anılacaktır. Kişiliğinin, eserlerinde de yansıyan pek alelâde<br />

yanlan onun, müzik sanatının en büyük yaratıcılarıyla aynı katta yer almasına<br />

engel olmaktadır. Bizet de Wagner’in varlığının bilincine varmış, fakat<br />

Wagner büyüsüne kapılmamak için var gücüyle savaşan bir besteciydi.<br />

Gene de, şarkıları, piyano parçalan, orkestra müziği arada bir dinlemeye<br />

değer.<br />

Massenet ve Bizet’den önce Fransa opera sahnesinde pek çok besteci,<br />

pek çok yapıt görüyoruz. Daha önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz Meyerbeer’ler,<br />

Adam lar, Thomas’lar... Bu önemsiz yığının içinde az çok sivrilen,<br />

Charles Gounotfnun (1818-1893) Faust’u, bütün bayağılığına rağmerf,<br />

özellikle melodi açısından taşıdığı artamlarla günümüze kadar kalmıştır.<br />

Zola’nın "şehvetperest bir papaz" diye sözünü ettiği Gounod, kilise müziği<br />

alanında, sahne yapıtlarına kıyasla daha da seçkin birçok yapıt vermiş,<br />

kırk yaşma varana kadar da opera alanında üst üste gücünü denemiş, yazdıklarının<br />

hepsi başarısızlığa uğramış, sonuçta ancak Faust bestecinin adı­<br />

99


nın tarihe geçmesini sağlamıştır.<br />

"Carmen"den iki yıl sonra oynanan bir Fransız operası, Camille Saint-Saens’m<br />

(1848-1921) Samson ile Dalila’sı, günün alışkanlıklarına aykırı<br />

olduğu için, hele Wagner etkisini gizleme gereğini görmeden yansıtan bir<br />

yapıt olduğu için, Fransız opera kurumlannca tepilmiş, buna karşı Liszt ilgilenmiş<br />

ve operanın ilk olarak Weimar’da sahneye konmasını sağlamıştı.<br />

Weimar’dan sonra ancak Brüksel’de, Rouen’de ve Paris’te Château<br />

d’Eau’da oynandıktan ve böyiece görmezlikten gelinmez bir saygınlık kazandıktan<br />

sonradır ki Paris operasının repertuvanna girebilmiştir. Saint-Saens<br />

yalnız opera alanında değil, besteciliğin her kesiminde, bütün ortamlarında<br />

verimli bir besteciydi. Duygu ve anlatım bakımından yüzeyde kalmış<br />

bir yaratıcı olmakla birlikte aydınlık, dengeli, ordntılı yazısıyla, kusursuz işçiliğiyle<br />

anılacak bestecilerdendir.<br />

Anlattığı duygularda içtenlik, hele derinlik arandığında, arayanın boş<br />

elle döneceği bir müzik de Edouard Lalonun (1823-1892) müziğidir. Operalarında<br />

o da Wagner’in yükü altındadır. A d ı en çok duyulan operası Le<br />

Roi dYs’i nasıl hazırladığını anlatırken Lalo "Lirik bir dram yazmak istedim.<br />

Ancak, birkaç ay düşündükten sonra bu yoldan geri döndüm. Çünkü<br />

karşımda Wagner denen dev vardı. Bu yolda yürümek isteyenlerin kimi<br />

acınacak duruma düşmüş, kimi de saygınca da olsa başarısızlığa uğramıştır.<br />

Bunun üzerine, düpedüz bir opera yazmaya karar verdim." diyor. Lalo’nun<br />

düpedüz operası, Wagner pençesinden yakasını iyice kurtarmış olmadığı<br />

gibi, Meyerbeer ve Gounod yankılan da taşıyan, güçsüz, soluk bir<br />

eserdir. Bu besteciyi bugün konserlerde sık sık çalınan sevimli ve taslamasız<br />

Symphonie Espagnole’u ile anmakla yetinebiliriz.<br />

Wagner’in müziğini dinledikten sonra müziğe başlamaya karar veren<br />

Emmanuel Chabrier (1841-1894) GtvendoHne operasında, Paris operası yöneticilerini<br />

dehşete düşüren bir Wagner etkisi ortaya koyuyordu. N e var ki<br />

Chabrier kişiliği, \Vagneriin iri sözlerinin, yüksekten atmalannın, büyüklük<br />

tutkusunun maymunluğuyla yetinemeyecek kadar başka türlüydü. Şen, kaba,<br />

takılgan, şakacı Chabrier’nin bugün konserlerde en sık çalınan yapıtlarına<br />

Espana adlı orkestra parçasına, Bourrie Fcmtasque'ma bakarsak,<br />

odun bir zamanlar Wagner’e gönül vermiş olduğu aklımızın köşesinden bile<br />

geçmez. Çok daha iyi tanınması gereken piyano parçalan arasında Wagner’i<br />

alaya alan bir parça bile vardır.<br />

Operalarından biri (Lakmi) günümüze kadar dağarlarda kalan bir<br />

Fransız bestecisi Leo Delibes (1836-1891) asıl bale müziğiyle önem kazanır.<br />

1870 yılında Coppilia bale müziğiyle Delibes, müziğe yepyeni bir ortam,<br />

"senfonik bale” diye adlandırabileceğimiz bir ortam getirmiş olmaktadır.<br />

O güne kadar önemli görülmemiş bir alana, baleye eşlik müziğine D e­<br />

libes senfonik öğeleri getirmiş, müziksever düşünüşüyle dans sahnesine birlik,<br />

tutarlık sağlamış, müzik ile dansı birleştirmiştir.<br />

Çağm en başardı Fransız operasını, beklenmezscesine, bir başka alan­<br />

100


da, hafif eğlence alanında ün yapan, gücünü operetlere harcayan bir besteci,<br />

Jacques Offenbach (1819-1880) yazdı. Contes d’Hofftnann ("H offmann’ın<br />

Masalları") Offenbach’ın ömrünün son yıllanmn ürünüdür. Yetilerini,<br />

gücünü eğlence müziğine boş yere harcamış olduğu inancına varan<br />

Offenbach, giderayak bir ciddi opera yazma isteğine kapılmış, bütün gücüyle,<br />

bütün varlığıyla ve kendiliğiyle çalışmaya koyulmuş ve tek operasını<br />

ortaya çıkarmıştır. Gerçek bir kişiyi, yaşamış bir kişiyi, şair -hem de müziksever<br />

ve opera bestecisi- E .T A . Hoffmann’ı konu seçmiş olmasına bakarak<br />

"Hoffmann’ın Masalları" gerçekçi opera sanılmasın. Çünkü bu operada<br />

başlıca kişi Hoffmann olmakla birlikte yansıtılan bir imgelem dünyasıdır,<br />

gerçeklerle ancak dolayısıyla ilintili bir dünyadır. Offenbach bu operayı<br />

yazmamış olsaydı yalnızca, bir Suppe, bir Johann Strauss, bir Milloeoker,<br />

bir LĞhar gibi hafif müzik bestecisi olarak kalacaktı.<br />

FRANSA’DA ULU SAL B İLİN Ç<br />

On dokuzuncu yüzyıl, bir yandan da müzik yaratıcılığında ulusal bilinen,<br />

halk melodilerine başvurmak yoluyla geliştiği, güç ve yeğinlik kazandığı<br />

bir çağdır. Daha önceleri halk müziği, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında<br />

olduğu gibi, yaygınlıkla, hem de bir türlü tutkuyla, sanat müziği bestecilerince<br />

ele almıyor ve işleniyor değildi. Franz Liszt’in halk müziğine verilen<br />

önemin artmasında büyük etkisi olmuştur. Nitekim Liszt birçok ülkeden<br />

öğrencilerinde hep, kendi ülkelerinin halk müziğiyle uğraşmalannı, bu<br />

müziği incelemelerini, yazdıklarında kullanmalarım salık verirdi. Öte yandan<br />

Napol6on savaştan da uluslann kimliğinin gelişmesinde, bu ara bestecilerde<br />

ulusal bilincin kökleşmesinde etkili olmuştur.<br />

Fransız ulusalcılığının gelişmesi ise, halk müziğine yönelerek değil,<br />

daha soyut, daha intellectuel bir yüzeyde olmuştur. Fransız ulusalcılığının<br />

dar görüşlülüğü, chauvinisme’i doğrudan doğruya müziğin kendisini etkilememiş,<br />

düşünce yüzeyinde, sözde, beğenilerin seçilmesinde kalmış, bir de<br />

öbekleşmelere, bir "bayrak” altında toplanmalara yol açmıştır. N e var ki,<br />

ulusal bilince doğru böyle dar görüşlü, yeğin ve savaşsever tutumlu bir yaklaşım<br />

olmasaydı Fransız müziği olduğu yerde saymaya devam edebilir, belki<br />

de başka Auber’ler, Thomas’lar, Adam’lar tarih boyunca birbirini kovalardı.<br />

Fransız müziğinin yabancı baskılardan, özellikle Alman etkisinden<br />

kurtarılmasını sağlamak amacıyla kurulan Soctete Nationale de Musıque<br />

(Ulusal Müzik Kurumu), "ars gallica" parolasıyla çalışmalarına girişti. G ö­<br />

zetilen, Fransız sanatı davasını savunmak, bunun için de bütün ciddi Fransız<br />

yapıtlarının icrasına ve halka tanıtılmasına başlamaktı. Kurucular arasında<br />

Franck, Massenet, Duparc, Faurö, Dubois gibi Paris’in müzik hayatıma<br />

ileri gelen kişileri vardı; başkan, konservatuvann şarkı hocası Henri<br />

Bussine, başkan yardımcısı ise Camille Saint-Saens idi. İlk konser 25 Ka-<br />

101


sim 1871’de verildi ve programda Franck’ın liçlü’sU de vardı. C£sar<br />

Franck (1822-1890), kurumun başarısının somut bir örneğidir O sıralarda<br />

Franck elli yaşma ulaşmış ve henüz önemli bir yapıt vermemiş, çıraklık çağım<br />

aşmamıştı. Bunun sebebi de yazdıklarının halk karşısına çıkmasının<br />

b< steciye sağladığı dürtüden Franck’ın yoksun olmasıydı. Nitekim kurum,<br />

b şka Fransız bestecileri için olduğu gibi, Franck’ın yazdığı her müziğin<br />

d çalınacağı güvencini sağlayınca, besteci, bu dürtüyle, birbiri ardına, en<br />

olgun, en derin yapıtlarım vermeye başladı. Böylece Paris Konservatuvan<br />

’nın gölgede kalmış, içine kapanık org öğretmeninin gelecek günlere kalabilecek<br />

yetiler taşıdığı anlaşıldı.<br />

Biçim ve kuruluş açısından C6sar Franck, dönemsel biçimi (forme<br />

cyclique) geliştirmiş olmasıyla "düşünce çekirdeği" diye adlandırabileceğimiz<br />

tek bir düşünüden bütün melodik konularım ortaya çıkarıp bunları yapıtın<br />

son bölümünde tekrarlamasıyla anılır. Chabrier ve Faurö ile birlikte<br />

yirminci yüzyıl Fransız müziğinin başlıca davranışlarının temelim hazırladığı<br />

da tanınabilir. Öğretici olarak Franck, yetiştirmekle ödevlendirildiği kişilerin<br />

birtakım yöntemlere, reçetelere zorla uymalarım istemek yerine, onlara<br />

müzik sevgisini ve saygısını aşılayan, moda akımlardan, kolay başarılardan<br />

kaçınmalarım salık veren bir yaratış yönelticisiydi.<br />

Franck, ulusal Fransız okulunun önderlerinden biri olmakla birlikte<br />

o da bir Wagner’ciydi. Öğrencileri gerçi bir süre, inatla, Franck’m Wagner<br />

etkisinde olmadığı görüşünü savunmuşlardır ama ortada Franck müziğinin<br />

gerçeği vardır, ö t e yandan Franck’ın Belçikalı olması, Alman ve Felemenk<br />

gelenekleri içinde büyümesi, kişiliğindeki Fransız özelliklerinin serpilmesine<br />

engel olmuş ve besteciyi Alman kimliğinin en belirli simgesi<br />

VVagner’e doğru sürüklemiştir. N e var ki bu eğilim Franck’ın Wagner boyunduruğu<br />

altma girmesi, VVagner tutsağı olması sonucunu da vermiş değildir.<br />

Bir re minör senfoni, ya da bir fa minör beşli, Beyrutlu ustanın kromatik<br />

dilini ve kalın, şişkin yazışım Fransız hafifliğine aşılamış, Fransızlara<br />

daha yoğun bir çoksesliliğin, daha koyu bir yazının tadım vermiştir Fransız<br />

müziği Wagner’den ancak, C£sar Franck’ın aracılığıyla -b ir de, daha<br />

sonra, Debussy’nin açtığı savaşm sonuçlarıyla- yararlanmış olmaktadır<br />

Franck çevresinde, özel durumda bir öğrenci topluluğunun ortaya<br />

çıktığım görüyoruz. Özel durum şuradadır ki, bu öğrencilerin hepsi müzikle<br />

önceleri 'amatörce" ilgilenip, teknik yolunda .beceri edinmeye somadan<br />

karar vermiş kişilerdir. Bunların başlıcalan Henri Duparc (1848-1933), Ernest<br />

Chausson (1855-1899) ve Vincent dlnd/dir (1851-1931). Duparc, hukuk<br />

eğitimini tamamladıktan soma Franck’tan ders almaya başlamış, ne<br />

yazık ki kırk yaşma varmadan inmeli olmuş, seksen yaşma kadar yaşamışsa<br />

da yaratış hayatı pek kısa sürmüştür. Gene de Duparc adı on beş kadar<br />

şarkısıyla, bu ara Chanson İriste Phidylâ gibi melodileriyle, ölümsüzler araşma<br />

geçebilmiştir. Chausson da hukuk eğitimini bitirdikten soma müziğe<br />

başlamış, onun da yaratış hayatı, kırk dört yaşındayken bir bisiklet kazası<br />

102


sonunda ölümü yüzünden pek kısa sürmüş, bununla birlikte bu kısa hayat<br />

başarılı geçmiş, bu ara si bemol senfonisi müzik çevrelerinde hayranlık kazanmış,<br />

keman ve orkestra içn poemini ünlü kemana Eugene Ysaye dört<br />

bucağa tamtmıştı. Franck’ın öbür öğrencileri arasmda verimliliğiyle ve bilimsel<br />

çalışmalarıyla da tanınmış Arthur Coquard’m (1846-1910), subaylıktan<br />

aynhp kendini müziğe adayan ve bu yolda ancak beş yıl kadar çalıştıktan<br />

sonra genç yaşında ölen Alexis de Castülon’un (1870-1894), kısacık<br />

ömründe küçümsenmez yeteneğini ortaya koyan Guillaume Lekeu’nün<br />

(1870-1894), folklor çalışmalarıyla da tanınan ve 1894’te d’Indy ile Schola<br />

Cantonım’u kuran Charles Bordes’un (1863-1909), hukuk eğitimini bırakıp<br />

önce Massenet ve Dubois’mn, sonra da Franck’ın öğrencisi olan, müziğinin<br />

özellikle gizemci yanıyla bilinen Guy Ropartz’ın (1864-1955) adlarım<br />

sayabiliriz.<br />

Vincent d’Ind/ye gelince, aydınlık, saydam, fakat kaba değeri olmayan<br />

bir müzik yazan bu besteci, Franck gibi öğretim alanında da önemli<br />

çalışmalar yapma fırsatı eline geçmişken, çevresinde Franck’ınkine benzer<br />

bir öğrenciler topluluğu kurulmuşken, katı, dar görüşlü ve kıskanç bir öğretim<br />

yolu tutması, öğrencilerinin kişisel özelliklerini ve imgelemlerini beslemek<br />

ve geliştirmek yerine, kısırlaştırması yüzünden, bir Chausson, bir<br />

Duparc -daha da gidelim, bir d’Indy b ile - yetiştirememiştir. Bir Marcel<br />

Labey, bir Pierre Coindreau, bir Ren6 Castöra, bir Jean Cras adlan önemle<br />

anılacak kişiler değildir. Bunlara kıyasla sözü daha sık edilen Alberic<br />

Magnard (1865-1914) ise müziğe yeni bir şey getirecek güçten yoksun olduğunu,<br />

bunun için seçtiği bir geleneğe, Wagner etkisine boyun eğmeyi uygun<br />

gördüğünü açıkça söyleme korkusuzluğunu göstermiştir. D ’Indy’den<br />

ders alan besteciler arasmda ancak bir Albert Roussel, önce uzun bir süre<br />

öğretmeninin "maddeci" eğitiminin etkisinde kalıp kupkuru bir müzik yazdıktan<br />

sonra kişiliğini bulmuş, Edgar Var&se ise daha başlangıçta d’Indy<br />

öğretimine başkaldırmış, kendine başka yollar aramıştır. Roussel de, Varese<br />

de yirminci yüzyıl müziği bölümünde konumuz olacaktır.<br />

Geleceğin Fransız müziğinin hazırlanmasına en güçlü etkisi olan bir<br />

besteci, Gabriel Faurd (1845-1924), asıl melodici yanıyla tanınır. "Melodici"<br />

derken yalnız şarkılarını değil, öbür biçimlerdeki, oda müziği, orkestra<br />

ve koro alanlarındaki yapıtlarının melodik niteliklerini de anlatmak istiyoruz.<br />

Özellikle bu açıdan müziğinde, Grek ülküsünü gözetişinin bir sonucu<br />

olduğunu çoğu tenkitçinin tanıdığı, bir arılığa, bir yalınlığa, bir saydamlığa,<br />

hem de orantı ve denge kusursuzluğuna, yapı sağlamlığına ulaşmaya<br />

çalışmıştır. Müziği armonik açıdan da yenileyiçi olarak görülür.<br />

Faur6 konservatuvarda değil, Niedermayer okulunda yetişmiş bir müzikseverdir.<br />

Sözkonusu okul, din müziği eğitimi sağlayan ve konservatuvann<br />

tersine, klasik tonalite içinde bir eğitim vermek yerine kilise makamlarım<br />

öğreten bir okuldur. Denebilir ki, Faur6 öğrenimini bu okulda yapmamış<br />

olsaydı, armoni diline belki de, bu konuya başka bir açıdan yakmlaş-<br />

103


manın sağladığı yenilikleri getiremeyecekti. Faurfe’nin daha sonra konservatuvar<br />

öğretmenliğine ve yöneticiliğine atanması, öğrencilerine, konservatuvar<br />

geleneğine uygun bir eğitim yanında, klasik tonalite dışında kalan<br />

bir müzik gramerinin tadım tattırmasına da fırsat verdi. Bununla birlikte<br />

Faur£ öğrencilerine şu ya da bu dili inatla öğreten, onları sınırlayan bir öğretici<br />

değildi; öğrencilerinin kişiliklerine saygı gösterir, her şeyden önce onların<br />

kendi yaratılışlarına, kendi yergilerine uyan bir yolda ilerlemelerini<br />

gözetirdi. Hem, Faurfe’nin kendi evrimine göz atarsak onun da, katı, kesin,<br />

dar inançların ve günün geçerlikteki etkilerinin ve baskılarının dışında<br />

gelişmiş olduğunu görürüz.<br />

Faur6’nin müziğinin değeri üzerinde bugün tartışmalar süregelmektedir.<br />

Fransa dışında bu besteci büyük bir ilgi görüyor sayılamaz. Müzik tarihinin<br />

dönüm noktasında yer alan bir besteci olması sebebiyle müziğinde<br />

-inandırıcı, tutarlıklı bir bütün içinde yer almış bile olsalar- çelişik öğelerin<br />

bulunması, armonik yeniliklerin Gounod'ya, Lalo’ya bağlanabilir bir<br />

dil içinde gelişmesi ve bu ileri öğelerin inatçılığı, çarpıcılığı olmayan uysal<br />

ve soğukkanlı bir anlatımın aracı olması Faur6’nin ilk bakışta bir ilerici<br />

olarak tanınmasını güçleştirmektedir<br />

Faur£’nin yalan dostu ve Niedermayer Okulundan arkadaşı AndrĞ<br />

Messager (1853-1929) ise hafif, tatlı, sevimli melodileriyle seçkinleşen bir<br />

komik-opera ve operet bestecisidir. Bu alanlarda "ars gallica" ülküsünü<br />

gerçekleştiren taslamasız, büyüklüksüz bir yaratıcıdır.<br />

RUSYA’DA ULUSAL M Ü Z İK<br />

On dokuzuncu yüzyıldan önce Rusya’nın üstünde önemle durulacak,<br />

kendine özgü bir sanat müziği yoktu. İtalyan ve Fransız operacıları, A l­<br />

man konser müzikseverleri Rusya’nın müzik hayatını dışardan besliyorlardı.<br />

Bu ara Catterino Cavos adlı bir Venedikli de Rus folklorundan yararlanarak<br />

bir opera bestelemişti. İlk ulusal Rus müziğini yazan besteci diye<br />

Mihayl İvanoviç Glinka (1804-1857) gösterilir. Glinka, John Field’den aldığı<br />

piyano dersleri dışında kuram dersleri de almışsa da, müziği daha çok<br />

kendi kendine öğrenmiş, hele bestecilik alanında kendi çabalarıyla bir tekniğe<br />

ulaşmıştır. Glinka’dan önce de gerçi Rusya doğumlu birkaç besteci<br />

ulusal bir müzik yolunda birtakım çalışmalar yapmışlardı. Fakat onların<br />

deneylerini, görgülerini daha tutarlıklı bir bütün içinde birleştiren ve ulusal<br />

Rus müziğinin temelini atan Glinka’dır. Çar İçin Bir Hayat ve Russian<br />

ile Ludmilla operaları, Rus konularım işleyen ilk operalar olarak gösterilebilir.<br />

Berlioz, Glinka’nın yetilerini övenlerin başında gelir ve özellikle bestecinin,<br />

seçtiği konunun özelliklerine uygun bir müzik yazmaktaki başarısına<br />

dokunur.<br />

Rusya'nın bir yandan olağanüstü zenginlikteki halk müziği, öte yandan<br />

da eski makamların ve puta tapılan günlerin kalıntısı bir dinsel tören<br />

104


müziği vardı. Napolfeon savaşlarının etkisiyle, uyanan ulusal bilinç, edebiyatta<br />

Puşkin, Dostoyevski, Gogol ve Turgenyev’in yapıtlarında folklora<br />

doğru bir eğilimi geliştirdiği gibi, müzikte de Glinka ve Aleksander Dargomiyski’yi<br />

ülkenin halk müziğine yöneltmiştir. Glinka ve Dargomiyski’yi de<br />

"Rus Beşleri" adıyla anılan öbek izlemiştir.<br />

öbeğin kurucusu M ili Balakirev (1837-1910), öbür üyeler arasında<br />

sağlam müzik eğitimi görmüş ve müziksever olmak için hayata hazırlanmış<br />

tek kişiydi. Ulusal müzik savım sürdürme ödevine GÜnka’ıun etkisi altında<br />

inanmış, çevresini alan gençlere bir yandan batı müziğinin öğelerini, Öte<br />

yandan da Rus halk müziğinin kullanılış yöntemlerini öğretmiştir. Düzenlediği<br />

konserlerde gçrek kendi yapıtlarının, gerekse çevresindeki bestecilerin<br />

müziğinin çalınmasını sağlamış, böylece yeni Rus müziğinin topluma<br />

yayılmasına da önayak olmuştur. Biraz da, müziğin kamuya ulaştırılması<br />

yolunda yaptığı uygulayıcı çalışmaların doğrudan doğruya bestecilikle uğraşmaktan<br />

kendisini alıkoyması yüzünden, Balakircf in yapıtları sayıca az,<br />

değerce tutarlıksızdır. Thamar senfonik şiiri ve Islamey adlı piyano parçası<br />

bugün en çok tanınan yapıtları arasındadır.<br />

Beşlerin basın temsilcisi, çocukluğunda gördüğü müzik eğitimini bir<br />

yana bırakıp askerî mühendislik yoluna giden, sonra beşlere katılan C£sar<br />

Cui (1835-1918) yazılarıyla yeni Rus müziğinin batı dünyasında tanınmasında<br />

önayak olmuştur. Operalarında kendine özgü melodik çizgiler ve armonik<br />

buluşlar varsa da Cui, beşlerin en önemsiz üyesidir.<br />

Müzikte ulusalcılığın, teknik yetersizliğin bir özürü olamayacağım savunan<br />

Nikolai Rimski-Korsakof (1844-1908) deniz subayı olarak eğitim<br />

görmüş, kendi kendine müzik de çahşmış, Balakiref i tanıdıktan sonra besteciliği<br />

hayat yolu diye seçmişti. Sonra, St. Petersburg Konservatuavn’nın<br />

bestecilik öğretmenliğine atanan Rimski, böyle bir ödevin gerektirdiği teknik<br />

yetkiyi taşımadığım görmüş, kendi kendini yeniden yetiştirme yolunda<br />

sıkı bir düzene girmiş ve bunun sonucunda beşlerin en usta bestecisi olarak<br />

yükselmiştir. Capriecio Espagnol, Şehmzcıt, Rus Paskalyası Uvertürü gibi<br />

yapıtlarının da gösterdiği gibi, müziği özellikle çalgılama ustalığı açısından<br />

ilgi çeker. Rimski, hem de, Kar Kızı gibi, Sadko gibi ulusal Rus operasının<br />

demirbaşları araşma girmiş sahne yapıtları da bestelemiştir.<br />

Rimski, orkestralama ustalığım, beşlerin arasındaki büyük deha Modest<br />

Musorgski’nin (1839-1881) yazdıklarının yeniden orkestralanmasında<br />

da kullanmıştır. Kimi tenkitçi, pek yerinde olarak, böyle bir düzeltmenin<br />

gerekmediğini, bu ara Musorgski’nin en başarılı operası Boris Gudunofnn<br />

el değmemiş durumunun, bütün kabalığına, bütün acemiliğine rağmen, daha<br />

etkileyici olduğunu öne sürer. Nitekim Musorgski, bütün büyük besteciler<br />

arasında, teknik yeteneği en zayıf olanıydı ama, bu yetersizlik hiçbir zaman<br />

bestecinin kendini anlatmasma engel olmamıştır. Seçtiği gereçler ve<br />

bunları kullanışı, anlatım amaçlarına uygundur. Musorgski’nin müziğinde<br />

hiçbir duygu, işçilik kusuru yüzünden açıklanamamış değildir. Musorgski,<br />

105


anlatım ortamlarını da çoğaltmak istememiş, yalnızca ya kendi içinden sezdiği,<br />

ya da dışardan kulağına gelen "duygu çığlıklarım" müziğin aracılığından<br />

yararlanarak sunmak istemiştir. Musorgski’nin güçlü kişiliği ve kendine<br />

özgü anlatımı yanında teknik sorunları pek önemsiz, pek küçük sorunlar<br />

olarak kabr. Bugün, Musorgski’nin bıraktığı az sayıda yapıtm, bir Çıplak<br />

Dağda Gece’nin, bir Boris Godımofnn, bir Sergideki Resimler1in Rimski’nin,<br />

ya da Ravel’in, ya da Şostakoviç’in teknik ustabğuun sonucu "düzeltilmiş,<br />

cilalanmış" durumlarda dinleyiciye ulaştırılması herhalde Musorgski<br />

kişiliğinin küçük bir oranda bile olsa, dinleyiciye ulaşmasma engel olmaktadır.<br />

Daha saf, daha yalın, daha gerçek bir Musorgski, Sergiden Tablolarım<br />

piyano için yazılmış durumunda, Boris Godunofun pek seyrek sunulan<br />

ve doğrudan doğruya bestecinin kaleminden çıkmış, el değmemiş durumunda,<br />

özellikle de şarkılarında belirir. Hele şarkılarında Musorgsi, müziğe<br />

olan gerçekçi yaklaşımım insan sesinin, özellikle konuşmanın doğallığıyla,<br />

konuşmadaki melodik öğelerle biçimlendirdiği için, bu ortam, bestecinin<br />

kişiliğinin en belirli bir yankısını sağlar<br />

Musorgski, askerlikten ayrüıp müziğe kapılanmıştı. Beşlerin beşinci<br />

üyesi Aleksander Borodin (1833-1887) ise bir yandan asıl mesleği kimyacılığı,<br />

öte yandan da besteciliği sürdürüp götürmüştür. Kimyacılıkta da başarı<br />

kazanmış olmakla birlikte bugün herkes Borodin’i kimyacı diye değil<br />

de, Prens Igor'undakı, Orta Asya Steplerinde’ki, re majör dörtlüsündeki melodilerle<br />

anar. Bununla birlikte kimyacılık hayatı, yapıtlarım hızla bitirmesine<br />

engel olmuş, bu ara "Prens Igor"un bestelenmesi yirmi yıl sürmüş ve<br />

bu opera bir türlü tamamlanamamıştır. Rus beşlerinin çoğu gibi Borodin<br />

de az sayıda yapıt vermiştir. Bir Musorgski gibi, müzik dilinin yenileyidsisayılamaz.<br />

Fakat Rus müziğini zenginleştirmek ve dünyaya yaymak yolunda<br />

bu az sayıdaki bestenin görevi çok büyük olmuştur.<br />

Beşlerin çağdaşlan arasında Anatol Lyadof (1155-1914) ve Aleksander<br />

Glazunof (1865-1936), birincisi senfonik şiiriyle, öbürü özellikle keman<br />

konçertosuyla ün kazanmışlardır. İkisi de Rimski’nin öğrencisi, ikisi<br />

de öğrendikleriyle yetinen, gelenek yolunda yürüyen, müzik sanatına<br />

önemli hiçbir şey kazandırmamış bestecilerdir.<br />

Beşler öbeğinin çok daha seçkin bir çağdaşı Piyotr İlyiç Çaykovski’yi<br />

(1840-1989) Rus ulusalcılığım yansıtmayan, yabancı eğilimlerin, özellikle<br />

Alman etkisinin simgesi bir besteci diye göstermek alışkanlık olmuş çıkmıştır.<br />

Bu görüş ancak, Çaykovski’nin, beşlerindekinden ayrı eğitimi açısından<br />

doğrulanabilir. Yoksa Çaykovski de Rus halk müziğinden yararlanmıştır,<br />

Çaykovski de müziğinde Almanlığm ya da İtalyanbğın değil, Rusluğun<br />

ulusal kimliğini yansıtır. Bir yandan beşler, yetersiz tekniklerini amaçlarının<br />

gerektirdiğince geliştirmeye çalışıp, bir Rus müziği, halka yönelmiş ileri<br />

bir Rus müziği yolunda çalışmalar yaparken öte yanda da iki kardeş müziksever,<br />

Anton ve Nikola Rubinstein, tepkici denebilecek bir yolda, A l­<br />

man ve genel olarak Avrupa klasikçiliğinin öğelerinin öğretilmesini göze­<br />

106


ten bir eğitim çalışmasına girişmişlerdi. Çaykovski’yle beşler arasındaki<br />

başlıca ayrılık işte bu öğrenim kaynağı ayrılığında kendini göstermektedir.<br />

Yoksa Çaykovski’nin müziği, bestecinin gördüğü öğrenime rağmen, öğretmeni<br />

Anton Rubinstein’ın kendi müziğinin tersine, kaskatı bir geleneğin<br />

ürünü değildir. Tepkici, gerici olmaktan çok uzaktır. Öte yandan Çaykovski’nin<br />

aşın duygulu bir kişi olması da geleneklerin kısır sınırlan içine kapanmasına<br />

engeldi.<br />

Çaykovski’nin müziği üzerindeki görüşler çatışır. Kimi, Çaykoski’nin<br />

anlatımım bayağı görür ve bu müziğin etkisini özür dileyerek tanımak zorunda<br />

kalır. Kimi de onu, müzik yaratıcılığının en büyük ustalanyla bir tutar.<br />

Genellikle müzik bilginleri ve tenkitçileri değil, orta dinleyici Çaykovski’nin<br />

değerini daha iyi anlamıştır. Bununla birlikte günümüzde, Stravinski<br />

gibi saygın bir bestecinin Çaykovski’yi bir üstün usta sayması, "seçkin” çevrelerde<br />

de Çaykovski’ye hoş görür bir gözle bakılmasını sağlamıştır. Denebilir<br />

ki, bu bestecinin müziğinde çoğu kere bayağı" diye tanıtılmaya çalışılan<br />

anlatım, Slav irkirim niteliklerinin bir belirtisi diye görebileceğimiz, bir<br />

duygu yoğunluğunun sakıncasızca ortaya konmasının sonucudur. Çaykovski’de<br />

bayağılık diye gösterilen sayfalarla bir batılı bestecinin soğukkanlı ve<br />

amaçlı bayağılıkları arasındaki nitelik ayrılığı bu görüşü doğrulayabilir.<br />

Çaykovski’nin müziğindeki ilkel duyguların, tutkuların, çapraşık yollara<br />

sapmadan, dosdoğru, korkusuzca anlatılması, bu bestecinin müziğine olağanüstü<br />

etkileyiciliğini sağlamaktadır. Son üç senfonisinin köklü kötümserliği,<br />

Romeo ile Juliet’inin yoğun aşk duygulan, Fındıkkıran bale müziğinin<br />

taşkın sevinci herhalde, kendi başlarına, küçümsenecek, kötülenecek duygular<br />

değildir. Bu duyguların ustaca bir teknikle sunulduğu da unutulmazsa<br />

Çaykovski’yi nesnel açılardan kötülemek güçleşir. Çaykovski'nin bu artamlanna,<br />

Evgeni Onyegin gibi, Maça Kızı gibi operalarında sunduğu dramatik<br />

durum bilincini de ekleyelim. Tek piyano için yazdıklarının ve oda<br />

müziklerinin, giderek şarkılarının, pek de önemli olmadıktan görmezlikten<br />

gelinmese bile, orkestra müziklerinde (senfonilerinde, konsertolannda, bale<br />

müziklerinde, senfonik şiirlerinde) Çaykovski’nin hem işçilik, hem de<br />

anlatım bakımından gelmiş geçmiş bütün müzik yaratıcılarının en seçkinlerden<br />

biri olarak yükseldiği yadsınamaz.<br />

Çaykovski’nin doğrudan doğruya etkisi altmda kalmış besteciler arasında<br />

Sergey Taneyef (1856-1915), Arton Arenski (1861-1906), Mihayl İvanof<br />

(1847-1927) yanında özellikle Sergey Rahmaninofun yirminci yüzyılda<br />

yaşadığı yıllar, bir önceki yüzyıldakilere kıyasla gerçi daha çoktur. N e ki<br />

Rahmaninof, hele 1930’ dan sonra yazdıklarının şurasında burasında "modem"<br />

bir besteci sayılmasına olanak sağlayan bir davranışın belirtilerini<br />

vermişse de, müziği on dokuzuncu yüzyıl Rus romantizminin bir simgesidir<br />

Piyano konsertolannın (özellikle ikinci ve üçüncüsünün), senfonilerinin,<br />

"Paganini Temi Üzerine Rapsodisinin de gösterdiği gibi Çaykovski’-<br />

den bu yana hiçbir Rus bestecisi, Rahmaninof kadar duygulu, etkileyici,<br />

107


dokunaklı bir müzik yazmamıştır. Yalnız bu kadarla değil, Rusya henüz<br />

Rahmaninof öneminde bir besteci yetiştirmemiştir. Bütün dünyada katına<br />

güç erişilir bir piyano virtüözü olarak da ün yapan Rahmaninof, yorumcu<br />

olarak da, besteciliğinin değeriyle uyumlu bir müzikseverdi. Rusya’daki<br />

Bolşevik devriminden sonra yurduna dönmeyen, Amerika’ya yerleşen Rahmanınof<br />

un duygularına yurt özlemini bir başka bestecinin, Chopin’in müziğine<br />

daha da benzeten bir öge olmuştur. Rahmaninof un tutucu bir besteci<br />

diye bilinmesi, müziğin en geç 1920’lerin sonlarına değin süren ilerici<br />

akımlan açısından doğrulanabilirse de, 1930’lar boyunca yaygınlaşan gerici<br />

tutumlar açısından Rahmaninofun, o çağın sözde "modemlerinden hiç<br />

de gen kalmadığı, hele anlatımındaki özgünlükle yükseldiği tanınmalıdır.<br />

Ç E K İSPANYO L VE SKAND İNAV O K U LLA R I<br />

Bohemya’nın (bugünkü adıyla Çekoslovakya’nın) ulusal müziğinin kurucusu<br />

Bedrich Smetana’dır (1824-1884). Komik operası Satılmış Nişanlı,<br />

Beethoven’in ünlü operasına olan benzerlikleri dolayısıyla "Bohemya Fidelio’su"<br />

diye adlandınlan Dalibor’u, Ma Vlast (Vatanım) adı altmda toplanmış<br />

altı tane senfonik şiirlik dizisi Smetana’ya ulusal besteci olarak özel<br />

bir önem kazandırmıştır. Müzik dünyasına, Alman-İtalyan operalan arasındaki<br />

çatışma dışında da bir şeyler yapılabileceğini, "ulusal opera" diye adlandırılabilecek<br />

bir türün de söz hakkı olabileceğini öğretenlerin başında<br />

Smetana gelir.<br />

Bununla birlikte, bir yandan Wagner ile Liszt’in Smetana’nın müziğindeki<br />

ezici etkisi, öte yandan daha yüksek, daha soyut bir müzik ülküsünün<br />

ulusal ülkülerin verdiği kaçınılmaz safdillik ve gözüyaşlılık içinde boğulup<br />

gitmesi yüzünden Smetana, bir ulusal müzik öncüsü olmaktan daha<br />

ileri bir seçkinliğe ulaşamamıştır. Ulaşmış olabileceği seçkinliğin parıltılarını<br />

ancak yer yer oda müziklerinde, hele (piyano, keman ve viyolonsel için<br />

yazdığı) üçlü’de görüyoruz. Y o l gösterdiği vatandaştan arasında özellikle<br />

Antonin Dvorak (1873-1904), yurdunu daha büyük bir başarıyla temsil etmiş<br />

bir bestecidir. Dvorak, yeni bir yol aramayan, yeni bir dil geliştirmeye<br />

çalışmayan, içine doğduğu gibi, yalın, girdisiz çıktısız, duygusal bir müzik<br />

yazmak isteyen bestecilerdendir. Yapıtlannda yalnız yurdunun halk müziğini<br />

yansıtmakla kalmamış, Amerika’da geçirdiği yıllarda yeni dünyanın halk<br />

müziğiyle de ilgilenmiş, bu ara 'Y en i Dünya’dan" adıyla tanman senfonisinde<br />

Amerikan folklorundan yararlanmış, böylece hem de bir ulusun müziğinin<br />

ille de o ulusun, o toplumun yetiştirdiği sanatçılarca yazılması gerekmediğini<br />

göstermiştir. Dvorak’m Amerika’da yazdıkları, on dokuzuncu<br />

yüzyılın Amerikan bestecilerinin yapıtlarına kıyasla çok daha başarılı, hem<br />

de çok daha "ulusal" bir Amerikan müziğinin örnekleridirler.<br />

"Bohemya’nın Musorgski’si" diye anılan Leos Janacek’e (1854-1928)<br />

bu yakıştırma, Janacek’in de Musorgski gibi, operalarında ve şarkılarında,<br />

108


konuşmanın melodik ve ritmik çizgilerini müziğin bir öğesi olarak kullandığı<br />

için uygun görülmüştür. Moravya köylü müziğinden yararlanan Janacek,<br />

en ünlü operalarından ikisinde, Jenufa’da ve Ölüler Evinden’de bu yeni<br />

dili başarıyla kullanmış, çalgı müziklerinde bile konuşma dilinin özelliklerinden<br />

beste dilinin öğeleri olarak yararlanmıştır.<br />

İspanya’da ulusal bilinci uyandıran Felipe Pedrell (1841-1922), geleneksel<br />

şarkıları, kilise müziğini, lavta müziğini ve çingene müziğini baştan<br />

başa taramış, böylece İspanyol bestecilerinin yararlanacaktan bir gereç dağan<br />

ortaya çıkarmıştır. Pedrell ile birlikte Francisco Barbieri (1823-1894)<br />

ve Federico Olmeda (1865-1909) da çağdaşlarına, ulusal bir İspanyol müziğinin<br />

ne yolda gelişebileceğini göstermişlerdir. Bu çalışmalar en başanlı<br />

ürünlerine, İspanyol halk müziğini, yirminci yüzyılı hazırlayan yeni yöntemlerle<br />

birleştiren Isaac Albeniz’in (1860-1909), İspanyol halk müziğinden<br />

çıkma bir piyano üslûbunun kurucusu Enrique Granados’un (1867-1916)<br />

ve Pedrell’in öğrencisi Manuel de Falla’nın (1876-1946) yapıtlarında ulaşmıştır.<br />

Fransız izlenimcilerinin, özellikle Debuss/nin etkisinde tekniğini<br />

geliştiren Falla, yirminci yüzyıl başının evrimci çalışmalarına üslûbunu<br />

açık tutmuş olması bakımından, bir yirminci yüzyıl bestecisidir. Üç Köşeli<br />

Şapka, Büyü ile Aşk gibi bale müziklerinin, Pedm Ustanın Kukla Oyunu ve<br />

Kısa Hayat gibi operalarının, İspanya Bahçelerinde Geceler adlı piyano ve<br />

orkestra müziğinin yanında özellikle 1926 yılında yazdığı klavsen konsertosu,<br />

Falla’nın biçim ve çalgılama alanlarındaki deneylediğinin bir örneğidir.<br />

Kuzey ülkelerine gelince, 1870 yılında Liszt Roma’da Edvard Grieg<br />

(1843-1907) ile tanıştığında, ona da yurdunun halk müziğini araştırmasını,<br />

incelemesini ve eserlerinde kullanmasını salık vermişti. Bilinçli ulusalcılık,<br />

Norveçli Grieg’in müziğinde en etkileyici anlatımlarından birini bulur. A l­<br />

manya’da edindiği sağlam bir teknik görgü, piyano konsertosunun, Peer<br />

Gynt sahne müziğinin, Norveç halk danslarının da tanımladığı gibi, Grieg’de<br />

halk müziği tadıyla ve şiir dolu, geniş imgelem türünü bir anlatımla<br />

birleşmiştir. Norveç’in öbür ulusal bestecileri arasında Christian Sinding’in<br />

(1856-1941), Johann Svendsen’in (1840-1911) adlarını sayıp geçebiliriz.<br />

İsveç, Grieg çapında bir besteci yetiştirmiş değildir. Ulusal okulun<br />

kurucusu sayılan Johann Andreas Hallen (1846-1925), ulusal bilinci Wagner<br />

etkisiyle gerçekleştirmeye çalışmıştı. Onun yolundan yürüyen İsveçliler<br />

arasında ancak Hugo Aliven (1872-1960), senfonilerine, senfonik şiirlerine<br />

ve özellikle İsveç Rapsodilerine dayanarak uluslararası bir üne ulaşmıştır.<br />

Danimarka’da da ulusal akımlar, asıl bir yirminci yüzyıl bestecisi diye görmemiz<br />

gereken Cari Nielsen’e varana kadar ancak Niels Gade’nin<br />

(1817-1890) tatlı romantizminde bir yol bulabilmiştir.<br />

Finlandiya’da ulusal bilinç Jan Sibelius’un (1865-1957) müziğinde<br />

uluslararası bir sözcü bulmuştur. Ulusalcılığı yanında Sibelius, hem de romantik,<br />

klasik ve izlenimci tanımlarına da uyan bir müzik yazmıştır. Senfonik<br />

şiirlerinde Fin destam Kalevala'dan yararlanan Sibelius, senfonilerinde<br />

109


daha çok biçim çalışmalarıyla seçkinlik kazanmıştır. Yirminci yüzyılın ortalarına<br />

kadar yaşayan Sibelius, yüzyılımızın ilerici akımlarına sırt çevirmiş,<br />

kimi tenkitçinin haklı olarak bayağılıkla suçlandırdığı bir müzik yazmış,<br />

hem de yüzyılız) ilk çeyreğinden sonra çalışmalarım durdurmuş, bununla<br />

birlikte bütün dünyada gittikçe artan bir ün yapmış bir besteciydi Ün ve<br />

önemleri Sibelius’ünkiyle kıyaslanamayacak öbür Fin bestecileri arasında<br />

Kari Collan (1828-1871), Erkki Melartin (1875-1937) ve Selim Palmgren’in<br />

(1878-1951) adlarını sayabiliriz.<br />

A M E R İK A ’DA R O M A N TİZM<br />

Avrupa örneklerine uygun müzik Amerika’da on sekizinci yüzyılda<br />

bestelenmeye başlanmış, bir yandan William Billings (1746-1800) ve F]ranris<br />

Hopkinson gibi Amerikan doğumlu besteciler, öte yandan İVilliam Tuckey<br />

(1708-1781), Alexander Reinagle (1756-1809) gibi Avrupadan göç<br />

edenler, Avrupa müziğini yeni dünyada yansıtan yapıtlar vermişlerdir. On<br />

sekizinci yüzyılda olduğu gibi, on dokuzuncu yüzyılda da Amerika’da sayılan<br />

gittikçe artan bestecilerin yazdığı yapıtların çoğunluğu, Avrupa'nın soluk<br />

bir kopyasıdır ve Avrupa’da büyük ustaların gölgesinde kalmış sayısız<br />

bestecinin yazdıklarından daha öteye gidememiştir.<br />

Bununla birlikte, bir yandan Avrupa'nın müzik kültürü Amerika’ya<br />

taşmaduruıken, bir yandan da Amerika’yı müzik yaratıcılığı haritasına yerleştiren<br />

birkaç besteci de on dokuzuncu yüzyılda Yeni Dünya’da boy vermeye<br />

başlamışlardır. H er ne kadar William Henry Fry (1813-1864) ya da<br />

John Knowles Paine (1839-1906) gibi bestecilerin müziği, bu bestecilerin<br />

çağlarındaki ünlerine rağmen bir büyük ülkenin gitgide Avrupa müziğinin<br />

gelişmişliğine yaklaşan müziğinin örneği diye gösterilemezse de, her ne kadar<br />

bir Louis Moreau Gottschalk (1820-1869) çağında piyanist olarak<br />

Liszt’inkine yakınlaşan bir ün yapmış ve yazdıkları büyük ün kazanmışsa<br />

da, Yeni Dünya’mn ilk - v e on dokuzuncu yüzyıl akımlan içindeki tek -<br />

önemli bestecisi olarak Edward MacDovvell müziğinde her ne kadar arasıra<br />

folklora, özellikle Kızılderili folkloruna ("Indian" süitinde ya da piyano<br />

parçalarında olduğu gibi) yönelmişse de, bir ulusal besteci olarak gösterilemez.<br />

MacDowell ulusal bir müziğe inanmadığı, ulusalcılığın salt sanat anlayışı<br />

içinde hiçbir yeri olamayacağım öne sürdüğü gibi, müziği de, Fransa<br />

ve Almanya’da gördüğü eğitimin de etkisiyle, müziğin evrensel yöntemlerinin<br />

ve değerlerinin bir yankısıdır, özellikle piyano için yazdığı iki konserto,<br />

taşıdıkları üslûp benzerlikleri dolayısıyla luyaslayabUeceğimiz Liszt ve<br />

Grieg konsertolannın yanında yer alabilecek değerde yapıtlardır.<br />

110


BRAHMS, M AHLER VE STRAUSS<br />

On dokuzuncu yüzyılın sonu bir bakıma da müzik sanatının evriminde<br />

bir çağın sonu, fakat aynı zamanda da yeni bir çağın başlangıcıdır. Yüzyılın<br />

ikinci yansının üç bestecisi, çağ sonunun bu özelliklerinin simgesidirler.<br />

Brahms, kesin olarak, müzik sanatının o güne kadarki geçmişinin bir<br />

özetini yapmaktadır. Öteki iki besteciyse, genel durumlan bakımından yüzyıl<br />

sonunu yansıtmaktaysalar da, bir yandan da müziğin gelecekte geçireceği<br />

serüvenlerin bir önsezisini vermektedirler.<br />

Bir olaycık anlatılır: Brahms ile Mahler bir gün kırda dolaşıyorlar ve<br />

sanatları üzerinde konuşuyorlar. Brahms yakınıyor. Diyor ki, müzik sanatı<br />

Bach ile Mozart ile Beethoven ile Schubert ile doruğuna varmıştır; bu artık<br />

bir daha tekrarlanması beklenmeyecek bir olaydır. Mahler karşı durmaktadır,<br />

Brahms’m bu görüşüne. Onun kötümserliğini paylaşmamaktadır.<br />

Tartışmalarım sürdürüp götürüıken iki dost bir çağlayanın yarımdan<br />

geçerler. Mahler birden durur. Çağlayanı gösterir: "İşte, der, son damla<br />

bu gördüğümüz öyleyse..." İki bestecinin görüşlerini, kişiliklerini, hem de<br />

sanatlarına karşı tutumlarım çok iyi anlatan bir küçük öykü.<br />

Gerçekten Johannes Brahms (1833-1897), kendinden önceki ustaların<br />

müzik sanatım ulaştırdıkları yerden söz ederken bir yandan da bu sanatın<br />

evrimini kendisi kadar hiç kimsenin anlamamış olmasıyla da övünürdü.<br />

Brahms yalnızca bu övünmeyle kalsaydı, görüşünü kendi müziğinde yansıtmasaydı,<br />

görüşüne düşünceler yüzeyinde küçük bir önem verir, geçerdik.<br />

N e var ki Brahms’m müziği de görüşlerine uymaktadır. Kendinden önce<br />

yaşamış olan büyük ustaların müzik sanatına kazandırdıklarından çıkabilecek<br />

bütün sonuçlar Brahms’m müziğinde bütün anlamlarıyla, bütün gerekleriyle<br />

ele alınmış, birleştirilmiş, özetlenmiştir. Bu bakıma Brahms artık,<br />

müzik sanatının eyriminin kendi gününde varmış olduğu durum içinde bir<br />

"sonsöz" söylemiştir ve noktayı basmıştır. Artık yeni bir çağ açılmak üzeredir.<br />

Brahms’tan sonraki besteciler, romantik, klasik ya da klasik öncesi çağlatın<br />

geleneklerine sırt çevirmek, bu tümü yeni sonuçlara varmak amacıyla<br />

ele almaktan kaçınmak zorundadırlar. Çünkü, söz konusu tümden gelerek,<br />

bulabilecekleri yeni bir anlatım gereci, geliştirebilecekleri yeni bir biçim<br />

kalmamıştır. Brahms, yapılacak her şeyi yapmış, söylenecek her sözü söylemiştir.<br />

Bu açıdan, yirminci yüzyılın yeni klasikçilik akımının müzik sanatına<br />

önemli bir yeni öge getirmemiş olduğu söylenebilir. Müziğin gerçek yeni<br />

klasiği, Johannes Brahms’tır. ö y le ki, Brahms örneği yirminci yüzyıl bestecilerini<br />

konserto yazmaktan, senfoni yazmaktan, dörtlü yazmaktan kaçınmaya<br />

zorlayacak kadar güçlüdür. Bu ortamlarda ya da Brahms’a varana<br />

kadarki müziğin daha başka ortamlarında müzik yazacak olan besteciler,<br />

Brahms’m karartıcı gölgesinin içinde küçülüp gitmekten kurtulmak için,<br />

söz konusu ortamların geleneklerle belirli hiçbir ilintisi olmayan gereklerini<br />

arayıp bulmak zorundadırlar.<br />

111


Brahms, yirmi altı yaşındayken Leipzig’de, birinci piyano konsertosunu<br />

ilk olarak çaldığında, yapıt protestolarla karşılanmıştı. Öne sürülen görüşlerin<br />

başında Brahms’m bağımsızlıkla biçim araştırmalarına girişmiş olduğuydu.<br />

Çoğunluğun o zamanlar göremediği, Brahms’m bağımsızca değil,<br />

fakat konserto biçiminin özelliklerini gözeterek, onlara bağlanarak bu<br />

müziği hazırlamış olduğu, ama bu biçimin verilerinin daha nelere yol açabileceğini<br />

araştırmaktan geri kalmamasıydı. Bu konsertodaki piyano yazısının<br />

hafif ve akıcı olmaması, gösteriş gözetmemesi, yapıtta genel olarak kolay<br />

etkileyiciliğin denenmiş yöntemlerinin uygulanmamış olması, karşıt görüşlere<br />

yol açmıştı. Yoksa Brahms, geleneğin verilerini, sonraki yapıtlarında<br />

da örnekleyeceği gibi, bir yandan yapı sağlamlığı ve kuruluş tutarlılığı,<br />

öte yandan da iç anlamın gerçekleştirilmesi ve iletilmesi uğruna kullanmıştı.<br />

Nitekim Brahms, müziğini hep, yerleşmiş biçimlerin sağladığı temel<br />

üzerine kurmuştur. Tonalite ilintilerinden kaçmamış, ritmlerinde ve müziğin<br />

genel biçilişinde kendinden önceki örnekleri gözönünde tutmuş, onlardan<br />

ayrılmamıştır. Bunun için Brahms, bir devrimci değildir. Biçim üzerinde<br />

elde edilecek egemenliğin daha büyük bir özgürlüğe yol açacağını öne<br />

süren Schumann’ın görüşüne uyan Brahms, biçimler üzerinde sağladığı üstün<br />

egemenlikle anlatım özgürlüğünün, romantik anlatımın doruğuna ulaşmıştır.<br />

Brahms için, müziğin biçimle, dille ilgili gereçlerinde bir yenilik yalnız<br />

gereksiz değil, aynı zamanda kaçınılması gereken bir davranıştı. Müziğinin<br />

yüceliği ve amacının büyüklüğü karşısında Brahms’ı bu açıdan yermek<br />

doğru olmaz. Kendinden önceki ustaların hepsinin başarısını, hem de<br />

onların kendi yollarında, kendi sınırlan içinde aşmak gibi çetin bir işe girişmiş<br />

bir sanatçının başka bütün kaygılara yan çizmesini değil yalnız hoş<br />

görmek, üstelik de gerekli bulmak uygun düşer.<br />

Brahms klasik ustalığın doruğuna varmış olduğunca, romantik anlatımın<br />

da üstün, derin ve soylu bir simgesidir. Bununla birlikte Brahms'ta romantik<br />

davranışın birtakım dış görünüşleri yoktur. Özellikle, edebiyattan<br />

esinli müzik yazmak, müzik dışı olaylan ve görünüşleri anlatmak, "program<br />

müziği” yazmak Brahms’ı ilgilendirmemiştir. Birkaç şarkısında, kullandığı<br />

şiirin anlamlarını müzikle çizmesi dışında müziğinde -senfonileri,<br />

oda müziği eserleri, koroları- hep, romantik davranışın yüzeysel görünüşlerini<br />

değil, soyut anlatımların, derin duyguların süreli coşkuların, feylesofça<br />

düşünüşlerin gelişmiş bir biçim çalışması içinde sunulmasını gözetmiştir.<br />

Brahms’m tek bir opera bile yazmamış olması, romantizmin dış görünüşlerine<br />

karşı olan ilgisizliğinin bir tanıtıdır. Somut, gerçek olayları anlatmak<br />

zorunda olan bir müzik, onun amacı değildi. Gerçi Brahms, opera<br />

yazmak istemiş, birkaç libretto’yu gözden geçirmiştir ama, sonuçta tiyatro<br />

sahnesini kendi müzik eğilimlerini gerçekleştirebilecek bir ortam saymamış<br />

ve opera yazmaktan vazgeçmiştir, içe dönük, kendi başına düşünen,<br />

112


yalnız kişi Brahms, sahnenin dışt anlığını, tiyatro sahnesinin kendi somut<br />

gerçeklerini huylarına, görüşlerine aykırı saymış, salt ve soyut bir müzik<br />

anlayışına bağlanmayı seçmiştir.<br />

Kendini herkesten üstiin tutma huyu, Brahms’ı, senfoni ortamına biraz<br />

geç götürmüştür. Karşısındaki Beethoven örneğinin yanında küçük düşmekten<br />

kaçınma kaygısı, orkestra aracına ve senfoni düşünüşüne iyice egemenlik<br />

sağlayacak bir olgunluğa varmadan senfoni yazmaktan Brahms’ı alıkoymuştur.<br />

Nitekim, Brahms ilk senfonisini ortaya çıkardığı zaman kırk yaşım<br />

aşmıştı. Bu ilk senfoni, o güne değin yazılmış ilk senfonilerin en başarılısı<br />

olması bir yana, Beethoven’in dokuz senfonisinin topuna birden taş<br />

çıkartan bir yapıttır. Brahms, orkestra müziği alanındaki ilk deneyini yirmi<br />

altı yaşındayken yazdığı serenade’lannda yapmıştı. Fakat bestecinin senfonilerinden<br />

önce orkestra ortamındaki en önemli eseri, Haydn'm olduğu sanılmış<br />

bir tem üzerine, Antonius korali üzerine yazdığı orkestra çeşitlemeleridir.<br />

Çeşitleme (variation) biçiminde Brahms daha önce iki tane koskoca<br />

piyano yapıtı vermişti. Biri Haendel’in, öbürü de Paganini’nin birer temine<br />

dayanan çeşitlemeler... Yalnız bu yapıtlar bile Brahms’ın bir temi,<br />

türlü görünüşlere, türlü duygulara büründürmek yolundaki olağanüstü hünerinin<br />

örneğidirler. Hem Brahms senfoniyi denemeden önce çoğunlukla,<br />

kendi çalgısı için, piyano için müzik yazmayı bir sakınca gereği olarak görmüş,<br />

bununla birlikte piyano müziğinde de orkestra yazısının özellikleıine<br />

yaklaşan bir yazıyı, hele büyük biçimleri denemiştir. Piyano sonatları<br />

Brahms’ın kendini senfoniye nasıl hazırladığım incelemek isteyen çözümcülere<br />

yeterince veri sağlarlar. Bu bakıma, önemsiz yapıtlarım olsun, önemlilerinin<br />

tasfaklannı olsun yok eden Brahms’ta yaratıcı oluşumun ne yolda<br />

geliştiğini incelemek isteyenler ancak, bestecinin tümlenmiş yapıtlarına bakarak<br />

bu yolda bilgi edinebilirler.<br />

Brahms’ın, gençliğinde kendini senfoniye hazırlıksız sayması, bir yandan<br />

önce bir senfoni olarak tasarladığı ilk konsertosunu sonradan daha iyi<br />

tanıdığı bir ortama, piyano konsertosuna çevirmesini gerektirdiği gibi, öte<br />

yandan da piyano sonatlarında olsun, oda müziği yapıtlarında olsun, onu<br />

Beethoven’den daha üstün bir duruma yükseltecek olan hazırlığım, yöntemli<br />

ve bilinçli olarak adım adım ilerletmesine yol açmıştır. Oda müziği<br />

ortamının, gene Brahms’a kadar belirmiş özellikleri, demektir ku bu ortamın<br />

gerektirdiği anlatım içtenliği, üslûp arıklığı ve kullanılan çalgıların sayısının<br />

az olmasının gerektirdiği gereç tutumluluğu, Brahms düşünüşüne tıpatıp<br />

uyan şeylerdi. Bu yüzden Brahms'ın oda müziği ürünlerinin tümünü,<br />

bu bestecinin kişiliğinin yapışım tam bir uygunlukla yansıtan yapıtlar olarak<br />

sayabiliriz. Bu yapıtların tümünde Brahms, bir yandan kuruluş sağlamlığıyla,<br />

orantı uygunluğuyla, öte yandan da anlatım yeğinliğiyle ve imgelem<br />

genişliğiyle, demektir ki sanatçı kişiliğini nitelendiren öğelerin bütün belirlilikleriyle<br />

ortaya çıkarılmış olmasıyla kendini gösterir. Denebilir ki<br />

Brahms başka hiçbir şey yazmamış olsaydı bile oda müziği yapıtlarında<br />

Müzik Tarihi, F.: 8 113


müzik tarihindeki özel durumunu edinmiş olabilirdi.<br />

Oysa Brahms, oda müziklerindeki başarısını senfonilerinde de, piyano<br />

müziğinde de, koro müziğinde de, şarkılarda da tekrarlamıştır. Koro<br />

müziği alanında Brahms HEine Deutsches Requiem"inde (Alman Requiem’i),<br />

kullandığı metinlerin bağımsızca seçilmiş olması ve anlatılan duyguların<br />

kişiselliğiyle, din müziğinin geleneklerine hiç uymamış bir besteci olarak<br />

görülebilir ve bu açıdan bir devrimci sayılabilir. Şarkılarına gelince, bu<br />

ortamda da Brahms, kendinden önceki bütün büyük şarkı bestecilerinin,<br />

özellikle Schubert ile Schumann’ın en azından yarımda yer almaya hak kazanmıştır.<br />

Brahms’ın ve Alman şarkısının daha önceki büyük yaratıcılarının yatımda<br />

yer alabilecek önemde bir lied bestecisi olan Hugo VVolf<br />

(1860-1903), VVagnertn küçük ayrıklıklar dışında yalnız opera yazması gibi,<br />

yalnız şarkı yazmıştır. Bir Wagner izleyicisi olmasının sonucu, dev operacının<br />

etkisi, özellikle armoni dilinde, kromatisminde, VVolf un şarkılarına<br />

uzanmıştır. N e var ki kromatik grameri VVolf, VVagner’den daha da ileri<br />

götürmüştür. M elodi çizgisini biçimlendirirken, konuşma dilinin doğal vurgu<br />

ve biçimlenişini gözetmesi, şarkılarının çoğunda piyano bölümünü özgür<br />

bir piyano parçasıymış gibi gerçekleştirmesi başlıca özellikleridir. Piyano<br />

bölümünün özgürlüğüne rağmen VVolfun şarkılarının kuruluşla ilgili<br />

görevleri ancak, piyano ve ses bölümleri birlikte incelendiğinde belirir.<br />

VVolf, türlü diziler içinde toplanmış (Mörike-Lieder, Spanisches Liederbuch,<br />

Italienisches Liederbuch vb.) şarkıları yanında bir opera (Der Comegidor),<br />

bir yaylı dörtlü ve küçük orkestra için İtalyan Serenadı gibi, şarkı ortamı<br />

dışında kalan az sayıda yapıt da yazmıştır.<br />

VVagner’i tanrı gibi gören bir başka besteci, Anton Bruckner<br />

(1824-1896), çağında, işte bu VVagner hayranlığı yüzünden hor görülmüş,<br />

yazdıkları çaldırılmamış bir senfoniciydi. VVagner’e yöneltilen eleştirilerin<br />

bir bölümü Bruckner’e yaraşık görülmüş, bestecinin üçüncü senfonisine<br />

"VVagner senfonisi" adım vermesi hor görmeleri tiksinme katına ulaştırmıştı.<br />

Hem de Brahms’a karşı bir izleyici çıkarmak için, VVagner de Bnıckner’i<br />

"Beethoven’den bu yana yetişmiş en büyük senfonici" diye tanıtmıştı.<br />

Dokuz tane senfonisi yamnda din müziği yapıtları ve bir de yaylı beşli yazmış<br />

olan Bruckner’in biçimciliği, orkestra dilinin kendine özgülüğü ve anlatımının<br />

değerleri üzerinde kuşkulu tartışmalar henüz süregelmektedir. .Gene<br />

de Bruckner'in bir Brahms’la kıyaslanacak çapta bir besteci olmadığı<br />

güvenle söylenebileceği gibi, çağın bir başka senfonicisi yanında, öğrencisi<br />

Gustav Mahler’in (1860-1911) yanında bile, hele Mahler!in yirminci yüzyıldaki<br />

bazı gelişmelerin kaynağı olduğu gözönünde tutulur ve Bruckner’in<br />

senfonilerinin ilk bölümündeki etkisiz biçim oyunları dışmda, yenileyici<br />

olarak herhangi bir durum, olmadığı hesaba katılırsa, önemi iyice küçülür.<br />

114


Mahler, Bruckneriden bir şeyler öğrenmiştir. Bruckner’den olduğu gibi,<br />

Schubert’ten de, Beethoven’den de etkilenmiştir. Senfonici olduğu kadar<br />

şarkıcıdır da... Bu yandan Mahler, bu alanların her birindeki üstün durumu<br />

bakımından, adı Beethoven’le de, Schubert’le de birlikte anılabilecek<br />

bir bestecidir. O da değeri üzerinde tartışmaların henüz süregeldiği<br />

bir bestecidir. Bugün özellikle Mahler’i tutanlarla Bruckner’i tutanlar çatışırlar.<br />

Bir gerçek, Bruckner’in yalnızca çağının bestecisi olmakla kaldığı,<br />

müziğin evrimine önemli bir şey getirmediği halde Mahler’in ileriyi göstermiş<br />

bir besteci olduğudur. Çağdaş Viyana Okulunun kaynaklarından biri,<br />

başlıcası, Mahler’dir.<br />

Gene de Mahler’i kötüleyenlerin savlarında tanıtlanabilir yanlar vardır.<br />

Evet, Gustav Mahler çok kere bayağılığa düşen bir bestecidir. Denebilir<br />

ki, özeleştiri yetisi onda gelişmemiştir. Çok kere, tek bir cümlede anlatabileceği<br />

bir şey için sayfalar harcar. Sonra, kimseyi ilgilendirmeyecek anılarına<br />

pek bağlıdır. Gençliğinde, yaşadığı kasabada bir garnizon varmış da<br />

Gustav hep, orada çalman borazanların seslerini dinlermiş. Bu yüzden senfonilerinde<br />

sık sık "askeri" fanfarlar, trafiği kesen bir resmi geçit gibi "hayatın<br />

akımını" engellerler. N e var ki Mahler, yalnız uzunluk, yalnız bayağılık,<br />

yalnız safdillik, yalnız tutarsızlık değildir. Bütün besteciler için olduğu gibi<br />

Mahler’i de müziğinin en iyi sayfalarına bakarak yargılamak zorundayız.<br />

Nedir Mahler? Bir kere, alçakgönüllü bir kişidir. Böyle bir niteliğin,<br />

bir sanatın evrimi içinde bir sanatçının durumunu nasıl belirtebileceğim<br />

anlatalım. Brahms’la aralarında geçen konuşmayı analım bir kere daha.<br />

Brahms’m müzik sanatım artık doruğuna varmış olarak görmesine karşılık<br />

Mahler, çağlayanı göstermiş, geçen dalganın son dalga olmadığım, çağlayanın<br />

akaduracağım söylemişti. Bu görüşü Mahler’in, aşılmaz sanılan bütün<br />

sınırlan aşmak ödevini sanatçıya tanıdığını ve bu görüşünü alçakgönüllülükle<br />

anlattığım gösteriyor. Gerçekten de Mahler, kendini herkesten üstün<br />

tutma kaygısını bir yana bırakarak, bir sanat adamının ileriyi hazırlama,<br />

çağlayaıun akadurmasım sağlama ödevini yerine getirmeye çalışmıştır.<br />

Mahler, onu tanıyanların, dinleyenlerin anlattığı, eşine seyrek rastlanır<br />

bir orkestra yönetmeniydi. Çoğu geçitleri kusursuzluğa ulaştırmak amacıyla<br />

üstüste çaldırmak, kesinliği ve saydamlığı sağlamak, böylece bestecinin<br />

anlatmak istediğini bütün seçildiğiyle dinleyiciye ulaştırmak için saatler<br />

harcardı. Yönetici olarak gösterdiği titizlikten çıkarak Mahler’in sanatının<br />

en önemli yanlarından birinin, orkestra yazısındaki 'aydınlığın, seçildiğin<br />

nedenini anlayabiliriz. Nitekim Mahler, orkestra kürsüsüne çıktığında<br />

kusursuz bir yönetici olduğu kadar, masa başına, nota kâğıtlarının karşısına<br />

oturup da müziğini yazmaya başladığında da o kadar titiz bir oıkestralayıcıydı.<br />

Ama, Mahlerîn orkestra yazışım yalnızca, yapıtm kendisinden,<br />

kuruluşundan özgür bir orkestralama ustalığının ortaya konması diye görmek<br />

yanlış olur. Çünkü Mahler, orkestra çalgılarının tınılarını yalnızca tim<br />

uğruna, ses rengi özellikleri uğruna değil, hem de müzik düşünüşünün, he­<br />

115


le çokses yapısının bütün ayn çizgilerinin tam bir seçildikle duyulması, böylece<br />

eserinin soyut yapısının bir gerçek anlam kazanması için kullanmayı<br />

gözetirdi. Orkestralarken Mahler çalgı renkleri yanında, her bir çalgının<br />

bireyliğini de elde tutmak isterdi. Orkestralama tekniğini bu yönden ele<br />

alışı Mahler orkestrasının çoğu kere bir solo çalgılar topluluğu olarak belirmesini,<br />

sonuçta da, en kalabalık kadrolu orkestrasının bile bir oda müziği<br />

topluluğu gibi tınlamasını sağlamıştır. Mahler’in yenileyici olarak durumunun<br />

asıl önemi işte oıkestra yazısını bu yönden ele akşındadır. Nitekim<br />

Schoenberg’in oda orkestrası için yazdığı yapıtlar olsun, Anton W ebem ’in<br />

çalg tınılan yoluyla çokses düzenini gerçekleştirme tutumu olsun, önceliğini<br />

Mahler orkestrasında bulmaktadır. Mahler’in orkestra çalgılarının gerek<br />

tim ve gerek "anlatımcı” özelliklerini müziğin soyut yapısıyla birleştirrhe<br />

amacı onu, Beethoven’in dokuzuncu senfonisini yeniden orkestralamaya<br />

bile götürmüştür. Bu ilgi çekici çalışma, ne yazık ki bugün konser programlarında<br />

hiç yer almamaktadır. Oysa, dokuzuncu senfoninin Mahler orkestralaması<br />

arada bir çalınsa, bir yandan Beethoven'in bu açıdan solaklığını<br />

ve kayıtsızlığım, öte yandan Mahler’in ustalığım belirtmek için, herhalde<br />

yararlı olur.<br />

Mahler anlatıcı bir müziğin, program müziğinin savunucusu değildi.<br />

Mahler’i böyle bir tamtış şaşırtıcı olabilir, "öyleyse neden Mahler, senfonilerinde<br />

bile insan sesine, bir söz söyleyen insan sesine başvurmuştur?" sorusu<br />

akla gelebilir. Belirtelim ki Mahler, "sözün anlatmadığını müzik anlatır"<br />

görüşünün bir bakıma tersine, müziğin anlatamadığını söze bırakmış,<br />

daha doğrusu müziği soyut yüzeyde bırakarak, müziğe anlatımcı görevler<br />

yüklemeyerek, söylemek istediklerini doğrudan doğruya insan seslerine anlattırmıştır.<br />

On bir senfonisinden beşinde Mahler’in insan sesine ve söze<br />

başvurması biraz da, Beethoven’in dokuzuncu senfonide tuttuğu yolda daha<br />

da ileriye gitmesinin bir sonucudur. 'Mahler’in on bir senfonisi" dedik.<br />

Sayılarına bakılırsa Mahler'in on tane senfonisi vardır ve onuncu da, upuzun<br />

bir adagio (yavaş tempolu bölüm) ve kısa, fakat şaşırtıcı derecede ileri<br />

bir scheızo dışında, tamamlanmış değildir. İngiliz besteci Deıyck Cooke’un,<br />

Mahler’in bıraktığı taslaklara dayanarak verdiği son biçimle bu yapıt,<br />

Mahler’in en etkileyici yapıtlarından biri olarak yeni bir hayat kazanmıştır.<br />

Mahler’in dokuzuncu senfonisi bugün konserlerde dokuz sayısıyla<br />

sunulan değil, Das Lied von der Erde (Yeryüzü Şarkısı) adını taşıyan kontralto,<br />

tenor ve orkestra için yapıtıdır. Sekiz senfoni bitip de sıra dokuza<br />

geldiğinde Mahler, Beethoven’in dokuzuncu senfoniden öteye gidememiş<br />

olduğunu düşünerek, ölüm korkusunun verdiği bir saplantıyla, yapıta dokuz<br />

sayısını vermekten kaçınmıştı. Bugün Mahler’in çok yerinde olarak en<br />

sevilen, en büyük rağbeti gören yapıtları arasında başta, bu sözkonusu senfoniyle<br />

birlikte birinci ve dördüncü senfoniler gelir. Şunu da belirtelim ki,<br />

bu üç eser, Mahler’in en kısa senfonileridir, gene de her biri bir saate yakın<br />

sürçr. Öbürlerinden her biri bir konseri baştan sona kaplayacak uzun-<br />

116


hıktadır. Bunların arasında, solo sesler ve koronun da katıldığı ikinci senfonisi<br />

gitgide artan bir ilgi görmeye başlamıştır.<br />

Yirminci yüzyılın ortasına kadar yaşamışsa da Rıchard Strauss<br />

(1864-1949) diliyle ve yöntemleriyle, bir on dokuzuncu yüzyıl sonu bestecisidir.<br />

Strauss’un, "modem" diye tanıtılmış bestecilerin hemen hemen hepsinin<br />

karşısında, halk çoğunluklarının büyük rağbetini kazanmış bir besteci<br />

olması da müziğinin, 49 yılım yaşadığı yüzyılın akımlarım yansıtmayışı yüzündendir.<br />

Hem, Strauss’da bugün en büyük ilgiyi gören, en sık çalman yapıtları<br />

da, on dokuzuncu yüzyılın sonunda yazmış olduklarıdır. Bu durum<br />

biraz da Strauss’un yüzyıl dönemecinden soma yaratış gücünden çok şey<br />

tüketmiş olduğu konusunda yanlış görüşlere de yol açmıştır. Hem Strauss’a<br />

yöneltilen eleştiriler çoğu kere, müziğinin kendi özelliklerine değil,<br />

müzik dışı gerçeklere dayanır. Richard Strauss’un çökmekte olan bir müzik<br />

anlayışının simgesi olduğu konusundaki görüşler daha yüzyıl sonlarında<br />

belirmeye başlamıştı. Also Sprach Zarathustra ("Zerdüşt Dedi ki...”)<br />

senfonik şiirinde konu olarak Nietzsche'yi seçmiş olması müziğe anarşik<br />

bir davranış getirmesi olarak yorumlanmış, daha sonra da bestecinin Hitler<br />

rejimini tanıması ve Nazi Almanyasında kalıp çalışmalarını sürdürmesi<br />

de saygınlığının tükenmesine yol açmıştır. Öte yandan Don Quixote'sinde<br />

rüzgâr makinesine başvurması da bestecinin kötü beğenisinin bir belirtisi<br />

olarak gösterilmişti.<br />

Strauss, kötülenmek istendiğinde öne sürülecek nedenler herhalde<br />

Nietzsche’den esinlenmesi, Nazisme boyun eğmesi, ya da rüzgâr makinesine<br />

başvurması gibi ya önemsiz ya da müzik dışı olaylar olmamalıdır. Nitekim<br />

Strauss’un müziği, bestecinin kötü beğenisi, özeleştiri yetisinden yoksunluğu,<br />

aşırılıklara olan eğilimi suçlandırmaları desteklemek için birkaç<br />

tanıt verebilir: Boş görkem, özsüz gösteriş, ağız kalabalığı, gürültücülük...<br />

Strauss, başlıca üç dalda müzik yazmıştır: Senfonik şiirler, şarkılar ve<br />

opera... Senfonik şiirlerinin en önemlileri arasında, yukarda adlarım verdiğimik<br />

iki yapıttan başka, konusu kendi hayatının müzikle anlatılması olan<br />

Ein Heldenleben ("Bir Kahramanın Hayatı”), Till Eulenspiegels Iustige Streiche<br />

( T i l l Eulenspiegel’in Şen Serüvenleri") ve Tod und Verklaenmg Ç ö ­<br />

lüm ve Değişim") başta gelir. Richard Strauss’un Wagner’e olan aşın hayranlığının<br />

yankılarım taşıyan bu yapıtlar hem de, bestecinin, bir yandan<br />

senfonik şiirin geliştiricisi Liszt’e, öte yandan da orkestralama ustası Berlioz'a<br />

olan borcunun da tamdandır. Strauss’un bunlardan soma yazdığı orkestra<br />

müzikleri, diyelim ki Alpensymphonie (1915) ya da Fesüiches Praeludium<br />

(1940) bestecinin ne tekniğinde, ne de yaratış gücünde bir çöküntü<br />

örneği gibi gösterilemezler. Strauss’un yüzyıl dönemecinden önce yazdığı<br />

o ünlü ve saygın senfonik şiirler, kapanmakta olan bir çağın son ürünleriydi.<br />

Sonra yazdıklarıysa artık kapanmış bir çağın amsı olmaktan öteye gidemediler.<br />

N e var ki, müziğin üslûp akımlan ve yenilikleri içindeki durumu,<br />

Strauss’un yaratıcılık gücünün ve işçilik yeteneğinin kötülenmesi için bir<br />

117


veri olarak kullanılamaz.<br />

Şarkılarına gelince, bu ortamda Rıchard Strauss, kendinden önceki<br />

büyük lied yaratıcılarıyla aym katta bir besteci değildir. İki yüze yakın şarkı<br />

yazmış olmakla birlikte bugün bunların ancak bir düzinesi resital programlarında<br />

yer almaktadır; bu da, şarkıcıların payına gereksiz bir unutkanlık<br />

sonucu değildir. Gerçekten Strauss’un ortamlarını ancak on iki, bilemediniz<br />

on beş şaıkısı yansıtır. Geri kalanları, ya anlatım bayağılığı yüzünden,<br />

ya kötü şiirlerin üzerine yazılmış olmaları yüzünden, ya da yapılarıyla<br />

ilintili türlü dengesizlikler yüzünden unutulma yargısını giymişlerdir. Unutulmayan,<br />

ölümünden bir yıl önce yazmış olduğu, orkestra eşlDdi "Son<br />

Dört Şarkı"da ulaşmış olduğu anlatım arılığı ve içtenliğidir. Gene geçmiş<br />

anıları gerçi, ama iri sözlerden uzak, duru ve dokunaklı anılar...<br />

Operalarında karşımıza daha başarılı, daha tutarlıklı, kendini daha<br />

seyrek tekrarlayan, hem de ilerici davranıştan olan bir Richard Strauss çıkar.<br />

Salor„e (1905) ve Elektna’sıâaki (1909) "anlatımcı" (expressioniste)<br />

eğilimler Strauss’a yüzyıl başının müziğindeki bir akımın içinde yer vermektedir.<br />

Buna karşı Der Rosenkavalier (1911) Strauss’un, Mozart'a ve<br />

"Figaro'nun Düğünü"ne bir saygı anlatımı olarak görülebilen, Viyana’nın<br />

hafif müziğinin yankılarım taşıyan bir operadır. Strauss operalannm çoğunu<br />

(yukarda son adı sayılan iki operadan başka Ariadne auj Naxos, Arubella,<br />

v.s.) Hugo von Hoffmansthal’ın libretto’lan üzerine yazmıştır.<br />

Strauss’lann, Mahler’lerin, Brahms’lann çağdaşı Alman bestecileri<br />

arasında adlan arasıra anılan iki besteci, Max Reger (1873-1916) ile Hans<br />

Pfitzner (1869-1949), biri sanatmın "maddi" yanında egemen, yer yer büyük<br />

romantik davranıştan olan, fakat ne yaratıcı, ne de yenileyici olarak<br />

önemli, öbürü de Wagner izleyicisi, ilerici davranışlara karşıt ve ulusala kişilerdi.<br />

118


YİRMİNCİ YÜZYIL: DENEYLER ÇAĞI<br />

Sonuna yaklaşadurduğumuz bir evrede yirminci yüzyılın artık, müzik<br />

tarihinin en canlı çağı olarak saptanmış olması gerekir. İleriye doğru büyük<br />

atılmaların yanında beklenmedik gerici tutumların da yer aldığı çelişmeli<br />

yüzyılımız öncelikle devrimci aşamalarıyla değerlendirilmelidir. N e ki,<br />

müzik tarihinin ilerleyişini durduran tutucu akımların olumsuz etkilerini<br />

de görmezlikten gelemeyiz. Bunlara konumuz ilerledikçe değineceğiz ve<br />

"sanat müziğindeki evrimin sonu mu geldi?" sorusunun kaçınılmaz olduğunu<br />

göreceğiz.<br />

Yirminci yüzyıl hem de, çoğaltma ve yayma araçlarının, iletişim ortamlarının<br />

gelişmesiyle, müziğin sınırlı çevreler içinde kalmayıp, yeıyüzünün<br />

dört bucağına yayılma olanağım kazandığı bir çağdır. Anlatıldığı gibi<br />

artık, bir günler Bach’ın Buxtehude’yi dinlemek amacıyla bir kentten öbürüne,<br />

hemde yürüyerek gitmesi gibi bir zorunluluk bugünün müzikçisi için<br />

kalmamıştır; radyo programlarım izlemesi, plak kataloglarına başvurması,<br />

başka yerlerdeki, başka ülkelerdeki müzikçilerin çalışmalarım izleyebilmesi<br />

için yeterlidir. Müzik sanatı bugün, her ilgili kişinin evinin, odasının içindedir.<br />

Hiçbir çağda müzik, yirminci yüzyılda olduğunca, yığınlara ulaşabilme<br />

olanağuıı kazanmış değildir. Am a yığınlar bu olanaktan yararlanıyorlar<br />

mı? Bu da ilerde ele alacağımız bir konu.<br />

Yaratış alanında, yirminci yüzyıl müzik sanatında hızlı ilerleyişlerin,<br />

yeni yolların, yeni yöntemlerin çağıdır. Yaratıcı oluşumun bir yüzyıldan<br />

ötekine değişmemiş olduğunu tamsak bile, müziğin doğrudan doğruya gerekçeleriyle<br />

ilgili olarak çağımızın bestecilerince getirilen yenilikler, önceki<br />

bütün yüzyılların getirdiklerinin toplammdan daha çoktur. Müzik dili ve<br />

grameri yenilenmiş, bir yapıtta tek bir tonalite kullanma yerine aynı anda<br />

birden fazla tonalitenin kullanılmasına başvurulmuş, bununla yetinilmemiş<br />

tonalite düzeninden aynimmiş ve kromatik dizideki on iki notadan her birinin<br />

yalnızca bir diğeriyle ilintisine dayanan ve bunun dışında önceden belirli<br />

bir düzene bağlı olmayan özgür bir yazı gelişmiş, sonra da yıkılan bir<br />

düzenin yerine yenisini koymak amacıyla tonalite dışı yazı kurallara bağlanmış,<br />

tonliteden aynlınması sonucu armoni kuralları, akorlann ilerleyişi<br />

L19


ve zincirlenişini yönelten kurallar geçerlikten düşmüştür. Ritm alanında,<br />

ayrı ölçülerin ve bunların koşulladığı ayn ritmlerin "üstüste", aynı anda kullanılmasma<br />

gidilmiştir, ö te yandan, eski biçimlerle yetinilmemiş, sonat kalıbı<br />

iyice kırılmış, sonat bilincinden uzaklaşılmış, yeni, özgür biçimler araştırılmış,<br />

hazır kalıplara uymayan bir yapı anlayışı gelişmiştir. Çalgılama alarunda,<br />

denenmemiş tim birleşimlerine yönelinmiş, çalgıların olanakları zorlanmış,<br />

bunların gözetilen amaçlara yetmemesi üzerine elektronik gereçlerden<br />

yararlanılmıştır. Kısacası, yirminci yüzyıl müzik yoluyla anlatıma yeni<br />

ufuklar açmıştır, yeni ortamlar, yeni gereçler sağlamıştır ve bu yandan çağımız,<br />

müzik tarihinin en zengin çağıdır.<br />

N e var ki bu zenginlik, müzik çoğaltma ve yayma araçlarındaki gelişmelerden<br />

gerektiğince yararlanamamış, müzik çoğaltıcıları, bir yandan kendi<br />

istekleri, öte yandan da çoğunluk beğenilerini yönelten kişilerin etkisi<br />

yüzünden, çağımızın müziğine yabancı kalmış, müzik sanatı sınırlı çevrelerin<br />

içine kapanmış, gene "aristokrasi", soydan, kandan gelen bir "aristokrasi"<br />

değildir. Sınıfı, görgüsü, çevresi, eğitimi ne olursa olsun, isteyen her kişi,<br />

bu "asilzadeler" sınıfına girebilir. Girebilmek için de istemek yeter. Böyle<br />

bir kişi, istediği anda, kendini soylular sınıfının içinde bulur. N e ki milyarlarca<br />

insan, böyle bir açık kapının varüğını bilmemektedir.<br />

Türlü etkilerle, (bu ara sanatsever davranışlar, toplumu çağdaş müziğe<br />

yöneltme uğruna girişilen savaşlar, müziği yayan büyük firmaların vergi<br />

kaçırmak amacıyla, satmayacağım bile bile çağdaş müzik yayınlamaları,<br />

Devletin "ulusal" sanatı dış ülkelerde tanıtmak için arasıra çağdaş müziği<br />

de propaganda programına alması vb.) yirminci yüzyıl müziği konserlerde<br />

arada sırada çalınmakta, plak üstünde ya da radyoda yayınlanmaktadır.<br />

Bu gidişle belki günün birinde yirminci yüzyıl müziği, çağımızın çoğaltma<br />

ve yayma araçlarım, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl müziğiyle eşit<br />

orantılarda paylaşabilecek, bir yandan bugün yaygınlıkta olan müziğin etkisiyle,<br />

öte yandan da, konservatuarlarda bile, müzik eğitiminin henüz tonal<br />

düzene uyan yöntemlerle yapılması yüzünden, kulakları pek sınırlı bir yolda<br />

koşullanmış olan kişiler, yepyeni ses dünyalarının bilincine ve beğenisine<br />

varabilecek midir? Bu konuda pek umutlu olamayız.<br />

Yirminci yüzyılın ses dünyasında neler olup bitmektedir; bu dünyayı<br />

yaratan kişiler neler yapmışlardır? Buna bir göz atalım.<br />

DEBUSSY VE İZ L E N İM C İL İK<br />

H er ne kadar yaratış hayatı on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar arasında<br />

bölünmüşse de Claude Debussy (1862-1918) her yanıyla ve kesin olarak<br />

bir yirminci yüzyıl bestecisidir. Giderde, Debussy, çağımızın müziğinin<br />

temel atıcısıdır. 1918’den bu yana ileri atılışların, yeni akımların çoğunun<br />

kaynağının Debussy’de olduğunu söyleyebiliriz. Ömrünün son yıllarında<br />

yazdığı üç tane sonatla yeni klasikçilik akımına yol hazırlayan odur. Ten-<br />

120


kidri Virgil Thomson, Debuss/nun 1912’de yazdığı Jeuc’nün çatışan kromatiklerine<br />

bir kulak verilmesini, tonalite bağlarından kurtulmak için en<br />

güçlü çabalardan birinin bu yapıtta gerçekleştiğini söylüyor; sonra, kakışmaların<br />

(dissonances) Stravinski’de bile Debuss/de olduğunca kıyasıya<br />

kullanılmamış olduğunu belirtiyor. Müziğin bir "tını olayı" diye ele alınmasına<br />

ilk Anton VVebem ve Edgar Varfese’de rastladığımızı sanıyoruz ama,<br />

Webem’deki ses-renk kavramının ve Varöse’in "düzenlenmiş ses" anlayışının<br />

önceliğinin nerede olduğunu herhangi bir Debussy çalgılaması ortaya<br />

koyar.<br />

Gene de Debussy, kendinden öncekilerden yararlanmıştır. Orkestralaması<br />

Berlioz’a dayanır. Piyano yazısı Chopin’den gelir. Melodisi, arıtılmış<br />

Massenet, biraz da halk müziği karışığıdır. Çokses yazısında Mozart’a<br />

yaklaşır. Fakat biçim konusuna gelince, bu alanda Debussy’nin örnek seçtiği,<br />

etkilendiği bir besteci yoktur. İzlenimci (impressioniste) resim ve simgeci<br />

(şymboliste) şiir Debussy müziğinin biçim özelliklerinin kaynağı olarak<br />

görülebilir. Fakat bu alanda Debussy*nin müzik sanatında bir öncesi, bir<br />

beslendiği kaynak yoktur. Mozaik! "Debisşy’de biçim” deyince akla bu sözcük<br />

gelir. Nitekim Debussy müziğinin biçimsel yanım, mozaik kuruluşuna<br />

benzetebiliriz.<br />

Debussy müziği armoniye değil, melodi, ritm ve tını parçacıklarının<br />

düşey ve yatay birleşimlerine dayanır. Yanlış anlaşılmasın,' Debuss/de armoni<br />

önemsizdir" denmek istenmiyor. Yalnız şu var ki, armoni onda yapıtım<br />

hara olmaktan kurtulmuş, anlatıma atanmış, her yapıtında yeni bir varoluşa<br />

ulaşmıştır. Debussy, duragelmiş gelenekleri sorguya çeken, onlardan<br />

sıyrılmayı gözeten, durmadan yeni eylemlere girişen, müziği yepyeni<br />

bir duruma ulaştırmış bir bestecidir. Tekrarlayalım: Debussy, her yanıyla<br />

günümüzün bestecisidir ve ondan önceki bütün besteciler geçmiş çağlarındır.<br />

On dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru, Paris’in sanat ve düşünce hayatında<br />

başlıca eğilim, Auguste Comte felsefesinden yola çıkanlardan, gerçekçilerden,<br />

gerçekleri bilim adamı soğukkanlılığıyla gözleyenlerden uzaklaşmaya<br />

doğruydu. "Bilinmeyenin karşısında, bilim adamı yerine şairimiz<br />

olsun, daha iyi" deniyordu. Yeni sanat duygucuydu, şehvetperestti, hazaydı.<br />

Müzik uygun bir anlatım ortamı olarak görülüyordu. Nesnel dünya, evrensel<br />

gerçeğin ancak bir simgesi olabilirdi. Anıştırmalarla, çağrışımlarla,<br />

müziğe de başvurarak işte bu evrensel gerçek anlatılmalıydı. Müzik tanrısı<br />

da Wagner'di. Debussy, simgeciliğin öncüleri olan Baudelaire, Rimbaud<br />

ve Verlaine’i incelemiş, hele Wagner’m müziğini yakından tanımıştı. La<br />

Demoisdle ilue kantatı, başlangıçtaki dört motifin özellikleri ve bunların<br />

"leitmotiv” tekniğine uygun olarak kullanılması bakımından Wagner’in<br />

"ParsifaT'ine yakınlaştırılır. Yapıt, bilgiç çevrelerce "fazla bulanık” yargısını<br />

giydi ve Debussy’ye "izlenimci" yaftasının takılmasına da böylece başlanmış<br />

olundu. Debussy’nin bu yapıtıyla gelecek günlerini hazırladığı görülü­<br />

121


yordu. İnce, saydam bir doku, tedirgin ton değişmelerine başvurarak duraksayan<br />

tonalitelerden kaçış, duygu balonundan -çağın sanat hayatına<br />

bu bakımdan özelliğini veren - şehevî davranış.<br />

DebusyyLyi etkileyenlerden söz açılmışken, Musorgski ve Uzakdoğu<br />

müziği etkilerine de değinelim. 1889 yılında Paris’te açılan uluslararası sergiye<br />

Rimski Korsakof da gelmiş ve Rus müziğinin çalındığı iki konser sunmuştu.<br />

Debussy daha önce de Rus müziğini tanımış, fakat bu tanıma<br />

Rimski ile Borodin’den pek öteye gitmemişti. Rimski’nin Paris’te yönettiği<br />

konserler, Rusya ile Fransa arasında bir müzik alışverişinin başlaması ve<br />

bu alışverişin Debussy’yi olsun, başka Fransız bestecilerini olsun etkilemesi<br />

bakımından önemlidir. Sergi asıl, Afrika’dan, Arabistan’dan, Uzakdoğu’dan<br />

gelen halk müziği topluluklarının gösterileri bakımından ilgi çekici<br />

olmuştu. Cava’nın "gamdan” orkestrasını dinleyen Debussy’nin bu müzikten<br />

aldığı izler Pagodes adlı piyano parçasında, bundan başka birçok yapıtında<br />

beş tamsesli gamın kullanılmasıyla kendini gösterir. Uzakdoğu müziğine<br />

yönelme bakımından Debussy, ölümünden otuz yıl kadar sonra batı<br />

müziğinde yeğinlikle kendini gösteren bir akınım, Uzakdoğu müziğiyle<br />

esinlenme akımının öncüsü olmaktadır. Debussy, Musorgski’nin müziğini<br />

daha geç tamdı. Bununla birlikte, "Boris Godunof'un partisyonunu gördükten<br />

sonra, "İşte bizi Wagner etkisinden kurtaracak olan budur" dediği<br />

doğrulanmaz. Nitekim Debussy’nin, mektuplarında, Musorgski kabalığının,<br />

Wagner şişkinliği kadar Fransız ruhuna aykırı olduğunu belirtmiştir.<br />

İkisinden de kaçınmıştır, ama Debussy, Musorgski’yi de, Wagner’i de çok<br />

beğenirdi. Fakat güçlü kişiliğinin gölgesinde bu izlere yepyeni bir görünüş,<br />

yepyeni bir anlam verdiği de tartışılamaz.<br />

Debussy ömrü boyunca esin kaynaklarını, genel tutum olarak, hep<br />

müziğin dışmda, edebiyatta, resimde, doğa görünüşlerinde aramıştır. Salt<br />

müzik yapıttan, dörtlüsü, ya da sonatlan, diyelim ki Mallarmö’nin bir şiirinden<br />

izlenerek yazdığı L ’Aptis-midi d'un faune’a ya da Maeterlinck’in<br />

oyununu libretto olarak kullandığı PeUâas et Milisandre operasına kıyasla,<br />

daha az önemli kalır. Bütün opera tarihinin en başta gelen altı yedi yapıtı<br />

arasında bir yer alabilecek değerde ve önemde bir opera olan "Pellöus" da<br />

Debussy her şeyden önce usta bir dramatist olduğunu ortaya koymuştur.<br />

Olayların, kişilerin, ruh durumlarının müzikle anlatılması sözle müziğin<br />

kaynaşması bakımından Debuss/ye gelene kadar hiçbir besteci -başlıca<br />

amacı bu olduğu halde Wagner b ile - onun başarısını gösterememiştir.<br />

Operasından sonraki büyük çapta yapıtı La Mer (Deniz), bir doğa görünüşünün,<br />

denizin, besteciye verdiği duyguların, izlenimlerin anlatılmasıdır.<br />

Debussy, kırk yaşma varana kadar piyano için birçok parça yazmış olmakla<br />

birlikte, yenileyici tutumunu 1903 yılında verdiği Estampes’dan başlayarak<br />

piyanoda yansıttı. Daha önce Debussy, çığır açıcı davranışı orkestra<br />

müziğinde, hele şarkılarında ortaya koyuyordu.<br />

Debussy’nin müziğinde bütün teknik yanlarıyla ilk defa görülen izle-<br />

122


ilimci (impressioniste) müziğin yöntemleri şöyle özetlenebilir: Belirli tonalitenin<br />

dışında kalan akorlann kimi kere parçanın daha ilk ölçüsünde sunulması<br />

ve böylece tonalite duyusunun silinmesi; akorlann, klasik armoni<br />

kurallarının tersine, koşut (muvazi) olarak ilerlemeleri ve bu ara koşut beşinci<br />

ve dördüncülerin kullanılması; tam aralıklı ses dizilerin in kullanılması<br />

ve bu tutumun bir sonucu olarak dış ülkelerin, Uzakdoğunun, özellikle<br />

Çin ve Japon müziğinin, hem de Ortaçağ müziğinin ses dizilerine başvurulması;<br />

kromatik (yarım sesli) dizinin, tonalite kurallan içinde çözümlenemez<br />

gibisinden kullanılması ve böylece atonalite ve on iki nota müziğinin<br />

hazırlanması.<br />

ÖBÜR İZLE N İM C İLE R<br />

Debussy yirminci yüzyıl bestecilerinin tümünü etkilemiştir. O kadar<br />

ki, yirminci yüzyılda, davranışlarını, çalışmalarını, düşünüşlerini Debussy<br />

bilinci içinde yöneltmemiş müziksever yoktur denebilir. Debussy’nin izlenimci<br />

yöntemlerinin doğrudan doğruya etkisi altında kalan besteciler de<br />

pek çoktur. Bunlann başlıcalannı sayalım.<br />

Ingiltere’de Frederick Delius (1863-1934), Debussy ile birçok ortak<br />

yanı olan, izlenimci anlatımı yanında İngiliz halk müziğini de yansıtan bir<br />

besteciydi. Amerika’da yıllarca yaşayan Delius "Florida’da doğayla ilgilenmek,<br />

etkilenmek, izlenmek yoluyla kendimi buldum," diyor. Piyanoda doğaçtan<br />

(irticalî) çalış, müziğinin ana kaynağı sayılabilir. Delius’ta armoni,<br />

Debussy’de olduğu gibi, kural dışı ve anlatıma uyruktur. Armoniye olduğu<br />

gibi çalgı tınılarına da eğilimli bir besteci olan Delius’ün durgun, duygulu,<br />

kesin ritmik çizgileri olmayan müziği özellikle armoniye ve çalgı renklerine<br />

dayanır. Yapıtlarının adlan: (Nehir Üstünde Yaz Gecesi, Gün Doğmadan<br />

Önce Bir Şarla, Tepelerin Üstünde ve ötelerde, v.s.) bu bestecinin müziğinin<br />

özelliğini sezinletebilir.<br />

Delius yanında Ralph Vaughan VVilliams (1872-1958) hem de bir İngiliz<br />

ulusalcısı olarak tanınır. Purcell’den sonra İngiltere’de bestecilik tam<br />

bir karanlığa gömülmüş, romantik çağda Sir Edward Elgar’a (1857-1934)<br />

varana kadar sözü edilmeye değer, İngiliz müziğinin Avrupa'nın öbür ülkelerindeki<br />

ilerlemelere ayak uydurmasını sağlayan bir besteci çıkmamıştır.<br />

Yirminci yüzyılda I ngiliz müziği yeniden canlanmıştır. Bu canlanışı sağlayan<br />

ilk besteci olarak da Delius’le birlikte, Vaughan Williams gösterilebilir.<br />

Müziğindeki izlenimci özellikler yanında Vaughan Williams, hem de<br />

İngiliz geleneklerini, İngiliz ruhunu yansıtan bir bestecidir. Ulusal bilinç<br />

Vaughan Williams’ın müziğinde, yaratış hayatının bütün bölümlerinde görülür.<br />

Üslûp eğilimleri bakımından müziğinin henüz kesinlikten uzak olduğu<br />

gençlik yıllarında besteci, yurdunun halk müziğine yöneliyordu. Daha<br />

sonraları bestecinin İngilizliği yalnızca halk müziğiyle kalmamış, yurdunun<br />

müzik geleneklerinin bütün kapsamına uzanmış, hem de bestecinin geli­<br />

123


şen kişiliğiyle beslenmiştir. N e var ki Vaughan VVilliams’m biçim kaygılan<br />

onu, hem izlenimcilikten, hem de ulusalcılıktan uzaklaşmaya doğru götürmüştür.<br />

Dördüncü senfoniyle başlayarak yazdığı altı senfoninin evrensel dili<br />

ve anlatımı buna örnektir.<br />

İngiltere’nin ileri gelen öbür izlenimcileri arasında, yaratış hayatının<br />

sonlarına doğru yalın ve katı bir çizgisel yazıya doğru yönelen ve bu bakıma<br />

The Plemets (Gezegenler) süiti gibi yapıtlarının renkçiliğine karşıt bir<br />

yol tutan Gustav Holst (1874-1934); anlatıcı, yansıtıcı, imgesel bir müzik<br />

yazan ve kuramlarla ilgilenmeyen, buna karşı İrlanda halk müziğinde zengin<br />

kaynaklar bulan Sir Am old Bax (1883-1953); daha az önemli besteciler<br />

arasında da Cyril ScoU, John Ireland, Eugene Goossens adları verilebilir.<br />

Amerika’da izlenimciliğin en önemli temsilcisi Charles Tomlinson<br />

Griffes (1884-1920) önceleri Alman etkisinde bir müzik yazmış, sonraları<br />

Debussy izlenimciliğini benimsemiş ve bu yoida kişisel anlatımına ulaşmıştır.<br />

Roma Skeçleri adlı piyano parçalar dizisi, tanınmışlığa ömrünün ancak<br />

son yıllarında kavuşan Griffes’in üslûbunu iyi tanıtır. Yapıtları sayıca az olmakla<br />

birlikte ona, izlenimci müziğin üst katında bir yer sağlayacak önemdedirler.<br />

Alsace doğumlu Charles Martin Loeffer (1861-1235) yaratış hayatının<br />

tümünü Amerika’da geçirmiş olması bakımından bir yeni dünya bestecisi<br />

sayılır; yoksa hiçbir bakımdan bir Amerikan ulusalcısı olarak gösterilemez;<br />

Amerikan halk müziğiyle de ilgilenmiş değildir. Loeffler’in izlenimciliği,<br />

Debussy’nin bıraktığı yerden alıp sürdürdüğü ve bıi yolda en son nereye<br />

kadar gidilebilirse oraya kadar gittiği görüşü, bir yandan bu bestecinin<br />

küçümsenemez önemini aşırı derecede büyütmek, öte yandan da müzikte<br />

izlenimci davranışın soluğunu pek kısa saymak gibi sınırlı bir görüşün<br />

ürünüdür. Bir başka Amerikalı, en ünlü yapıtı Skyscrapers (Gökdelenler)<br />

bale müziğinin de gösterdiği gibi, izlenimci yöntemleri caz diliyle birleştirme<br />

çabasını gösteren John Alden Carpenter’dir (1876-1951). Çalışmalarına<br />

izlenimciliğin sınırlan içinde yer verilen bir başka Amerikalı, İsviçre<br />

doğumlu Emest Bloch (1880-1959) asıl ırk bilinci içinde yazdığı yapıtlanyla.<br />

Yahudiliğini yansıtan müziğiyle ün yapmıştı.<br />

İtalya’da Ottorino Respighi (1879-1936), Debussy etkisinin başlıca<br />

temsilcisidir. Puccini yanında, yüzyıkn ilk çeyreğinin en önemli İtalyan bestecisidir.<br />

Bununla birlikte, yaratıcı gücü ve kişiliği, benimseme yeteneğinin<br />

yamnda sönük kaldığı için, hem de amaçlarında ve ülkülerinde’yücelik olsun,<br />

direnme olsun göstermediği için, Roma Çamları, Roma Çeşmeleri gibi<br />

orkestra yapıtlarının da gösterdiği gibi, müziği çok kere kolay etkileyicilik<br />

uğruna daha soylu niteliklerden uzak düşmüştür. Öte yandan gizemci<br />

(mystique) yanı Respighi’yi Gregor melodileriyle ilgilenmeye ve bunlara<br />

müziğinde yer vermeye götürmüştür. Bir başka İtalyan, Alfredo Casella<br />

(1883-1947) Mahler ve Strauss yolunda bir romantizmden yola çıkıp izlenimcilikten<br />

geçmiş, sonra da İtalyan klasiklerine yönelerek yeni-klasik akı-<br />

124


mrna katılmıştır.<br />

Polonya’da Karol Szymanowski (1883-1937) hem de çağdaş Polonya<br />

ulusal okulunun kurucusu ve en önemli bestecisidir. Bir yandan Alman<br />

müziğine, öte yandan Fransız izlenimciliğine olan ilgisi onu "romantik izlenimci"<br />

diye tanıtmıştır. Doğu felsefesi ve gizemciliğiyle olan ilgisi de Szymanowski’yi<br />

Hafiz’uı Aşk Şarkıları ve "Mevlâna' senfonisi gibi yapıtlarım<br />

bestelemeye götürmüştür. Hamasie balesi, Polonya halk müziğinden yararlandığı<br />

yapıtların başhcası olarak gösterilebilir. Polonya müziği geleneğinin<br />

doğrudan doğruya Chopin’e bağlanmasını salık veren Szymanowski,<br />

kendi yapıtlarında da, özellikle piyano müziğinde, bu görüşünü yansıtmıştır.<br />

Chopin etkisi altında müzik yazmaya başlayan, hem de gizemciliğe<br />

ve doğu felsefesine yönelen bir başka romantik-izlenimci, Rus bestecisi<br />

Aleksander Skıyabin (1872-1915), Debussy gibi, armoni kurallarının sınırlan<br />

içinde kalmayan ve yapıtlarım çoğunlukla dördüncü aralıklara dayanan<br />

akorlar üstüne kuran bjr deneyciydi. Prometheus gibi bir orkestra parçası<br />

ya da yedinci piyano sonatı, dördüncü aralıklarla sıralanmış altı sesten<br />

kurulan ve "gizemsel akor' diye tanman temel üstünde yükselmiş yapıtlardu.<br />

Dördüncü aralıklara dayanan bir armoni yöntemi tonalite duyusunu yitireceği<br />

için, Skıyabin’in uğraştandır. Nitekim, Prometheus'unun ses ve<br />

renk birleşimiyle sunulmasını tasarlamış, Rimington adlı bir İngilizin bulduğu<br />

"clavier â la lumifere" (renk yayan klavye) adlı bir gereçten yararlanmıştır.<br />

Skıyabin, bütün sanatların birleştirilip din kulluğuna atanmasını istiyordu<br />

ve bu amacı gözeterek hazırladığı yapıtın ilk bölümünü ancak bitirmişti<br />

ki ömrü de bitti. 1960’larda Skıyabin’in müziğinin gördüğü ilgi yükselmeye<br />

başlamışsa da sonralan bu ilgi ne yazık ki tavsamıştır. Oysa Skryabin,<br />

özellikle yirminci yüzyıl piyano müziği dağarına çek önemli katkılarıyla<br />

daha iyi tanınmalıdır.<br />

Macaristan’da gençlik yıllarında Debussy etkisinde bir müzik yazan<br />

Bela Bartok’un yamnda bu ülkenin iyi bilinen önemli bestecilerinden Zoltan<br />

Kodaly da (1882-1967) asıl çalışma alanı olan folklordan edindiği gereçleri<br />

izlenimci yöntemlerle işlemiş, fakat hiçbir zaman büyük çağdaşı<br />

Bartok’un katmda ve öneminde bir yaratıcı olmamıştır. En başarılı- eseri<br />

Hary Janos operetinden çıkartılmış ünlü konser süitidir.<br />

RAVEL VE ÖTESİ<br />

Romantik izlenimcilere karşı Maurice Ravel (1875-1937) bir klasik izlenimci<br />

olarak gösterilebilir. Müziğinde nesnellik, öznel duygulan bastırır.<br />

Bu bakıma usta bir sanatçının alçakgönüllülüğü ve kendine güveniyle çalışmış,<br />

işçilik bakımından örnek diye gösterilen dosdoğru, apaçık, aydınlık yapıtlar<br />

vermiştir. Daha yüksek bir yüzeyde, Ravel’in müziği, Mendelssohn<br />

ya da Saint Saens'ı akla getirebilir. Ravel’in müziğinde öz bakımından<br />

125


eksiklikler seziliyorsa, bunlar olsa olsa, ruh hayatının karanlık köşelerini<br />

yansıtmaya kalkmamasından ileri gelir.<br />

Sonraki Fransız bestecilerinin birçoğu, farkında olsunlar, olmasınlar,<br />

Ravel'i örnek almışlardır Poulenc, Jolivet, Rivier, hatta genç on iki notacılar...<br />

Ravel’ın verdiği, öbürlerinin de uyduğu ömek, aydm, görgülü, iyi bir<br />

öğrenimden geçmiş, eğitimi ve görgüsüyle işçiliğinde ustalığa, hünere erişmiş<br />

bir besteci türüdür.<br />

Yirm i bir yaşma varana kadar Ravel, pek az sayıda yapıt vermişti.<br />

N e var ki, kendini amansızca eleştiren, kılı kırk yaran bir besteci olduğunu<br />

anmak gençliğindeki verimsizliğini haklı göstermeye yeter. Ravel, yirminci<br />

yüzyılın en büyük bestecilerinden biri olarak tanınmadan önce, özellikle<br />

eleştirmenlerin ve akademik çevrelerin saldırılarına göğüs germek zorunda<br />

kalmıştır. Roma ödülü (Prix de Rom e) sınavında ancak ikinciliği<br />

kazandı. Daha sonra birkaç kere daha aynı sınava girdi ve ikinciliği bile<br />

alamadı. Yalnız Fransa’da değil, dünyanın her yerinde öğreticiler, bilgiciler,<br />

gerçek yaratıcıyı çok kere anlayamamışlardır. Ravel gibi, sanatı bilgiye,<br />

nesnel değerlere dayanan bir yaratıcıyı bile...<br />

Ravel’in gençlik yıllar inin Fransa'sında başlıca etki kaynaklan, bir<br />

yandan A^agner, öte yandan da Rus bestecileriydi. Ravel kendini Wagner<br />

etkisinden uzak tuttu. Yerine, Ruslara yanaştı.Orkestra yazısındaki Rimski<br />

Korsakof etkisi, piyano yazısındaki Liszt yankılan yanında, ömrü boyunca<br />

görülecektir. Ravel’in tüm kişiliğini ortaya koyduğu ilk yapıt, 1901 yılında<br />

yazdığı Jeux d’eau (Su Oyunlan), Debuss/nin piyano yazısında ve piyano<br />

çalış tekniğinde çığır açan yapıtlarından önce bestelenmiştir ve Debussy*-<br />

nin bu parçayı dikkatle incelediği bilinir. N e var ki Ravel’deki Debussy etkisi<br />

çok daha belirlidir. Histoiırs naturettes adlı şarkı dizisinin ilk icrasından<br />

sonra eleştirmenler, Ravel’in tann gibi taptığı Debussy’yi kopya etmiş<br />

olduğunu ileri sürmüşlerdi. Gerçi Ravel, Debussy’yi gerçekten bir tann gibi<br />

görürdü ama, etkilenmesi hiçbir zaman kopya derecesine varmamıştır.<br />

Ravel’in klasikçiliği de, izlenimciliği de piyano müziğinde, orkestra<br />

yapıtlarına ya da operalarına kıyasla daha büyük bir seçildikle görülür.<br />

Klasikçiliğine bir örnek, piyano için sonatinidir. Bu yapıtında Ravel, klasik<br />

biçimleri, klasik öncesine, hele Rameau gibi, Couperin gibi Fransız klavsencilerinin<br />

üslûplarına bir yönelmeyle işlemiştin iki konulu ve gelişmeli<br />

bir sonat bölümü, sonra trio’su olmayan ve bu bakıma klasik öncesi menuetto’lanna<br />

yaklaşan bir "mouvement de menuet", bir de virtüöz gösterişi<br />

amacıyla yazılmış bitiş bölümü... Yapıt, sonat kelimesine küçültme ekinin<br />

takılmasını doğrulayan, hafif, sevimli bir müziktir. Öte yanda beş parçadan<br />

kurulmuş Mimirs, Ravel’in hem izlenimci yarımı, hem de piyano yazışırım<br />

yerleşmiş, kesinleşmiş durumunu yansıtmaktadır. Yapıt hem de, konulu<br />

müzik olmasının sağladığı koşullar gereği, orkestra özelliklerine yaklaşmaktadır.<br />

''Jeux d’eau", piyano ortamında gerçekleştirilmiş dosdoğru bir izlenimcilik<br />

olduğu halde "Miroirs", senfonik şiiri akla getiren bir tutumla<br />

126


sunulmuş izlenimciliğin örneğidir. Bu yapıt olsun, RavePin daha önemli<br />

bir piyano yapıtı, Gaspard de la nuit olsun, Liszt’in orkestra müziğini, senfonik<br />

şiirlerini andıran bir kapsamda yapıtlardır. Nitekim Ravel’in piyano<br />

yapıtları orkestraya aktarıldıklarında etkilerinden hiçbir şey kaybetmezler.<br />

"Gaspard"da piyano yazısının olgunluğu yanında, orkestralanmaya hazır,<br />

bu gereği duyuran bir müziktir.<br />

Ravel’in büyük bale yapıtı, Dafiıis He Kloe'ye gelince, besteci, bu müziği,<br />

'üç bölümlü koregrafîk senfoni” diye adlandırmıştı. Yapıt, kelimenin<br />

yerleşmiş anlamına göre gerçi senfoni değildir. Fakat, geleneksel bale müziği<br />

biçimlerine göre de yazılmamıştır; demektir ki, "pas seul, pas d’action,<br />

variation, coda, v.s." gibi dans biçimlerine uygun bölümlere ayrılmış değildir.<br />

Yapı düzeni, kesin bir ton ilintileri düzenine uymaktadır ve bu bakıma<br />

olsun, tema gelişmeleri açısından olsun, senfoni çehresi taşımaktadır.<br />

Ravel yapıtı, büyük bir orkestra ve koro için yazmıştı. Bugün de genellikle,<br />

baştan sona değil, bütünden çıkarılmış iki ayrı süit halinde çalınır ve<br />

ikinci süit daha çok tanınmıştır.<br />

Ravel’in iki operası vardır. Bunlardan biri, Colette’in iibretto’su üzerine<br />

yazdığı L ’Enfant et les sortiliges (Çocuk ve Büyücüler) yirminci yüzyılda<br />

lirik sahne için yazılmış en önemli yapıtların arasında yer alabilecek değerdedir.<br />

ötekiyse, L ’Heure Espagnole (Ispanyol Saati), "müstehcen) sayılmış<br />

konusu dışında, ilgi çekmeyen, Ravel’i temsil etmeyen, tatsız bir opera...<br />

Birinci Dünya Savaşından sonra Ravel, bir eleştirmenin "zevk ve sefa<br />

diyarı, valsler beldesi Viyana’da seferberlik emrinin uyandırdığı kargaşalık...<br />

Bir çağın bir daha geri gelmemek üzere sona erişi..." diye tanıttığı La<br />

Valse koregrafîk şiiriyle, izlenimci orkestra müziğinin en kalıcı örneklerinden<br />

birini verdi. Fakat Ravel’e dünya çapında eşsiz bir Un sağlayan parçası,<br />

Bolero’su oldu. Denebilir ki, yirminci yüzyılda bestelenmiş hiçbir ciddi<br />

yapıt, "Bolero"nun gördüğü ilgiyi görmemiştir. Tek bir melodinin değişen<br />

orkestra renklerinin ve sürekli bir yeğinlik artışının (crescendo) sağladığı<br />

türlü lük öğesine rağmen, ardarda tekrarlanması ancak, kendine gerçekten<br />

güvenen bir ustanın, büyük bir sanatçının göze alabileceği bir korkusuzluktur.<br />

Ravel’in çağın müziğine olan ilgisi onu, 1920’lerde, caz müziğiyle de<br />

ilgilenmeye götürmüştür. Keman sonatının blues bölümü, hele piyano için<br />

konsertolan, Ravel müziğinde caz etkisinin örnekleridir. Fakat "La Valse'de<br />

Viyana valslerini işleyişinde olduğu gibi, konsertolannda da caz öğelerine<br />

başvurması, doğrudan doğruya bir benzetme amacı açısından değil,<br />

valsin ve cazın izlenim yoluyla anlatılması açısından görülmelidir. Ravel<br />

ne koregrafik şiirinde bir Johann Strauss, ne de konsertolannda bir Fletcher<br />

Henderson olma amacını gözetmiş değildir.<br />

Başta Debussy*nin sonra da Ravel’in yeğin kişiliklerinin açtığı yolda<br />

birçok Fransız bestecisi yürüdü. Bunların sayısı pek çoktur ve çoğunun yaratın<br />

yetisi de pek yüksek değildir. Gene de birkaç ad aralanndan sivrilive-<br />

127


ir. örneğin Paul Dukas (1865-1935)... Apprenti sorcier (Çırak Büyücü) adlı<br />

orkestra parçasıyla, müzikle ilgili herkesin tanıdığı Dukas, Debussy izlenimciliğiyle<br />

etkilenmişse de daha çok Franck - d’Indy yolunun yolcusudur.<br />

Sonra Florent Schmidt (1870-1958)... Hiçbir zaman bir Debussy’nin<br />

ya da bir Ravel’in yanında yer alabilecek çapta güçlü bir kişiliğin belirtisini<br />

veremeyen Schmitt, orkestra düşünüşünün oda müziği ortamına aktarılmasının<br />

sonucu olan küçük topluluk yapıtlarıyla, hem de orkestra müziğiyle,<br />

din müziğiyle en azından usta ve esnek bir işçiliğin örneklerini vermiştir.<br />

Ateşli bir Debussy hayranı Andre Caplet (1879-1925), Debussy etkisindeki<br />

bestecilerin en seçkinlerinden biridir; anlatımı, alaycılıktan gizemciliğe<br />

kadar uzanır. Genç yaşında ölen Lili Boulanger’nin (1893-1918) müziği<br />

de Debussy yankılan taşır; ne var ki, bu çelimsiz, hasta kız, kısacık ömrü<br />

boyunca hep ölüm bilinci içinde yaşamış ve bu da yapıtlarına pek âz bestecide<br />

rastlanan dokunaklı bir anlatım içtenliği vermiştir.<br />

Çağında olduğu gibi bugün de yeterince tanınmayan önemli bir yeni-<br />

Ieyıci, A bel Decaux’dur (1869-1943). Kişiliği hem izlenimcilikle, hem simgecilikle<br />

(synıbolisme), hem de, müziğini bilenlerin onu "Fransız Schoenberg'i<br />

diye tanıtmalarının da belirttiği gibi, bir atonalite öncüsü olmasının<br />

kazandırdığı kimlikle koşullanmıştır. Tek bir roman yazmış romancılar vardır<br />

gerçi ama Decaux gibi tek bir yapıt: "Ay İşıklan” (Clairs de lune) adlı<br />

piyano parçalan dizisi. Decaux, Paris’te Sacrö-Coeur kilisesinde orgcu olarak<br />

çalışmış, sonra yıllar boyunca Amerika’da Eastman müzik okulunda<br />

org öğretmenliği yapmıştı. Kendisini Eastman’dan tanıyanlar bile onun<br />

besteciliğini biliyor değildirler. Decaux’nun, yaratıcılığına gösterilen ilginin<br />

yetersizliği nedeniyle besteciliği bıraktığı ya da yazdıklarını gizlediği öne<br />

sürülebilir.<br />

Debussy-Ravel çağdaşı bestecilerin önemlileri arasında özel bir seçkinlikle<br />

yükselmesi gereken Albert Roussel (1869-1937) çoğunlukla gereksizce<br />

savsanır. Roussel, d’Indy’nin öğrencisidir. Fakat kendini d’Indy’nin<br />

kısırlaştırıcı etkisinden kurtarmış tek bestecidir. Gene de ilk yazdıkları<br />

kupkuru bir biçimcilikten öteye gitmez ve ilerde yeğin bir kişiliğin büyüyeceği<br />

konusunda hiçbir belirli vermez. Roussel’i özgürlüğe yönelten, doğada<br />

bulduğu uyumlu başıboşluk olmuş ve besteci artık müziğe kuramsal ve<br />

yapıcı yollardan yönelişin gerektirdiği kaskatı kesinliklerle yetinmemeye<br />

başlamıştır. O da izlenimciler gibi, anlatın müzik yolunu tutmuş, çalgı tınılan<br />

üzerinde araştırmalar yapmış, Uzak Doğu müziğiyle ilgilenmiştir. Gene<br />

de Roussel genellikle, izlenimciliğe karşıt bir besteci olarak gösterilir.<br />

Roussel’i bu türlü bir tanıtış her yönden kandırıcı değildir. Çünkü Roussel,<br />

bir yandan kişiliğinin eğilimlerine, öte yandan da çağının kaçınılmaz<br />

etkisine uymuş ve izlenimcilerle aym yolda çalışmıştır. N e var ki Roussel<br />

bir yandan da kendim klasik yapı kurallarından her bakıma sıyırmamış,<br />

d’Indy’nin öğrettiklerini işine geldiğince kullanmayı seçmiş, yapı kurallarını<br />

müziğinde tutarlılık öğesi olarak içinde gerçekleştirmiştir. Nitekim Ro-<br />

128


ussel, bütün izlenimciler gibi, kendi yurdu dışındaki konulara başvurduğunda,<br />

bu konulan belge kesinliğiyle müziğine aktarmayı düşünmez; doğa görünüşleri<br />

karşısında ulaştırmak istediği, bu görünüşün verdiği bir duygudur,<br />

bir izlenimdir. Gene de Roussel, olgunluk yıllam a varırken kendini<br />

nasıl d’Indy’nin öğrettiklerinden kurtarmaya çalışmışsa, çağının geçerlikteki<br />

üslûbu olan izlenimciliğin diline ve yöntemlerine de başkaldırmak istemiştir.<br />

Bu bakıma, yapıttan arasında üslûp tutarsızlığı görenler haksız değillerdir.<br />

Çünkü Roussel, çevresiyle uyumlu bir duruma düşmemek için<br />

yol değiştirmekte sakınca görmeyen bir besteciydi. Söz düşmüşken, en ünlü,<br />

en başarılı yapıtlarından biri olan Festin de I ’Aırıignec (örümceğin Şöleni)<br />

bale müziğini 'yüz kızamcı" saydığını da belinelim. Roussel’in doğu<br />

müziğiyle olan ilgisinin en başarılı anlatımı, doğunun tekses inceliklerine<br />

dayanan müziğiyle batının büyük yapı ve çokses kaygılarının ustaca bir birleşimi<br />

olarak tanıtabileceğimiz Padmavati adlı orkestra yapıtıdır. Roussel<br />

bugün gerçi bir Debussy ya da bir Ravel gibi, yalnız Fransa'nın değil, bütün<br />

bir müzik dünyasının geleceğini yöneltmiş yepyeni gelenekler kurmuş<br />

bir besteci değildir. Fakat yirminci yüzyılın en kendine özgü anlatıcılarından,<br />

en derin ve soylu kişilerinden biridir. Kimi çevrede onun Ravel'den<br />

üstün görülmesini, böyle bir görüşü gerekli saymasak bile, anlayışla karşılayabiliriz.<br />

SATİE VE "ALTILAR"<br />

Debussy1nin ölümünden sonra Fransa'nın müzik hayatı, hele bir sanat<br />

kesimindeki çalışmaları ve başarılan öbeklenmelerin, birleşmelerin ışığında<br />

değerlendiren dar ve yüzeysel görüşlüler için, bir dürtü gerektiriyordu.<br />

Debussy ölmüştü. Yerine yeni bir "put" bulmalıydı. Bu dürtüyü Les Six<br />

(Altılar) adıyla anılan öbek sağladı.<br />

Altılar öbeğine giren besteciler, Erik Satie’nin (1866-1925) müziğe<br />

karşı davranışlarında bir esin kaynağı buldular. Satie, alaycı, özgür, rastgele<br />

yaşayan, uyumsuz bir kişiydi. Kimi kere onu "müzikte mizahın babası"<br />

diye tanıtırlar. Satie, Paris konservatuarında müzik öğrenimine başlamış,<br />

fakat kayıtları koşullan çekemediği için kısa bir süre sonra konservatuarı<br />

bırakmış, kendi kendini yetiştirmeye koyulmuştu. Satie’nin mizahçı yam daha<br />

çok parçalarına verdiği adlarda (örnek: "Armut Biçiminde Parça") ve<br />

müziğine koyduğu anlatım işaretlerinde (örnek: 'Dişi Ağnyan Bir Bülbül<br />

Gibi...") belirir. Müziğinin kendisinde pek değil...<br />

Her ne kadar Satie uyumsuz düşünüşleriyle birçok besteciyi etkilemişse<br />

de, besteci olarak önemi tartışılır. N e var ki Debusşy’yi de yeni yollar<br />

aramaya götüren onun düşünüşleri, onun davramşlan olmuştur. Debussy<br />

yanında Satie, çağın birçok genç bestecisini etkilemiş, bu ara Altılar öbeğinin<br />

kurulmasına yol açmıştır. Ancak, öbeğin üyeleri arasında ortak yan yalnızca<br />

Satie’nin salık verdiği davranışlardı. Yalınlık, güldürücülük, alaycılık.<br />

Müzik Tarihi, F.: 9 129


kabare müziğine, dans müziğine, caz müziğine yönelme, müziği hafiften alma...<br />

Yoksa her bir bestecinin, kendi önemince ve gücünce, ayrı bir kişiliği,<br />

ayn bir yolu vardı. Bu bakıma Altılar adı altmda bir öbekleşme, sağlam<br />

estetik görüşlere dayanmıyordu. Nitekim, ayn ayn kişiliklerin bir araya<br />

gelemeyeceği kısa bir süre sonra anlaşıldı ve Altılar dağılıverdiler.<br />

Jean Cocteau’nun sözcülüğünü yaptığı bu öbeğin üyeleri, kendi başlarına<br />

kaldıklarında, yirminci yüzyıl müziğinde önemli izler bırakamadılar,<br />

öbekten ilk ayrılan Louis Durey (1888-1979) hemen unutuluverdi. Oysa<br />

bu bestecinin önce Debussy ve sonra Schoenberg etkisiyle gelişen, sonuçta<br />

da politik amaçlara adanmış çalışmalan incelenmeye değer. Durey 1936 yılında<br />

Fransız Komünist Partisine girmiş, ikinci savaş boyunca Nazi’lere<br />

karşı direnç örgütünde çalışmış, sonra l’Humanitö gazetesinin müzik eleştirmenliğini<br />

yapmış ve bütün bu süre boyunca toplumsal içerikli müzikler<br />

yazmıştı. Genellikle hafif, yüzeysel ve sevimli müziğine arada bir, ilerilik<br />

gereği, kakışmalar serpiştiren Germaine Tailleferre (1892-1983) yapıtlarında<br />

Fransız müziğinin geleneklerini yansıtmaya çalışan bir besteci olmakla<br />

birlikte, belki kadın olmasının da etkisiyle, ne Fransa içinde yeterince tanındı,<br />

ne de dışında. Kolay başarı yoluna girip film müzikleriyle (başta Moulin<br />

Rouge filminin melodisiyle) ün kazanan Georges Auric (1899-1983)<br />

bu tür dışındaki yapıtlarında seçkin bir duruma erişemedi. Önceleri Ravel<br />

ve Debussy etkisinde yazan, sonra Prokofiyefe eğilen Francis Poulenc<br />

(1899-1963) adını yaymak için paradan ve propaganda yöntemlerinden ustaca<br />

yararlandı ve reklamcıların öğrettiklerini kuşkuyla karşılamayan çevrelerde<br />

"büyük usta” diye tanınmaya başlandı. Müziğinde yer yer melodik etkenlik<br />

varsa da birçok yapıtı bir yandan bayağılık, öte yandan da ancak<br />

dıştan önemliymiş izlenimini veren davranışlarla değersizliğe düşer.<br />

A ltı besteci arasmda Honegger ile Milhaud, yılların geçmesiyle, daha<br />

bir önemle yükselmişlerdir. Arthur Honegger (1892-1955) bu sözde "derneğin"<br />

inançlarına katılacak, uyumlu, uysal bir kişi değildi. Başka bir yolu,<br />

başka bir görüşü vardı. Altılar’ın görüşüne uyarak, alaya tutumu ve eğlence<br />

müziğine doğru bir eğilimi yansıttığı seyrek yapıtlarından biri, piyano<br />

ve orkestra için konsertinosudur. Bunun dışında Honegger Alman geleneklerini<br />

Fransızlığa özgü nitelikleriyle birleştirmeye çalışan, ağırbaşlı, ciddi<br />

bir besteciydi. Belki de biraz fazla ağırbaşlı ve ciddi... Çünkü bu özelliği<br />

Honegger’i birçok eserinde iri sözler söylemeye götürmüş, hele senfonilerine<br />

ve Jeanne d’Arc ou bûcher gibi, Le Roi David gibi oratoryolarına bir<br />

"sahte şaheser" görünüşü vermiştir. Bu ara "Jeanne d’Arc"ında da Honegger’in,<br />

Altılar’ın tutumuna uyarak, yapıtın konusuyla ilginç bir çelişme içinde,<br />

eğlence müziğine yer vermiş olduğuna değinelim. Honegger’in izlenimci<br />

yanıysa en başarılı örneğini Pacific 231 adlı, lokomotifin besteci üzerinde<br />

etkisinin yansıtıldığı orkestra parçasında bulur.<br />

Ravel’in ölümünden sonra "Fransa’nın en büyük bestecisi" diye bir<br />

ün yapan Darius Milhaud’nun (1892) bu yolda kazandığı saygınlığın geçici<br />

130


olduğu birkaç yıl sonra anlaşılmıştır. Gerçi Milhaud, Honegger ile birlikte,<br />

Altılar’m en önemli üyesi sayılabilirdi ama gene de Ravel’m ardılı olma,<br />

onun tahtma oturma yetisini taşıyan bir yaratıcı değildi. Türlü üslûplarda<br />

müzik yazan Milhaud’yu belirli bir sınıfa sokmak gerekmez. Kullandığı türlü<br />

gereçler arasında, La Creation du monde (Dünyamn Yaradılışı) zenci<br />

balesinde sunduğu caz etkileri, Saudades do Brasil’mddki Güney Amerika<br />

müziği yankılan, Süite Française 'indeki Fransız halk müziği çizgileri başta<br />

gelir. Bundan başka, ırkının gereği, Darius Milhaud Yahudi müziği de yazmış<br />

ve bu alanda Emest Bloch üe hemen hemen aynı katta bir saygınlık<br />

kazanmıştı. Bütün bu çelişik yanlan arasında Milhaud’ya, gereçleri bakımından,<br />

tutarlıklı kişiliğini, birden fazla tonaliteye başvurma yolunda direnmesi<br />

verir. N e var ki "polytonalitö”, Milhaud’nun müziğindeki lirik eğilimi,<br />

melodik etkileyiciliği de güçsüzleştirmekten geri kalmış değildir.<br />

Altılar öbeği, üyelerinden çoğunun düştüğü önemsizliğe rağmen, tıirliğin<br />

sağladığı güce dayanarak çevreyi etkileme başansını göstermişti. Bunu<br />

görçn başka besteciler, kıskançlık dürtüsünün etkisiyle, aynı yola başvurdular.<br />

Yönetici olarak da gene Erik Satie’yi seçtiler. Böylece Arcueil<br />

okulu kuruldu. N e var ki, Altılar’m tarihe geçmesi önlenememişti ama,<br />

öbeğin derme çatma niteliği anlaşılmıştı. Bu yüzden Arcueil okulu hiçbir<br />

zaman, Altılar’ın ününü bile kazanamadı ve yeni öbeğe giren dört besteci,<br />

Roger Dûsormifere (1898), Manime Jacop (1906), Henri Cliquet-Pleyel<br />

(1894) ve Henri Sauguet (1901) bu yolla ölümsüzlüğe ulaşmış olamadılar.<br />

Yirminci yüzyılın ilk yansı Fransa’smda, Debuss/nin, Ravel’in,<br />

Staie’nin, Roussel’in, Altılar’m, Arcueil okulunun çağdaşı birçok bestecinin<br />

Charles-Marie W idor’un, Jehan Alain’in, Georges M igot’nun, Tony<br />

Aubin’in, Marcel Delannoy’nın, Henri Dutilleux’nün, Claude Delvincourt’un,<br />

Andre Jolivet’nin ve sayısız daha birçok adın arasında ancak bir<br />

Jacques Ibert (1890-1962) adını belik ölümsüzlüğe ulaştırabilecek yetiler<br />

göstermiştir. İyi işçilik, seçiklik, sevimlilik, denenmiş yöntemlere -b u ara<br />

Debussy üe Ravel’in müziğe kazandırdıklarına- başvurma yoluyla sağlanan<br />

etkileyicilik, en ünlü yapıtı Escales’m da gösterdiği gibi, Ibert’in başlıca<br />

özellikleridir. Ibert de, Louisville Concerto'sunda olduğu gibi, Altılar’m<br />

caz müziğine başvurma tutumundan, altılara kıyasla daha büyük bir başarıyla,<br />

yararlanmıştır<br />

Altüar’ın müziği yalınlaştırma, hafifleştirme, gereksiz ağırbaşlılıktan<br />

kurtarma yolundaki davranışlarının müzik sanatma bir taze hava getirdiği<br />

de gerçektir. Her ne kadar cazla ve eğlence müziğiyle ilgUenıue olsun, müziği<br />

hafiften alma ve mizah yoluyla sunma olsun, Altılar’m tekelinde davranışlar<br />

değüse de, bu yolda bir öbekleşme ve Cocteau gibi bir sözcünün etkisine<br />

başvurma, Altdar’ıh simgesi olmaya çalıştıkları değerlerin Fransa dışına<br />

da yansımasını sağlamıştır. İngiltere’de Sir İVilliam Walton (1902),<br />

Edith Sitwell’in şiirlerinin okunması için hazırladığı Façade adlı melodramında<br />

caz müziği öğelerine başvurmuştur. N e var ki daha sonra yeni kla­<br />

131


sikçi bir yola doğru giden, ağırbaşlı senfoniler, konsertolar yazan Walton,<br />

bu yolda "Façade"ın ardından beklenenleri gerçekleştirememiştir. Am erika’da<br />

Virgil Thomson (1896) özellikle Satie’nin etkisinde bir müzik yazmış,<br />

daha çok eleştirmen olarak ün yapmıştır.<br />

Bir başka Amerikan bestecisi, George Cershwin (1898-1937) doğrudan<br />

doğruya eğlence müziğinin ve caz müziğinin içinde yetişmiş olması ve<br />

sonradan sanat müziğine yönelmesi bakımından, hafif müzik etkilerini "ciddi”<br />

yapıtlarında, Altılar’a kıyasla çok daha büyük bir başarıyla, hem de içtenlikle<br />

işlemiştir. Fransa’da edindiği görgü, An American in Paris (Pas’te<br />

Bir Amerikalı) adlı senfonik şiirini, Altılar’m simgesi olmaya çabaladıkları<br />

davranışın en başarılı örneği olarak yükselten bir etkendir. Geleneksel<br />

yolda bir öğrenim yapmamış olan Gershwin, sanat müziği yazma<br />

hevesine kapıldığında öğretici kitaplara başvurarak gerekli bilgiyi edinmeye<br />

çalışmış bir bestecidir. 1920’lerin cazından esirdi Rhapsody in Blue adlı<br />

piyano ve orkestra için parçasının kazandığı büyük başarı üzerine bir de<br />

piyano konsertosu yazması kendisinden istendiğinde, konserto biçiminin<br />

temel öğelerini bile bilmiyordu. Orkestralama bilgisi de yoktu. Bunun<br />

için, hafif müzik alanında kazandığı başarüann sağladığı para ile, bir orkestra<br />

tutmuş, yazdıklarının doğruluğunu ve yanlışlığım bu orkestraya çaldırarak<br />

anlama yoluna gitmiştir; gene de, konsertosunun orkestralama işçiliği,<br />

"Rhapsody in Blue"nun orkestralanmasını yapan bilgili orkestran Ferde<br />

Grofe’nin ortaya çıkardığı işe kıyasla kat kat daha başarılıdır. İlk olarak<br />

193S yılında oynanan operası Porgy ile Bess ise, zencilerin yaşadığı yoksul<br />

bir semtteki hayatı anlatışındaki gerçekçilik yanında, Gershwin’in müziğinin<br />

karakter çizmede Musorgski’yi andıran bir başarı göstermesiyle ve<br />

Gershvvin’in müziğini her zaman nitelendiren melodik etkileyiciliğiyle, yüzyılımızın<br />

en önemli operalarından biri sayılabilecek çapta bir yapıttır. Tanrı<br />

vergisi yetenekleriyle Gershwin, sınırlı bilgisinin engellerini yıkmayı bilmiş<br />

ve Amerika'nın kalburüstü bestecilerinden biri olarak müzik tarihine<br />

geçmiştir.<br />

C AZ M Ü Z İC İ VE DOĞAÇTAN ÇALIŞ SANATI<br />

On dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru Amerika'nın güney illerinde,<br />

Afrika’dan gelen zencilerin kendi müziklerini Avrupa müziğinden öğrendikleriyle<br />

birleştirmeleri sonucunda ortaya çıkan caz müziği, Avrupa müziğinin<br />

yüzyıllar süren evrimini yarım yüzyıl gibi bir süre içinde, benzer evrelerden<br />

geçerek izlemiş ve kendine özgü, kendi kendine yeten bir sanat müziği<br />

olma kimliğini kazanmıştır. Hem Avrupa bestecilerini etkilemesi, hem<br />

de ilkel bir halk müziğinin sanat müziği haline gelmesi gibi önceliği olmayan<br />

ve dünyanın başka hiçbir yerinde, hiçbir çağda rastlanmamış bir olayı<br />

simgelemesi bakımından caz müziği inceleme alanımıza girer.<br />

Caz, Amerikalı zencilerin dindışı müziğidir, özellikle çalgı müziğidir<br />

132


ve bu bakımlardan zencilerin din müziği olan "spirituaT'den ayrılır. Cazda<br />

zaman ölçüsü genel kural olarak dört zamanlıdır. Başka ölçüler (5/4, 3/4,<br />

vs.) kullanıldığında caz özelliğinin kaybolmaması için bu ölçülerin, dört zamanlı<br />

ölçünün ritm ve vurgu gereklerine göre yorumlanması gerekir. Dört<br />

zamanlı tempoda birinci ve üçüncü zamanların kuvvetli, ikinci ve dördüncü<br />

zamanların zayıf olduğu varsayımı cazda değerini kaybetmiştir. Cazda<br />

vurgular, zayıf zaman denen ikinci ve dördüncü zamanların zayıf olduğu<br />

varsayımı cazda değerini kaybetmiştir. Cazda vurgular, zayıf zaman denen<br />

ikinci ve dördüncü zamanlara vurulur. Zayıf zaman vurgulamasına icracının<br />

verdiği yumuşaklık, esneklik, sözlük anlamı bakımından "sallanış, hareket,<br />

esneklik ve canlılık" gibi anlamlara gelen "swing" kelimesiyle anlatılır.<br />

Yoksa swing, bir türlü gürültülü ve hızlı tempolu caz müziği değildir.<br />

Notanın cazdaki önemi, Avrupa'nın alışılmış müziğinde olduğu kadar<br />

büyük değildir. Çünkü cazcılar çoğunlukla, verilen temler üstüne, doğaçtan<br />

çalarlar. Bu bakıma caz, doğaçtan çalma (improvisation) sanatını müziğe<br />

yeniden kazandırmıştır. Müziği, önceden hazırlanmaksızın aynı zamanda<br />

hem bestelemek, hem de seslendirmek sanatı, müzik sanatının ana ilkelerindendir.<br />

Halk müziği de doğaçtan çalışa ve söyleyişe dayanır. Yazılı<br />

müzik eski Yunan’da yaygınlıkla uygulanırdı. Fakat Hıristiyanlığın ilk yıllarında<br />

artık geçerlikten düşmüş, unutulmuştu. Kilise müziği doğaçtan söyleyişe<br />

dayanırdı. Fakat zamanla, melodilerin saflığım korumak ve dinsel törenlerin<br />

tutarlılığını sağlamak amacıyla, notalama yöntemlerinin geliştirilmesi<br />

gerekti. Gene de kilise şarkıcıları, doğaçtan söyleme isteklerinden<br />

vazgeçmediler. Gregor melodilerinin doğaçtan söyleyişlerle süslenmesi, değiştirilmesi,<br />

çoksesliliğe yol açtı. Bununla birlikte, müziğin evrimine çoğu<br />

kere engel olan kilise, şarkıcıların dinsel müziği özgürce söylemelerini istemediği<br />

için on altıncı yüzyıl ortalarında Trent Konseyi, doğaçtan söyleyişi<br />

yasak etmek zorunda kaldı. Bir yandan besteciler de doğaçtan söyleyişi ya<br />

da çalışı engelliyorlar, müziklerinin icracüarca değiştirilmesini istemiyorlardı.<br />

On altmcı yüzyılın çokses bestecileri, nitekim, öylesine karmaşık bir<br />

müzik yazdılar ki doğaçtan söyleyiş olanaksızlaştı. On yedinci yüzyılda bir<br />

yandan çalgı müziğinin, öte yandan da operanın gelişmesiyle çalgıcı ve şarkıcılara<br />

gene kendiliklerinden müzik yaratma koşulu ortaya çıkmış oldu.<br />

Opera şarkıcısı doğaçtan söylemeye yalnız erkin olmakla kalmazdı; müziğe<br />

kendinden birçok şey katması beklenirdi de... Çalgı müziğinde de, özellikle<br />

klavsen çalgıcılığında, doğaçtan çalış müzik yaratıcılığının başlıca yolu<br />

olmuş çıkmıştı. N e var ki gene besteciler doğaçtan seslendirmeye karşı<br />

durdular-. Mozart çağında doğaçtan çalışa artık yalnız kadanslarda erkinlik<br />

verilmeye başlandı. Gene de Bach’ın, Haendel’in, Mozart'ın, Clementi’-<br />

nin, Beethoven’in, on dokuzuncu yüzyılda da Mendelssohn’un, Liszt’in.<br />

Franck’ın doğaçtan çalış ustaları oldukları bilinir.<br />

Cazda çalgıcıların doğaçtan çalışı, yakın yıllardaki deneysel çabalar<br />

dışında, seçilen temin ölçü sayısı ve akor dizileriyle sınırlanmıştır. Cazda<br />

133


doğaç ya tek olarak, öbür çalgıların kimi kere yazılı, kimi kere doğaçtan<br />

eşliğiyle ya da toplu olarak, kontrapunta durumunda yapılır. Fakat caz yalnız<br />

doğaçtan çalışa dayanmaz; yazdı müziğe de yer verir. Cazda müzik yazan<br />

kişiye, yersiz kullandan bir terimle, "düzenleyici" (arranger) denir. Oysa<br />

caz düzenleyicisi, doğrudan doğruya bestecidir. Düzenleyici diye başkasının<br />

yazdığı tümlenmiş bir müziği, bir ortamdan başkasına, diyelim ki piyanodan<br />

orkestraya, aktaran kişiye denir. Oysa caz bestecisi çoğunlukla,<br />

kendi teminin ya da başkasının teminin üstüne çeşitlemeler yazan AvrupalI<br />

besteciyle aynı işi görmektedir. Cazda kullanılan tem kalıplan ya on iki<br />

ölçülü ve armonik yapısı belirli blues biçimine ya da halk şarkısı (popular<br />

song) biçimine uyar. Bu sonuncular genellikle, sekizer ölçülük dört bölüme<br />

aynlnuş otuz iki ölçüden kurulmuştur. Bununla-birlikte değişik bölünüşlerde<br />

halk şarkıları da vardır.<br />

Armoni bakımından caz müziğe yeni bir şey getirmemiş, Avrupa’nın<br />

geleneksel armoni kurallarından yararlanmıştır. M elodi bakımından, Avrupa’nın<br />

majör ve minör modlanna başvurulmakla birlikte, bu gamların yedinci<br />

ve üçüncü derecelerinin (diyelim ki do majör gamında mi ve si notalarının)<br />

yarım nota pesleştirilmesiyle "blues" gamı ortaya çıkmıştır. Son yıllarda<br />

bir yandan majör ve minör dışındaki makamlara, öte yandan on iki<br />

nota dizisinin olanaklarına da başvurduğu olmuştur. Caza belirli özelliklerini<br />

veren, melodi-ritm ilintisinin cazda kazandığı görünüşlerdir. Temelde<br />

"tema ve çeşitlemeler" ana biçiminin kullanıldığı cazda "korus tümce" denen<br />

ve solo çalgıcının yalnız temanın armonik temeline ve ölçü sayısına dayanarak<br />

yepyeni melodik-ritmik kuruluşlar yarattığı ortam, Avrupa müziğinde<br />

tam karşılığı olmayan, bununla birlikte çeşitleme biçimine benzetilebilecek<br />

bir anlatım aracıdır. Ses nesnesi açısından da caz ile Avrupa müziği<br />

arasmda ayrılıklar vardır. "Vibrato" (ses titretme), "glissando ve portamento"<br />

(küçük ya da büyük aralıklı kaydırmalar), ’ grovvl" tekniği (çalgı sesini<br />

gıcırdatmak) gibi tmı ya da tümce biçimi özellikleri Avrupa müziğinde<br />

ya yoktur; ya da ayrı görünüşlerde vardır. Ancak son yıllarda, insan sesinin<br />

çalgılarla yansıtılması yoluyla ortaya çıkan seslendirme özellikleri, A v­<br />

rupa müziğinin çalgı tekniğine yaklaşan bir seslendirme türünün etkisiyle,<br />

geçerlikten düşmüştür. Cazda kullanılan bütün çalgılar, Avrupa müziğinde<br />

de kullanılmaktadır. Fakat caz, gerek bu çalgılara verdiği öncelik, gerekse<br />

orkestra kuruluşu bakımından, Avrupa müziği çalgılamasından ayrılmaktadır.<br />

Cazda en çok üfleme çalgıları (kamışlı ve bakır çalgılar) kullanılır<br />

ama, bunların da hepsi değil. Obua, korno, İngiliz kornosu cazda pek seyrek<br />

kullanılan çalgılar, trompet, alto, tenor ve bariton saksofonlar, klannet,<br />

trombon, piyano, gitar (eskiden banco), kontrabas (eskiden tuba), davul<br />

ve vibrafondur. Yaylı çalgılara var arp’a pek seyrek başvurulur.<br />

Sanat dünyası cazı, on altıncı yüzyılın sonlarına doğru başlayıp 1865<br />

yılında sona eren tutsak tecimine borçludur. Batı Afrikalı zenciler AvrupalI<br />

tecimenlerce Güney ve Kuzey Amerika toprağıpa taşınmasalardı ve ora­<br />

134


da kölelik boyunduruğu altında yapmasalardı bugün caz denen müzik belki<br />

de varolmayacaktı. K öle teciminin doğurduğu toplum koşullan ve bunların<br />

zenci ruhuna olan etkisi caza -müziğin özü bakımından- ayına özelliğini<br />

vermiştir. Caz, türlü müziklerin bir araya gelip kanşmasıyla ortaya çıkmış<br />

bir müziktir: Afrika halk müziği, Amerika’daki zenci kölelerin iş şarkılan,<br />

tarla çağrılan ve "blues'lan, Ingiliz din müziği, Fransız hafif müziği<br />

ve özellikle ”quadrilleTeri, gene Fransızların bando müziği, İspanyol Am e-<br />

rikası müziği... Bütün bunlar zencinin potasında eridi ve en bol, en etkileyici<br />

gereç, "blues", ortaya çıkan müziğe ayına çeşnisini verdi.<br />

Caz, köleliğin kalkmasından sonraki yıllarda yavaş yavaş biçimlenmeye<br />

başladı. Kölelik acısının yerini bu kere boyunduruktan kurtulmanın sevinci<br />

almıştı. N e ki zenci gene yoksul bir kişiydi. Önceleri zenci müziğinin<br />

insan sesine dayanmasının nedeni, zencinin çalgı alacak parasının bulunmamasıydı.<br />

Sonraları, hele Amerika'nın iç savaşının artığı bando çalgılarını<br />

ucuz ucuz eline geçirdiğinde zenci, "blues"larını bu kere doğaçtan, bu<br />

çalgılar üzerinde denemeye başladı. Kölelik yıllarında zenciye doğru dürüst<br />

bir müzik eğitimi verilmemişti. Bununla birlikte, bir eğitim görseydi<br />

zenci, yarattığı müzik Avrupa geleneklerinin baskısında kalacak, yaratıcılığında<br />

en büyük etkiyi gösteren ırk özellikleri bu geleneklerin altında belki<br />

de ezilecekti.<br />

Yeni müziğe beşiklik etme görevi, Birleşik Amerika'nın Güney topraklarının<br />

ve Mississippi deltasının-en büyük şehri olan Yeni Orlean’a düştü.<br />

Olayların akımı rasgetirip de zenci müziği tarlada, köyde kalmaya zorlansaydı,<br />

Amerikan zencilerinin müziği bugün "hillbilly" müziğiyle, kovboy<br />

şarkılarıyla aynı önemde bir folklor müziği olarak kalmaktan ileri gidemeyecek,<br />

sanat kimliği kazanamayacaktı. Köy "blues"unun sanat olabilmek<br />

için uyması gereken ilk koşul, şehir "blues"u olmaya başlamasıydı.<br />

Caz müziği, tarihinin ilk evresi olan ve on dokuzuncu yüzyıl sonundan<br />

1917 yılma kadar giden süre içinde, Yeni Orlean’m eğlence bölgesi<br />

Storyville’de gelişti. Yeni Orlean cazının çalgılanmasını, hem de melodi ve<br />

armoni yanlarından düzenlenişini kesinliğe ulaştıran ilk müzikseverlerden<br />

birinin trompetçi Buddy Bolden olduğu bilinir. Trompetin ana çizgiyi,<br />

trombonun kaydırmalar ve noktalamalarla karşıt çizgiyi çalması, klarnetinse<br />

süslemeler yapmasıyla ortaya çıkan kaba çokses, bu türün ana özelliğidir.<br />

1917 yılında Washington’dan gelen bir buyrukla Stoıyville kapatıldığında<br />

işsiz kalan çalgıcılar kuzeye göç etmeye başladılar. Böylece caz önce<br />

Amerika’ya, sonra da dünyaya yayümanın yolunu tuttu. Bu ara Şikago’da,<br />

zencilerin müziğini duyan beyaz müzikseverler onların üslûbunu yansıtma<br />

çabasına giriştiler. 1917 yılının Storyville’in kapatılması yanında ikinci büyük<br />

olayı da, ilk caz plaklarının doldurulmuş olmasıydı. Bu plakları "Original<br />

Dixieland Jass Band" adlı beyaz topluluk yaptı. Cazın dünyaya yayılmasıyla<br />

birlikte 'Caz Çağı" adıyla anılan bir çağ da başlamış oldu. 1920 yılla­<br />

135


n, çalışmaları caza yaklaştınlmaya çalışılmış sanatçıların çağıdır. Edebiyatta<br />

T.S. Eliot, John Dos Passos, Sinclair Lewis, Jean Cocteau, Blaise Cendrars,<br />

Avrupa müziğinde Stravinski ve Fransız Altıları, resimde Picabia ve<br />

İtalyan "futurist'leri hep, cazla beslendiği, cazdan esinlendiği öne sürülen<br />

davranışların simgesi olarak gösterilirler. Caz üzerindeki türlü yanlış görüşler<br />

ve dayanaksız inançlar da kanaklanm o çağda bulur. Cazm, savaş sonrası<br />

dünyasının kargaşalığım yansıttığı, geleneklere karşı bir başkaldırmanın<br />

anlatımı olduğu gibisinden türlü görüşler ileri sürülmüştür.<br />

Amerika’da 1929 yılında başlayan ve 1933 yılında Başkan Roosevelt'in<br />

"New Deal"i hazırlamasıyla giderilmeye başlanan ekonomik bunalım<br />

süresi, işsiz zencilerin para kazanmak için çoğunlukların beğenisine boyun<br />

eğmek, bunalım içindeki halkın sıkıntılarım hafif, tatlı bir müzikle gidermek<br />

isteğine uymak zorunluluğu yüzünden, caza yeni öğeler getirmiştir.<br />

N e var ki, dış etkileri cazm bünyesine sindirmeyi genel olarak içgüdü<br />

yoluyla çok iyi becerebilen usta caz müzikseverleri, hafif müziğin en bayağı<br />

özelliklerine bile bir soyluluk kazandırmışlar ve bu etkiyi cazı zenginleştirmekte<br />

kullanmışlardır. Gene de terimsel yola gitmenin caza kötü etkileri<br />

olduğu yadsmamaz. Yakın yıllara değin caz orkestralarının şarkın kullanmak<br />

zorunda olmaları, cazla etkilenmiş hafif müziği çok kişinin caz sanarak<br />

dinlemesi bu etkinin olumsuz yanlarıdır. Bununla birlikte, terimselliğe<br />

yönelmenin olumlu bir sonucu da, halkın büyük dans orkestralarına<br />

gösterdiği ilginin, Count Basie, Duke Ellington, Jimmie Lunceford gibi<br />

müzikseverlerin çalışmalarıyla, cazda büyük orkestra yazısının ve çalgüanmasının<br />

kesinleşmesi, klasikleşmesi olmuştur. Amerikalıların yanılarak kullandıkları<br />

bir terimle "swing çağı" diye adlandırdıkları klasik çağ, daha önceki<br />

çağlarda beliren eğilimlerin, bir dengeye, bir olgunluğa, bir anlığa vardığı<br />

çağdır. Fransız yazar AndrĞ Hodöir’in sınıflamasına uyarak caz tarihini,<br />

1917’den önceki Yeni Orlean cazım "İlkel", 1917 ile 1927 arası evreyi<br />

"Eski", 1927 ile 1935 arasını "Klasik öncesi", 1935-45 evresini "Klasik" ve<br />

1945’ten sonrayı ise "Modem" diye bölümlere ayırmak uygun düşer.<br />

Caz müziği, birçok önemli yaratıcı yetiştirmiştir. Etkileri en büyük<br />

olanlar arasında Louis Armstrong, Roy Eldridge, Dizzy Gillespie, Miles<br />

Davis gibi trompetçileri, Coleman Havvlrins, Lester Young, Charlie Parker<br />

gibi saksofoncuları, Earl Hines, Fats VValler, Lennie Tristano gibi piyanistleri,<br />

Fletcher Henderson, Duke Ellington, Count Basie, Jimmie Lunceford,<br />

Eddie Sauter gibi besteci ve orkestra yönetmenlerini sayabiliriz.<br />

Caz müziği, sesini dünyaya duyurmaya başladığı günlerden bu yana,<br />

Avrupa geleneğinde yazan bestecilerin de ilgisini çekmiş ve onların yaratış<br />

çalışmalarını etkilemiştir. Caz etkisinde yazılmış ilk senfonik yapıt diye<br />

Gershwin’in "Rhapsody in Bhıe"su gösterilir. 1924 yılında bestelenen bu<br />

parça cazın ancak Broadway operetleri ve halk melodileri yoluyla senfonik<br />

müziğe aktanlışının sonucu olduğu için, aslına uygun bir caz anlayışının<br />

Avrupa müziğinde yer alması olarak görülemez. Üstelik cazın, Avrupa<br />

136


geleneğindeki bir yapıta olan etkisinin de ilk örneği değildir. Bir yıl önce,<br />

1923’te Fransız bestecisi Darius Milhaud La Criation du Monde (Dünyanın<br />

Yaradılışı) balesini bestelemiş, daha da önce Stravinski, 1918’de "Ragtime"<br />

adlı parçasını yazmıştı. Bunlardan başka Debusşy’nin 1906-1908 yılları<br />

arasında yazdığı "Gollhvog’s Cakewalk" ve T h e Little Niggar” adlı par.<br />

çalan da, caz ritmlerini etkileyen Cakewalk dansının ritmine uygun olarak<br />

bestelenmiş olmalan bakımından, doğrudan doğruya caz etkisinde yazılmış<br />

parçalar olarak görülemezse bile, bütün ileri ve yeni akımlarla ilgilenen<br />

Debuss/nin, cazın bütün dünyada iyice sesini duyurduğu yıllara kalsaydı,<br />

gelişmiş durumuyla cazı, çağdaşlarına kıyasla herhalde daha büyük<br />

bir anlayış ve ustalıkla ele almış olacağım düşündürebilir.<br />

Nitekim, başta Milhaud ve Ravel’inkiler olmak üzere, 1920’lerde bestelenen<br />

caz etkisindeki müzikler, bestecilerin cazı da yanlış kaynaklardan<br />

tanıdıklarını ya da gerektiği gibi incelemeden kullandıklarını göstermektedir.<br />

Copland’ın piyano için "Caz Konsertosu", Honegger’in piyano konsertinosu,<br />

Carpenter’in "Gökdelenler'! karşımıza hep o kulaktan dolma caz anlayışım<br />

çıkarmaktadır. 1930’den sonra AvrupalI bestecilerin caza olan ilgisi,<br />

bir "moda” olarak "caz çağı"mn artık kapanmış olmasıyla, sönmüş gitmiştir.<br />

Bununla birlikte kimi besteci arasıra cazla ilgilenmiştir. 19S4 yılında<br />

İsviçreli besteci R o lf Liebermann’ın yazdığı "Caz Orkestrası ve Senfoni<br />

Orkestrası için Konserto"da daha sağlam bir caz anlayışına rastlıyoruz.<br />

Bundan başka, caz bestecilerinin de Avrupa müziğiyle gitgide daha çok ilgilenmeleri<br />

ve öğrenimlerini Avrupa geleneklerine uygun olarak yapmaları,<br />

iki müzik arasındaki yakınlaşmayı hızlandırmış, fakat bu yakınlaşma kim<br />

i kere caz öğelerinden ve niteliklerinden vazgeçilmesi uğruna olmuştur.<br />

Avrupa müziğinin geleneklerine özellikle biçim bakımından uygun hem de<br />

cazın vazgeçilmez öğelerine -doğaçtan çalış, daha da önemlisi sürekli temp<br />

o - yer veren bir yapıt, Bili Smith’in Klarnet Konsertosudur.<br />

Cazla Avrupa müziğini birleştirme çabalan, cazcılann klasik yolda,<br />

klasik eğitimden geçmiş bestecilerin de caz konusunda, bilgi ve görgü yetersizlikleri<br />

nedeniyle, ayrıklıklar dışında, başansızlığa uğramıştır. Cazla<br />

klasik müziğin koşut evrimleri bir kavşağa varamamıştır. 1960’larda Omette<br />

Coleman’ın başlattığı “Free Jazz” (özgü r Caz) akımı, o yılların politik<br />

kaynaşmalannm, kurulu düzene karşı koyma eylemlerinin, özellikle zenci<br />

kimliğinin saptanması çabalarının müzik alanındaki başlıca simgelerinden<br />

biri olmuştur. Avrupa müziğindeki doğaçtan yaratış ve özgür biçim araştırmalarına<br />

koşut olarak gelişen özgür Caz, 1970’lerde tavsamaya başlamış,<br />

gitgide tümüyle yokolmuştur. Hem de, cazda yazılı müzikle doğaçtan çalışı<br />

birleştirme bakımından yeni yollar arayan Bob Graettinger, George Russell,<br />

T eo Macero, Charles Mingus, Gil Evans gibi önemli yaratıcıların öncü<br />

girişimleri gitgide izleyicilerden yoksul kalmış ve caz 1980’lerde, gene<br />

klasik müziğe koşut olarak, bir yandan kısır bir gelenekçiliğin, öte yandan<br />

terimsel müziğin, pop müziğinin en bayağı kalıplarına imrenen bir çıkarcı-<br />

137


Lığın tutsağı olmuştur. Bundan böyle ancak bir yeniden doğuş cazı birçok<br />

ölü müzikten biri olarak kalmaktan kurtarabilir.<br />

BARTOK VE K Ö Y M Ü ZİĞ İ<br />

Yirminci yüzyıl bestecilerinin, kendi dışlarındaki dünyaya taşmak istediklerinde,<br />

caza kıyasla çok daha sık başvurdukları bir ortam, halk müziği,<br />

büyük kentlerin dışındaki halk müziği olmuştur. Bu yolda Macar bestecisi<br />

Bela Bârtok (1881-1945) aynı yolu tutan bütün bestecilerce örnek alınmıştır.<br />

Bartok, yirminci yüzyıl müziğinde ulusalcılığın simgesidir. Macar köy<br />

müziğinin bilinmeyen birçok yanını gün ışığına çıkaran ve kendi yapıtlarını<br />

bu müziğinde geri kalmış bütün küçük ülkelerde ulusal müzik yaymak isteyen<br />

bestecilerin örneği olmuş, fakat ne yazık ki, ulusal bir bestecinin ne olması<br />

gerektiği yolunda Bartok’un yapıtlarıyla olsun, sözleriyle olsun ulaştırdığı<br />

bildiriyi bunlardan pek azı kavrayabilmiş, daha doğrusu, gerçekleştirebilmiştir.<br />

Bartok, ulusal müzik konusunda şunları diyor: "Ulusal bir bestecinin<br />

müzik dili, ana dili gibi olmalıdır. Oysa, kültürü henüz gelişmemiş olan ülkelerde<br />

müzik eğitimi, bu kendiliğindenliğin, bu doğallığın engelidir. Geleneksel<br />

ve yerleşmiş eğitim yöntemlerinin kullanılmasına gerçi karşı durulamaz<br />

ama, yerel denebilecek bir anlatımın edinilmesinde bu yöntemlerin<br />

yararlı değil, zararlı olduğu da bir gerçektir."<br />

'Dünyada pek çok küçük ülke, buna karşı pek az sayıda büyük besteci<br />

-yüzyıl başma on ya da on beş kadar- vardır. Bu küçük ülkelerin hepsinin<br />

büyük ulusal müzik vermeleri beklenemez. Eninde sonunda ancak<br />

güçlü, amaçlı ve kişiliği olan besteci yurduna haritada bir yer sağlayacaktır.<br />

Başka türlüsü düşünülemez bile...”<br />

"Halk müziğinin sağladığı gereçlerden yararlanılması, bunların ya oldukları<br />

gibi ya da benzetme yoluyla, evrensel ya da yabana eğilimleri olan<br />

eserlere rasgele serpiştiriimesi demek değildir. Amaç, bu gereçlerdeki özü,<br />

anlatımı, bestecinin kişisel üslûbuna sindirebilmesidir. Onun için bestecinin<br />

halk müziğiyle haşır neşir olması, bu müziğin dilini, anlatımını,kendi<br />

ana diliymiş, kendi öz anlatımıymış gibi rahatlıkla kullanabilecek hüneri elde<br />

etmesi gerekir."<br />

Bartok, Macaristan’ın gerçek halk müziğini aramaya 1905 yılında başladı.<br />

O yıla varana kadar Brahms ve Richard Strauss etkisinde bestelemiş,<br />

fakat bu etkilerin çıkar yol olmadığım anlamış, kendine başka kaynaklar<br />

aramaya koyulmuştu. Bartok, konservatuar arkadaşı Kodaly ile birlikte,<br />

gerçek Macar müziğinin, Liszt’in tanıttığı çingene müziğinden ayrılığını tanıtlamak<br />

amacıyla, köylere gidip Macar halk melodilerini toplamaya başladı.<br />

Halk müziği toplama yolundaki çalışmalarım Bartok daha sonra çevre<br />

ülkelerde de sürdürdü ve bu ara 1935 yılında yurdumuza da gelerek Andolu’da<br />

araştırmalar yaptı. 1905 yılında bestelediği Orkestra İçin Birinci Süit,<br />

138


u araştırmalarının ilk evresinin etkilerini taşır. Sonraki birkaç yıl içinde<br />

verdiği yapıtlar hem de Debussy izlenimciliği yolundadır. Birkaç yıl süreyle,<br />

hem batıdaki ülkelerde müziğin ne yolda geliştiğinden habersiz, hem<br />

de gerçek Macar köy müziğinin varlığını bile bilmeyen kentliler. Bartok’un<br />

müziğini tepkiyle karşıladılar.<br />

Müziğinin özellikle Debussy’ye ve Stravinskinin ilk yapıtlarına dayanması<br />

bakımından Bartok’u bir müzik dili yenileyicisi olarak görmek güçtür<br />

ama, Macar köy müziğiyle beslenen kişiliği Bartok’un müziğine aynca özelliğini<br />

ve üstün değerini vermektedir Bestecinin Amerika’ya göç etmeden<br />

önce yıllar yılı yaşadığı Orta Avrupa’da hayat güçlükleri, çevresinde olup<br />

bitenlerle müziği arasındaki ilintiler, Bartok’un çoğu yapıtına özle ilgili nitelikler<br />

kazandırmıştır. Umutsuz, bunalımlı, fakat gerçeklerin tanınmasından<br />

ve kaçamak yolları aramadan bunların yaşanmasından yeğinliğini alan<br />

anlatımı, Bartok’un müziğine öz bakımından soyluluğunu kazandırır. Bartok<br />

asıl, müziğin insansı yanıyla bir yirminci yüzyıl bestecisidir. Bunun yanında<br />

Bartok, teknik bakımından, yöntemleri bakımından, dili bakımından<br />

da çağdaş müziğin kalburüstü yaratıcılanndandır. N e var ki Bartok bu yönden<br />

bir öncü, bir bulucu değil, başka bestecilerin getirdiklerim kendi müziğinin<br />

gereklerine göre yorumlayan, böylece bü yeniliklerin, denenmiş olmaktan<br />

ileri gelen bir sağlamlıkla, yerleşmesini tanınmasını, daha yaygın<br />

bir geçerlik kazanmasını sağlayan bir aracıdır.<br />

Bartok’un folklorcu yamna bir göz atalım. Görürüz ki Bartok müziğinin<br />

ritm özellikleri doğrudan doğruya, ilkel müziğin, köy müziği ritmlerinin<br />

yorumuna dayanmaktadır. Bartok halk müziği toplamaya gerçi ulusala<br />

bir davranışla girişmiştir. Fakat yurdunu bu yolla sanat haritasına yerleştirmek<br />

gibi bir amaa yoktu. Macaristan eninde sonunda Bartok sayesinde<br />

dünyanm müzik haritasında üstün önemde bir yer kazandıysa da, bestecinin<br />

kendi sözlerinde de belirttiği gibi, yaratıanın kişiliği ile olmuştur. Bartok’un<br />

folklor araştırmaları şu gerçeği ortaya koymuştur: İlkel müzik, ritm<br />

bakımından, çoğunlukla, Avrupa'nın sanat müziğine kıyasla, daha zengindir.<br />

özellikle, bakışırhğı (symetrie) olmayan ritmler bakımından yepyeni<br />

bir görünüş taşıyan bu müzikten Bartok, kendi müziğinin yapısında yararlanmış,<br />

hem de birçok besteciyi bakışırhksız yapıya doğru götürmüştür. A r­<br />

moni bakımından Bartok’un müziğindeki koşut yedinciler, dokuzuncular<br />

doğrudan doğruya Debussy’ye dayanmaktadır. Bundan başka artmış akorlar,<br />

üçüncü ve akmaların parça tonalitesinden özgür olarak, kromatik ilerleyişleri<br />

tonalite duyusunun dağıtılması yolunda görev kazanmaktadır. D e­<br />

nebilir ki Bartok, çağdaş Viyana okulunun dizisel bestecilerinin tersine,<br />

ses götürme sorunlarıyla ve çokses sorunlarıyla ancak, ilkel ritmlerin vuruculuğunu,<br />

yeğinliğini belirtmek için uğraşmış ve kakışmaları da bu amaçla<br />

kullanmıştır.<br />

Yaylı dörtlüleri, Bartok’un sanat hayatınm bir özeti sayılabilir. Yirminci<br />

yüzyıl müziğinin bu ortamdaki baş yapıtları diye gösterebileceğimiz<br />

139


altı tane dörtlüsüne bakarak Bartok’un evrimini izlemek eldedir. 1907 yılında<br />

yazdığı ilk dörtlüde, bir yandan Wagner, öte yandan Debussy etkileri,<br />

bunların yanında, Kodaly’in sözüyle bir "psikolojik birlik" vardır. 1917<br />

yılında yazdığı ikinci dörtlüde, folklorun sağladığı ritm gereçlerini kişiliğine<br />

sindiren bir Bartok karşımızdadır. 1927 yılında yazdığı üçüncü dörtlüde<br />

Bartok bu kere, Schoenberg’in dizisel dilinin yapıyla ilgili sorunlarım yorumlamakla<br />

uğraşıyor; dört yaylı çalgının tınılarının araştınlışı, yazınm daha<br />

çok orkestra yazısına yakmlaşışı, yapıtın öbür özellikleridir. Bir yıl sonra<br />

yazılan dördüncü dörtlü, bir öncekinde girişilen araştırmaların geliştirilmiş,<br />

sağlamlaştırılmış durumu olarak görülebilir. 1934 yılında bestelenen<br />

beşinci dörtlüde Bartok’u "klasikleşme" eğilimleri içinde görüyoruz. İlk bölümde<br />

sonat biçimi, İkincide lied biçimine yaklaşış, üçüncüde halk müziğine<br />

dayanan bir scherzo... 1940 yılının ürünü altıncı dörtlüde besteci kendine<br />

özgü bir biçim denemesine girişmiştir: Yapıtın dört bölümü aynı konuya<br />

dayanıyor ve her bir bölümün başında bu konu, ayrı kılıklarda sunuluyor.<br />

Görmek gerekir ki Bartok’un biçim alanındaki araştırmaları genellikle<br />

olgun bir yeni biçim kavramına, sağlam bir "büyük biçim" sürekliliğine<br />

ulaşmış, bu bakımdan deney düzeyinde kalmıştır. Birçok müziğinde, artlarda<br />

dizilmiş kısa bölümlerden her biri, bestecinin öngördüğünden başka bir<br />

sıralamaya da uyabilirmiş izlenimini vermekte, böylece bunlar, bir sözün<br />

ardından bir başkasının gelmesindeki düşünce bağının kaçınılmazlığından<br />

yoksun kalmaktadır.<br />

Bartok, Macaristan'ın Nazilerle işbirliği etmesini hoş karşılamadığı<br />

için kendini sürgün etmek zorunda kalmıştı. Amerika’da geçim durumunu<br />

düzeltemedi. Columbia Üniversitesinin zengin folklor arşivini düzenlemek<br />

için aldığı ücret ve müziğinin getirdiği para zorla yetiyordu. Sağlık durumu<br />

gün geçtikçe kötüleşmeseydi kendini gene de mutsuz saymayacaktı.<br />

Gururlu bir kişi olduğu için de dostlarının, demeklerin yardım isteklerine<br />

de yanaşmıyordu. Amerika'da yazdığı yapıtların en önemlisi -çoğu eleştirmenin,<br />

dörtlüleri dışında, Bartok’un en önemli yapıtı diye gördüğü- Orkestra<br />

Konsertosu oldu. Son yazdığı, tamamlayamadan öldüğü üçüncü piyano<br />

konsertosu "acılan aşmış, öteki dünyanın eşiğine varmış bir insanın<br />

iç huzurunu..." yansıtır. Bu konsertoyu, Bartok’un yakın dostu ve öğrencisi<br />

Tibor Serly bitirmiştir.<br />

STRAVİNSKİ’N İN Ç E LİŞ İK DURUMU<br />

İgor Stravinskı (1882-1971) bugün müzik tarihindeki durumunu, yüzyıl<br />

ortasından kırk yıl kadar önce bestelediği iki yapıtıyla, Petıuşka ve -ö -<br />

zellikle- Le Sacre du Printemps (Bahar Töreni) bale müzikleriyle sağlamıştır.<br />

Geri kalan müziklerinin büyük bir çoğunluğu, hele 1920’den sonra<br />

yazdıkları, henüz sürüp giden tartışmaların konusudur.<br />

140


Stravinski de, Bartok gibi, izlenimcilikle ve folklorla işe girişmiştir.<br />

Ancak Starvinski, bir folklor bilgini olmadığı gibi, ulusal müzik amaçlan<br />

da yoktur. Nitekim sonralan, izlenimciliği de, ilkel müziğin dürtüsünü de<br />

bir yana bırakmış, geçmişteki büyük ya da küçük ustalara özenme yoluyla<br />

müzik sanatına yeni bir şeyler getirmeye çabşmıştır. Stravinski’nin önemini<br />

tartışma konusu yapan davranışı da işte bu eskiye yönelişidir.<br />

Stravinski "Petruşka ’yı, piyano ve orkestra için bir konser parçası olarak<br />

tasarlamıştı. Nitekim yapıta önce "Konser Parçası” adını vermeyi düşündüyse<br />

de baktı ki, bale sahnesi için hazırlanan bir müziğe böyle bir ad<br />

vermek, aldatıcılıktan uzak olması bakımından uygun düşmez, adı değiştirdi<br />

ve balenin konusu olan Rus kukla oyununun bahtsız kahramanının adını<br />

verdi. 1911 yılı yazında oynanan bale Stravinski’nin, bir yıl önce "Ateş<br />

Kuşu" balesiyle edinmiş olduğu ünü sağlamlaştırdı. Stravinski artık yeni<br />

müziğin peygamberi sayılıyordu. Bu ara "futuriste" Marinetti sokaklarda<br />

"Kahrolsun Wagner! Yaşasın Stravinski" yazıh levhalarla dolaşıyordu.<br />

Genç sanatseverler için "Petruşka", gelenek ve biçimcilik boyunduruğundan<br />

kurtuluş bayrağı Olmuştu.<br />

İki yd sonra ilk olarak sunulan "Le Sacre" ise, Stravinski’nin yenileyici<br />

çalışmalarım sürdürüyordu. Müzik dünyası artık bir seçme yapma durumundaydı.<br />

Y a yapıtı, dengesiz bir gencin gösteriş hevesi sayıp yadsımak,<br />

ya da devrimci bir yenilik sayıp baş üstünde tutmak. Yapıtın ilk çalmışında<br />

olup bitenler eninde sonunda müzik dünyasının "Le Sacre" karşısmda<br />

ikinci yolu seçtiğinin tanıtı olarak görülebilirdi. Dengesiz bir gencin saçmalıklarına<br />

gülüp geçmeliydi. Oysa 29 Mayıs 1913 günü Paris’in Champs-Elys£es<br />

tiyatrosunda çağımızın sanatının en büyük skandallarmdan biri koptu.<br />

Librettosunu Stravinski ile Nicolas Roerich’in hazırladığı, dekorlarım da<br />

Roerich’in yaptığı bu bale oyununun o akşamki ilk sunuluşunda orkestrayı<br />

Pierre Monteujc yönetiyordu. Perde açdalı birkaç dakika geçmiş geçmemişti<br />

ki yükses sesli protestolar, yuhalar, ıslıklar duyulmaya başlandı. Böyle<br />

bir müziğin, müzik sanatının köküne kibrit suyu döktüğünde inanan gericiler,<br />

bütün kinleriyle, bütün hınçlarıyla, müzik sanatım aslında yeni ufuklara<br />

doğru götüren başyapıtın üstüne kin ve nefret kusuyorlardı. Gürültü arttıkça<br />

artıyordu. Bu ara Saint-Saens "Stravinski bir dahidir" diye haykırıyordu.<br />

Avustuıya elçisi alaycı kahkahalarla gülüyor, Florent Schmitt buna karşı<br />

elçiye küfrediyordu. Bu patırtı arasında Debussy ise "lütfen gürültü etmeyiniz<br />

de şu nefis müziği dinleyeyim" diye çevresindekilere yalvarıyordu.<br />

29 Mayıs 1913 günü olup bitenler, Stravinski’nin sinirlerini altüst etti.<br />

Besteci İsviçre'ye dinlenmeye çekildi. Acaba müziğine olan güveni sarsdmış<br />

mıydı? Gerçi yapıt aynı yd Londra’da da sunulmuş, bu kere dostça<br />

karşılanmıştı. Bir yıl sonra ise Paris’te bir senfoni konserinde dinletildiğinde<br />

yuhalatın, ıslıkların yerini candan alkışlar almıştı. Gene de Stravinski’­<br />

nin birkaç yd sonra "Le Sacre"daki davranışının tam tersi bir üslûpta yazmaya<br />

başlamış olması, 29 Mayıs 1913 gecesi olup bitenlere bağlanabilir.<br />

141


Stravinski "Le Sacre''da ne yapmıştı? Eleştirmen Guido Pannain bunu şöyle<br />

anlatıyor "Yapıt, Stravinski’nin yaradılışmdaki barbarlığın dışarı vuruluşunun<br />

sonucudur. Stravinski’nin müzik duyusu, bütün ilkellerde olduğu gibi,<br />

harekete, demektir ki ritme bağlıdır."<br />

O ilk gece boyunca ffatırtı koparanlar, kendi içlerindeki ilkelliğin kımıldanmaya<br />

başladığım sezdikleri için, utançlarından, bu yolda bir tepki<br />

göstermiş olabilirler. Belki Stravinski de aynı utanç duyguşuna kapıldığı<br />

için sonraları yol değiştirmeyi uygun görmüştür. Hele, Stravinski gibi konservatuar<br />

eğitimi olmayan, kendi kendini yetiştirmiş bir bestecinin, Paris<br />

gibi müzik çevrelerinin akademik görüşlere bağlılığı ile ünlü bir kentte bu<br />

yolda bir tepkiyle karşılaşmış olması sanatçının ruhunda bu yolda birtakım<br />

aşağılık duygulan uyandırabilirdi. Bu açıdan bakıldığında Stravinski’nin yaratış<br />

hayatındaki önemli günün, klasik yolda salt müzik yazmaya başladığı<br />

1923 yılı değil, 1913 yılının o Mayıs gecesi Olduğu görülebilir. Bir yandan<br />

akademik kalıplarla, öte yandan yüzyıllann birikintisi küflü gelenek artıklarıyla<br />

beğenileri koşullanmış kişilerin tepkisi Stravinski’yi bir gerçekle karşı<br />

karşıya getirmişti. Stravinski’nin 1913’ten sonra verdiği yapıtlar hep, bu bilinç<br />

içinde yazılmıştır. Stravinski bir üslûp kapısından ötekine koşmuş, gerçi<br />

hiçbir zaman güçlü kişiliğini, sanatçı şerefini hiçe saymamış, fakat "Le<br />

Sacre" çapında ve yolunda bir yapıt daha verememiştir. Bunların arasında<br />

bir köy düğününün anlatan Les Noces (Düğün) kantatı, gezgin tiyatro<br />

kumpanyalarının müziğini andıran Renard (Tilki) operası, bir asker kaçağıyla<br />

şeytanın çatışmasını anlatan Histoire du Soldat (Askerin Öyküsü) melodramı,<br />

ilk caz parçalatma benzemeye çalışan Ragtime, on sekizinci yüzyıl<br />

İtalyan bestecisi Pergolesi’nin müziğine dayanan Pulcinella balesi vardır.<br />

Stravinski, gitgide, eski ustalarının yansılayıcısı olmaya başlamıştır.<br />

Stravinski bugün "Petruşka" ve "Le Sacre" ile kendisine yakıştırılan<br />

"devrimci" tanıtımını da üstüne almak istememektedir. Ama, yeni davranışı<br />

Stravinski’yi halka daha çok yalanlaştırmış mıdır? Bu soruya besteci "hayır"<br />

cevabını veriyor ve diyor ki: "Dinleyicilerim, müzik düşünüşümün ilerleyişini<br />

izlemeyi beceremiyorlar. Bunu istemiyorlar bile. Beni heyecanlandıran,<br />

bana tad veren şeyler onları ilgilendirmiyor. Onları ilgilendiren şeylerse<br />

artık beni çekmiyor. Bu yüzden dinleyicilerimle aramda bir ruh uyuşması<br />

hemen hemen hiçbir zaman olmamıştı diyebilirim. Bir sanatçı, kişiliğini<br />

korkusuzca açıkladığında, anlaşılması olanağı azalır. Buna karşı, kendisine<br />

yabana olan, kendinde olmayan şeyleri tuttukça, halkın çoğunluğuyla uzlaşma<br />

kolaylaşır ama bu da aslmda, kaçınılması gereken bir yoldur, tehlikeli<br />

bir yoldur." Bu sözleri söyleyen bugünün Stravinski’sidir. Oysa sanılabilir<br />

ki bu sözleri söyleyen, "La Sacre”ın ilk temsili bittikten sonra konuşan<br />

bir Stravinski’dir. Nitekim "Le Sacre"da kendi dışmda kalan etkileri<br />

en aza indirmiş, bunları da güçlü kişiliğiyle örtmeye çalışmıştır, yepyeni<br />

sözler söyleyen, müzik sanatına yeni bir dil getiren bir sanatçı olarak halkın<br />

karşısma çıkmıştır. Anlaşılmayacağı, tepki göreceği kestirilebilirdi. N i­<br />

142


tekim gördü de... N e var ki, tarihin verdiği sayısız örneğe bakarak şu da<br />

kestirilebilirdi: Böyle bir sanatçının ergeç anlaşılacağı... Bu da oldu. Oysa,<br />

ilk adımda ağzı yanan Stravinski geleneklere yönelmiş, bu yönelmeyi hem<br />

de çoğu kere gelenekleri doğrudan doğruya yineleyerek yapmıştır. Pulcinella’dan<br />

bu yana Stravinski’yi (arasıra aynı yapıtın içinde, Bach’ı, M o­<br />

zart’ı, Rossini’yi, Weber’i, Gesualdo’yu, Beethoven’i, Çaykovski’yi, Schoenberg’i,<br />

W ebem ’i izlerken görüyoruz. N e var ki taktığı bütün maskelerin altında<br />

Stravinski kişiliği hep kendini göstermiştir, ö y le bir maske düşününüz<br />

ki, onu takan kişinin yüzünü gizleyemesin, 1920’den sonra Stravinski<br />

müziği işte böyle yabansı, çirkin bir görünüşün ta kendisidir. Son yıllarda,<br />

bir zamanlar kötülediği bir yolda, Schoenberg’in dizisel dilinde yazması<br />

Stravinski’nin, o ilerlemiş yaşmda, henüz aranmakta olduğunu gösteriyordu.<br />

Gerçi seçtiği bu yeni yolun, Stravinski kişiliğini gölgeleyici bir etkisi olmamıştır.<br />

Fakat bu yolda da Stravinski, müzik tarihinde çığır açan ilk<br />

önemli etkisini tazelemiş değildir<br />

Stravinski’nin gelenek konusunda bir aşağılık duygusu içinde olduğunu<br />

görmezlikten gelemeyiz. Kendi yurdunun, Rusya’nın batı ülkelerindeki<br />

zengin müzik geleneğinden yoksun olduğunu düşünmesi nedeniyle, gitgide<br />

içinde yetiştiği Rus müzik çevresini ve bu çevrenin önemli kişilerini hor<br />

görmeye başlamış, kendini batıdaki ülkelerin müzik geleneklerine yamamaya<br />

çalışmıştır. Rusya'nın sanat müziği alanında gecikmiş bir ülke olduğu<br />

doğruysa da, Çaykovski gibi tek bir önemli bestecinin bile bir büyük geleneği<br />

başlatmaya yeter olduğunu Stravinski düşünememiş, görememiş ya<br />

da tanımak istememişti. Stravinski*ye büyük etkisi olan Çaykovski’nin ardından<br />

Tetnışka"nın, "Le Sacre'ın Stravinski’sinin gelmesi artık, başta<br />

Stravinski’nin kendi olmak üzere, Rus bestecilerinin Alman, Fransız ya da<br />

İtalyan geleneklerine özenmelerini gerektirmeyecek oranda güçlü bir Rus<br />

müzik geleneğinin kurulmuş olduğunu tanımalarını gerektiriyordu. Bu geleneğin<br />

bir önder geliştiricisi olan Stravinski’nin hem kökenini, hem de kişiliğini<br />

biçimlendiren en önemli öğeleri küçümseyip, başka geleneklerin kapışım<br />

aşındırması ve bu çabasının ürünü olarak da, yüzyılımızda bir önemli<br />

bestecinin yazdığı en kötü yapıtları birbiri ardına vermesi gerçi ilginç,<br />

ama ilginç olduğunca üzüntüyle karşılanacak bir durumdur.<br />

H1NDEMITH VE YE N İ K LA S İK Ç İLİK<br />

Yeni klasikçilikten anlaşılması gereken, eski üslûpların benzetme yoluyla<br />

eski bir çağdan yenisine aktarılması değil de, geçmiş günlerin üslûplarındaki<br />

ve biçimlerindeki anlamların yansıtılmasıysa, yüzyılımızda Stravinski<br />

değil Hindemith bu yolun en önemli simgesi olarak gösterilmiştir. Yalan<br />

yıllarda bir Stockhausen’in belirmesine değin yüzyılımızın en seçkin,<br />

hem de en verimli Alman bestecisi sayabileceğimiz Paul Hindemith<br />

(1895-1963), türlü kollan olun bu dinin peygamberi değilse bile, ileri ge­<br />

143


len iki üç önderinden, yol göstericisinden biridir<br />

Genel olarak yeni klasikçilik akımı ve Hindemith’in bu yolda varlığı,<br />

İtalyan bestecisi ve piyano virtüözü Ferruccio Busoni’nin (1866-1924) görüşlerine<br />

bağlanır. Bununla birlikte, iki bestecinin durumları arasında bağlantı,<br />

hem Busoni’nin, hem de Hindemith’in açısından yanlış anlaşılmalara<br />

yol açabilir. Unutmamalı ki Busoni’nin görüşleri, Hindemith’inkinden<br />

apayrı bir yolun yolcusu olan Varbse’i de koşullamış, giderek elektronik<br />

müziğin düşünce temeline bir katkıda bulunmuştur. Hindemith gibi geriye<br />

dönük bir bestecinin, hayal gücünü ileriyi gözeten bir serüvenin buyruğuna<br />

bağlamak yerine geçmiş günlerin biçimlerinin ve düşünüşlerinin rahatlığına<br />

sığındırmayı seçmiş bir işçinin, Busoni’yle doğrudan doğruya ilintisi<br />

olabilir? Bu sorunun karşılığım Busoni'nin çok yanlı bir düşünür olmasında<br />

ve görüşlerinin ilerici yanının kendi müziğinde bir yankı bulmamasında<br />

arayabiliriz. Busoni müziği her türlü insansı ilişkiden sıyırmak, iyice soyutlaştırmak<br />

isterdi. Giderek müziğin dinlemek için değil, okumak için olduğunu<br />

bile söylediği olmuştur. Oysa Hindemith’in müziği, Busoni’nin görüşlerini<br />

yansıtıyor sayılamaz. İnsana, sıcak, taşıdığı anlam nota sayfalarını<br />

aşan, kulağa, zihne ve duygulara uzanan bir müziktir Hindemith’inki. Busoni’nin<br />

kurduğu türden müziği bir başka Alman, Max Reger (1873-1916),<br />

hem geriye dönük, hem de salt müzik ülküsü adına doğaya, edebiyata, müzik<br />

dışı esinlere sırt çevirmiş besteleriyle çok daha iyi gerçekleştirmiştir.<br />

Çizgi yazışma dayanan, eski kontrapunta biçimlerine uzanan, kupkuru bir<br />

bilgitaycılığm örneği olan Reger, gerçi giydiği genel yargıyı olumlu yönde<br />

yalanlayabilecek yapıtlar vermiştir (Requiem’i, piyano konsertosu). Ama<br />

bunlar, müziğinin genel nitelikleri içinde ayrık olarak kalmaktadırlar. Müziğindeki<br />

coşku kıtlığı, buluş gücü darlığı, yaşantı yokluğu, bestecinin seçtiği<br />

yolun kaçınılmaz sonuçlan değil, her şeyden önce yaradılışının yükselttiği<br />

engellerin görünüşleri olarak yorumlanabilir. Oysa Hindemith’in, Busoni<br />

açısını savunmak için verdiği yapıtlarda bile, Reğer’de kusur diye gördüğümüz<br />

özellikleri taşımayan bir müzik yazmış olması, daha kişisel ve daha<br />

az nesnel bildirisi olan bir bestecinin önlenmez taşkınlığının ürünüdür.<br />

Bütün bunlar Hindemith’i bir büyük besteci olarak görmemize yetiyor<br />

mu? Müziğinde üstün bir güzellik bulmamıza elveriyor mu? Bir başka<br />

çağda, Hindemith’in kendini güven içinde bulduğu eski günlerde, belki yeterdi.<br />

Oysa yirminci yüzyılın müzik dilindeki aşamalarının getirdiği yeni<br />

bir duyarlığın açısından Hindemith’i, yapıtlarının büyük bir çoğunluğunda,<br />

bu yolda nitelendirmek elde değildir.<br />

1921 yılında, sonradan yurdumuzdaki çalışmalarıyla yakından tanıdığımız<br />

kemana Liko Am ar ile birlikte kurduğu, çağdaş müziğin yayıcılığını<br />

yapan Amar-Hindemith dörtlüsüyle Milletlerarası Çağdaş Müzik Demeği’nin<br />

Salzburg toplantısında çalınan Op. 16 yaylı dörtlüsü, Hindemith’in<br />

yaratış hayatının dönüm noktalarından sayılabilir. Bu yapıttan önce Reger,<br />

Strauss ve Mahler etkileri Hindemith’in yaratıalığını esinlemiştir. Sonra<br />

144


Hindemith, romantizmden uzaklaşmış, çizgi yazışma dayanan bir üslûba<br />

yönelmiştir. Bununla birlikte Hindemith için, romantizmin dış görünüşlerinden,<br />

genellikle taşkınlık sayılan davranışlarından uzaklaşmak, duygudan,<br />

anlatımdan uzaklaşmak demek değildi. Hindemith’in, yaratış hayatının<br />

bu evresi, Almanya'nın içinde bulunduğu savaş sonrası durumunun<br />

korkunç bunalımlarım, yoksulluğunu, kararsızlığım yansıtan, kimi kere<br />

alaya, kimi keire küskün, kimi kere öfkeli, genel olarak umutsuzluğu mizahla<br />

ve zoraki eğlendiridlikle örtme çabasını taşıyan yapıtlarla sona erer.<br />

O yılların toplum koşullan, ülkenin geleceğe umutsuzlukla baktığı günler,<br />

Hindemith’in Oda Müziği No. 1 gibi, üçüncü dörtlü gibi, 1922 adını taşıyan<br />

piyano süiti gibi yapıtların esin kaynağı olmuştur.<br />

Hindemith’in romantizmden ayrılıp daha nesnel ve "işe yarar" bir müziğe<br />

yönelmesini çevresinin koşullan çabuklaştırmıştı^ Hindemith’in Gebrauchmusik<br />

("yararlı müzik” diyebiliriz) görüşü, o günlerin a a görgülerinin<br />

bestecide bıraktığı izlerin bir sonucudur. Hindemith’e göre "müzikte bugün<br />

arz ile talep arasında esef edilecek bir uyuşmazlık” vardır. Tartışılmaz<br />

bir gerçek. Bu durumda besteci ancak ne amaçla, ne için, kimin için, kimin<br />

isteği üzerine yazdığım bilerek bestelemek zorundadır. Yalnız bestelemek,<br />

yalnız yaratmak amacıyla beste yapıldığı günler artık, belki de bir daha<br />

geri dönmemek üzere, tarihe kanşmıştır. Nitekim Hindemith "yararlı<br />

müzik" alanında birçok yapıt vermiştir. Piyanda (mekanik piyano) için<br />

Toccata, radyo için türlü müzikler, ilkokullarda bile oynanabilecek Bir Şehir<br />

Kuralım adlı çocuk operası, müzik yaymalarının isteklerine uygun, türlü<br />

çalgüar için yapıtlar, vb.<br />

Hindemith’in müziğinde ilk yumuşama belirtileri, 1932 yılında Wilhelm<br />

Furtwaengler’in Berlin Filârmoni Orkestrası için yazdığı "Filârmonik<br />

Konserto" da ve bir yıl sonra bestelediği yaylı üçlü’de görünür. 1933 yılı<br />

Almanya’da Hitler boyunduruğunun başladığı yıldır. Artık Alman müziği,<br />

ikinci Dünya Savaşının sonuna kadar sürecek olan bir karanlığa gömülecek,<br />

Nazi rejimi, çağımızın bütün dikta rejimlerinde olduğu gibi, ileri sanatı,<br />

uyumcu olmayan sanatı, kişiliğini, bireyliğini elde tutmak isteyen sanatçıyı<br />

susturacaktır. Bu ara Hindemith’in müziği yasak edilecek, dostu Furtwaengler’in<br />

savunması işe yaramayacak, Hindemith özgürlüğü seçecek, A l­<br />

manya’dan uzaklaşacaktır. Nazi partisinin ileri gelenlerini öfkelendiren yapıt,<br />

Mathis derMaler (Ressam Mathis) operası olmutur. Nazi büyükleri yapıtı<br />

yasak etmişler ve sebep olarak da müziğin "romantik olmamasını" öne<br />

sürmüşlerdi. Oysa "Mathis", Hindemith’in yumuşama evresinin simgesidir<br />

ve Brahms’ın romantik-klasikçiliği türündedir. Nazileri öfkelendiren gerçek<br />

nedenin, bu operanın librettosu olduğu bilinmektedir. Operada başha<br />

kişi, on beşinci yüzyıl Alman ressamı Mathias Grüneıvald'dır. Operanın<br />

konusu, Brandenburg Başpiskoposu AIbrecht’in saray ressamı Mathias<br />

Grünevvald’ın reform hareketlerine katılmak ve Köylü Savaşında köylüler<br />

yanında savaşmak için saraydaki ödevini bırakışıyla ilgilidir. Konunun,<br />

Müzik Tarihi, F.: 10 145


1934 yılı Almanya’sına olan yakınlıkları ortadadır. Nazi Kültür Odasını öfkelendiren,<br />

librettoda tehlikeli bir konunun, Köy Savaşı sırasında Alman<br />

özgürcülüğünün yenilişinin, ele alınmış olmasıydı. Hindemith, önce Türkiye’de,<br />

batı yöntemlerine uygun bir müzik eğitimi yolunda Atatürk’ün girişmiş<br />

olduğu yolda düzenleyici çalışmalar yaptı; sonra Amerika’ya gitti, Yale<br />

Üniversitesinin bestecilik bölümü başkam oldu ve birçok Amerikan bestecisi<br />

yetiştirdi. Ancak savaş bitip de Almanya durumunu düzelttikten sonra<br />

ana yurduna döndü.<br />

1932’den bu yana Hindemith müziğinin yeni ruhu, bestecinin daha<br />

durgun, daha uslu davranışı artık değişmemiştir. Hindemith’in çokses sevgisi,<br />

zengin armoniler ve orkestra renkleriyle, hem de müziğinin genel "dramatik"<br />

özellikleriyle birleşmiş ve orta dinleyici için, eski yapıtlarına kıyasla,<br />

daha çekici olmaya başlamıştır. 1932’den sonra Hindemith artık haşan<br />

bir avcmt-gwde besteci değildir. Giderek geçmişçiliği çoğu zaman birçok<br />

gelenekçi bestecinin, bu ara gerici Amerikan ya da Sovyet bestecilerinin,<br />

halk dalkavukluğu katına inmiştir.<br />

Yirminci yüzyılın bu büyük "işçi"si, duyguya ve esine değil de zihin çalışmasına<br />

dayandığı öne sürülen yaratıcısı, aslında, işçiliğin, meslek bilgisinin<br />

ve hünerinin gerekli olduğunu tanımakla birlikte, yaratış olayının en<br />

önemli öğesi olarak esini görür. Onca tekniğin, konservatuarlarda öğretilenin<br />

dışmda bir kapsamı, bir anlamı vardır. Hindemith’e göre bestecilik<br />

her türlü müzikle içli dışlı olmayı, sabah akşam müzikle uğraşmayı gerektirir.<br />

N e var ki bir besteci müzik yazarken bu işi, teknik bilincinden uzak<br />

olarak yapmalıdır. "Bir büyük romancı asla gramer, sentaks, retorik üzerinde<br />

düşünmez" diyor Hindemith. Ona göre, yirminci yüzyılın ilk yansında<br />

büyük devrimler yapılmış, kırılmadık put kalmamıştır; fakat bu, bestecinin<br />

söyleyeceği yeni bir sözün, açacağı yeni bir kapının kalmadığı anlamına<br />

gelmez. Hindemith’in, parlak bir meslek hayati boyunca, bu görüşünü doğrulayan<br />

yapıtlar verdiği olmuştur.<br />

SCHOENBERG VE D İZİSEL Y A Z I<br />

Yirminci yüzyılın müzik sanatma getirdiği en önemli dil yeniliği, önce<br />

tonal düzenin yıkılması, sonra da yıkılan düzen yerine yeni bir düzenin,<br />

on on iki nota düzeninin kurulmuş olmasıdır. Tonaliteyi yıkan ilk kişi değilse<br />

bile Am old Schoenberg (1874-1951) dağıtılan düzen yerine yenisini<br />

kuran kişidir. Aynı sıralarda bir başka AvusturyalI, kuramcı ve besteci Josef<br />

Matthias Hauer de kromatik gamın on iki notasını 'Tropen” adı verdiği<br />

bölüklere ayırmış, fakat Schoenberg her ne kadar Hauer’in çalışmalarını<br />

"derin ve kendine özgü” diye nitelendirmişse de Hauer’in kuramları hiçbir<br />

zaman Schoenberg’inkiler kadar etkileyici olamadığı gibi besteci olarak<br />

da Hauer, pek de gereksiz olmayarak, unutulmuş gitmiştir. Herhalde<br />

Schoenberg’i on iki nota yönteminin kurucusu saymakta hiçbir sakınca<br />

yoktur.<br />

146


Schoenberg önce tonal düzen içinde müzik yazmış, sonra tonaliteden<br />

ayrılmış, sonuçta da tonal düzene bağlanmadan müzik yazmayı kolaylaştıran<br />

on iki nota düzenini geliştirmiştir. N e var ki geliştirdiği yeni dili eski<br />

biçimlere uygulamış, eski duygulan anlatmış, eski davranıştan tekrarlamıştır.<br />

Bu bakıma Schoenberg bir on dokuzuncu yüzyıl çocuğudur, bir romantik-klasik’tir.<br />

Gramer açısı bir yana, ömrü boyunca, ilk yapıtlarında söylediklerinden<br />

başka bir şey söylememiştir. Fakat, söylediği ne olursa olsun,<br />

bunu güçlü bir kişisel anlatışla dinleyiciye ulaştıran Schoenberg, bir sanatçı<br />

olarak, kurduğu yeni düzen yarımda asıl, duygularıyla, anlatımıyla, kişiliğiyle,<br />

müzik sanatının en büyük yaratıcılarından biri olarak anılacaktır.<br />

Bu konuda Schoenberg şöyle diyor "Bir besteci, içinden geldiği gibi,<br />

candan, gönülden yazmazsa, iyi müzik veremez, ömrüm boyunca hiçbir zaman<br />

bir kurama saplanıp kalmadım. İçime ne doğarsa onu yazarım. T o ­<br />

nal, Politonal ya da poliplanal müzik yazdığımda bunu bilinçli olarak yaptığımı<br />

sanmayınız. İçimdeki duyguyu kâğıt üzerine dökerim, o kadar... Hem,<br />

başardı bir sanat ürünü, ne türlü bestelendiğini sezdirmeyen, hele bir zihin<br />

çalışması sonucu olduğu izlenimini vermeyen yapıttır."<br />

Nitekim Schoenberg’in müziği, sözünü doğrular. Tonalite bağlarım<br />

koparmış, on iki nota gibi yüzyılların en önemli kuramsal çalışmasını başarmış<br />

bir kişi olmasına rağmen, ömrünün son yıllarında tonaliteye dönmekten<br />

çekinmemiş, fakat bunu yanıldığım açıklamak için yapmamış, çünkü<br />

tonal müzik yazdığı sıralarda sırası geldikçe, içine öyle doğdukça gene<br />

on iki nota düzeniyle yazmıştır. Tonal müziği, on iki nota düzenine kulaklarım<br />

alıştırmamış dinleyicilerin hoşuna gitmek için yazmadığı gibi, on iki<br />

nota düzenine dönülerini de kendini yanım tutanların hayal kırıldığım gidermek<br />

için yapmış değildir.<br />

Schoenberg müziğin kuramsal yanım, Viyana’nın saygın müzikseverlerinden<br />

Alexander von Zemlinsky’den aldığı kontrapunta dersleri dışında,<br />

kendi kendine, bir ansiklopediden öğrenmiştir. Gençliğinde para kazanmak<br />

için başka bestecilerin operetlerim oıkestralamak gibi gereksiz işler<br />

yapardı. Bu yüzden, ilk önemli yapıtlarından Curre Lieder1in bitirilmesi geciktikçe<br />

gecikmiştir. Bu yapıtı olsun, yaylı altılı için yazdığı VeHdaerte<br />

Nacht (Aydınlanmış Gece) olsun, Wagner’i akla getiren, fakat Beyrut azmanının<br />

müziğine kıyasla çok daha içten, çok daha az şişkin yapıtlardır.<br />

"Gurre Lieder" 1911 yılında bitirildiğinde Schoenberg müzik sahnesinde<br />

bir devrimci olarak tanınmaya başlamıştı bile... Schoenberg, tonal<br />

müzik ilintilerinden kurtulmak yolunda Op. 9 Oda Senfonisi’nde ve Op.<br />

10 Dörtlüde belirli çabalar göstermişti. Çağın, geleneklerle koşullanmış<br />

dinleyicileri içinse bu çabalar, Op. 10 ikinci Yaylı Dörtlü’nün son iki bölümünde<br />

sopranonun söylediği Stefon Georg şiirlerinde bir mısrada dendiği<br />

gibi "başka gezegenlerin havasım koklamak" gibi bir şeydi. Schoenberg’in<br />

yeni bir gramer arama çabalan onu, armonik ilerlemelerde, dördüncüler<br />

üzerine kurulmuş bir armonik düzene götürdü. Dördüncülere dayanan<br />

147


akorlar kromatik gamın her bir notasını aynı önemde değerlendirme eğilimini<br />

gösterdiğinden tonik-dominant ilintileri kalktı ve on iki notanın herbiri<br />

özgürlük kazanmaya başladı. Schoenberg deyince akla ilk gelen yapıtlardan<br />

biri olan Pierrvt Lunaire bestecinin "atonal" evresini örnekleyen bir<br />

müziktir.<br />

Getirdikleri dil yeniliği yanında bu yapıtlar anlatımcılığın (expressionisme)<br />

müzikteki karşılığı sayılırlar, ö ze lik le Orkestra İçin Beş Parça, bilinçaltını<br />

araştıran bir müzik olduğu samsun verişiyle, bir yandan Freud<br />

Viyana’sının simgesi sayılmakta, öte yandan Kokoschka’nın, Kirchner'in,<br />

Klimt’in resimlerine yakınlaştınlmaktadır. İlk olarak 1912 yılında çalman<br />

bu yapıtın bölüm adları bile, bu müziğin özünü belirtmeye yeter Önseziler,<br />

Geçmiş Günler... İlk çalmışın program notlan pek yerinde olarak bu<br />

müziği şu sözlerle anlatıyordu: ...bir rüyada geçenleri, bilinçaltımızı anlatıyor<br />

sanki... Bir ritmi var, fakat fırtınanın, denizin de tonalitesi var... Arm o­<br />

nileri var, fakat yakalayamıyoruz, çözümleyemiyoruz bunlan..." O günlerin<br />

anlatımcı resmi ve edebiyatı gibi, insanın iç dünyasının derinliklerinde<br />

olup bitenleri yaratış oluşumunun "maddi" yamyla ilgili engeller en aza indirilmiş<br />

olarak, ortaya döken bu yapıtıdır, denebilir ki Schoenberg’in "atonal"<br />

çağının en başarılı yapıtıdır.<br />

Schoenberg bu yolda son yapıtını 1914 yılında yazdı. Sonra besteciyi<br />

artık, dokuz yıl süren bir sessizlik çağında görüyoruz. Bu sessizliği Schoenberg’in<br />

bir bunalım içinde bulunmasına verebiliriz. O yıllar süresince Schoenberg,<br />

onu yirminci yüzyılın en büyük kuramcılarından ve öğreticilerinden<br />

biri yapan on iki nota düzenini geliştirdi. Böylece artık tonalite dışı yazı,<br />

gereksin gerekmesin, kurallara bağlanmış oldu. On iki nota düzeniyle<br />

yazan bir besteci, tonal müzikte yaptığını yapmaz. Belirli bir tonalite seçmek<br />

ve yazışım tonal armoninin önceden belirli kuramlarına, nota ilintilerine<br />

göre hazırlamak yerine, kromatik gamdaki on iki notayı istediği gibi<br />

dizer. Ana kurama göre on iki notadan her biri, diğer on bir nota geçmeden<br />

bir kere daha geçemez. Besteci on iki notalık diziyi geriden tekrarlayabilir,<br />

her bir notanın bir öbürüyle olan aralığını ters çevirerek yeni bir dizi<br />

kurabilir; bu diziyi de sondan başlayarak bir kere daha dizebilir. Böylece<br />

her bir dizinin dört ayrı görünüşü olduğu anlaşılmaktadır: 1) Ana dizi. 2)<br />

Ana dizinin sondan başa dizilmiş durumu. 3) Ana dizinin çevrilmiş durumu.<br />

4) Çevrilmiş dizinin sondan başa dizilmiş durumu. Dizide, tonal ya da<br />

modal müzikte olduğu gibi, çekim gücü olan notalar yoktur. Bir notanın<br />

bir diğer nota ile olan doğrudan doğruya ilintisinden başka, notaların hareketini<br />

başka hiçbir çekim ilintisi düzenlemez. Demektir ki, dizisel müzikte,<br />

tonal armoninin, yedinci derece birinci derecede (tonik’te) çözülür; altıncı<br />

derece beşinci dereceye (dominant*a) düşer, vb." gibisinden bağlantıları<br />

yoktur.<br />

On iki nota düzeniyle yazılmış ilk parça, Schoenberg’in 1923 yılında<br />

bestelediği Op. 23 Piyano İçin Beş Parça’nın beşincisi olmuştur. Baştan so­<br />

148


na dizisel ilk yapıtsa, Op. 25 Piyano SUiti’dir. Bu bestede klasik öncesi süitin<br />

dans biçimlerinin kullanıldığım görüyoruz: Preludio, Gavotte, Musette,<br />

Menuetto, Trio, Gigue... Op. 26 Nefes Çalgıları Beşlisi, Schoenberg’ın yeni<br />

bir dili eski günlerin biçimleriyle birleştirme çabasının yeni bir örneğidir.<br />

Bu kere besteci dört bölümlü klasik-romantik sonat biçimi içinde çalışmaktadır.<br />

Yedi çalgı için Op. 29 Süit’te ve Op. 30 Üçüncü Dörtlü'de Schoenberg<br />

gene sonat biçimine başvurmuştur. Bütün bu yapıtlar, yeni geliştir<br />

rilmiş bir dilin tanıtlanması amacım gözeterek yazıldıkları için olacak, kuru,<br />

yavan, yorucu müziklerdir. Schoenberg’in bugün henüz süregelen olumsuz<br />

ünü, duygulu bir sanatçı olmayıp bir matematikçi gibi kafayı, beyni gözeten<br />

bir müzik yazıcısı olduğu görüşü ancak, Op. 25’ten Op. 30'a kadar<br />

yazdığı on iki nota yapıtlarıyla doğrulanabilir. Yoksa besteci, Op. 31 Orkestra<br />

İçin Çeşitlemelerinde yeni grameri artık esneklikle kullanmaya ve<br />

anlatımın emrine koşmaya başlamıştır.<br />

ALBAN BERG<br />

Schoenberg’in müziğine kıyasla Alban Berg’in (1885-1935) müziği<br />

çok kişiye daha cana yakın gelmektedir. Hem Schoenberg’in öğrencisi<br />

Beıg’i "Schoenberg’in en iyi yapıtı" diye gereksiz bir nükteyle tanıtmak isteyenler<br />

de vardır. Berg, romantik şairlere benzetilmiş, duygulu kişi, ince<br />

kişi diye tanıtılmıştır. Ona "Alman romantizminin çocuğu" denmiştir. Müzik<br />

beğenilerinde hep müzik dışı yaftalar arayan büyük çoğunluk bunlara<br />

kapılıp Berg’i "modem canavarların” en az korkunçlarından biri saymıştır.<br />

Oysa Berg’in müziği, öğretmenine kıyasla, çok daha kapalı, çok daha bulanık,<br />

çok daha ağırdır.<br />

Berg çağdaş müzikte, VVagner romantizmi ve Debussy izlenimciliği<br />

ile dizisel müziğin daha genç bestecilerinde raslanan aşın biçimcilik arasında<br />

bir köprü saydır. Berg’in gençliğinde müziğin yanında edebiyatla uğraşması,<br />

özellikle Ibsen, VVilde ve yüzyd sonu Alman edebiyatıyla ilgilenmesi<br />

müziğini yöneltmiş saydabilir. Müziği kendi kendine öğrendi. On beş yaşındayken<br />

ilk bestelerini yazdı. On dokuz yaşındayken Schoenerg’le tanıştı.<br />

Her şeyi bir yana bıraktı, besteciliği hayat yolu seçti, Schoenberg’ten ders<br />

almaya başladı. Üslûbu Schoenberg etkisinde bir yol buldu ve sonuçta kendine<br />

özgü bir anlatıma ulaştı.<br />

Berg’in besteleri bir çırpıda, birkaç satır içinde sayılacak kadar azdır.<br />

Fakat bunların hepsi önemli yapıtlardır. Kimi kaybolmuş, kimi unutulmuş<br />

gençlik eserlerinden sonra Berg, Schoenberg ile çalışmaya başladığında ilk<br />

olarak Yedi Şarkı’yı yazdı. Schumann, VVagner, Debussy ve genç Schoenberg<br />

etkilerini birleştiren bu yapıtı Berg, yıllar sonra yeniden tezgâhına almış,<br />

piyano eşliğini oıkestralamıştır. Opus numarası taşıyan ilk bestesi, piyano<br />

sonatı, geçmişe bağlı olmakla birlikte, Berg’in geleceğinin belirtilerini<br />

de taşımaktadır. Wagner’i andıran bir kromatism bu tek bölümlü sona­<br />

149


tın armonik dilidir. Sıkı bir doku, teinleri, motifleri geliştirmekte genç<br />

Berg’in gösterdiği hüner, yoğun, sıcak bir duygu akımı, başlıca özellikleridir.<br />

Op. 2 şarkılarında kendini tonalite bağlarından az daha sıyıran Berg,<br />

Op. 3 Yaylı Dörtü’de on iki nota düzeninin gerektirdiği yapı özelliklerine<br />

doğru yönelmeye başlamıştır. Artık armoniler kontrapuntadan doğmakta,<br />

bağımsız çizgilerin çatışmasıyla ortaya çıkmaktadır.<br />

Op. 4, Viyanalı şair Paul Altenberg’in posta kartı şiirleri üzerine bestelenmiş<br />

beş şarkı, ilk seslendirilişinde dinleyicilerin tepkisiyle karşılanmasından<br />

beri pek seyrek dinletilmiştir, 1960 yılında plağı yayınlanmış olmakla<br />

birlikte notası o geç tarihte bile henüz yayınlanmamıştı. Oysa "Altenberg<br />

Lieder" Berg’in en başarılı yapıtlarından biridir ve orkestra yazısı,<br />

çağdaş Viyana okulunun (Schoenberg, Berg ve W ebem ’in) orkestra yazışırım<br />

simgesi sayılan tını özellikleriyle (yaylı tremololan, flütün dil titretmeleri,<br />

vs.) doludur. Klarnet ve Orkestra için Op. S Dört Parça’da besteci,<br />

her bir parçanın kısalığı içinde, dört bölümlü sonat biçimini uygulamış, daha<br />

doğrusu yorumlamıştır. Op. 6 Orkestra için Ü ç Parça ise Berg’in bir<br />

yandan kontrapunta, öte yandan orkestra renkleri arama yolundaki buluşlarının<br />

sonucudur. Orkestreda artık sesler çiftlenmemekte, çalgıların tını<br />

özellikleri gözetilmekte, âkorlann her bir sesi bir başka çalgıya verilmektedir.<br />

Berg’in ayırtı katlan üzerindeki titizliği, yepyeni denebilecek bir açıklık-koyuluk<br />

anlayışı ortaya çıkarmaktadır.<br />

Berg, sözü geçen orkestra parçalarının İkincisini Wozzeck operasına<br />

hazırlık saymıştı. 1914 yılında yazdığı orkestra parçalarından 1921 yılına kadar<br />

bu opera üstünde çalışmaktan başka bir şey yapmış, başka bir yapıt<br />

vermiş değildir. Aynı sürede Schoenberg’in de on iki nota düzenini geliştirme<br />

çalışmalan dışında başka hiçbir müzik yazmadığını görüyoruz. On dokuzuncu<br />

yüzyılın ilk yansında yaşamış Alman şairi ve oyun yazan Georg<br />

Büchner’in aynı adlı oyununu libretto seçen,^oyunun yirmi beş sahnesini<br />

on beşe indiren Berg, müzik bakımından geleneksel biçimleri işlemektedir<br />

Süit, sonat, scherzo, rondo, vb. Berg operası için şunlan söylüyor<br />

"Wozzeck’i bestelemekle opera sanatında reform yapmak ya da bir okul<br />

kurmak, başka bestecilere örnek olmak istemiş değilim. İyi müzik yazmak,<br />

Büchner’in ölmez oyununun şiir özünü müzikle anlatmak, bir de tiyatroya<br />

doğasında bulunan bir şeyi, daha da yeğinlikle vermek istedim. Demektir<br />

ki, müziğin tiyatroya karşı olan sorumluluğunu unutmadan besteleme amacını<br />

gözettim. Dinleyici, bu operadaki müzik biçimlerini ne kadar yakından<br />

tanırsa tanısın, bu biçimlerin kuruluşunu, işlenişini çözümlemekte ne<br />

kadar görgülü ve bilgili olursa olsun, perde açıldıktan kapanana kadar o<br />

dinleyicinin, salondaki öbür dinleyiciler gibi, herhangi bir dinleyici gibi,<br />

müzikteki biçim çalışmasının farkına varmamasını, yalnız ve yalnız opera<br />

kavramının bilinci içinde kalmamasını istiyorum. Bana öyle geliyor ki bunu<br />

da başardım."<br />

"Wozzeck"ten sonra Berg, iki tane çalgı müziği yapıtı verdi. 1923-25<br />

150


yıllan arasında bestelediği keman, piyano ve nefes çalgıları için Oda Konsertosunda<br />

henüz on iki nota tekniğine yanaşmış değildir. Bununla birlikte,<br />

Schoenberg’in yönteminin bazı özelliklerini konsertoda görüyoruz.<br />

Özellikle, ilk bölümde temi kuran notalann ikinci çeşitlemeden tersine dizilmesi,<br />

üçüncü çeşitlemedeyse çevrilmiş olarak sıralanması... 1926 yılında<br />

bestelenmiş, yaylı dörtlü için "Lirik Süit"te ise Berg ilk olarak on iki nota<br />

yazışım kullanmıştır. Bununla birlikte yapıtın tümü, on iki nota dizisine dayanmamaktadır.<br />

Berg’in tümünde on iki notayı kullandığı ilk müziği, 1929<br />

yılında bestelediği Der Wein (Şarap) adlı, soprano ve orkestra için konser<br />

aryasıdır.<br />

Berg’in son müziği Keman Konsertosudur. Besteciyi bu müziği yazmaya<br />

götüren duygu, yakın bir dostunun, Gustav Mahler’in dul karısının<br />

kızı Manon Gropius’un ölümü oldu. "Bir Meleğin Anısına" diye bir sunu<br />

taşıyan konsertoyu Berg, Manon için bir ağıt olsun diye besteledi ama yapıt<br />

sonuçta bestecinin kendi ağıtı oldu. İki ana bölümü olan yapıtta bir konu,<br />

bir "program” izlenmektedir: Genç kızın saflığı, canlılığı, sevinci, ölümle<br />

savaşı, can çekişmesi, sonuçta kendini ölüme bırakışı... On iki nota dilini<br />

kullanışında Berg’in bu yapıtta gösterdiği hüner, tona armoniye bağlanabilecek<br />

sonuçlara varması bakımından önemlidir. Böylece Berg’in, atonal<br />

müzikle tonal müzik arasında bir bağ kurma çabasında olduğu, dizisel yapıyı<br />

tonal müzik gereklerine uydurmak istediği görülmektedir.<br />

ANTO N VVEBERN<br />

İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana, çeyrek yüzyıla yakın bir<br />

süreyle, genç bestecilerin en çok ömek aldıkları besteci Anton Webern<br />

(1883-1945) olmuştur. O kadar ki 1945’ten sonrasına "Webem çağı" adı verilebilir.<br />

Webem’in yapıtlarının aşın kısalığı, dış görünüşlerindeki aşın yalınlık,<br />

gençleri bu örneği seçmeye götürmüştür. VVebem çağının artık tarihe<br />

kanşmaya başladığı bugünlerde bile bestecilik alam, VVebem’in kişiliksiz<br />

kopyalanma doludur. Pierre Boulez gibi, Luigi Nono gibi, W ebem ’den<br />

aldıklarım kendi kişilikleri içinde eritmeye çalışanlar ve sonra yeni yollara<br />

yönelenler pek azdır.<br />

Ömrü boyunca W ebem ’in ilgi görmemesinin nedeni, yazdıklannın<br />

pek seyrek çalınmış olmasıdır. Hele ömrünün son on yılında politik nedenler<br />

yüzünden W ebem ’in müziği -h ele anayurdunda- hemen hemen hiç<br />

dinletilmemiştir denebilir. Ancak 1945’ten, Nazilerin politika alanından silinip<br />

gitmelerinden sonradır ki müzik dünyası, çağımızın bu büyük yenileyicisinin<br />

müziğini yavaş yavaş tanımaya başlamıştır. Amerika'da Columbia<br />

firmasının Webern’in (sonradan bulunan unutulmuş yapıtlar dışmda) bütün<br />

yazdıklarını dört tane uzun çalan plak üstünde toplayıp yayınlaması<br />

(bugüne kadar hiçbir bestecinin varamadığı ergi) müziğinin artık bütün<br />

dünyaya yayılma olanağım sağlamıştır. Kuşku yoktur ki bestecilerin büyük<br />

151


ir çoğunluğunun bütün yapıtlarım birkaç plaklık tek bir albüm içinde toplamak<br />

olanaksızdır. Wagner’in tek bir operasının altı tane plak gerektirdiğini<br />

hatırlamak yeter. W ebem ’in yapıtlarının kısalığı bu ergiye yol hazırlamıştır.<br />

Gereksiz süslerden, gereksiz tekrarlardan kurtulmuş, anlatılmak isteneni<br />

en kestirme yoldan anlatmış olan bu müzik, W ebem ’in ileriyi gösteren<br />

çalışmalarının yalnız bir yanıdır.<br />

W ebem ’in opus numarası taşıyan ilk yapıtı, 1908 yılında yazmış olduğu,<br />

Brahms, VVagner, Strauss ve Schoenberg etkileri taşıyan "Passacaglia"-<br />

dır. W ebem bu müziği bestelemeden dört yıl önce Schoenberg ile tanışmıştı.<br />

"Viyanalı Üçler", Schoenberg ile iki öğrencisi, Berg ve Webem, her<br />

gün buluşurlar, çalışırlar, tartışırlardı. O yılların, atonalitenin geliştiği yıllar<br />

olduğunu bir kere daha hatırlatalım.<br />

Tassacaglia" W ebem kişiliğinin önemli çizgilerinden birçoğunu taşımaktadır.<br />

Özellikle motif, tim ve ayırtı çeşitlemeleri... Bestecinin sonraki<br />

çalışmaları hep bu çeşitleme (variation) öğesine dayanacaktır. Bir düşünüşü<br />

geliştirmek, büyütmek değil, geliştirmek, W ebem ’in müziğinde başlıca<br />

özellik olmuştur. "Passacaglia” henüz tonal müziktir. Fakat Webem, Op. 3<br />

şarkılarından başlayarak atonal alana girecektir. Bir yandan da eski biçim<br />

anlayışından, özellikle bakışımlardan (symetrie) kaçınacak, melodik-ritmik<br />

hücrelerin sonat gereklerine göre değil kontrapunta yöntemlerine uygun<br />

olarak gelişmesi üzerinde çalışacaktır. Çalgı tınılan bakımından Webem,<br />

çizgilerin türlü çalgılar arasında parçalanması, dağıtılması bakımından Schoenberg<br />

ve Berg’den çok daha ileri gitmiştir. Bu bakıma Webern’i, resimdeki<br />

noktacılara benzetenler vardır. Doğru değil. Çünkü W ebem’de çizgilerin<br />

parçalanması bir "noktalama” değil, "zincirleme” ortaya çıkarmaktadır.<br />

H er halkası aynı renkte bir zincir... Bundan başka, resimdeki noktacılann<br />

tersine Webem, müziğinde, ister ince olsun ister kalın, bir doku kurmayı<br />

gözetmemiştir.<br />

W ebem ’in Op. 9 Bagatelleri, Op. 10 Orkestra İçin Beş Parça’sı, Op.<br />

11 Viyolonsel ve Piyano İçin Ü ç Parçası, en kısa yapıttan arasındadır. Bu<br />

müziklerdeki on dört parçadan her biri ortalama kırk saniye kadar sürer.<br />

W ebem ’in kısalık kaygısı yalnızca, romantik müziğin uzunluklarına karşı<br />

bir tepki sayılmamalıdır. Besteci, tek bir düşünüşü anlatmak, Schoenberg’in<br />

VVebem için dediği gibi "bir nefeste bir roman anlatmak” için kısa<br />

olmak istemiştir. Gerçi kısalık kaygısına Schoenberg’te de raslıyoruz ama<br />

bu besteci Op. 19 piyano parçalannda birkaç saniyelik süreler içinde “romanlar<br />

anlatma” başansına erişmişken, sondaki yapıtlannda Brahms’m kullandığından<br />

ayrı olmayan bir zaman ölçüsüne dönmüştür. Oysa Webern kısalıktan<br />

hiç ayrılmamıştır. Bundan başka Webern kısa parçalannda, büyük<br />

biçimleri, kısaltılmış, özetlenmiş olarak sunmuş değildir, yepyeni, kendine<br />

özgü biçimler işlemiştir Webem'in müziği yalnız kısalığıyla değil, sessizliğiyle<br />

de dikkat çeker. Denebilir ki hiçbir besteci, NVebem kadar, susmayı<br />

değerlendirme başansını göstermiş değildir.<br />

152


Bestecinin on iki nota düzenine ilk başvurduğu yapıt, 1925 yılında<br />

yazdığı Op. 17 'Geleneksel Ü ç Koşuk'tur. Soprano ve çalgılar için yazılmış<br />

olan bu yapıtta yeni düzenin gerektirdiği yeni bir ritm anlayışı kendini<br />

göstermektedir. Op. 17’ye gelene kadar, armoniye dayanmayan bir çoksesiıı<br />

gerektirdiği özgür bir ritm anlayışının sonuçlarından biri olan üçlemeler<br />

(triolet’ler) türlü birleştirmeler ve hızlarda, başka bestecilerin tek ve<br />

çift ritm birliklerinden faydalanmalarım andırırcasına kullanılmaktadır.<br />

O p..l7de, Schoenberg’in ilk on iki nota müziklerinde görüldüğü gibi, nota<br />

tekrarlarından ileri gelen ve kimi inceleyicinin "mors alfabesi ritmi" diye<br />

adlandırdığı bir ritm anlayışı belirtmiştir.<br />

VVebern, Op. 11 ile Op. 19 arasındaki bütün yapıtlarım insan sesi<br />

için yazmıştır. Hem, bestecinin yazdıklarının büyük bir çoğunluğu "vokal"<br />

müziğidir. Op. 20 Yaylı Üçlü, Op. 11 viyolonsel parçalarından bu yana yazdığı<br />

ilk çalgı müziği olmuştu; demektir ki Webem, 1914’ten 1927’ye kadar<br />

-çalgı eşliğiyle de olsa- yalnız insan sesi için müzik yazmıştır. On iki nota<br />

dizisini, tonal müziğin ve geleneksel armoninin yarattığı biçimlere uydurmaya<br />

çalışan Schoenberg’e karşılık Webern, salt ve toptan çeşitleme ortamını<br />

seçmiştir. Tek bir ayrıntı, söz konusu üçlü’dür. Bu yapıtta Webem’i,<br />

Schoenberg’teki gibi bir uyumlulukla değilse bile, gene de klasik biçimlerin<br />

içinde görüyoruz. Bununla birlikte çeşitleme düşünüşü gene de<br />

eksik değildir. Op. 21 Senfoni ve Op. 22 Dörtlü’de ise W ebem başka bir<br />

klasik öğeyi ele almıştır: Yinelemeleri. N e var ki klasik ustalardan beri hiçbir<br />

bestecide kuruluş oranlan, yinelemeleri bu yapıtlarda olduğunca gerekli<br />

ve görevsel duruma getirmemiştir.<br />

W ebem yalnız yapıtlarının içindeki sessizlik sürelerine değil, bir yapıtıyla<br />

öbürü arasındaki sessizliğe de önem vermiştir. Bu bakıma W ebem ’in<br />

her bir eseri, hele trio’dan sonra yazdıkları, bestecinin yeni araştırmalar süresinde<br />

"başından geçenleri" değil, doğrudan doğruya araştırmama sonucunu,<br />

amacım, kendisini yansıtır. W ebem 1908’den 1943’e kadar 31 yapıt vermiştir.<br />

Demektir ki her bir yıla, ortalama uzunluğu beş dakika olan tek<br />

bir yapıt düşüyor. Op. 20 Üçlü’den sonraki yapıtlar arasındaki süre kimi<br />

kere üç dört yıl kadar uzamaktadır.<br />

Piyano için ve orkestra için yazdığı çeşitlemelerde ve yaylı dörtlüsünde<br />

Webem, çokses anlığının sınınna varmış sayılabilir. Koro eserlerinaeyse<br />

besteci, bu anlık yanında, belki çalgı müziğinde olduğundan daha da<br />

çokses güzelliği, tim güzelliği araştırmaktadır. Bundan başka bu yapıtlar,<br />

özellikle kantatları, W ebem ’in dramatik müzik yazma isteğinin tanıtlarıdır.<br />

Bestecinin doğa sevgisi de bu yapıtlarda en güçlü anlatımım bulmuştur.<br />

153


VARESE VE YENİ SES DÜNYALARI<br />

W ebem de, müzikte son sözü söylemiş değildi. Gerçi yeni bir müziğin<br />

kapışım aralamıştı ama, batı müziğinin artık gereksizleşmiş, işe yaramaz<br />

geleneklerinden daha birçoğunun yerine yenileri konmalıydı. Oysa<br />

Webem, genellikle, gelenekler içinde çalışmıştı. Getirdiği en önemli yenilik,<br />

belirli yükseklikleri olan sesleri bir yandan yeniden yorumlanmış çokses<br />

yöntemleri içinde, öte yandan gelişmiş bir tim bilinciyle, sonuçta düşey<br />

yazıyı da, yatay yazıyı da aşan yeni bir görev anlayışına uyarak yapıyla ilintili<br />

amaçlar için kullanmaktı. N e var ki Webern ritm sorunlarıyla olsun,<br />

doğrudan doğruya akustik sorunlarıyla olsun, aynı orantıda ilgilenmemişti.<br />

Eşit aralıklı (tempreri) düzeni de sorguya çekmiş değildi. Başlıca yapıtlarından<br />

birçoğunu 1920’lerde, demektir ki VVebern’in on iki nota yazısına<br />

yeni bir görünüş kazandırmaya başladığı sıralarda veren Edgard Varöse<br />

(1885-1965) dizisel yazı ile hiç ilgilenmemiş, doğrudan doğruya söz konusu<br />

sorunlara, müzik sanatının ana öğesi olan "ses nesnesinin daha somut<br />

bir yolda kullanılışıyla ilintili sorunlara eğilmiştir. Vardığı sonuçlar Webem<br />

sonrası dünyasını yöneltmektedir ve Varese, müzik yaratıcılığında yalnızca<br />

çalgıların sağladığı sınırlı bir tını dünyası ile yetinilmeyip çevremizdeki<br />

bütün seslerden yararlanılması yolunda girişilen ve elektronik gereçlerden<br />

yararlanarak müzik yapılması sonucuna varan çalışmaların öncüsüdür.<br />

Bugün belki hiçbir çağdaş bestecinin yirminci yüzyıl toplumundaki<br />

durumu ve müzik piyasasındaki başansımn katı, çağımızda müzik yoğaltıcılarının<br />

beğeni geriliğini, Edgard Varöse’in durumu ve tecimsel başarısızlığı<br />

kadar iyi anlatamaz. Varfese, orta dinleyicinin anlayış ve benimseme yetisini,<br />

öbür çağdaş ustalara kıyasla çok aşan ilericiliği yüzünden bu duruma<br />

düşmüştür. Bugün ancak sınırlı bir çevre Varöse’in sanatına ilgi ve saygı<br />

göstermektedir. Bununla birlikte varöse’in müziğinin, sınırlı çevrelerde saygınlık<br />

kazanmadan önce, her çalındığı yerde, ister bestecinin yanında ister<br />

ona karşıt olsun, yeğin tepkilerle karşılaşması, orta dinleyicinin bu müziğe<br />

hiç olmazsa ilgisiz kalmadığının tanıtıdır.<br />

Varese’in müziğinin çok seyrek çalınması bir kere, alışılmış çalgılar<br />

için müzik yazmamasından ilen gelir. Yapıtları arasında piyano ya da keman<br />

müziği, şarkı resitallerinde yer alabilecek parçalar, sahne müziği vb.<br />

yoktur ki çalgıcılığın ve şarkıcılığın geleneksel kesimlerinde onun yapıtlarına<br />

bir yakınlık gösterebilsin. Bundan başka Varese’in müziği, diyelim ki<br />

Schoenberg’in dizisel düzeni gibi, müzik öğretiminde yer alabilecek kurallar<br />

ve kuramlar da vermemektedir. Başvurulan ses gereçlerini akustik niteliklerine<br />

dayanan bu müzik kuram olarak ancak sesbilimle ilgili olanları<br />

düşündürmektedir ki bu yolda bir öğretim için de konservatuarlar kendilerini<br />

henüz görevli saymamaktadırlar.<br />

Varfese’in müziği görünürde bütün gelenek bağlarım kopartmıştır.<br />

"Görünürde" demek gerekir, çünkü yapıtları gene de Fransız müziğinin<br />

154


soylu geleneklerine, özellikle Leonninus ve Perotinus gibi ortaçağ ustalarına,<br />

sonra Berlioz’a, Satie’ye ve Debussy’ye bir şeyler borçlu olduğunu sezdirmektedir.<br />

N e var ki "gelenek” söz konusu olduğunda Edgar Varese asıl,<br />

yepyeni bir geleneğin başlanası olarak önem kazanır. Oysa Varfcse’in akademik<br />

çerçeve içinde sağlam bir müzik eğitimi görmüş olması bakımından,<br />

yaratıa kişiliği müzik tarihinin en büyük devrimcilerinden biri olarak<br />

kazandığı durumun tam karşıtı bir yolda gelişseydi bu olağan sayılabilirdi.<br />

N e var ki her öğretileni körükörüne tanımaktan kaçman, gereksizliklere<br />

başkaldırmasını bilen, varsayımları sorguya çeken Varfese daha Paris’te Schola<br />

Cantorum’da Vincent d’Indy’nin öğrencisiyken, d’Indy’nin kişilik kurutucu<br />

öğretimine başkaldırmış, buna karşı Roussel ile Widor’un öğrettiklerinde<br />

kimliğine daha yakın yanlar bulmuş, Debussy, Massenet ve Romain<br />

Rolland’ca korunmuş, bunlann yamnda Mahler, Richard Strauss ve Busoni<br />

gibi çağın ileri gelen müzik düşünürleri genç Varfese’in ilerici davranışlarım<br />

candan desteklemişlerdi. Varöse’in o günlerde ne türlü bir müzik<br />

yazdığı konusunda elde bir tanıt yoktur. İlk dünya savaşı sırasında Berlin’de<br />

bestecinin ilk yapıtlarından birçoğu yanmış, elde kalanları da besteci<br />

kendi yok etmiştir. Varfese bunlann, 1921 yılından sonra Amerika’da<br />

yazdığı yapıtlarda beliren üslûbunun bir simgesi olamayacağım, eski şeyleri<br />

saklamanın gereksiz olduğunu söylüyor.<br />

1921’den 1965’e kadar Varfese katalogundaki yapıtların sayısı yalnızca<br />

on dörttür. 1937 yılından başlayarak ikinci savaş sonuna kadar müzik yazmayı<br />

bırakmıştı. Çünkü eldeki gereçlerin istediği türden bir müziği engellediğine<br />

inanıyordu. 1938 yılma varana kadar eldeki gereçlerle, demektir ki<br />

çalgılarla, ne yapılabilirse yapmıştı. Burada jıe 'yapılabilirse yapmıştı” gibi<br />

önem küçültücü anlam rengi olan bir deyişin kullanılması yanıltmasın; çünkü<br />

Varöse’in çalgı müziği alanmda verdiği yapıtlar müzik sanatının evriminin<br />

en ileri durumunun örneği olmuşlardır. Çalgıların düşünülmemiş, araştırılmamış<br />

olanaklarım son sınıra kadar araştırma ve uygulama çabasını<br />

gösteren Varfese bu ortamı beklenmedik bir zenginliğe ulaştırmış ve çalgı<br />

müziğinden çıkan veriler yeni bir çağın, elektronik ve "somut" müzik çağlımı<br />

temeli olmuştur.<br />

Varfese çalgıların tim özelliklerini, başka bestecilerin tonaliteyi kullanmaları<br />

gibi kullanır. Varfese’in müziği için geleneksel anlamda armoniden<br />

söz edilemez. Çünkü onun müziğinde armoni kavramı, türlü çalgıların türlü<br />

alanlarda çıkardıkları seslerin birleştirilmesi yönünden ele alınmalıdır.<br />

Varese notaları, tınılardan ayrı olarak düşünmemiştir. Diyelim ki klarnetin<br />

ses alanındaki üç "re" notası birbirlerinden başkadır; klarnetin en alt "re"si<br />

ile trombonun aynı yükseklikteki "re" notası, akustik özelliklerinin ayrılığı<br />

açısından, aynı görevi dolduramaz. Octandre gibi, Integmles gibi yapıtları<br />

hep Varesein tını araştırmalarının ufuk açıcı sonuçlandır. Bunlann yanında<br />

Varfese, ortalama (tempferfe) düzeni de, belirli nota yükseklikleri olmayan<br />

çalgılar için, vurma çalgılan için yazdığı Ionisation ’da sorguya çekmiş,<br />

155


u çalgıların yanında iki tane de canavar düdüğü kullanarak söz konusu<br />

düzenin sınırlarına bilinçle başkaldırması gerektiğini anlatmıştır.<br />

Ancak şu var ki Varfese, bütün soylu yaratıcılar gibi, gereçlerim amaç<br />

saymamış, her şeyden önce anlatımı gözetmiştir. Bununla birlikte müziği<br />

"fizik" etkisi çoğu kere dinleyiciyi, bu müziğin anlamına ulaştırmaktan alıkoyan<br />

Fransız eleştirmen Emile Vuillermoz’un da belirttiği gibi "her dinleyişte<br />

bu yapıt gittikçe artan bir saygı ve hayranlık uyandırıyor, yapıtı inceledikçe,<br />

çalgıların kullanılışındaki değişiklikten çok müziğin özü, güzelliği ilgi<br />

çekmeye başlıyor." Eleştirmen Tntögrales'dan söz etmektedir; fakat dedikleri,<br />

Varöse'in bütün yazdıkları için doğrudur. Yalnız değişik bir teknik,<br />

yalnız yeni gereçler bir besteciyi büyük yapmak için yeterli değildir.<br />

Varfese’in büyüklüğü de, nitekim, değişik ortamları, değişik gereçleri, yeni<br />

biçimleri hep özün, kişisel anlatımın hizmetine koşmasındadır.<br />

Varöse yıllar önce "gün gelecek, bestecilerle mühendisler elele verip<br />

çalışacaklar" demişti. Bu işbirliğinin gerçekleşme oranı üzerinde tartışılabilirse<br />

de kestirinin bir ölçüde doğrulandığım görüyoruz. Nitekim, ikinci savaştan<br />

önce, hem eldeki gereçleri gözettiği amaçlar için yeterli bulmadığından,<br />

hem de o yılların gerici etkenlerinin yaygınlığı nedeniyle müziğine<br />

gösterilen ilgisizliğin karşısında kırgınlığa düştüğü için bestelemeyi bırakan<br />

Varöse, ikinci dünya savaşı sırasında manyetik şerit üzerine ses kaydetme<br />

tekniğinin gelişmesi üzerine, bu ortamın sağladığı kolaylıklardan yararlanıp<br />

yeniden bestelemeye başlamış, "manyetik şerit müziği" ortamında<br />

-kendi deyimiyle son organist (düzenlenmiş ses) ortamında- iki yapıt<br />

vermiştir: Çalgılar ve manyetik şerit için Deserts (Çöller) ve 1958 Brüksel<br />

Sergisinde Philips pavyonu için mimar L e Corbusier’nin işbirliğiyle bir "sanatlar<br />

birleşimi" (mimarlık-müzik-resim) olarak hazırladığı Poeme Electronique...<br />

Özellikle bu ikinci yapıt, on beş kanaldan stereofonik olarak yayınlanıp<br />

dinleyiciyi çepeçevre sarması ve ışıkla, hareketle, renkle ve mimarlıkla<br />

birleşmesi bakımından bestecinin müziği hem de uzay (espace) içinde<br />

varolan bir olay diye görüşünün örneğidir. Hangi ortam için yazmış olursa<br />

olsun Varöse, bütün yapıtlarıyla, günündeki bestecilerin en önemlisi, en<br />

büyüğü, en güçlüsü durumundaydı, ölümünden, 1965’ten bu yana ise müziğinin<br />

evrimi, Varöse’den alınacak derslerin bitmediğini göstermektedir.<br />

156


ELEKTRONİK VE "SOMUT" MÜZİKLER<br />

Genel anlamında elektronik müzik tammı, her türlü elektronik gereçten<br />

yararlanarak besteleme ya da seslendirmenin bütün alanlarını kapsar.<br />

Bununla birlikte, manyetik şeridin gelişmesinden önce elektronik çalgılarla<br />

yapılan müziğin konumuzla ilgisi olmaması gerekir. Çünkü bu çalgılar<br />

(Theremin, Hellertion, Trautonium, Ondes Martenot, vb.) orkestra çalgılannınkine<br />

kıyasla değişik tınılar sağlamış olmakla birlikte, geleneksel çalgıların<br />

yanında yer alamadıkları gibi, müzik yaratıcılığına yeni bir yol açabilme<br />

olanaklarını da sağlayamamışlardı. Bugünün sayılan gitgide artan<br />

elektronik çalgılan, bireştireçleri (synthesizers) de, eski günlerin elektronik<br />

çalgılan gibi, sağladıklan yeni olanakların yanında, hele geleneksel çalgıların<br />

seslerini, diyelim ki trompeti ya da kemanı ya da piyanoyu, yansıtma<br />

amacıyla kullanıldıklarında, ses dağarına, zenginlik bir yana, yozluk ve kısırlık<br />

getirmiş sayılabilirler. Bu çalgılar, elektronik ortamda çalışan besteci<br />

için gerçi ses kaynağıdırlar, ama bunlarla sunulan çalgı müziği, elektronik<br />

müzik değildir. Çünkü elektronik müzik bir besteleme ortamıdır.<br />

Bu ortama uygulanan sınırlı bir tanımla elektronik müzik, yalnız<br />

elektronik ses üretme gereçlerinden yararlanarak gerçekleştirilen müziği<br />

anlatır, özellikle Almanya’da Kolonya radyosunun •stüdyosunda çalışan<br />

besteciler topluluğu bu yolda önemli çalışmalar yapmışlardır. Kolonya okulu<br />

bestecilerinden kullandıkları ses kaynaklan bakımından aynlanlar, hem<br />

gerektiğinde elektronik kaynaklı sesleri hem de mikrofon aracılığıyla toplanan<br />

doğa seslerini, çalgı seslerini kullanmışlardır. Bunlar, yaptıklan müziğe<br />

türlü adlar vermişlerdir. Örneğin Edgard Varfese, bu yolda yaptığı müziğe,<br />

yukarda da değindiğimiz gibi, "son organisâ" (düzenlenmiş ya da örgütlenmiş<br />

ses) diyordu. New York’t a Columbia Üniversitesinin, somadan Columbia-Princeton<br />

Electronic Music Çenter adım alan laboratuvannda çalışan<br />

Vladimir Ussachevsky ile Otto Luening, tape music (manyetofon müziği<br />

ya da ses şeridi müziği deyimiyle yetiniyorlardı. Fransız radyosunun<br />

stüdyolarında Pierre Schaeffer önderliğinde çalışan bestecilerse müziklerini<br />

musigue concr&te (sout müzik) deyimiyle anlatıyorlardı. Yılların geçme­<br />

157


siyle, ses kaynağına göre yapılan bu gereksiz ayırım geçerliğini yitirmiş,<br />

kullanılan ses kaynağı ne olursa olsun, ses şeridi üzerinde bestelenen ve<br />

ses şeridinden (ya da oradan plağa geçirilmiş olarak) dinletilen müzikler,<br />

"elektronik müzik" olarak adlandırılmıştır.<br />

Elektronikle ilintili kaynakları müzik yaratıcılığı ortamı olarak kullanma<br />

ancak, manyetofonun 1945’ten sonra bir yaygınlığa ulaşması nedeniyle<br />

ikinci dünya savaşından sonra gerçekleşebilmiştir. Bununla birlikte İtalyan<br />

piyanist ve bestecisi Ferrurio Busoni, elektroniğin müzik yaratıcılığında<br />

kullanılmasından söz etmişti. Bestecileri elektroniğin olanaklarım araştırmaya<br />

götüren nedenler, bir yandan çalgıların sınırları, öte yandan da müzik<br />

yorumcularının (şarkıcıların, orkestra yönetmenlerinin) bestecinin isteklerini,<br />

düşüncelerini asbna uygun olarak, bozmadan, değiştirmeden çoğu<br />

kez yansıtamamalandır. 1948 yılında Pierre Schaeffer, gürültülerden yararlanarak<br />

düzenlediği bestelerle bir konser sunmuş, 1951 yılında Fransız<br />

radyosu özel olarak gereçlenmiş bir stüdyoyu Schaeffer’e ve onunla birlikte<br />

çalışanlara ayırmış, birkaç ay sonra da Almanya’da, Kolonya radyosundaki<br />

stüdyo kurulmuştur. Amerika’da Luenning ile Ussachevsky elektronik<br />

müzik üzerindeki ilk deneylerini 1951 yılında yapmışlardır.<br />

Pierre Schaeffer’in (1910) önderliğindeki bestecilerin yaptığı türde<br />

elektronik müziğe tnusique concrite (somut müzik) denmesinin nedeni,<br />

gerçekte, bu bestecilerin doğa ve çalgı sesleri kullanmaları, önceleri elektronik<br />

seslerden kaçınmaları değildir. Nitekim Schaeffer, sonraki yapıtlarından<br />

birinde, 1975 yılının ürünü Le Tridre fertile’âe yalnız elektronik ses<br />

kaynaklarından yararlanmıştır. Schaeffer’in, yeni müziğin en etken, en<br />

önemli öğreti kitaplarından biri olarak bilinmesi gereken Traiti des objets<br />

musicaıoc (Müziksel Nesneler Üzerine Bilimsel İnceleme) adlı çalışmasında<br />

da belirttiği gibi somut müzik, alışılmış müzikten, somut olarak yaratılmasıyla<br />

ayrılır. Oysa alışılmış müzik önce nota kâğıdı üzerine, soyut olarak<br />

yazılır; sonra, yorumcularca seslendirildiğinde, somutlaşır. Gerçi elektronik<br />

müzik bestecisinin, düşünüşlerini, izleyeceği işlemleri saptamak amacıyla<br />

notaya başvurduğu olur ama, bir elektronik yapıt somut olarak gerçekleştiğinde<br />

nota gereksiz kalır. Yapıt, ses şeridi üzerinde, dinletilmeye hazırdır;<br />

onu yeniden seslendirecek bir yorumcu düşünülemez<br />

Yapıtlarım hazırlarken bestecilerin başvurdukları ana yöntemler şunlardır:<br />

l ) Alman seslerin yüksekliğini, manyetofonun hızını yavaşlatarak ya<br />

da hızlandırarak, değiştirmek (Pierre Schaeffer bu iş için, "phonogfene" adını<br />

verdiği bir gereç kullanırdı; bu gereçte şerit üzerine kaydedilmiş sesler,<br />

kromatik gamın derecelerine göre dönüş hızı ayarlanmış olarak çalınır ve<br />

yeniden kaydedilir); 2) Sesin çıkmasını sağlayan ilk darbeyi (attcıque\) kesip<br />

atmak ve sesin yalnız gövdesinden yararlanmak; 3) Sesi manyetofonda<br />

tersten çalarak kullanmak; 4) Seslerin armoniklerini süzmek ya da bunların<br />

büyüklük aralarını değiştirmek; 5) Yankılandırmak, Manyetofon müziğinin<br />

geleneksel çalgılarla birlikte kullanıldığı da olmuştur. Örneğin Lue-<br />

158


ning ile Ussachevsky’nin "Rapsodik Çeşitlemelerimde ya da "Poem"inde<br />

manyetofon müziği, orkestra eşliğiyle çalınır. Varese’in Deseıts’inüe ise orkestra<br />

ve "düzenlenmiş ses" bölümleri birbirini izler. İki ortamı birleştiren<br />

yapıtların sayısı son yıllarda artadurmaktadır.<br />

İster doğrudan doğruya elektronik seslerden, ister doğa seslerinden<br />

yararlanılarak yapılsın, elektronik müziğin besteciye çok geniş olanaklar<br />

verdiğ, bundan başka gerçekleşmek, ses koşuluna ulaştırılmak için yorumculara<br />

uyruk olmayan "tümlenmiş" müzik yapıtları yaratma erkinliğini sağladığı<br />

bir gerçektir Nitekim elektronik müzik, tıpkı resim sanatında olduğu<br />

gibi, yaratıcıyı gereçlerinden tam bir özgünlükle ve kesinlikle yararlanma<br />

ve ortaya, "icracı-yorumcu" denen bir aracıya başvurma zorundan kurtulmuş,<br />

dinleyiciye doğrudan doğruya ulaştırabilen yapılar çıkartmakta etkinleştirmektedir<br />

Bir yandan çalgıların sınırlarım aşma çabalan, öte yandan elektronik<br />

müzik ortamının sağladığı zengin ses kaynaklannın işlenişindeki kurallar,<br />

birçok besteciyi yeni yöntemler, yeni kuramlar geliştirme yolunda esinlemiştir.<br />

Bunların arasında iki Fransız önemle yükseliyor, önceleri, sofuluğunun<br />

da etkisiyle, dinle ilgili konularda değeri pek de yüksek olmayan müzikler<br />

yazan Olivier Messiaen (1908), sonradan doğa seslerini, hele özellikle<br />

ilgilendiği kuş seslerini kesinlikle notalama çabasının ürünü olan ritm<br />

ve tını bağdaşımlarıyla yazılı müziğin sınırlarım genişletmiştir. Messiaen’ın<br />

elektronik ortamda bestelediği Tımbres-duries adlı kısa yapıt hem de tını<br />

ve süre ilişkileri üzerinde kuramsal bir çalışmanın örneklenmesi olarak<br />

önem kazanmıştır.<br />

Müziğindeki etkiler bakımından bir W ebem sonrası bestecisi olan,<br />

hem de kendini Debussy’nin ardılı olarak görmek isteyen Pierre Boulez<br />

(1925), dizisel yöntemleri yalnız nota yüksekliklerinin düzenlenmesine değil,<br />

ritmlere, tınılara ve ayrıntılara da uygulaması bakımından, kapsamlı,<br />

"toptan" bir dizisel bestecidir. Alışılmışın dışmda gereç arama kaygısı, bir<br />

yandan da Debussy etkisi Boulez’i, Le Marteau sarts maftre adlı yapıtında<br />

olduğu gibi, uzak doğu müziğiyle, özellikle İndonezya müziğyle ilgilenmeye<br />

götürmüş, hem de düşgeli (aliatoire) yöntemlerin örgütlenmesine yöneltmiştir.<br />

1952 yılında Pierre Schaeffer’in yanında, somut müzik alanmda<br />

iki Etüde besteleyen Boulez sonradan, biraz da kendisine yeterince aldırmayan<br />

bir müzik çevresinde patırtı kopararak ilgi toplama çabasıyla, Schaeffer<br />

okuluna kargaşacılık suçlamasıyla saldırmaya koyulmuş, bu da onu<br />

Fransız müzik çevrelerinde egemen bir duruma yükseltmeye yetmediğinde,<br />

yıllar boyunca dış ülkelerde orkestra yönetmeni olarak çalışmalarını<br />

sürdürmüş, özellikle New York Filârmoni’nin yönetmeni olarak büyük bir<br />

ün kazanmış, sonuçta "kendi yurdunda peygamber" durumuna erişmiş,<br />

1975 yılında Paris’te, müzikle akustiğin uyumu yolunda araştırmaların yapılması<br />

amacım gözeten IR C A M ’ı (Institııt de Recheıvhe et de Coondination<br />

Acoustique/Musique) kurmuştur. Oysa Pierre Schaeffer ve onunla bir­<br />

159


likte çalışanlar, 1948’den bu yana sürdürdükleri çalışmaların yeni bir evresi<br />

olarak, 1958 yılında, Fransa radyosunda, Müzik Araştırmaları Merkezi’ni,<br />

G R M ’ı (Groupe de Recherches Musicales) kurmuşlardı bile. Böylece<br />

Paris’te IR C A M ile G R M , birbirlerine koşut, giderek yarışma durumunda<br />

iki örgüt olarak çalışmalarım ilerletmeye başlamışlardır. Bunlardan GRM ,<br />

hem bu örgütte süTekli olarak çalışan, hem de geçici sürelerle, bu ara konuk<br />

olarak, orada bestelemiş, Pierre Henıy, Luc Ferrari, Bemard Parmegiani,<br />

Ivo Malec, Guy Reibel, Jean Schwartz, Michel Chion ve 1966’dan sonra<br />

örgütü yöneten François Bayie gibi seçkin bestecilerin verdikleri birçoğu<br />

üstün önem taşıyan yapıtlarla, yalnız Fransız müziğini değil, çağdaş müzik<br />

yaratıcılığını bir doruğa yükseltmiştir. Oysa IR C A M , Fransız hükümetinden<br />

gördüğü yüklü para yardımına karşın, kurulduğundan bu yana süregelen<br />

kısırlığının da örneklediği gibi, bir çıkmaz içindedir. Boulez ise, orkestra<br />

yönetmenliğini bırakıp besteciliğe dönmesinden bu yana verdiği yapıtlarda,<br />

önceki yapıtlarının ışığında beklenen aşamalara ulaşmış değildir.<br />

Bestelemeye başladığı sıralarda Schaeffer’le çalışmış ve onun desteğini<br />

görmüş olmakla birlikte, Fransa’da yaşayan Yunan bestecisi Yannis Xenakis<br />

(1922), yapıtlarım hep duygulardan uzak, soyut, matematik bir yaklaşımla<br />

vermiştir. Oysa gerek elektronik, gerekse çalgı müziğinde Xenakis,<br />

bu yaklaşımıyla, güçlü ve ayrık bir kişiliğin ürünü, hem de somut değerlen<br />

çok yüksek yapıtlar ortaya çıkarmıştır.<br />

Verdiği çok az sayıda yapıt arasmda, pek seyrek çalman ama çağdaş<br />

müzik çevrelerinde sözü geçen bir piyano sonatı ve Schaeffer’le çalıştığı sıralarda<br />

ses şeridi üzerinde bestelediği bir de Etüde bulunan Jean Barraqu6<br />

(1928-1973), Hermann Broch’un Le Mort de Virgile (Virgile’in ölü ­<br />

mü) adlı romanma dayanarak yazadurmakta olduğu çok uzun ve türlü ortamlarda<br />

bölümleri olan bir besteyi bitiremeden ölmüştür, özellikle bir dizisel<br />

ortam bestecisi olan Barraque’nin müziğine gelecek günlerde yeni bir<br />

ilgi doğarsa, onun kimi eleştirmence yüceltilmesi belki doğrulanabilir<br />

Deneyciler arasında Jean Dubuffet’nin (1901-1985), çağdaş müziğin<br />

akımlan dışında kalan özel bir durumu vardır. Resim sanatının geçmişini,<br />

geleneklerini ve evrimini çok iyi bildiğini, ama bunlan unutmaya çalışarak<br />

resim yaptığını; oysa müzik bilmediğini, bu bakıma kazançlı sayılması gerektiğini;<br />

binlerce yıl öncenin ilkel insanı gibi kendini özgürce anlatmak<br />

için, canının çektiği gibi müzik yaptığını belirten bu seçkin Fransız ressam,<br />

ömrü boyunca ancak 1960 ve 61 yıllarında, birkaç aylık bir süre içinde, çalmasını<br />

bilmediği çalgılardan ve ses şeridinden yararlanarak, yoldamları bakımından<br />

elektronik müzik sayılabilecek, ama hiçbir bestecinin müziğine<br />

benzemeyen, bütün çağdaş akımlar ve okullardan ayn duran, tümüyle özgün,<br />

üstün önemde müzikler yaratmıştır.<br />

Başlangıçta Herbert Eimert, Gottfried Michael Koenig, Mauricio Kagel<br />

gibi bestecilerden de önemli öncü çalışmalar yaptıkları Kolonya Batı<br />

Alman Radyosu (W D R ) stüdyosu, özellikle Kalheinz Stockhausen’in<br />

160


(1928) güçlü kişiliğiyle çağdaş müzik belgelerinde bir yer almıştır. Kontakte<br />

ve Gesang derJünglinge (Gençlerin Şarkısı) gibi, elektronik müziğin başyapıtları<br />

arasında sayılan bestelerinden sonra Stockhausen, çoğu kez elektronik<br />

ses değiştirme gereçleriyle "canlı" müziği birleştiren ve kendi seçtiği<br />

yorumcularca, kendi yönetiminde seslendirilen birçok yapıt vermiştir. "Kişilerdeki<br />

Alfa dalgalarının niceliklerini değiştirerek, insanı, yeryüzünden ayırıp,<br />

uzaya, güneş dizgesinin ötesine yollama" amacını gözeten çalışmalara<br />

ve ömrünün geri kalan yıllarını, bittiğinde dinletilmesi bir hafta sürecek<br />

olan Licht (Işık) adlı bir yapıtm bestelenmesine adamış olan Stockhausen'in<br />

müzik yapıtları, düşüncelerinden, sözlerinden çok daha önemlidir.<br />

Bugün yalnız batı ve doğu Avrupa ülkelerinde değil, yeryüzünün birçok<br />

ülkesinde, çoğunlukla radyo istasyonlarında ya da üniversitelerde kurulmuş,<br />

pek çok elektronik müzik stüdyosu vardır. Bu ara Amerika Birleşik<br />

Devletlerinde yüzlerce üniversitede elektronik müzik stüdyoları kurulmuş,<br />

gitgide birçok besteci kendi özel stüdyolarını da kurmuşlardır. N e yazık<br />

ki, çağdaş sanat müziğinin yığınlara ulaştınlmaması, giderek günümüzün<br />

geçmiye yönelik "klasik" müzik çevrelerinde de kapalı kapılarla karşılaşması<br />

nedeniyle, elektronik müziğin artık çok zenginleşmiş ve içinde birçok<br />

önemli yapıtm bulunduğu dağan, yeterince tanınma ve değerlendirilme<br />

durumuna ulaşamamıştır. Böylece, bestecilik sanatma gerçek koşulunu<br />

sağlayan elektronik müzik, çağdaş müziğin karanlığa gömülmüş öbür kesimleri<br />

gibi, henüz gün ışığına çıkmayı beklemektedir.<br />

CHARLES IVES VE AM E R İK AN M Ü ZİĞ İ<br />

Amerikan bestecileri arasında etkisi özellikle Fransa’da, hele Boulez’in<br />

1950’lerde yıllarca yönettiği Domaine Musical konserleri çevresinde<br />

duyulan bir Amerikalı besteci, manyetofon müziğiyle yetinmeyip, ses dünyasının<br />

en akla gelmedik gereçlerinden yararlanmaya çalışan John Cage’-<br />

dir (1912). Cage adı özellikle "hazırlanmış piyano" buluşuyla anılır. Piyanonun<br />

telleri araşma lastik gibi, tahta parçası gibi, vida gibi türlü nesneler<br />

yerleştirip çalgının gerek tınılarını, gerekse notaların ses yüksekliklerini değiştirmesi,<br />

bundan başka türlü gürültüler (bu ara rasgele açılıp kapatılan<br />

radyolar) için hazırlandığı, sur (şans) işlemlerine dayanan parçaları Cage’i<br />

ilerici bestecilerin adı en çok geçenlerinden biri olma durumuna yükseltilmiş,<br />

etkisi gitgide bütün dünyaya yayılmıştır, öğrencilerinden biri. Morton<br />

Feldman (1926-1987) Cage’in deneylerini uygulaması yanında bir de, yorumcuya<br />

büyük özgürlükler sağlayan notalama yöntemiyle tanınır. "Graph"<br />

yöntemi diye tanınan bu notalama yönteminde her bir çalgının ancak ne<br />

türlü bir zaman ölçüsü içinde, belirli sürelerde çalgının hangi alanlarında<br />

çalacağı gibi sınırlı yöneltmeler belirtilmiş, gerisi çalgıcının kendine özgü<br />

eylemlerine bırakılmıştır. Feldman’m doğrudan doğruya geleneksel notalama<br />

yoluyla yazılmış yapıtları bu bestecinin yaratış gücünün tanıtları olmak-<br />

Müzık Tarihi, F.: 11 161


la birlikte "Graph" yöntemiyle yazdıktan, yaratış oluşumunun önemli bir<br />

bölümünü yorumcuya bıraktığı için, bestecinin kişisel özellikleri üzerinde<br />

bir yargıya vanlmasım güçleştirmektedir. N e var ki, çalgıcıyla bestecinin işbirliğini<br />

sağlayan yoldamlann gelişedurduğu bir çağda, bu yolda yargılar<br />

için yeni dayanaklar gerekir.<br />

Amerika'nın, çağdaş müziğin en büyük ustaları yanında yer alabilecek<br />

güçte bestecisi Charles Ives (1874-1954) hiçbir zaman ün kazanma,<br />

müziğini piyasaya sürme ve piyasanın gereklerine uyma amacım gözetmediği<br />

için besteleri ancak ömrünün son yıllarında tanınmaya başlamıştır. Yapıtlarının<br />

çoğunu 1915 yılından önce veren, sonraları birkaç şarkıdan başka<br />

bir şey yazmayan Ives, ömrünün ilk kırk yılında verdiği yapıtlarla yirminci<br />

yüzyıl müzik yaratıcılığının en önemli öncülerinden ve en kişisel anlatıcılarından<br />

biri olarak tanınmıştır, özgürlüğünü elde tutmak için besteciliği<br />

meslek seçmeyen Ives, sağlam bir müzik eğitimi gördükten sonra, sigortacı<br />

olarak hayata atılmış, ancak geceleri müzik yazmıştır. Ives’in kişisel<br />

özgürlük anlayışı, müzik anlayışında da kendini gösterir. Geçen yüzyıl<br />

sonu ve bu yüzyılın başlarında verdiği yapıtlar daha sonra başka bestecilerin<br />

yaydığı ve kuramlaştırdığı dil yenilikleriyle doludur. Birden fazla tonalite<br />

kullanılmasını Stravinski ve Milhaud’dan önce, atonaliteyi Schoenberg’den<br />

önce, halk müziğinin sanat müziği gereklerine göre yorumlanmasını<br />

Bartok’tan önce, çeyrek tonları Haba’dan önce uygulayan Ives’dir.<br />

Ives’in müziğindeki en önemli öge, birbirlerinden bağımsız düşünüşlerin<br />

birlikte sunulmasıdır. Hele bu özelliği Ives’in müziğinin çalmışım çok<br />

güçleştirir. Bağımsız düşünüşlerin birlikte sunuluşunu Ives, bir bando şefi<br />

olan babasının türlü bando topluluklarını ayrı yerlere yerleştirip her birine<br />

ayn müzikler çaldırmasının etkisiyle yönelmiştir. Özellikle akustik alanında<br />

durup dinlenmez bir araştırıcı olan baba Ives oğlunun müzik evrimini<br />

geniş ölçüde etkilemiştir. Bundan başka halk müziğinin dürtüsü de Ives’ı<br />

birbirlerinden ayn yüzeylerde, ayn melodik düşünüşler, ayn tempo ve<br />

ritm özellikleri içinde ilerleyen müziklerin "üstüste” konmasına götürmüştür.<br />

Gençliğinde dinlediği köy müziğinin, bestecinin bu yolda yönelişinde<br />

etkisi büyüktür. Amerikan kasabalarındaki halk müziği çalgıcılannın çoğu<br />

usta çalgıcılar olmadığı için yaptıktan müzik çoğu kere yanlış notalarla ve<br />

bir çalgıcının ötekinden daha yavaş ya da daha hızlı çalması gibi beraberlik<br />

yoksunluklanyla doludur. Ives bu sesleri kendine özgür bir yazınm ana<br />

öğelerinden biri olarak kullanmıştır. Bu bakıma Ives’m müziğindeki çoksesin<br />

bir "gerçek çokses" olduğu söylenebilir. Örneğin, The Unansvvered Question<br />

(Karşılıksız Kalmış Soru) adlı parçası ayn yerlerde, birbirlerinden<br />

ayn müzikler çalan iki orkestranın kullanıldığı, iki ayn yönetmen gerektiren<br />

bir müziktir.<br />

Charles Ives, ilk yapıtlarında, Alman romantizminin etkisindedir. İlk<br />

şarkılan, senfonileri, Schumann ve Brahms yolunda, fakat bu etkinin kişisel<br />

bir anlatışla ve bestecinin ilerde müzik diline getireceği yeniliklerin ilk<br />

162


elirtilerini taşıyan kakışmalarla, birden fazla tonalitenin kullandığı geçitlerle,<br />

ritm aksamalarıyla beslendiği ve değiştirildiği müziklerdir. Dış dünya<br />

görünüşleriyle, müzik dışı konularla izlenmesi bakımından İves bir izlenimci<br />

olarak da görülebilir. Central Park in the Dark (Karanlıkta Central<br />

Park) adlı parçası, dış dünya seslerinin verdiği izlenimlerin şiir dolu bir anlatımla<br />

sunulması bakımından bestecinin bu davranışının simgesi olarak sunulabilir.<br />

En ünlü ve ömekleyici yapıtı olarak, genellikle, "Concord, Mass"<br />

adım taşıyan ikinci piyano sonatı gösterilir. Her bir bölümünde, geçen yüzyılın<br />

Amerikan düşünüşlerinden birinin (Emerson, Thoreau, vb.) çevresinin<br />

ya da kişiliğinin besteci üzerindeki izlenimlerinin anlatıldığı bu yapıtı<br />

"en anlamlı, en derin, en başarılı Amerikan bestesi" olarak tanıtan eleştirmenler<br />

vardır. "Concord" sonatının gerçekten, yalnız yüzyılımızın değil,<br />

müzik yaratıcılığının bütün geçmişinin en önemli yapıtlarından biri olduğu<br />

yadsmamaz.<br />

Ives etkisi ancak lÇSCfden sonra, daha genç Amerikan bestecilerinin<br />

müziğinde görülmeye başlanmıştır. Bunların arasında seçkin bir durum<br />

edinen Elliot Carter (1908), Gustav Holst, Nadia Boulanger ve Walter Piston<br />

yanmda gördüğü geleneksel yoldaki sağlam eğitimden yalnızca gelenek<br />

sınırlan içinde bir müzik yazmakta yararlanmakla kalmamış, özellikle<br />

Ives’in "ilintisiz düşünceler" öğesini Ives’a kıyasla daha sağlam, daha tutarlıklı<br />

bir yapı sağlama yolunda kullanmıştır. Bir yaratıcı olarak Ives’m katına<br />

yükselememiş olmakla birlikte Carter’ın özellikle yaylı dönlüleri, bu<br />

ara 1952 yılında yazdığı ikinci dörtlü bu besteciyi çağdaş yaratıcılığın en<br />

saygın katma yükseltecek güçte yapıtlardır. Ives’m gösterdiği yolda yürüyen<br />

Heruy Brant (1713), ayn yerlere yerleşmiş ve birbirlerinden ayn müzikler<br />

çalan orkestralar için yazılmış besteleriyle ilgi çekmiştir. Bugünün<br />

ve geçmişin bütün üslûplannda deneyler yapmanın bir bestecinin evrimi<br />

için gerekli olduğunu belirten Brant her ne kadar "bir yapıtımla bir öbürü<br />

arasında yüzeyde hiçbir dü ve üslûp benzeyişi yoktur" demekteyse de ilintisiz<br />

düşünceler öğesinden çoğunlukla yararlanması yapıtlarım birbirine gitgide<br />

benzetmektedir. Sonraki kuşağın, müziği çok daha iyi tanınması gereken<br />

bestecilerinden George Ftynn (1937), Ives’ın özellikle piyano müziğinden<br />

esinli, hem de bir politik bilinç yansıtan, Wound (Yara), Kana gibi yapıtlarında,<br />

atılgan, giderek kavgacı ve saldırgan sayılan, ama özgen ve aydın<br />

bir yaratıcı kişiliğin örneklerini vermiştir.<br />

Brant başlıca öğretmeni olarak bir başka deneyciyi, tanınmışlığını<br />

özellikle 1920’lerdeki haşan davranışlarıyla sağlamış, Avrupa'da hem besteci,<br />

hem de piyano virtüözü olarak ün yapmış olan George Antheil<br />

(1900-1948)’i göstermektedir. Femand Löger’nin bir filmi için hazırladığı<br />

Ballet M4canique adlı parçasını dört piyano ve türlü vurma çalgılan yanmda<br />

iki tane uçak pervanesi ve elektrik zilleri gibi alışılanın çok dışında bir<br />

orkestra için yazmış olmasıyla çağımızın deneycileri arasında saygın bir yer<br />

edinen Antheil sonralan sürekli olarak ilgi çekici bir müzik yazma başansı-<br />

163


m gösterememiş, daha çok Hollywood filmleri için yazdığı art düzey müziğiyle<br />

ününü sürdürmüştür. Bununla birlikte Antheill'in bu "uslanma çağı"-<br />

nın, uyumlu yapıtlarının arasında, hele senfonilerinde, çarpıcı sayfalar eksik<br />

değildir.<br />

Dizisel müzik yazan orta kuşak Amerikalıların en önemlisi, gençliğinde<br />

Avrupa’da eğitim gördüğü sıralarda Schoenberg’in yapıtlarına karşıt<br />

bir davranış takman, bununla birlikte gitgide AvusturyalI ustanın yöntemlerini<br />

benimseyen Wallingford Riegger’dir (1885-1961). Riegger, dizisel yöntemleri<br />

artık, yalın bir yazıyla, sağlam bir kuruluş ve kişisel bir anlatım<br />

amacıyla başarıyla kullanan bir bestecidir. İleri gelen diziselcilerden bir<br />

başkası, Roger Sessions (1896-1985), Riegger gibi, artık yerleşmiş gelenekler<br />

arasında yer almış bir dili daha eski biçimlere uygulaması bakımından<br />

bir "ilerici" sayılamazsa da bugün, yukarda sayılan Amerikan bestecilerinin<br />

hepsi gibi, müzik yoğaltıcılarının çoğunluğunun beğenilerinde en azından<br />

yarım yüzyıl geride kalmış olmaları nedeniyle "aşın modem" sayılmıştır.<br />

Bu yolda bir nitelendirme (yahut, suçlandırma) teknik ustalığını öznel değerlerle<br />

birleştiren, müziğinin hırçın, sinirli ritmleriyle ilgi çeken William<br />

Schumann’a da (1910) yöneltilmiştir. Bunların yanında, özellikle piyano<br />

müziğinde çalgının telleri üstünde çalmak ya da tuşlara yumruk ve dirsekle<br />

dokunarak ton e düşten (ses salkımları) adı verilen akorlar dizmek gibi<br />

araştırıcı çalışmalar yapmış olan Henry Cowell (1897-1965) müziğinin<br />

öbür öğelerinde aynı deneyciliği gösterememiş, yapıtlarında çoğu kere anlamlı,<br />

tutarlıklı kuruluşlara ve olağan dışı anlatışlara varamamıştır. Gene<br />

>de Cowell’in piyano parçalarından birçoğu, bu ara pek seyrek çalınan piyano<br />

konsertosu, yirminci yüzyıl müziğinin en önemli yapıtları arasında gösterilmeye<br />

değer. Bir başka deneyci, Harry Partch (1901-1974), sekizinci<br />

aralığının geleneksel 12 ses yerine 43 sese bölündüğü bir dizge kurmuş, bu<br />

dizgpi kendi yarattığı ve yaptığı çalgılara uygulayarak bestelemiştir.<br />

Gelenekçi Amerikalılar öbürlerine kıyasla daha büyük bir ün ve saygınlık<br />

kazanmış durumdadırlar. Bunların arasında Samuel Barber<br />

(1910-1981) on dokuzuncu yüzyıl geleneklerinin başarılı bir sürdürücüsüdür.<br />

Aaron Copland (1900) Billy The Kid,.Appaladuan Spring gibi bale<br />

müziklerinde Amerikan folklorunu tonal yöntemlerle birleştiren, yapıtlarının<br />

büyük bir çoğunluğunda melodik güçten yoksun, alız ve kuru bir yazıyı,<br />

Stravinsky'den çıkma ritmik görünüşlerle birlikte kendine özgü bir üslûbun<br />

belirli nitelikleri olarak yükseltmiş bir bestecidir. Şu da var ki, Copland’ın<br />

sonraki yapıtlarından biri, "Bir Büyük Kent İçin Müzik” adlı senfonik<br />

parça, Özgür ve zengin bir imgelem ürünü olmasıyla, bu bestecinin önceki<br />

yapıtlarıyla saptanmış kişiliğine aykırı, değeri yüksek özellikler taşımaktadır.<br />

Copland yanında bir "bilgisel tepkici" olarak tanıtılan Walter Piston<br />

(1894) da önemi aşırılıkla büyütülmüş bir bestecidir. Gelenekçiler arasında<br />

sağlam yapılı, aydınlık, hafif müziğiyle Douglas M oore (1893-1969),<br />

birçok senfonisi kişilik çizgilerinden yoksun olmayan Roy Harris<br />

164


(1898-1979) ve müziğinin romantik etkenlik taşıyan yapraklarıyla Howard<br />

Hanson (1896-1981) seçkin bir durumdadırlar.<br />

Geleneğe bağlı Amerikan bestecilerinin en ünlüsü, denebilir ki, İtalya<br />

doğumlu Giancarlo Menotti’dir (1911). Menotti özellikle opera alanında<br />

tanınmış ve Konsolos Medyum, Telefon gibi operaları dağar klasikleri<br />

arasında yer almaya başlamıştır. Operalarının librettolarını da kendi yazan<br />

Menotti besteciliğinin ve edebiyatçılığının kendi başlarına değerlerinden<br />

çok, müzik ile tiyatroyu kaynaştırmakta gösterdiği, bütün opera bestecilerine<br />

örnek olabilecek olağanüstü başarıyla seçkinleşmiştir. Puccini’yi izleyen<br />

Menotti, İtalyan gerçekçiliğini ( veıismo’yu) sürdürmüş, geliştirmiştir. Bununla<br />

birlikte Menotti’nin sonraki operaları, adı geçenlerin yanında güçsüz<br />

ve önemsiz kalmaktadırlar.<br />

Bir yandan Birleşik Amerika'nın ülke büyüklüğü ve nüfus sayısı, öte<br />

yandan müziğin Amerika’da bestecilik dışında, özellikle bilimsel alanda ve<br />

icracılık alanında, bütün dünyaya örnek olabilecek bir gelişme, ilerleme ve<br />

bolluk göstermesi, doğrudan doğruya yaratıcılık alanındaki önemli kişilerin<br />

azlığına bakışları yöneltmektedir. Gerçi Charles Ives gibi tekil, yalnız,<br />

özgür bir büyük yaratıcı; hafif müzik alanındaki başarısına koşut olarak,<br />

eğitimsizliğine aldırmadan, sanat müziğinde de üstün yetilerini tanıtlayan<br />

bir George Gershwin; olağanüstü yaratış gücünü caz müziği alanında gerçekleştiren<br />

bir Duke Ellington (1899-1974); John Cage gibi büyük bir müzik<br />

feylesofu ve çoğu kişinin yapıtlarını dinlemeye katlanmak istemediği,<br />

gene de, toptan diziselliğe, tüm örgütlenmeye ve işitme yetilerinin araştırılmasına<br />

dayanan kurumlanna saygı gösterdiği bir Milton Babbitt (1916),<br />

çağdaş bestecilik alamnda Amerika’yı Avrupa'nın başlıca müzik ülkeleriyle<br />

boy ölçüşebilecek duruma yükseltmektedirler. Bununla birlikte, bolluk ülkesi<br />

Amerika’dan bu alanda da bolluk beklenmesi çoğu gözlemciyi eli boş<br />

çıkarmaktadır. Yalnız bolluk söz konusuysa Amerika, büyük bir çoğunluğunun<br />

söyleyecek önemli bir sözü olmayan, üstelik sayısı gitgide artan, onbinlerce<br />

bestecisiyle yeterinden pek çoğunu vermiştir. Yeniden beirtmek<br />

gerekir ki bu besteciler, başka ülkelerin çağdaş bestecileri gibi, seslerini<br />

duyurma, düşük ya da yüksek olsun gerçek değerlerini tanıtma yolunda büyük<br />

engellerle karşı karşıyadırlar.<br />

N e ki Amerika, 1970'lerden bu yana gelişen ve müziğin dil öğelerini,<br />

anlatım araçlarını en aza indirmeyi gözeten "minimalism" akımıyla, özellikle<br />

Philip Glass (1937) ve John Adams’ın (1927) müziğiyle uluslararası çapta<br />

bir büyük etki kaynağı durumuna yükselmiştir. Glass’ın, Adams’ın ve<br />

yeryüzünün çoğu ülkesinde onların yolunda giden sayısız genç bestecinin<br />

"minîmalist" müziğini, alfabenin ilk birkaç sayfasındaki sözcükleri yineleme<br />

yoluyla art arda dizip roman yazma gibi bir benzetmeyle anlatabiliriz.<br />

"Minimalisni’m yakınılması gereken yaygınlığı, müziğin olsun, bulaştığı<br />

öbür sanatların olsun evrimlerini durdurmakla kalmayıp, sanatları yüzyıllar<br />

önce bile düşünülmemiş bir geriliğe, ilkelliğe götürmüştür.<br />

165


SOVYET RUSYA’DA BESTECİLİK<br />

Sovyet Rusya’da Bolşevik rejiminin müziği halka indirme isteği, halkın<br />

anlamayacağı sandan her türlü deneyici davranışa set çekmiş, Sovyet<br />

bestecilerinin araştırıcı çalışmalarım engellemiştir. Başlangıçta Sovyet bestecilerine<br />

halkın müziğine yönelmeleri salık verilmiş, "çarlık çağının romantismine"<br />

sırt çevirmeleri istenmiş, böylece yaratış çalışmalarına boyunduruk<br />

takılmıştır. Bununla birlikte, halkın hoşlandığı müziğin gene de "çarlık<br />

çağının romantik müziği" olduğu görüldüğü için bu kere de bestecilere o<br />

yolda müzik yazmaları buyruğu verilmiş, Çaykovski gibi, Glazunof gibi,<br />

hatta Bolşevik Rusya’sına dönmek istemeyip kendini Amerika’ya süren<br />

Rahmaninof gibi bestecilerin müziği baştacı edilmiş, örnek gösterilmiştir.<br />

Ülkenin yöneticileri ileri gelen Sovyet bestecilerini arada sırada "çökmekte<br />

olan buıjuva biçimciliğine uyan" müzikler yazdıkları için azarlarlar.<br />

Bu gibi bir suçlandırmayla ne demek istedikleri apaçık anlaşılmamaktadır.<br />

Çünkü, azarlanan bestecilerin ülkenin büyüklerince hoşa giden müzikleri<br />

batının "çökmekte olan buıjuva" çevrelerinin de hoşuna gitmektedir, biçimciliğe<br />

gelince, aynı müzikler, söz konusu bestecilerin kötülenen müziklerine<br />

kıyasla batının gerici, tutucu biçimlerine çok daha uygundurlar. Sovyet<br />

bestecilerinin uğradıkları suçlandırmalardan sonra özür dilemek amacıyla<br />

yazdıkları müziklerin niteliklerine, öte yandan da Sovyet çalgıcılarının, şarkıcılarının,<br />

orkestra yönetmenlerinin çoğunlukla seçtikleri müziklerin türlerine<br />

bakarak bugün Sovyet Rusya'da rejimin bestecilere verdiği yaratıcılık<br />

reçetesini şöyle özetlemek eldedir: 1) Kolay anlaşılır ve söylenebilir melodiler<br />

yazmak, 2) Müzik dilinde her türlü deneyden kaçınmak, 3) Kakışmalı<br />

("dissonant") çoksesten ve atonal ya da dizisel dilden kaçınmak; 4) Rahmaninofunkinden<br />

daha ileri bir armonik dilden sakınmak, S) Sovyet yaşayışını<br />

konu alan operalar yazmak, 6) Daha çok şarkı ve koro müziği yazmak,<br />

ilgiyi genel olarak halkın şarkılarına çevirmek ve batıyı unutmak.<br />

ilk bakışta şaşırtıcı olan, bir sanatçının nasıl olup da yaratış hayatını<br />

bu türlü bir diktaya uydurabildiğidir. Alman yazan Thomas Mann da böyle<br />

bir soruyu karşılıksız bırakıyor. "Batılı bir yazar için Rusya’daki havayı<br />

anlamak güçtür, diyor. Onca, örneğin bir Şostakoviç’in, ülkenin yöneticileri<br />

önünde neden diz çöktüğünü anlamak çok güçtür. "Bununla birlikte ortaçağda<br />

sanatçılar kilisenin dogmalan altında yaşarlar ve kendilerini bir<br />

orantıda özgür sayarlardı. Bir sanatçı, çerçevesi aşılamayacak bir düşünüşün<br />

sınırlan içinde çalışabilir mi? Bilmiyorum."<br />

Thomas Mann bilsin bilmesin, gerçek ortadadır. Devletin yaratıcıya<br />

taktığı boyunduruğun savunuculuğunu yapan, azarlandığı zaman özür dileyen,<br />

hem de böyle bir ülkede yaşamayı seçmiş olan bir kişinin, yaptığı seçimin<br />

sorumunu yüklenmesinde ve sonuçlarına katlanmasında beklenmedik<br />

bir şey yoktur. Bununla birlikte Sovyetlerin ileri gelen bestecilerinde, yaratış<br />

hayatına yüklenen dogmaların dışına doğru taşma istekleri de arada bir<br />

166


sezilmektedir.<br />

Bu dogmaların henüz saptanmadığı evrede, devrimin ilk yılları boyunca,<br />

Sovyet müziği, öbür sanatlar gibi, ilerici bir yolda yürüyordu. Böylece,<br />

eskiyle bağlarım koparmış olması gereken bir devrim toplumunun gelişmesine<br />

koşut bir müziğin ne olması gerektiği tanımlanıyordu. Devrim yıllarında<br />

yazdığı yapıtlarla, özellikle ilk üç senfonisiyle ve Burun operasıyla Şostakoviç;<br />

Zavod ("Dem ir Dökmehanesi") ve piyano konsertosu gibi ilerici<br />

bir dilde yazdığı proleter müzikleri yüzünden Sovyet bürokratlarınca köylerde<br />

halk şarkıları toplama cezasına çarptırılan Aieksandr M osolof<br />

(1900-1973); atonal ve dizisel müzikler yazan, hem de yayınladığı bir dergiyle<br />

devrim müziğinin baş sözcüsü durumuna yükselen, ama sonradan, ilerici<br />

tutumunun cezası olarak Uzbekistan’a bir halk operası yazmaya gönderilip<br />

"hizaya getirilmesi” istenen Nikolai Roslavetz (1881-1944), devrim yıllarında,<br />

1929’larda, öncü Sovyet müziğinin seçkin yaratıcılarıydı. Devrimin<br />

büyük ozanı Vladimir Mayakovski’nin 1930 yılında, gerici buıjuva sanatının<br />

ilkelerine koşut olarak geliştirilen "toplumsal gerçekçi" dogmalann baskısına<br />

dayanamayıp kendini öldürmesi, Sovyet Rusya’da öncü ve ilerici bir<br />

devrim sanatının geliştirilmesi yolundaki çabaların sona ermesini belirten<br />

mutsuz bir olaydır.<br />

Çağdaş Sovyet bestecileri arasmda Sergey Prokofiyef (1891-1953) orta<br />

kuşağın üyesidir, özellikle İlya Mummetz senfonisiyle tanınan Reinhold<br />

Glifere Kafkas Skeçleri ile ün yapmış Mihayl İpolitof-İvanof gibi Bolşevik<br />

devriminden önce yetişmiş bestecilerle, Şostakoviç, Hacatuıyan, Hrenikof<br />

gibi "gençler" arasında yer alır. Prokofiyef, 1920’lerin, devrim yıllarının kaynaşmalarına,<br />

coşkularına, öncü atılımlanna yabancı kaldığı gibi, sanat görüşlerini<br />

sonradan "toplumsal gerçekçiliğe" uydurma yolunda da büyük bir<br />

çaba göstermiş değildir. Prokofîyefin 1917’den ister önce ister sonra olsun,<br />

yazdığı yapıtlara bir göz atınca bunların büyük bir çoğunluğunda bir<br />

amaç tekliği görülür. Bu amaç tekliğinin ne olduğunu Prokofiyef "daha yalın<br />

olmaya, daha çok melodi vermeye çalışıyorum. Toplum kakışmalardan<br />

usanmıştır. Daha yalın, daha melodik bir müzik istiyoruz. Kakışmaları<br />

Bach da kullanmıştı. Oysa başkaları tuzun yanında bibere de el attılar.<br />

Böylece müzik bir karabiber kutusu oldu çıktı. Kakışmanın artık müziğin<br />

öğelerinden yalnız biri olarak eski yerine dönmesini ve melodinin gereklerine<br />

uymasını istiyoruz” sözleriyle anlatmıştır. Böyle bir konuşma herhangi<br />

bir burjuva çevrede, "çağdaş müziğin aşırılıklarından” söz eden, beğenileri<br />

gelişmemiş kişilerin çevresinde kulağa çatınabilir. Nitekim, 'çökmekte<br />

olan buıjuva beğenilerine" göre batıda yazılan ilerici müziklerin batının<br />

burjuva çevrelerinde hiç ilgi görmeyip rejimin salık verdiği sözde "proletarya"<br />

müziğinin batı burjuvalarının gözdesi drumuna geçmesi de bugün Sovyet<br />

Rusya’da reçetesi verilen sanatın gericiliğinin, tepkiciliğinin bir tanıtıdır.<br />

Prokofiyef de, öbür yoldaş bestecilerin ileri gelenleri gibi rejimin iste-<br />

167


ğıne aykırı müzik yazmakla suçlandınlmıştır. Çünkü Prokofiyef te, yalınlık<br />

ve melodicilik eğilimleri yarımda, Sovyet estetiğinin kurallarına tıpatıp uymayan<br />

yanlar vardır. 1948 yılında Prokofiyef, Şostakoviç, Haçaturyan, M i-<br />

ya&kovski, Şebalin ve Popofla birlikte Politibüro’nun gözünden düştü ve<br />

yapıtları dağarlardan atıldı. Bunun üzerine Prokofiyef ve beş yoldaşı K o­<br />

münist Partisi Merkez Komitesine "yola getirildikleri için" teşekkür ettiler,<br />

bir daha yapmayacaklarım söylediler. Kısa zamanda yeniden göze girdiler.<br />

Yedinci Senfonisi, Prokofiyefin yirminci yüzyıl ortasında değil de, on dokzuncu<br />

yüzyıl sonunda yazılmış olduğu sanısını veren diliyle bir "özür dileme"<br />

müziğidir.<br />

- Piyanist olarak Prokofiyef besteciliğinden ayrı bir meslek hayatı sürdürmemiş,<br />

resitallere ve orkestra konserlerine asıl kendi yapıtlarının yorumcusu<br />

olarak çıkmıştır. İlk piyano yapıtlarında Prokofiyef, kurallara başkaldıran<br />

bir "afacan çocuk" ünü yapmıştır. Nitekim konservatuar bilgiçliği<br />

hiçbir zaman onu ilgilendirmemiş, Prokofiyef konservatuar sıralan dışında<br />

tek bir fuga bile yazmamıştır; insan kulağının, bir arada çalınan üç melodiden<br />

çoğunu izleyemeyeceğine inanır. Onca kontrapuntada ana melodi dışında<br />

kalan sesler ancak bir fotoğrafın bulanık çizgilerine benzeyebilirler.<br />

Prokofiyefin önemli yapıtlarının ilki, 1914 yılında yazdığı İsküt Süiti,<br />

devrimden sonra, hele ömrünün son yıllarında yazdığı müziklere kıyasla<br />

çok daha ileridir. Devrimin ilk günlerinde yazdığı Klasik Senfoni’nin biçimciliğine<br />

karşılık aynı yıl bir Sümer efsanesi üzerine bestelediği Yedidirler<br />

Yedi adlı yapıtı kakışmalarla beslenmiş bir "aşın modem" müzik olması bakımından<br />

"Klasik Senfonf'nin tam karşıtıdır. Apaçık görülmektedir ki Prokofiyef<br />

kendine bir üslûp aramaktadır. Seçtiği, tonal ve modal armoni olmuş,<br />

kromatisme ancak yer yer işine geldiğince başvurmuş, izlenimcilikten<br />

kaçınmış, kakışmaları ancak müziğin "tadım tuzunu" arttırmak için kullanmış,<br />

özellikle melodiye önem vermiştir. A d ı geçen yapıtları yanında Eisenstein’ın<br />

filmi için yazdığı Aleksandr Nevski kantatı, Peter ve Kuıt çocuk müziği,<br />

Kül Kedisi bale müziği, Teğmen Kije süiti ve piyano konsertolanndan<br />

üçüncüsü özellikle ünlüdür<br />

Prokofiyef etkisi yanında Çaykovski, Mahler ve Sibelius’den de esinli<br />

bir müzik yazan Dimitri Şostakoviç’in (1906-1975) başlıca niteliği, müziğindeki-yapı<br />

mantığı ve orkestralama ustalığıdır. Yapıtları arasında on beş<br />

senfonisi özel bir yer tutar, bunların hemen hemen hepsi, bestecinin kendi<br />

kendini eleştirme niteliğinden yoksunluğunun tanıtı olarak gösterilebilecek<br />

aşın bayağılıktaki sayfaları yanında, başarılı bölümleriyle Şostakoviç’i<br />

yirminci yüzyılın ileri gelen senfonicilerinden biri olma durumuna yükseltmiştir.<br />

Gençlik yıllarında, 1920’lerin Almanya'sında geçerlikte olan eğilimlerle<br />

ilgilenen, çağdaşı Viyanalıların müziğe getirdikleri yeni dile kulak veren<br />

ve bunu uygulamaya çalışan, yukarda da belirttiğimiz gibi devrim müziği<br />

yolunda önemli yapıtlar da veren Şostakoviç, Mzensk’li Lady Macbeth<br />

operasıyla ve dördüncü senfonisiyle rejimin zılgıtını yedikten sonra yola<br />

168


gelmiş, beşinci senfonisiyle yeniden göze girmişti.<br />

Bir başka senfonici, Nikolai Miyaskovski (1881-1950) 27 tane senfoni<br />

yazmış, esin kaynaklarında öznelden nesnele doğru yönelmiş, Bolşevik devrimiyle<br />

birlikte esin kaynaklarını halkta aramaya başlamış, doğrudan doğruya<br />

rejim konularım müzikle anlatmaya pek yeltenmemişse de, içinde yaşadığı<br />

toplumun ömrü boyunca değişen sorunlarıyla etkilenen müziği romantizmin<br />

geleneklerine bağlı derin ve içten anlatımıyla seçkinleşir. Yapıtlarında<br />

bir yandan kendi toplumunun folklorunu, Ermeni halk müziğini,<br />

öte yandan da Çaykovski’ye bağlanan Rus romantizmi geleneğini yansıtan<br />

Aram Haçatuıyan (1903-1978), Gayne balesiyle bütün dünyada büyük bir<br />

ün kazanmıştır. Müziği halk melodilerine dayanan çekiciliği ve dinleyicisine<br />

kolayca ulaşan etki gücüyle seçkinleşir.<br />

Çağdaş müziğin evrim koşullan içindeki akımlarım kapı dışarı etme<br />

çabaları gene de birçok Sovyet bestecisinin ileri bir dilde müzik yazmalarını<br />

engellememiştir. Bu bestecilerin arasında Edison Vasiliyeviç Denisof<br />

(1929) kendini Prokofîyeflerin, Şostakoviç’lerin ardılı saymaktaysa da yeni<br />

müziğin evrensel diline yönelmiş, önce dizisel sonra da düşgeli yöntemleriyle<br />

müzik yazmıştır. İlk yapıtlarında geleneksel bir yazı türü tutturan A lfred<br />

Schnittke (1934), sonradan dizisel yazıyla ve tim araştırmalanyla ilgilenmiş,<br />

yeğinlik katlarının özel bir anlam kazandığı müziğiyle Sovyet Rusya'nın<br />

en önemli ilericilerinden biri olarak yükselmiştir.<br />

M A O Ç İN ’İ VE SONRASI<br />

Çin’deki kültür devrimi yıllarından az önce, 1956 yılında, M ao "yüz çiçek<br />

yarıyana açsın, yüz düşünce okulu birbiriyle yarışsın" demişti. Devrimini<br />

sağlam temellere oturtmuş, her bir üyesini devrim ideolojisiyle koşullamış,<br />

en kısa deyişle "yeni insan”ı yaratmış bir toplumda yüz çiçeğin yanyana<br />

yetişmesinden korkulmaz. Yoksa, yeryüzünün bütün burjuva-kapitalist<br />

toplumlannda olduğu gibi, yetişen yüz çiçeğin çoğu zehirli çiçek ya da asalak<br />

olarak büyür.<br />

Kültür devriminin önderliğini yüklenen, M ao’nun eşi Bn. Çiyang<br />

Çing ile üç yoldaşının burjuva aydım olarak gördükleri eğitimi ve bu yoldaki<br />

yaşantılarını gözönünde tutarsak, evrensel burjuva-kapitalist dizgede sanatlara<br />

ne türlü bir görev verildiği konusunda çözümcü gözlemlerden yoksun<br />

olmalarının, zehirli çiçekleri ve asalakları zehirsizlerden ve köksüzlerden<br />

ayıramayışlanmn, kültür devrimini herhangi bir ulusalcı (giderek faşist)<br />

nitelikteki sanat kalkınması çabasının dar görüşlü ve bürokratça güdümüne<br />

yaraşır yoldalarla yöneltmelerinin, giderek kapitalist ülkelerde bile<br />

görevini doldurup çürüğe çıkarılmış tuzaklara düşürmelerinin önemli bir<br />

nedenini anlayabiliriz.<br />

Bn. Çiyang’ın yönetiminde gerçekleştirilen örnek yapıttan devrimsel<br />

içerik açısından hor göremeyiz. Am a yalnız içerik açısından. Tiyatro ala­<br />

169


nında, Bn. Çiyang’ın sözleriyle, "gereksiz geçmişi ansıtan oyunların yokedilmesi"<br />

önerisi, M ao’nun "cin, peri ve hortlak görüntülerini, imparatorları,<br />

soylu kişileri, generalleri, bakanlan, güzel kadın ve erkekleri çizen oyunların<br />

yasak edilmesi" yolundaki görüşüne uygundu. Müzik alalımdaysa, yabancı<br />

müziği yüceltmenin, eski müziği canlandırmalım, tarihin çarkım geri<br />

çevirme sonucunu doğuracağı belirtiliyordu. Bu görüşler, bütün devrim<br />

toplumlannda sanatlan yönelten temel düşünüşler olarak benimsenebilir<br />

Oysa Bn Çiyang’m örnek yapıtları, buıjuva kültürünün yaydığı ve yücelttiği<br />

köhne biçim ve dil öğelerine uygun olarak gerçekleştirilmişlerdi<br />

örneğin San Nehir Konsertosu, batımn terimsel kültürünün klasik müziği<br />

hem para kazanma amacıyla, hem de düşünce ve duygu deneti yolunda,<br />

sulandırıp, ballandırıp, yığınlara yutturmayı gözeterek geliştirdiği müzik<br />

türlerine, bir yandan Amerika’da ve birçok batı ülkesinde lokantalarda,<br />

asansörlerde, dükkânlarda, uçaklarda çalman ve Muzak denen hafif müziğe,<br />

öte yandan Hollyvvood filmlerinde bir zamanlar geçerli olan müzik türüne<br />

tümüyle uymaktadır. Kızıl Kadınlar Kolu ve Beyaz Saçlı Kız gibi balelerin<br />

müzikleri de benzer türdedir: Demek oluyor ki, hem Amerika’da,<br />

hem de 1930’dan bu yana Sovyet Rusya’da büyük geçerlik kazandırılmış<br />

olan ve on dokuzuncu yüzyıl sonu romantik müziğinin yalınlaştırılmış yoldamlanna<br />

dayanan bir müzik. Bale açısından da bu yapıtlar, romantik balenin<br />

diline ve yoldamlanna uygundur. Böylece Amerikan ve Sovyet düşmanı<br />

olması gereken M ao Çin’i, sanat politikasında, yeryüzüne gerici bir<br />

sanatı yaymak için el ele vermiş gibi görünen düşmanlarıyla birleşmek gibi<br />

korkunç bir çelişmeye düşmüştür.<br />

Oysa geleneksel Çin müziği, özellikle Pekin operasının müziği, batının<br />

ilerici sanat müziği açısından değerlendirilebilecek, yorumlanabilecek<br />

ses ve biçim öğeleri taşımaktadır. Devrimsel bir yaklaşımla bu öğelerden<br />

yararlanmak, geleneksel müziğin geçmişin yüküyle koşullanmış değişmeziğini<br />

dağıtmak, Pekin operasını şeytanlardan, tanrılardan kurtarıp devrimsel<br />

konulara kavuşturmak, hem de böylece uluslararası ilerici müziğe ve<br />

müzik-tiyatro birleşimine önemli bir katkı sağlamak, Çin kültür devriminin<br />

başlıca amaçlarından biri olabilirdi. Am a bunun için burjuva kültürü<br />

tutkusundan kurtulmuş olmak gerekirdi.<br />

Kültür devriminin örnek yapıtlarının birey yaratıcılarca değil de, Bn.<br />

Çiyang'ın yönetimindeki kurullarca ortaya çıkarılması bile, kapitalist ülkelerde,<br />

hele Amerika’da, büyük terime yönelik sanat dallarında, özellikle<br />

pop müziği ve sinema alanlarında, şirket yönetmenlerinin ve yapımcılarının<br />

yer aldığı bürokrat kurullarca, sanatçılara ne yapmaları, nelerden kaçınmaları<br />

gerektiğini buyuran örgütlerce uygulanan yapım işlemlerine çok<br />

benzemektedir<br />

Çin kültür devriminin yığınları ne türlü etkilemiş olduğunu, 1976 yılında<br />

Bn. Çiyang’m ve üç arkadaşının "Dörtler Çetesi” diye adlandırılıp "süpürülmelerini"<br />

izleyen ve gitgide Amerikan etkisiyle koşullanan yıllarda,<br />

170


kültür devriminin ilkelerine, öğelerine, öğretilerine halkın bir bağlılık göstermemesinden,<br />

devrimi hiç de benimsememiş olduğunu açığa koyan davranışlar<br />

göstermesinden anlıyoruz. 1970’lerin sonlarında Seiji Ozawa yönetiminde<br />

Boston Senfoni Orkestrası Pekin’de verdiği konserlerde, kültür<br />

devrimi yıllarında buıjuva kültür emperyalizminin simgesi olarak gösterilen<br />

Beethoven’in dokuzuncu senfonisini hem de Çinli çalgıcılarla ve şarkıcılarla<br />

birleşerek çaldığında, daha da ötesi, Amerikan bayrağını yücelten<br />

bir marşı, "Stars and Stripes Forever"i dinlettiğinde, Çinli dinleyicilerin<br />

coşkun kıvancı yüzlerinden okunuyordu.<br />

Bir devrim ülkesinde daha sanat kültürünün nereden nereye gittiğini,<br />

bilinçli amacı bu olmamakla birlikte, batıda müzik sanatınm yönelişini koşullayan<br />

köhnemiş değerlerin Çin’e egemen oluşunu belgeleyen bir ilimin<br />

adı çok iyi anlatmaktadır. Mao’dan Mozart’a.<br />

TÜ RLÜ ÜLKELERDE M Ü Z İK<br />

Bu bölümde, bundan önce sözü geçmemiş olan ünlü çağdaş bestecilere,<br />

uyruğu olduktan ya da doğdukian ülkelere göre ayrılmış bölümlerde<br />

değineceğiz.<br />

Almanya’da günümüzün en saygın bestecilerinden biri olan Cari O rff<br />

(1895-1982) ilkel müziğe yönelmiş, yalın ritmler ve melodilerle dinleyici<br />

üzerinde büyük bir etki gücü sağlayan bir müzik yazmıştır. Carmina Burana<br />

kantatı ya da Die Kluge (Akıllı K ız) operası O rffun üslûbunu en iyi<br />

simgeleyen yapıtlar arasında gösterilebilir. O rff hem de çocukların müzik<br />

eğitiminde ritme dayanan bir eğitim yönteminin kurucusudur ve bu yöntem<br />

yurdumuzda da uygulanmıştır.<br />

Cari Orff, müziğinin aşın yalınlığıyla, Nazi Almanya’sında büyük ün<br />

kazanmış, sanatlann evrimine karşı tutumuyla Alman müzik kültürünü kuraklaştıran<br />

Üçüncü Reich’ın gözbebeği olmuştu. 1945’ten sonra, öbür A v ­<br />

rupa ülkeleri gibi, Almanya da bırakılan yerden başlayıp ileri atılımlara giriştiyse<br />

de ancak iki bestecinin önderliğiyle uluslararası düzlemde bir yer<br />

edindi. Bu iki önderden başta gelenin, Stockhausen’in, yaratıcı kimliğine<br />

bundan önce (elektronik müzik bölümünde) değinmiştik. Öbürü, Hans<br />

W em er Henze (192b), Stockhausen’in gölgesinde kalmış olmakla birlikte,<br />

önceki kuşağın W em er Egk, VVolfgang Fortner ya da Boris Blacher’lerinden,<br />

kendi kuşağının Giselher Klebe ya da Wühelm Killmeyer’lerinden,<br />

genç kuşağın Aribert Reimann, Johannes Fritsch, Peter Ruzicka ya da<br />

Manfred Trojahn’lanndan önemi daha yüksek bir yaratıcıdır.<br />

Önceleri dizisel yolda yazan Henze, sonra özgür bir anlatım amacıyla<br />

bu yolu bırakmıştır. Boutevard Solitude, Elegyfor Young Lovers (G enç Sevgililer<br />

İçin A ğ t ), DerJunge Lord (Genç Lord) gibi operalarıyla uluslararası<br />

bir ün kazanmış, 1960’ların sonlarına doğru, öğrenci ayaklanmalarının<br />

da etkisiyle, politik konulan müziğinde yansıtmaya başlamış, 1968 yılında<br />

171


Che Guevara’ya ağıt olarak bestelediği Dos Floss der Medusa (Medusa’-<br />

nın Sah) adh oratoryosunun Hamburg’da karşılaştığı tepkileri yanıtlamak<br />

amacıyla, bariton ses ve oıkestra için bir de Versuch über Schweine (D o ­<br />

muzlar Üzerine Deneme) adh bir yapıt bestelemiştir. Verimli bir besteci<br />

olan Henze’nin politik konulu yapıtları, bu tür müziğe özellikle yaraşık sayılması<br />

gereten jleri, özgür, zengin ve ustalıkla kullanılmış bir müzik diliyle<br />

bestelenmiş olmakla birlikte, bu yapıtların sözleri, ulaştırdıkları politik<br />

bildiriler, anlaşılmak için okunması gereken, yer yer polemiğe de yönelen,<br />

müzikle birlikte dinlendiğinde kavranması güç özellikler taşırlar.<br />

Hanns Eisler, Paul Dessau ve özellikle Kurt Weill (1900-1950), A l­<br />

man politik müziğinde Henze’nin öncelleridir. İlk yapıtlarında, Schoenberg<br />

ve Mahler etkileri yoluyla da yansıyan anlatımcı (expressioniste) yanını<br />

ortaya koyan Weill, en başarılı müziklerini Bertolt Brecht’le işbirliği<br />

ederek bestelemiştir. Bunlann arasında Der Dreigmschenoper (Ü ç Metelik<br />

Operası, 1928) ve özellikle operanın politik konulara ne denli uygun bir<br />

ortam olduğunu büyük bir başarıyla tanıtlayan Aufstieg und Fail der Stadt<br />

Mahagonny (Mahagonny Kentinin Yükseliş ve Çöküşü, 1927-1929) üstün<br />

önemde yapıtlardır. Nazi’lerden kaçıp Amerika’ya sığınan Kurt W eill orada<br />

bir Broadway ve Hollywood bestecisi olmuş, her biri sınırlı bir başarıya<br />

ulaşmakla birlikte hoşa giden birkaç ezginin ötesinde kalıa değer taşımayan<br />

müzikli oyunlar yazmıştır.<br />

öm rü boyunca hem dizisel müzik yazmış, hem, politik inançları gereği,<br />

yalın şarkılar bestelemiş, hem de ikisi arası yapıtlar vermiş olan Hanns<br />

Eisler (1898-1962) de Brecht’in birçok oyunu için sahne müziği yazmıştır.<br />

Schoenberg’in öğrencisi olan Eisler, 1920’lerin Almanya’sında politik sanat<br />

yolunda ilerlerken, Nazi boyunduruğundan kurtulmak için, 1933 yılında<br />

Amerika’ya sığınmış, bir süre Hollywood’da Charlie Chaplin’in müzik<br />

yardımcısı olarak çahşmış, öğretmenlik de yapmış, ne ki politik geçmişi<br />

Amerika’da kalmasına olanak vermemiştir. 1948’de Avrupa’ya dönen Eisler,<br />

Doğu Almanya'nın "resmi" bestecisi durumuna yükseltilmiştir.<br />

Nazi Almanyası’ndan kaçan bir başka besteci, Paul Dessau<br />

(1894-1979), 1930’larda ve savaş yıllarında Amerika’da yaşamış, sonra Doğu<br />

Berlin’de Brecht’le işbirliği edip yazarın oyunlarına müzikler bestelemiştir.<br />

Bu ara, askeri diktatörlükleri yeren Das Verhör des Lukullus (Lukullus’un<br />

Duruşması) adh operası, Doğu Almanya’da yasaklanmış, sansürden<br />

geçtikten sonra Die Verurteilung des Lukullus (Lukullus’un Yargılanması)<br />

adım almıştır. Gençliğinde dizisel yöntemlerle yazan Dessau, sonra<br />

yalın bir yazı türüne yönelmiştir.<br />

Gençliğinde çevresinin toplumsal konularına yabancı kalmayan, sonra<br />

Nazi Almanya’sından uzaklaşıp bir süre Viyana’da Anton W ebem ’le çalışan,<br />

bunun ardından Kudüs’te, konservatuarda, müzik kuramı öğretmenliği<br />

yapan, sonuçta da Amerika’ya yerleşen önemli bir Alman besteci, Stefan<br />

Wolpe (1902-1972), ömrünün son yıllarında New York’ta, özellikle<br />

172


CoLmbıa Ümversitesi’nin çağdaş müzik konserleri çevresinde yüceltilmiştir.<br />

Tonal ve tonal yazıyı bağdaştırma yolundaki birçok yapıtı özellikle ölçü<br />

değişikliklerine dayanan bir çapraşıklık ve seslendirme güçlüğü gösterir.<br />

VVolpe de Brecht’in oyunları için müzik bestelemiştir: 1953 ve 1960 yıllarında,<br />

yazarın birer oyunu için bestelediği müzikler.<br />

ikinci savaştan sonra yükselen Alman bestecileri arasında, birçok yapıtında<br />

özel yetisini tanıtlayan Bem ol Alois Zimmerman (1918-1970), yıldızı<br />

uluslararası düzeyde parlamaya başladığı sıralarda kendini öldürmüştü.<br />

* * *<br />

öbür ülkelerin müziklerine değinmeden önce, John Cage’in, bir H ollandalI<br />

bestecinin sorusunu nasıl yanıtladığını analım.<br />

HollandalInın sorusu: "Amerika’da, geleneklerin o denli uzağında,<br />

bestelemek güç gelmiyor mu size?"<br />

Cage’in yamtı: "Hollanda’da, geleneklerin o denli yakınında, bestelemek<br />

güç gelmiyor mu size?”<br />

Bu söyleşinin iki yanında da gerçek payı olduğu görüşündeysek, geleneğin<br />

artık bir yere, bir bölgeye, bir ülkeye bağlı bulunmadığını, evrenselleşmiş<br />

olduğunu tanımak zorunda kalabiliriz.<br />

Yer önemli olmadığına göre, zaman da mı değildir?<br />

1945 yılında, ikinci savaş sona erdiğinde, çağdaş Viyana okulunun üç<br />

büyük önderinden biri, Alban Berg, öleli ancak on yıl olmuştu; öbürü, Anton<br />

Webern henüz yaşıyordu (birkaç ay sonra, bir Amerikan askerinin kurşunuyla,<br />

öldürülmek üzere); üçüncüsü, baş önder A m old Schoenberg, daha<br />

altı yıl yaşayacaktı. Oysa, geleneğe hem yer, hem de zaman bakımından<br />

böylesine yakın Avusturya, kırk yılı aşkm bir süredir henüz bir büyük<br />

besteci yetiştirememiştir. Bu gözlemin ışığında, batı sanatının bundan böyle<br />

yer ve zaman tanımayan evrenselliği açısından, bir büyük bestecinin artık<br />

"coğrafi rasgelişle," yeryüzünün herhangi bir ülkesinde yetişebileceğini<br />

öne sürmekte sakınca görmeyebiliriz. Ancak, yetişen bestecilerin hem de<br />

evrensel düzlemde duyurulmalarım, değerlendirilmelerini büyük ölçüde engelleyen<br />

koşulların varlığım ve bunların yok edilmesi gerektiğini de bilmek<br />

zorundayız.<br />

• * •<br />

Avusturya’da Viyanah üçlerin başlıca izleyicisi Emst Krenek (1900),<br />

Nazi yıllan başladığında Amerika’ya yerleşmiştir. Krenek türlü üslûplar denemiş,<br />

önceleri romantik bir yolda yazmış, sonra caz etkisinde yazmış, sonra<br />

romantizme dönmüş, ortaçağ müziğiyle de ilgilenmiş, sonuçta dizisel yola<br />

girmiştir. Caz etkisindeki operası Jonny SpieltAuf! (Jonny Oyunu Yönetiyor),<br />

bu türün en yüzeysel, en çirkin örneklerindendir ve bugün pek seyrek<br />

oynanır; bununla birlikte gününde, 1920’lerin sonuna doğru, Krenek’e<br />

173


üyük ûn sağlamıştır. Krenek gibi Amerika’ya yerleşen, orada öğretmenlik<br />

yapan, hem de HoUywood’ta film müziği bestecisi olarak çalışan Emst<br />

Toch (1887-1964), Alman romantismine dayanan, orta dinleyicinin anlamakta<br />

güçlük çekmemesi gereken besteler yazmıştır. Savaştan sonra adlan<br />

duyulan Avustuıya’lı besteciler arasında operalarıyla uluslararası ölçüde<br />

pek de büyük olmayan bir ün kazanmış Gottfried von Einem'in, hem de<br />

orkestra yönetmeni olarak bilmen Michael Gielen ve Friedrich Cerha’nm<br />

adlan anılabilir<br />

İsviçre’de eski Kuşağın ulusal bestecileri arasında başta, besteciliğinden<br />

çok ritmik jimnastik yöntemlerinin kurucusu Jacques Dalcroze<br />

(1865-1950) ile halk müziği biçimlerini geleneksel sanat müziğinin büyük<br />

biçimleriyle'uzlaştıran Gustave Doret (1866-1943) gösterilir. Sonraki kuşaktan<br />

Hindemith, Roussel ve Honegger etkilerini müziğinde birleştiren<br />

Conrad Beck (1901) ve ünü İsviçre sınırlarını aşmış Frank Martin<br />

(1890-1974) İsviçre’nin kalburüstü bestecileri olarak sayılabilir. Hiçbir devrimci<br />

yanı olmayan bir üslûpta yazmaya başlayan Martin sonraları atonal<br />

ve dizisel yöntemleri benimsemiştir. Avrupa uygarlıklarının kavşağı İsviçre,<br />

tek bir büyük besteci bile yetiştirmiş sayılamaz.<br />

Belçika’da Jean Absil (1893-1974) çağdaş Viyana okulunun getirdiği<br />

yeniliklerle etkilenmiş, çarpıcı yanlan olan bir müzik yazmıştır. İkinci savaş<br />

sonrasının uluslararası öncü müziğinde adı bir süre en çok geçen besteci<br />

Henri Pousseur (1929) olmuştur. Onun ardından gelen genç Belçikalı<br />

besteciler arasında Philippe Boesmans, Pierre Bartholomee, Lucien Goethals<br />

ve Leo Kupper’in adlan anılabilir.<br />

Hollanda’lı besteciler arasında on beşinci yüzyılın Felemenk bestecilerinin<br />

çokses ustalığım sürdürmeye çalışan ve müziği, başka yanlarıyla değilse<br />

bile, çokses yapısı ustalığıyla ilgi çeken Willem Pijper (1894-1947) ile<br />

öğrencisi Henk Badings’in (1907) adlan verilebilir. Badings elektronik müzik<br />

alanında sınırlı bir ün kazanmışsa da seçkin bir yapıt vermiş değildir.<br />

Genç kuşağın bestecileri (W im de Ruiter, Diderik VVagenaar, Jan Willem<br />

Van Dormolen, vb.) henüz uluslararası düzlemde Hollanda’ya bir yer sağlamış<br />

değillerdir.<br />

İsveç’te Hilding Rosenberg (1892) Schoenberg etkisinden yararlanarak<br />

geleneklere körükörüne bağlanmaktan kurtulmuşsa da, verimliliğine<br />

ve yapıtlarının sağlam işçiliğine karşın, çağdaş müzik kürsüsünde önemli<br />

bir söz söylemiş değildir; hiçbir yanıyla, bir ilerici olarak da tanıtılamaz.<br />

Türlü ortamlarda müzik yazmış, bu ara din konularına saplanmış olan Rosenberg*in<br />

yamnda Gösta Nystroem (1890) özellikle bir senfoni bestecisi<br />

olarak tanınır. Daha genç bir besteci, Dag VViren (1905) yeni klasikçiliğin<br />

İsveç’teki başlıca simgesi olarak gösterilebilir. Daha ileri bir üslûpta yazan<br />

Lars-Erik Larsson (1908) ileri bir dil ile yeni-klasik ve yeni-romantik eğilimleri<br />

birleştirmiş bir bestecidir<br />

Yaşarken, İsveç’in ilerici müziğinin sözcüsü durumunda olan Kari<br />

174


Birger Blomdahl (1916-1968), bu Ülkenin bestecileri arasında kendine özgü<br />

bir müzik yazmakta en ileri gitmiş besteci olarak tanıtılabilir. Yeni-klasik<br />

müziğin, özellikle Hindemith’in etkisi yanında dizisel yöntemleri kendi<br />

kişiliğine sindirmiş ve ayrık nitelikleri olan bir dile ulaşmıştır.<br />

Danimarka’da çağdaş okulun kurucusu ve en önemli bestecisi Cari<br />

Nielsen (1865-1931) uzun bir süre tamnmışbğı gereksizce sınırlı kalmış bir<br />

besteciydi. Çağımızın büyük yaratıcıları arasında ön sallarda bir yer edinmeye<br />

hak kazanmış olan Nielsen’e gösterilen ilgi 1960’lardan bu yana yükselmeye<br />

başlamış ve özellikle senfonileri bu bestecinin üstün yaratıcılığım<br />

ortaya koymuştur. Sonraki kuşağın bestecileri arasında Niels Vigo Bentzon<br />

(1919) yeni klasikçilikten diziselliğe uzanan türlerde bestelemiştir,<br />

onun yanında Knudage Riisager (1897-1974) Fransız okulunun, özellikle<br />

Roussel ve Milhaud’nun etkilerini yansıtmıştır.<br />

İngiltere’de Benjamin Britten (1913-1976) bugün özellikle Peter Grimes<br />

gibi, The Tum o f the Screw (Vidanın Dönüşü) gibi operalarıyla ün<br />

yapmış bir bestecidir. Britten’i, Purcell’den bu yana, İngiltere’nin en önemli<br />

opera bestecisi saymak gerekir. Operaları, alışkanlıklara çok bağlı ve<br />

çağdaş müziğe yönelmek istemeyen opera kurumlarının bile dağarlarında<br />

yer alır. Opera dışındaki yapıtlannın değeri ve önemi büyük inişler Çıkışlar<br />

gösterir. "Gençlere Orkestra Kılavuzu" ya da Ceremony o f Carols gibi<br />

yapıtlan büyük ün kazanmıştır. Savaşa karşı güçlü bir manifesto etkisi bırakan<br />

War Requiem’in önemli bir yapıt olduğu yadsınamaz<br />

Britten’in öğretmeni Frank Bridge (1879-1941), özellikle 1920'den<br />

sonra yazdığı yapıtlarla, çok daha iyi tanınması gereken bir bestecidir.<br />

1922 yılında bitirdiği ve 1918 yılında Fransa’da savaş alanında ölen İngiliz<br />

bestecisi Ernest Bristovve Farrar’ın anısına sunduğu piyano sonatı, Bridge’i<br />

yerel bir İngiliz bestecisi olmaktan çıkarıp çağdaş müziğin evrensel<br />

düzlemde önemli yaratıcılarından biri olarak saptamıştır. Bu yapıtında besteci,<br />

savaşm korkunçluğu karşısındaki karamsarlığım Berg ve Schoenberg’in<br />

anlatımcılığını andıran bir dille sunmuştur.<br />

Olağanüstü karmaşıklıkta piyano müziği yazmış ve yazdıklarım kendi<br />

çalmış, özel durumda bir besteci, Kaikhosru Sorabji (1892), uzun yıllar<br />

müziğinin seslendirilmesini yasaklamıştı. Yayınlanmış yapıtlarının çalınması<br />

engellenemez idiyse de, biraz da bu yasağın etkisiyle, Sorabji'nin müziği<br />

pek az tanınır. Bu ara, Opus Clavicembalisticum adlı piyano yapıtının çalınmasının,<br />

yaklaşık dört saat sürdüğünü belirtelim.<br />

Öbür İngiliz bestecileri arasmda, eski İngiliz madrigallerıne yönelmiş<br />

olmasının sonucu bir çokses ustası olarak sivrilen Michael Tippett’in<br />

(1905), ikinci savaş sonrasının öncü müziği alanında İngiltere’nin adını duyuran<br />

Peter Maxwell Davies’in (1934) ve politik içerikli besteleriyle özel<br />

bir saygınlık kazanmış olan Comelius Cardew’nun (1936-1981) adlan sayılabilir.<br />

İtalya’da Gian-Francesco Malipiero (1882-1973), Rossini Verdî-Pucci-<br />

175


ni geleneğine sırt çevirmiş, eski İtalyan m&ziğinden, hem de İtalyan edebiyatı<br />

ve plastik sanatlarından esinli bir müzik yazmıştır. Bütün ortamlarda<br />

besteleyen Malipiero, önceki yüzyılann İtalyan operasına kıyasla çok daha<br />

yeğin bir dramatik gerçekçiliği olan yapıtlar vermiş, oda müziklerinde ve<br />

senfonilerindeyse, geleneksel biçimlere bağlılık yerine, izlenimci bir tutumun<br />

dürtüsüyle, özgür biçimlere yönelmiştir. Malipiero ile aynı kuşaktan<br />

bir başka besteci Ildebrando Pızzetti (1880-1968) de birçok opera yanında<br />

koro müziği ve orkestra yapıtları bestelemiş, genellikle din konularından<br />

ve İtalya tarihi ile ilgili konulardan esinlenmiştir. Dili gerici olmadığı gibi<br />

devrimci de değildir. Aydınlık, saydam, mantıklı bir lirizm ile özelliğini kazanır.<br />

Bir sonraki kuşağın bestecileri arasında Luigj Dallapiccola’nın<br />

(1904-1975) seçkin bir durumu vardır. Dizisel yazının yapıcı öğelerini eski<br />

Italyan müziğinin, özellikle Renaissance bestecilerinin ve klasik öncesi ustalarının<br />

yorumundan çıkan sonuçlarla birleştiren Dallapiccola, Hapishane<br />

ŞaHalan adlı koro ve çalgılar için yapıtının ya da keman ve orkestra için<br />

Tartiniana’&ının da gösterdiği gibi, dengeli, anlatım aşırılıklardan kaçınan,<br />

uslu bir müzik yazmıştır.<br />

Görülüyor ki, İtalya artık egemenliğini opera alanında sürdüren bir<br />

ülke olmaktan çıkmıştır. Rossini’lerin, Verdi’lerin, Puccini'lerin çağı sona<br />

ermiştir. N e ki, ikinci savaşın sonundan bu yana seslerini duyuran besteciler,<br />

İtalyan müziğini yeni bir yüksek düzeye ulaştırmışlardır. Bunlardan Luciano<br />

Berio (1925), gerek elektronik müzik alanında verdiği Momenti, Visage,<br />

Thema gibi yapıtlarıyla, gerekse insan sesi ve çalgı müzikleriyle büyük<br />

bir şöhrete ulaşmıştır. 1960’lann sonlarına doğru admın yaygınlaşmasıyla<br />

bestelerinin niteliklerinde belirli bir düşüşün koşut olarak ilerlediği<br />

Berio’nun yanında daha çok orkestra yöneticisi olarak tamnan Bruno Madema<br />

(1920-1973), en azmdan Berio kadar bir tanınmışlığa hak kazanmış<br />

olmakla birlikte daha çok mutlu azınlıklara sesini ulaştırmış özlü bir yaratıcıdır.<br />

Bu iki besteci hem de, dünyanın ileri gelen elektroik müzik çalışmalarından<br />

biri olan, Studio di Fonologia’yı kurmuş ve yönetmişlerdir.<br />

İkinci savaş sonrasının öbür İtalyan bestecileri arasında, önceleri Webem<br />

etkisinde an, yalın bir müzik yazan Luigi Nono (1924), sonralan daha<br />

yoğun, daha karmaşık dokulu kuruluşlara yönelmiş, hem de yapıtlannın<br />

politik bildirileriyle bu türün ileri gelen bestecilerinden biri olma durumuna<br />

yükselmiştir. Bu bestecilerin yanında adı ve müziği seyrek duyulan<br />

Niccola Castiglioni (1932), doku, çizgi, yeğinlik, boşluk, gerginlik, gevşeme<br />

gibi yapı öğelerini olağanüstü duyarlığının ürünü bir ustalıkla ve etki gücüyle<br />

kullanmış bir yaranadır. Ondan daha da az bilinen, ama yıldızı parlamaya<br />

yüz tutan Giacinto Scelsi (1905), Schoenberg etkisiyle tonalite bağlarının<br />

dışında müzik yazmaya başlamış, sonra Avrupa dışı ülkelerin,<br />

176


özellikle doğu ülkelerinin ses ve ritm dizileriyle ügisinin sonucu, kendine<br />

özgü bir besteleme dizgesi geliştirmiştir.<br />

ikinci savaştan sonra yükselen ulusal okulların arasmda belki en ilginci,<br />

Polonya’nınki olmuştur. Bir yandan geçmişinin böyle bir gelişmenin ön<br />

belirtilerini vermemesi, öte yandan bu yöneten rejimin ileri müziğe engel<br />

sayılmış bir tutumu örneklemesi bakımından Polonya'nın bir "avant garde"<br />

okul çıkartması ve uluslararası müzik sahnesine egemen durumlardan birine<br />

geçmesi beklenmedik bir olay diye görülebilir. Özellikle Krzystof Penderecki’nin<br />

(1933) müziğiyle ve Varşova radyosunda kurulan deneysel müzik<br />

çalışmalığının ürünleriyle örneklenen bu okul, yakın yıllarda bir Szymanowski’nin,<br />

daha önce bir Chopin'in (ve tarihin karanlıklarına gizlenmiş<br />

birçok bestecinin) simgelediği bir geleneğe, ancak çözümsel bir yaklaşımla<br />

belirebilecek bağlarla bağlıdır. N e var ki Penderecki, 1950 ve 60’lar boyunca,<br />

tim araştırmalarına, ses akımlarına, yarım sesten dar aralıklarla biçimlenen<br />

kümelere, yeğinlik karşıtlıklarına dayanan ve Threnos, Fluorescences,<br />

Dies ime gibi yapıtlarla örneklenen ilerici yazısından 1970’den bu yana geri<br />

dönmüş, biraz da batı Avrupa ve hele Amerika’nın tutucu çevrelerinde<br />

ün ve saygınlık kazanmak gibi çıkarcı bir amaçla, on dokuzuncu yüzyıl A l­<br />

man müziği türü bir yeni romantizme yönelmiştir, ö t e yandan, önceleri,<br />

Polonya müzik geleneğinin pek de önemli sayılmaması gereken bir bestecisiyken<br />

1955’ten bu yana büyük bir gelişme gösterip "Henri Michaux’nun<br />

Ü ç Şiiri” gibi, yaylı dörtlü gibi, viyolonsel konsertosu gibi yapıtlarıyla öncü<br />

müziğin en önemli yaratıcılarından biri durumuna yükselen Witold Lutoslaıvski’nin<br />

(1913) sanatı, gelenek kavramının üstü kapalı ve öznel açıdan<br />

yapılmış yorumuna bir övgüdür. Bu iki besteci yarımda çok az taranan,<br />

ama küçümsenmemesi gereken bir başka PolonyalI besteci, Boguslaw Schâffer<br />

(1929), özellikle, seslendiriciye büyük yorum özgürlüğü tanıyan grafik<br />

nota yazısıyla ilgi çeker.<br />

İtalyan ve Polonya okullarının yükselişi, başka ulusların bestecilerince<br />

örnek alınmıştır. Bu ara Macaristan’da bir György Ligeti (1923) anayurdundan<br />

ayrılmış olmakla ve vatanıyla ilintilerinin gerginliği süregelmekle<br />

birlikte, çağdaş dilin önemli bir kesiminin, ritm, armoni ve melodi değerlerindeki<br />

gelenek kalıntılarının yok edilmesinin ve ses yığınlarının öğelerinin<br />

seçilmez duruma getirilmesinin baş temsilcisi olarak tarımmış, böylece M a­<br />

caristan'ın Bartok’tan bu yana en önemli bestecisi kimliğini taşımaya başlamıştır.<br />

Yeni kuşağın György Kurtağ ve Zsolt Durko gibi üyeleri, Macar<br />

müziğinin ilerici müzik yolundaki evrensel çalışmalara katkısını sürdürmektedirler.<br />

Çekoslovakya’da Bohuslav Martımı (1890-1959) en azmdan bu ülkenin<br />

önceki büyük bestecilerinin, Smetana’nın, Dvorak’m, Janacek’in katında<br />

bir yaratıcıdır. Ulusal konulardan


listesine geçmiş olması onu bu seçkinliğe ulaştırmıştır. Martinu, Fransız<br />

müziğinin, özellikle öğretmeni Roussel’in etkisinde kalarak evrensel artamlanyla<br />

seçkinleşen bir kişisel dil geliştirmiştir.<br />

Yirminci yüzyılın en önemli dil yeniliklerinden birini geliştiren Alois<br />

Haba’nın (1893-1973) müziği Çekoslovakya dışmda, özellikle batıda, hemen<br />

hemen hiç tanınmamaktadır. Haba, nota aralıklarının yarım tondan<br />

daha aşağı; orantılarda, özellikle çeyrek orantısında bölünmeleri üzerinde<br />

çalışmış olmasıyla tanınır. Piyano müziğinin çalınması, özel olarak hazırlanmış<br />

piyanolar gerektirir. Çeyrek ya da altıda bir tonlan Haba piyanosunda,<br />

arp pedalleri gibi çalışan pedaller sağlar. Haba, çeyrek nota aralıklarını<br />

Ana adlı operasında, bflndan başka bu türlü bir bölünmeyi kolaylaştıran<br />

yaylı çalgılar için yazdığı yapıtlarda da denemiştir. Başka ülkelerde bu<br />

alanda yapılan ve pek yaygın olmayan deneyler sözkonusu olduğunda Haba’nın<br />

adı çoğunlukla anılmaz bile.<br />

Çekoslovakya'nın genç bestecileri arasmda Milan Slavicky (1947)<br />

hem yapıtlarının etkenliğiyle, hem de yeni Çek müziğinin bir sözcüsü olarak<br />

çalışmalarıyla seçkinleşmektedir.<br />

Romanya’nın adı evrensel düzeyde henüz hep George Enesco<br />

(1881-1953) ile anılır. Batı Avrupa’da çalışan birkaç Rumen bestecisi bu<br />

ülkenin müzik sanatım çağdaş alanda yeniden örnekleme yolunda henüz<br />

önemli bir katkıda bulunmuş sayılamazlar. Bulgaristan’sa özellikle, Fransa’da<br />

çalışan, Fransız uyrukluğuna geçmiş bir besteci ve müzik eleştirmenime,<br />

Andrö Boucourechliev (1925) ile bilinir. Yugoslavya’ya gelince, bu<br />

ülkenin Uç müzik elçisinin, Milko Kelemen (1924), Ivo Malec (1925) ve<br />

Vinko Globokar’m (1934) besteleri, batı Avrupa’nın çağdaş müzik çevrelerinde<br />

bir yaygınlığa erişmiştir. Bunlardan Ivo Malec, Fransız elektronik<br />

müziğine önemli katkılarıyla özel bir seçkinlik kazanmıştır.<br />

Yunanistan, çalışmalarım Fransa'da sürdüren (ve bundan önceki bölümlerden<br />

birinde sözünü ettiğimiz) Xenakis’le adım evrensel çapta duyurmuştur.<br />

Batı yöntemlerine göre eğitimin uygulandığı Yunan konservatuarlarının<br />

kurucusu Manolis Kalomiris’in (1883-1962) ya da Schoenberg’in öğrencisi<br />

Nikos Skalkotas’m (1904-1949) adlan ansiklopedilerde, besteleri<br />

belgeliklerde gömülüdür. Pop müziği türünde parçalanyla ve film müzikleriyle<br />

büyük ün kazanmış iki besteci, Manos Hacıkadis (1925) ile Mikis Teodorakis<br />

(1925) sanat müziği dalında da yapıtlar vermişlerse de bunların<br />

önemi genellikle pek büyük değildir. Özellikle politik müzik alanında uluslararası<br />

çapta tanınan Teodorakis, halk müziği türlerine öykünen, bununla<br />

birlikte üstün bir melodik yaratış yetisi taşımayan, yalın ve yüzeysel besteleriyle<br />

kazandığı ünü doğrulamış olmaz. Gene de, Pablo Neruda’nın şiirleri<br />

üzerine yazdığı Canto General’i, Çağdaş sanat müziği tutumuna yönelen,<br />

etki gücü yüksek bir yapıttır.<br />

Atlantiğin ötesine gelince, Meksika'nın en önemli bestecisi sayılan<br />

Carlos Chavez (1899-1978). Meksika Hintlilerinin müziği konusunda yaptı­<br />

178


ğı incelemelerin sonuçlarından kendi de yararlanmış, böylece folklora dayanan<br />

bir ulusal Meksika müziğinin kurucusu olmuştur. Sinfonia India’suıda<br />

Chavez, yapıtın orkestrasında, Hintlilerin vurma çalgılarını da kullanmıştır.<br />

Genellikle Chavez’in müziği, kuru, asık suratlı, kötümser bir müziktir.<br />

A d ı yeterince duyulmamış bir başka MeksikalI, Silvestre Revueltas<br />

(1899-1940), yurdunun halk müziğinin ilkel özünü kendi güçlü kişiliğiyle<br />

birleştirmiş olağanüstü bir yaratıcıydı.<br />

Castro Küba’sı, ilerici sanat müziğini örtbas etmemiş bir sosyalist ülke<br />

olarak seçkinleşmiştir. ikinci savaş sonrasının' öncü müziği alanında deneysel<br />

çalışmaları olan, gitarcı olması nedeniyle de bu çalgıya zengin bir<br />

dağar sağlayan Leo Brouwer (1939) hem de Küba’da yeni müziğin gelişmesinde<br />

görev almış bir bestecidir.<br />

Güney Amerika'nın ileri gelen bestecisiyse Brezilyalı Heitor Villa Lobos’tur<br />

(1881-1959). Villa Lobos’un önemi yalnız dünyanın o bölgesinin sınırlan<br />

içinde kalmış değildir. Brezilya halk müziğine dayanan, Brezilya doğasının,<br />

özellikle Amazon ormanlarının izlenimlerini yansıtan bu müzik,<br />

bestecinin olağanüstü yaratış artamlanyla, çağımızın müziğinin kalburüstü<br />

değerleri arasında bir yer almıştır. Bach'ın müziğindeki yapı özelliklerinin<br />

verdiği izlenimlerin Brezilya halk müziğiyle birleştiği Bachianas Brasileiras<br />

adını taşıyan, orkestra ya da oda müziği toplulukları için yazılmış yapıtlar<br />

dizisi ve bunlar gibi Chorvslan, Villa Lobos’un sayısı iki bine yaklaşan,<br />

hepsi aynı değerde olmayan, fakat en başarılılarında yaratıcısının "deha"<br />

sözcüğüyle anlatılabilecek niteliklerini yansıtan yapıtlarının en tanınmışlarıdır.<br />

Daha genç Brezilyalı besteciler arasında henüz Villa Lobos yanında<br />

adı anılacak çapta bir yaratıcının adı duyulmuş değildir. Güney Amerika’­<br />

nın düş ülkelerde müziği arasıra çalınan bestecileri arasında Arjantinli Alberto<br />

Ginastera (1916-1983), müziğinin yüzeysel çekiciliğiyle, büyüyecek<br />

bir ün kazanmıştı.<br />

Uzak doğu ülkelerinin bestecileri arasında İsang Yun (1917) Almanya’daki<br />

çalışmalarıyla Kore müziğini ‘hem de bu müziğin batı yoldamlanyla<br />

birleştirimini yaparak) evrensel düzeye sunmuştur. Japon bestecileri arasında<br />

Toru Takemitsu (1930), Debussy, Messiaen ve W ebem etkilerini, sırası<br />

düştüğünde de elektronik yoldamlan, Japon müziği öğeleriyle birleştirmiş,<br />

bestelerinin ozansı nitelikleriyle ikinci savaş sonrası Japon müziğinin<br />

önderi durumuna yükselmiştir.<br />

TÜ RKİYE’DE BESTECİLİK<br />

Türkiye'de Tazimat’tan bu yana özellikle aydın çevrelerde batının sanat<br />

müziğiyle iyi niyetli bir ilgilenme çoğunlukla gösteriş düzeyinde kalmış,<br />

toplumda batı müziğine karşı dirençli ilgisizlik süregelmiştir. Atatürk<br />

devriminden önce batı yöntemlerine uygun bir müzik eğitimi sağlayan tek<br />

bir kurum yoktur. Gerçi sarayda, haremlik ve selâmlık bölümlerine ayrılan<br />

179


oda orkestraları kurulmuştu ve harem orkestrası, yönetmeniyle birlikte,<br />

üyeleri yalnız kadın olan bir topluluktu; ne var ki bu orkestranın üyelerinin<br />

yöntemli olarak yetiştirilmeleri yolunda hiçbir olumlu eylem gösterilmemişti.<br />

Atatürk devrimine varana kadar da Türkiye’de batının sanat müziği<br />

çerçevesi içinde müzik yazan, adı anılmaya değer tek bir besteci yetişmemiştir.<br />

Cumhuriyetten sonra Atatürk’ün önderliğiyle batı yöntemlerine uygun<br />

bir müzik eğitimi yolundaki çalışmalar birdenbire hızlanmış, Devlet<br />

Konservatuarı kurulmuş, dış ülkelere öğrenim için genç müzikseverler gönderilmiş,<br />

aralarında yaratış yolunu seçenlerin de yetişmesi sağlanmıştır. Bu<br />

ilk kuşak bestecilerden birkaçı, Rus beşlerine özenti bir takma adla, "Tüık<br />

Beşleri" adı altında öbeklenmişlerdir. Aralarında en önemlilerinin Adnan<br />

Saygun ile Cemal Reşit Rey olduğu söylenebilir. Beş bestecinin ortak yanı,<br />

Türk halk müziğiyle ve "klasik" denen Türk müziğiyle ilgilenmeleri,<br />

halk melodi ve ritmlerini batı besteciliğinin yöntemleri içinde işlemeleri ve<br />

yerli konulara yönelmeleridir. Öğrenimini Paris’te Vincent d’Indy ve Eugfene<br />

Borrel yanında yapan Adnan Saygun (1906) yurt içinde yaygınlıkla,<br />

yurt dışındaysa bir sınıra kadar ilgi gören Yunus Emre Oratoryosu'yld, bu<br />

yapıtın mürik ile ilgili artamlanndan çok seçtiği konunun ilginçliğiyle ilgi<br />

gördüğü saygınlığa hak kazanmıştır. Saygun asıl, 1958 yılında AVashington’da<br />

Juilliard Dörtlüsü’nce ilk çalmışı yapılan ikinci yaylı dörtlüsüyle yaratış<br />

hayatmda yeni bir evreye erişmiş ve Türkiye sınırlarını aşıp dünya çapında<br />

bir önem kazanma yolunda olduğunu düşündürmüştür. Çiabriel Faur6<br />

ve Raoul Laparra öğrencisi Cemal Reşit Rey (1904-1985) yerli konuları<br />

Fransız müziğine özgü bir dil ile anlatmıştır. Karagöz orkestra süiti ya<br />

da Fatih senfonik şiiri bestecinin yerli konulara olan eğiliminin tanıtlandır,<br />

buna karşı en başarılı yapıtlarından olan Co\loque İnstrumental doğrudan<br />

doğruya Fransız etkisinde, genellikle Ibert’in müziğini andıran bir yapıttır.<br />

Beşlerin öbür üyelerine gelince, eğitimini Paris’te Nadia Boulanger<br />

yanında gören Ulvi Cemal Erkin (1906-1973) etki öğesini, Anadolu ritmlerinin<br />

ve melodilerinin çarpıcılığında bulur. Bestecilik öğrenimini Viyana’da<br />

Josef Manc’ın öğrencisi olarak yapan Ferit Alnar (1906-1978) da<br />

folklorun çekiciliğine güvenir. Viyana ve Prag’da yetişen Necil Kazım Akses<br />

(1908) yerli gereçleri çoğunlukla, yazışma kişiliğini sağlayan koyu orkestra<br />

renkleriyle, bulanık bir anlatımla ve solak bir yapıyla işler<br />

Eğitimini Paris’te Ecole normale de musique’de Jacques Thibaud ve<br />

Georges Dandelot yamnda gören Ekrem Zeki Ün (1910-1987), beşlerle aynı<br />

kuşaktan olmakla birlikte, gereksizcesine az tanmır. O da gereçlerinde<br />

halk müziğinden ya da "klasik Türk müziği” denen müzikten yararlanan<br />

bir besteci olmakla birlikte, yüzeyde kalmış bir ulusçuluğun saplantılarından<br />

uzak durması, çoğunlukla klasik biçimlere bağlı kalarak öznel bir anlatım<br />

araması onu bir bağımsız diye tanıtmıştır.<br />

Bir sonraki kuşağın ileri gelen iki bestecisi, Bülent A rel ile İlhan Us-<br />

180


manbaş’tır. Müzik öğrenimini Ankara Devlet Konservatuarında Necü Kâzım<br />

Akses’in öğrencisi olarak gören Bülent Arel (1919), aydın, uyanık,<br />

araştırıcı bir müzikseverdir. İlk eserlerinde bir yandan yüzyıl dönemeci<br />

Fransız müziğinin (Faur6, Ravel. ) öte yandan Stravinski ve Şostakoviç’in<br />

birbirleriyle çelişik etkilerinin altmdadır. Sonra dizisel müziğe yönelmiş,<br />

aynı sıralarda elektronik müziğin olanaklarıyla ilgilenmeye başlamış,<br />

1959’da aldığı bir Rockefeller bursunun yardımıyla N ew York’a giderek<br />

Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi’nde bu ortama önemli katkılar<br />

sağlayan yapıtlar bestelemiş, ne ki sonradan, gözden uzak bir üniversitede<br />

(Nevv York Stony Brook üniversitesinde) öğretim görevi almasının<br />

da etkisiyle adı ve müziği geniş çarelerde neredeyse duyulmaz olmuştur.<br />

Dizisel yolda çalışmış olan İlhan Usmanbaş (1921) Devlet Konservatuarında<br />

Adnan Saygun ve Ferit Alnar’ın öğrencisiyken, yeni-klasik yolda,<br />

Bartok, Stravinski ve Hindemith etkileri taşıyan, bir konservatuar öğrencisinden<br />

beklenmeyecek olgunlukta yapıtlar vermişti. Fromm ödülünü kazanan<br />

ve Amerika’da plağı yayınlanan yaylı dörtlüsü bunlardan biridir. Daha<br />

sonra, özellikle Amerika’da Luigi Dallapiccola ile çalıştıktan sonra yazdıkları,<br />

bu ara keman ve piyano için çalışmalar, Ertuğrul Fırat'ın şiirleri üzerinde<br />

yazdığı Müzikli U ç Şiir, bestecinin çağdaş akımları yakından izlediğini,<br />

vardığı sonuçlan kişisel bir anlatımla ve sağlam bir işçilikle sunma başarısına<br />

ulaştığım tanıtlamaktadırlar. Yakın yıllarda, da vardığı yerde kalmaktan<br />

kaçman, evrensel aşamalardan öteye giden bir dil sunmuyorsa bile,<br />

dünyada olup bitenleri "günü gününe" izleyen, kendi deyişine, kendi kişiliğine<br />

sindirip sunan Usmanbaş, müziğinin dış ülkelerde kazandığı başarıyla,<br />

yeryüzü çapında bir Türk bestecisi olma durumuna yükselmiştir.<br />

Genç kuşağın bir başka üyesi, Devlet Konservatuarında Akses’in sınıfım<br />

bitirdikten sonra eğitimim Paris’te Honegger ve Nadia Boulanger’nin<br />

yarımda sürdüren Nevit Kodallı (1924), Van Gogh operası ve Atatürk Oratorosu<br />

ile, geniş ölçüde seçtiği konuların etkisinden yararlanan bir ün kazanmıştır.<br />

Aynı kuşağın üyesi Ertuğrul Oğuz Fırat, "resmi” bestecilerin adlarım<br />

ve müziklerim duyurma olanaklarından yoksun olması nedeniyle sesini<br />

pek sınırlı Ölçüde duyurabilmiştir. Yıllar yılı ceza yargıcı olarak bir meslek<br />

hayatı sürdüren Fırat (1923), belki biraz da profesyonel müzik çevrelerinden<br />

uzak kalmanın etkisiyle, kişisel bir anlatıma ulaşmış bir bestecidir.<br />

Hem de ozan, ressam ve üstün değerde bir müzik denemecisi olan Fırat,<br />

gerçek bir sanatçı olarak kimliğini saptamıştır.<br />

Bir sonraki kuşağın bestecileri, Türk müziğinin batıdaki ilerlemelere<br />

ayak uydurma çabasında ne kadar geri kaldığım, giderek Türkiye’de, bir<br />

genel akım olarak, bu yolda bir kaygının bulunmadığını doğrulamaktan<br />

öte bir görev dolduruyor değildirler. Geleneksel Türk müziğinden, bu ara<br />

özellikle halk müziğinden, tutucu yoldamlarla yararlanmaya yeniden yönelen,<br />

evrensel sayılan bir dille yanaşıklığında bile bunu köhnemiş bir yolda<br />

gerçekleştiren bu üçüncü kuşak, genelde, Türk sanat müziğinde bir geriye<br />

181


dönüşü ömeklemiştir. Gerçi bir İlhan Baran Türk halk müziğinin ritm değerlerini<br />

kakışmalara dayanan ilginç, özgen ve ileri bir yolda yorumlamıştır;<br />

devlet çatısı dışında besteleyen ve bağımsızlığı nedeniyle hemen hemen<br />

hiç tanınmamış bir A li Doğan Sinangil, ikinci savaş sonrasının evrensel<br />

öncü müziğinin yoldamlanyla ilgilenip o yolda çalışmalar yapmıştır.<br />

Ama, tümüyle, Usmanbaş-Arel kuşağının ardından gelen besteciler, Türk<br />

sanat müziğini ileri bir aşamaya götüren bir "okul" kurmuş değillerdir.<br />

Ayrık durumdaki bağımsızların tüm mutsuzluğu yanında, devlet çatışma<br />

sığınmış besteciler böyle bir korunağın sağladığı mutluluğa erişmiş sayılabilirlerse<br />

de, Türk bestecisini gene de mutsuzlaştıran nedenler arasında,<br />

hem Tüıkiye içinde, hem de özellikle dış ülkelerde tanınma sorunu<br />

başta gelir. Bir avuntu sağlayabilirse, şu ya da bu Türk bestecisinin yeryüzü<br />

çapında, diyelim ki Yeni ZelandalI bir Douglas Milbum’den ya da İzlandalI<br />

bir Pall Isolfson’dan, nitekim pek çok ülkenin sayısız bestecisinden,<br />

daha iyi tanındığını söyleyebiliriz.<br />

SANAT M Ü ZİĞ İN İN SONU MU?<br />

Türkiye’de sanat müziği bestecilerinin azlığı olsun, aralarında ilerleyen<br />

bir müziğin diline ve gereçlerine yönelenlerin daha da azlığı olsun, sanat<br />

müziğinin bütün dünyada gitgide yitirmekte olduğu geçerlik açısından<br />

bir gerçekçi durum gibi görünüyor.<br />

Türkiye’de nitekim, batının sanat müziği yolunda yaratan bestecilere<br />

hiçbir gereksinme duyulmadığı gerçeği artık tartışılmaz biçimde ortadadır.<br />

Y a başka ülkelerde durum nedir? Başka ülkelerdeki durumun, Türkiye’dekinden<br />

temelde ancak pek az aynldığmı belirtmek zorundayız. Onlarda sanat<br />

müziğine bir gereksinme olmadığı yolunda bir gözlem, Türkiye’nin durumundan<br />

ancak, bir tartışma konusu olabileceği yolunda ayrılır. Böyle bir<br />

gözlemi istatistiklerle doğrulamak gerektiğinde de ortaya çıkan gerçek,<br />

ikinci savaşı izleyen yıllar boyunca sanat müziğinin gördüğü ilginin gitgide<br />

gerilemekte olduğudur.<br />

Oysa kısa süreler için, bütünüyle sanat müziğinin olsun, bu bütünün<br />

içindeki özel kesimlerin (hele "modem” müziğin) olsun, yığınların ilgisine<br />

ulaştığının, bir "altın çağ" yaşamaya başladığının belirtileri görülmüştü.<br />

1950’den bu yana ses çoğaltma dizgelerinden "klasik" müziğin büyük ölçüde<br />

yararlanması ve yığınlara ulaşmaya başlaması, bu geniş çaptaki iletimin<br />

içinde yeni müziğin, özellikle elektronik müziğin, kısa bir süre için, geçmişte<br />

"modem” müziğin hiçbir zaman ulaşamadığı bir yaygınlığa varması gibi.<br />

Gerçi "klasik" müzik oldum olası "popüler" müzikle başa çıkamamıştı ama,<br />

müziğin demokratlaşmasının neredeyse sanat müziğinin yararına da sonuçlar<br />

sağlayacağı yolunda umut veren örnekler eksik olmamıştır.<br />

Derken, 1960 yılından sonra, "popüler" müzik beklenmedik bir yolda<br />

gelişmeye başladı ve bu gelişme, 1960’lann sonuna doğru, sanat müziğinin<br />

182


köküne kibrit suyu ekecek orana ulaştı. Elvis Presley ile Bili Haley’nin yolunu<br />

açtığı "rock and roll" denen bir tür "popüler" müzik, The Beatles’da<br />

en büyük tecimsel başansma ulaştı. Bununla da kalmadı, genç kuşakların,<br />

1960’larda yaşı henüz otuza varmamışların simgesi oldu çıktı. Amerikan sığır<br />

çobanı müziğini ve zenci halk müziğini İngiliz vodvil ve operet gelenekleriyle,<br />

sonra da gitgide türlü müziklerle (Hint müziği, elektronik müzik,<br />

barok müzik, Varfese ve Ives gibi bireysel yaratıcıların müziği) birleştirmeye<br />

çalışan bu Liverpool’lu rok topluluğu, bütün bu müziklerin denektaşlanna<br />

göre değersiz sayılması gereken ürünler vermiştir<br />

Beatles’ın açtığı yolu birçok topluluk izledi. Bunlar da rok müziğinin<br />

denektaşlanm belirginleştirdiler. Bu denektaşlanna göre de Beatles'm bir<br />

seçkinliğe varmamış olduğunun anlaşılması gerekirdi. Bu üstün şöhretli<br />

topluluk ancak "popüler melodi” ölçüleri içinde bir başarıya ulaşmış, Johan<br />

Strauss, Lehar ve Friml’den Gershwin, Kem ve Mancini’ye uzanan<br />

"eski moda" geleneğe bir katkıda bulunmuş sayılabilir.<br />

Başta Beatles olmak üzere, bütün rok toplulukları, bir kuşağın simgesi<br />

olarak çelişik bir durumun içindedirler. Rok müziği, 1960’lann genç kuşağının<br />

kurulu düzene karşı ayaklanmasının ve bu düzenin yaydığı değerlerin<br />

yerine kendi bağlandıkları değerleri yerleştirme savaşma girişmelerinin<br />

bayrağı olmuştur. Oysa kurulu düzen, kısa bir yadırgama süresinden sonra,<br />

rok müziğini bağıma basmıştır. Kurulu düzenin can kaynağı olan sermaye,<br />

plaklarının satışı milyonlarla sayılan Beatles’ı ve öbür rede toplulululdanm<br />

yok bilemezdi. Nitekim, genç kuşağın tutkularım, saplantılarını,<br />

düşkünlüklerini olduğu gibi müziğini de işletmeye, kullanmaya başlamakta<br />

gecikmedi.<br />

Popüler müziğin büyük bir evrensel yaygınlığa ulaşmasına ters oranda<br />

olarak sanat müziği gitgide yığınlar yatımdaki ilginçliğini yitiriyordu.<br />

Bütün dünyada, radyolarda "klasik" müziğe ayrılan saatler gitgide azalmakta,<br />

bazı plak şirketleri "klasik" plak yayınlamaktan tümüyle vazgeçmeyi düşünmekteydiler.<br />

Bu gerileme hem de, sanat müziğinin bunca yüzyıllık geçmişi<br />

boyunca ulaşamadığı önemde gelişmelerin yer aldığı bir çağda olmaktaydı.<br />

N e var ki müzik dinleyicilerinin gittikçe büyüyen bir çoğunluğu bütün<br />

bu gelişmelerden habersizdir. Giderek, "popüler" müzik dışmda bir<br />

müziğin varlığının farkında bile değildir. Çünkü bütün iletişim ortamlarında<br />

sanat müziğine, hele yirminci yüzüm ikinci yansındaki gelişmeler örnekleyen<br />

sanat müziğine verilen yer gitgide hiçe inmektedir.<br />

Sanat müziğinin yok olmaya doğru gitmesi, kendilerini bu müziğin diliminden<br />

sorumlu sayanlan özellikle eleştiritileri, eğitimcileri ve bir ölçüde<br />

bestecüeri, şaşkınlık içinde, birbirlerini suçlandırmaya götürmüştür.<br />

Eleştirmenler eğitimcileri genç kulaklan iyi müziğe alıştırma görevini yerine<br />

getirmemiş olmakla, eğitimciler eleştirmenleri kurulu düzenin sözcüsü<br />

olmaktan öte bir önem taşıyan ve yığın eğitimi açısından bir görev dolduran<br />

eylemlerde bulunmamış olmakla suçlandırmakta, arada bir de eleştir­<br />

183


menlerle eğitimciler el ele verip besteciye, halkın benimseyebileceği müzik<br />

yazmış olmadığı için saldırmaktadırlar. Bestecinin ödevinin, halkın kolayca<br />

anlayacağı müzik yazmaktan çok ötelerde olduğu gerçeğini bir yana bırakırsak,<br />

eleştirmenlerin ve eğitimcilerin birbirlerini suçlandırırken öne sürdükleri<br />

dayanakların yersiz olmadığım görürüz. Popüler müzik yaygınlığı<br />

ve sanat müziğinin bu yaygınlık içinde yok olmaya doğru gitmesi her şeyden<br />

önce yeryüzü çapında bir eğitim başarısızlığının ürünüdür ve bunda<br />

hem eğitimciler, hem de öncelikle yığın eğitimcisi olarak görev doldurmaları<br />

gereken eleştirmenler suçludur. Müziğin demokratlaşmaya başlamasından<br />

bu yana, yalnızca, körleşmiş ve yozlaşmış alışkanlıkları sürdürmekten<br />

öteye gitmeden kurulu düzenin (orkestra ve opera kurumlan, radyo istasyonlan,<br />

plak şirketleri, konser düzenleyicileri) sözcülüğünü yapan müzik<br />

basım ve böyle bir düzenin değerlerini genç kuşaklara aktarmaktan ötesine<br />

akıllan ermeyen müzik eğitimcileri, sanat müziğinin bugün içinde bulunduğu<br />

ve günün birinde ölümle sonuçlanabileceği anlaşılan bunalımın<br />

başlıca sorumlularıdırlar. Durum üzerinde gözlemler öne sürerken bile<br />

içinde bulundukları koşullanmadan sıyrılamayan bu kişiler, bunalımın nedenini,<br />

iyi müzik seven kuşağın üyelerinin yılların geçmesiyle öledurmalannda<br />

ve yerine genç kuşaktan "taze kuvvetin" gelmemesinde aramaktadırlar.<br />

Duruma dışardan ve üstünkörü bakıldığında böyle bir gözleme gerçi<br />

varılabilir ama, eski kuşağın öleduran üyeleri aslında, müzik sanatının ilerleyişine<br />

yabancı, giderek düşman, müzik sanatını yalnızca bir müze olarak<br />

sunan ve müzenin dışındaki yaşantılarla ilgilenmeyen kurulu düzenin baş<br />

müşterisi kişilerdi: Bu bakıma yalnızca günün birinde nasıl olsa ölecek<br />

olan değil, hem de ölmesi, giderek öldürülmesi gereken kişiler. Bu yönde<br />

bir bilinçten ve bilgiden yoksun olduğu için, hedefini doğru seçmiş olsa bile,<br />

saldırışını yanlış silahlarla yapan genç kuşak, kurulu düzenin bir başka<br />

kesiminin, moda, görenek, uyumculuk ve yoğaltıcı tutkuları gibi değerleri<br />

sömürmekle uğraşan kesimin tuzağına düşmüş ve onun oyununu oynamaya<br />

başlamıştır.<br />

Kafaları tütsülenen, duygulan, coşkulan güdükleşen, beyinleri genç<br />

yaşta sulanmaya başlayan yığınların sözde aydın bir kesimine, çağdaş sanat<br />

müziği diye, nitekim, Steve Reich’ın, Philip Glass’ın, John Adams’m sayısız<br />

ülkede izinden giden pek çok bestecinin "minimalist” ve (doğru dürüst<br />

tanımı bile yapılmamış) "new age" yaftalı müzikleri yaraşırdı. Büyük yığınlarsa,<br />

yeryüzü çapında, özellikle Amerika’dan kaynaklanan ve her bir ülkenin<br />

yerli "pop" müziğinde de yankılanan rok müziğinin tüm tutkusu içindedirler.<br />

Bu evrensel yaygınlığın boyutunu anlamak için, Sovyet Rusya’da<br />

"hayatın anlamını" rok müziğinde (hele "heavy metal” denen türde), dinde<br />

ve uyuşturucu maddelerde arayan bir gençliğin türemiş olduğunu bilmek<br />

yeter.<br />

Yukarda, Türkiye’de sanat müziği bestecilerinin bir solukta sayılabilecek<br />

azlıkta olmasını, gerçeklere uygun bir durum olarak gösterirken, sanat<br />

184


müziğinin yığınlar açısından geçerliğinin bütün dünyada tükenedurmakta<br />

oluşunun Türkiye'de bulduğu yankılara işaret etmek istiyorduk. Böyle bir<br />

yıkıntı karşısında dünyada sayılan yüzbinleri bulan ve gittikçe de artan sanat<br />

müziği bestecileri, alıcısı olmayan bir malı üreteduran gereksiz kişiler<br />

olarak uğraşlarını sürdüredurmaktadırlar. Yığınlara seslerini duyurmalanna<br />

(v e bu yolla geçimlerini sağlamalanna) yararlı olacak bütün ortamların<br />

tıkandığını gördüklerinden, üniversitelerin ve meslek teşekküllerinin kabuğuna<br />

çekilmekten, uğraşlarım orada sürdürmekten ve birbirleri için müzik<br />

yazmaktan başka çıkar yol bulamamışlardır.<br />

Edgard Varfcse, "çağdaş besteci ölüme karşı koyuyor" diye bir bayrak<br />

açmıştı.<br />

Aradan geçen yarım yüzyılı aşkın süre boyunca bu bayrak hep dalgalarım<br />

ıştır.<br />

Çağdaş besteci, can düşmanlarını tanımak, bir ölüm kalım savaşı içinde<br />

olduğunun bilincini taşımak ve bu bilince göre eylem yolunu çizmek zorundadır.<br />

185


EK BÖLÜMLER: MÜZİĞİN TÜRLÜ<br />

ALANLARI, SORUNLARI, KONULARI<br />

M Ü Z İK B İLİM İ<br />

Müzik üzerindeki yöntemlendirilmiş bilgilerin tümü, müzik biliminin<br />

kapsam alanına girer. Bu bilgilere, bilimsel inceleme ve araştırma yöntemlerinin<br />

uygulanmasıyla erişilir. Müzik sanatının oluşumu ve evrimi, genel<br />

olarak insanın bu sanatla olan ilintisi, müzik biliminin başlıca inceleme konulandır.<br />

Müzik bilgini, bu bakımlardan müzik yaratısından (demektir ki<br />

besteciden) ve müzik seslendiricisinden (çalgıcı ya da şarkından) ayrılır.<br />

Bununla birlikte, müzik yaratıcısının müzik bilimine başvurmak, müzik bilimiyle<br />

ilgilenmek zorunda olmayışına karşılık, seslendirici, yorumlanılın üslûp<br />

gerçeklerine uygunluğunu sağlamak amacıyla... Müzik biliminden yararlanmak,<br />

daha da ilerisi, bir müzik bilgini gibi hazırlanmak zorundadır.<br />

Oysa müzik bilgini, müzik yaratıcısı olma zorunda değildir. Onun<br />

ödevi, yaratış oluşumunu, benzetiş yerinde sayılırsa, "laboratuvara getirmek,<br />

mikroskop altında incelemek”, bu oluşumun bilimsel çözümlenmesini<br />

yapmaktır... Besteci müzik dünyasında sanatçı, yaratıcı olarak tanımlanır<br />

ve nitelendirilir; oysa müzik bilgini (musicologue) sözkonusu dünyada<br />

bilim adamı, tarihçi, düşünür olarak yer alır.<br />

Müzik denen olaya bilginin uzanımı tüllü açılardan olabilir. Müzik<br />

bilgini konusunu doğrudan doğruya dıştan, nesnel bir açıdan ele alabilir.<br />

Demektir ki, seslerin doğasım inceler. Bu açıdan, müzik bilgini konusunu<br />

sesbilim (acoustique) açısından ele alıyor demektir. Vardığı sonuçlar o zaman<br />

doğrudan doğruya yaratış oluşumuyla ilintili değildir. Bilginin konusu<br />

daha çok, çalgıların yapımı ve gelişmesi, seslerin uyumlanması gibi alanlardadır.<br />

Bununla birlikte, Hermann von Helmholtz gibi bir ses bilgininin çalışmalarının<br />

laboratuvar sınırlarını aştığım, müzik yaratıcılığının çağdaş<br />

akımlarım etkilediğini tanımak gerekir.<br />

Bilgin ya da nıh-bilim (psyhologîe) alanına yönelir. O zaman, yalnızca<br />

bestecinin yaratış çalışması sırasındaki ruh durumunu kendine konu<br />

186


edinmekle kalmaz; seslendiricinin ruh durumunu ve bu konunun yükselttiği<br />

türlü sorunları da ele alır. Bestecinin olsun, seslendiricinin olsun ruh durumlarının<br />

incelenmesinin uygulamadaki geçerliği, özellikle eğitim alanında<br />

kendini gösterir. Müzik bilgininin bu yoldaki çalışmaları, hem bestecinin,<br />

hem de seslendiricinin eğitiminde uygulanan yöntemlerin belirmesini<br />

sağlamıştır<br />

Müzik bilgininin daha geniş bir çalışma alanı, genellikle tarih, özellikle<br />

müzik tarihidir. Tarih öncesi çağlardan başlayarak bugüne kadar müziğin<br />

evrimi üzerinde bilginlerin çalışmaları bugün, bu sanatın geçmişi üzerindeki<br />

bilgilerimizin başlıca kaynağıdır. Müzik bilgininin başvurduğu kaynaklar<br />

ile, öbür sanatların bilginlerinin kaynaklan arasmda önemli bir fark<br />

vardır. Müzik bilgini, yazılı ya da sesli kaynakların ancak, tarihin ilerlemiş<br />

çağlarında ele geçirmiştir. Diyelim ki, bir plastik sanatlar bilgini, mağara<br />

adamının ne türlü resimler yaptığı konusunda kaynak olarak doğrudan<br />

doğruya mağara adamının yaptığı resimlere başvurabilecek durumda olduğu<br />

halde, müzik bilgini mağara adamının kendisini seslerle anlatmak istediğinde<br />

ne türlü bir şarkı söylediği, ne türlü ritmlerin ortaya çıktığı konularında<br />

kaynaktan yoksundur. Edebiyat tarihçisi, hemen hemen yazının bulunduğu<br />

günlerden bu yana, bol bol kaynağa sahiptir. Oysa müzik tarihçisinin<br />

dayanağı olarak, bu türlü belgeler elde yoktur. Çünkü insanlar, sesleri<br />

kâğıt üzerine kaydetmeye çok geç başlamışlardır.<br />

Müzik bilimi (musicologie), bugünkü durumuna nasıl erişmiştir? Müzik<br />

bilgininin Öteki bilginler arasındaki durumu, tarih boyunca olduğu gibi,<br />

bugün de kesin çizgilerle belirmiş değildir. Bununla birlikte hiç olmazsa,<br />

çağdaş müzik biliminin temellerinin çok eski yıllarda atılmış olduğu<br />

söylenebilir. Gene de, bu temeller üstünde yapılan çalışmalar çok yakın yıllara,<br />

on dokuzuncu yüzyıl sonuna ve yirminci yüzyıl başına kadar birleştirilmiş,<br />

bir "çatı altında" toplanmış değildi. Almanların bu bilime verdiği Musifovissenschaft<br />

adı ya da Fransızların, İtalyanların, Ingiliz ve Amerikalıların<br />

kullandığı musicologie, musicologut, musicology terimleri, şunun şurası<br />

yüz yıllık geçmişi ya olan, ya olmayan terimlerdir.<br />

Tarih boyunca, sürekli bir evrim içinde değilse bile, yer yer, ayrı ayrı,<br />

müzik üzerinde bilimsel ve usçu yöntemlerle çalışmalar yapıldığını görüyoruz.<br />

M .ö . altıncı yüzyılda Pitagoras, sayı kuramlarını müziğe uygulayarak,<br />

ses aralıkları ölçülerindeki orantıları belirtmişti; bu orantıların bugün değişmiş<br />

olduğu henüz herhangi bir bilim adammca öne sürülmüş değildir.<br />

Bu bakıma Pitagoras’a ilk müzik bilgini demek yerinde olur. Müzik tarihi<br />

üzerindeki yazılara gelince, ilk çağlarda bu konudaki yazılar pek azdır. Plutarkos’un<br />

"Müzik Üzerine Denemecinde müziğin geçmişi üzerinde pek kısa<br />

birkaç söz vardır. Sonra on üçüncü yüzyıla varana kadar, bu konuda artık<br />

hiçbir yazıya rastlanmıyor. On üçüncü yüzyıldaysa, kim olduğu bilinmeyen<br />

bir İngiliz yazarmın bıraktığı yazılarda, müzik tarihi üzerinde birkaç<br />

söz göze ilişiyor, o kadar!<br />

187


Orta çağlarda, Avrupa’nın öğretim kurumlanna müzik öğreticileri,<br />

müzik uzmanı sayılan kişiler arasından değil, öbür konuların kuramcıları<br />

arasından seçilirdi. Bunlar, bugün konservatuarlarda raslanan öğreticiler<br />

gibi, aslında yaratıcı (besteci) ya da çalgıcı-şarkıcı kişiler değil, çoğunlukla<br />

aritmetik kuramcılarıydı. Bunların özellikle, ses aralıkları orantıları, aralık<br />

ilintileri, notalama kurandan, ses birleştirme kuramları üzerinde dersler<br />

verdiklerini biliyoruz. Bir bakıma bu öğreticileri müzik bilgini saymak, fakat<br />

hiçbir zaman müzik yaratıcısı ya da yaratıcıyı yönelten, yaratıcıyı yetiştiren<br />

kişiler olarak görmemek gerekir.<br />

Ses-bilimin müziğe uygulanması konusunda yazan ilk önemli kişilere<br />

on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda raslıyoruz: Tart ini, Sauveur, Euler,<br />

Tyndall, anılması gereken ilk adlardır. Bununla birlikte, daha önce, on yedinci<br />

yüzyılda Athannasius Kircher adlı cizvit papazı Musurgia ve Phonurgia<br />

adlı kitaplarında ses-bilimle müziğin ilintilerini incelemeyi denemişti.<br />

Bilimsel temellere dayanan müzik tarihçiliği ancak on yedinci yüzyılın<br />

sonlarında başlamıştır. Padre Giambattista Martini, Sir John Havvkins,<br />

Johann Nıkolaus JForkel adları, müzik tarihçiliğinde yeni yeni gelişmekte<br />

olan bilimsel bilincin simgeleri olarak ilk ağızda sayılabilirler. Bu bilimsel<br />

düzen, on dokuzuncu yüzyılda da gelişedurmuştur. Bununla birlikte, on<br />

dokuzuncu yüzyılın üniversitelerinde bile müzik bilgisine yer verilmiş değildi.<br />

Müziksever üniversitelere ancak, seslendirici ya da besteci öğrenci yetiştirsin<br />

diye alınırdı. Bu ayrıklık, Avustuıya üniversitelerinde müzik bilimine<br />

yer verilmesi olmuştur. Fransa ve Belçika’da Fetiş, Gevaert, Coussemaker,<br />

Van der Straeten gibi bilginler üniversite çerçevesi dışında çalışadururlaıken<br />

Viyana’da eleştirmen ve gazeteci Eduard Hanslick’e, Viyana<br />

Üniversitesinde müzik tarihi ve müzik estetiği profesörlüğü ödevi verilmişti.<br />

Gitgide, bütün Avrupa ve Amerika’nın başlıca üniversitelerinde müzik<br />

bilgisi kürsüleri kuruldu. Bununla birlikte bugün gene ünlü birçok müzik<br />

bilgini çalışmalarını üniversite dışında sürdürmektedirler. Çağımızda, üniversitelere<br />

bağlı ya da üniversite dışında çalışmış ünlü müzik bilginleri arasından<br />

Paul Henry Lang, Alex Hyatt-King, Thurston Dart, Jacques Chailley,<br />

Marc Pincherle, Cesare Valabrega, Alfred Einstein adlannı sayabiliriz.<br />

KONSERVATUARLAR<br />

İlk konservatuarlar İtalya’da kurulmuştu. Bunlann en eskisi, 1537 yılında<br />

Napoli’de kurulan Santa Mana di Loreta konservatuarıydı. Conseıvatorio<br />

sözcüğü İtalyancada "yetimevi" anlamına kullanılır. Nitekim ilk İtalyan<br />

konservatuarlarının çoğu,'yetimevlerine bağlı müzik okullarıydı ve yetimevlerindeki<br />

çocuklar bu okulların öğrencileriydi. İtalya'nın en eski konservatuarlarından<br />

biri de, 1615 yılında kurulan Palermo konservatuarıdır.<br />

Ülkenin diğer ünlü konservatuarları, çoğunlukla on dokuzuncu yüzyılda<br />

188


kurulmuştur. Bunların arasında, olağanüstü zenginlikteki kitaplığıyla tanınan,<br />

Bologna’daki Liceo Musicale Rossini 1864 yılında kurulmuştur. Roma’nın<br />

Santa Cecilia akademisinin Liceo musicaie’si ise Bologna konservatuanndan<br />

dört yıl sonra çalışalanna başlamıştır. Daha eski bir konservatuar,<br />

1807 yılında kurulan ve sonradan Giuseppe Verdi’nin adını alan Milano<br />

konservatuarıdır.<br />

Fransa’da müzik okulları, ancak, İtalya örneğim izleyerek gelişmeye<br />

başlamıştır. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki kilise, Hıristiyanlıın başlangıcından<br />

bu yana, bir yandan da müzik öğretimiyle uğraşmıştır. Gene<br />

de kilise, müziğin türlü dallarıyla geniş çapta uğraşamıyordu. Kilise eğitiminin<br />

kapsamına giremeyen dallar arasmda başta tiyatro müziği geliyordu.<br />

1669 yılında Fransa’da Penin adlı bir papaz bir müzik akademisi kurmuşsa<br />

da, ülkenin müzik hayatında çok daha önemli bir kurum, amacı tiyatro<br />

oyuncusu ve şarkıcı yetiştirmek olan, Krallık okuluydu.<br />

Paris Konservatuarının kurucusu, müziksever olmamakla birlikte,<br />

Fransız Devrimi sırasında, bando müzikseverlerini bir araya getirip bir<br />

Garde natioale bandosu kurma çabası gösteren Bemard Sarrette olmuştur.<br />

1792 yılında Garde nationale için bir müzik okulu kurulması işine girişen<br />

Sanette, bu okulda müziğin her dalında öğretim yapılmasını sağlamıştı.<br />

Bir yıl sonra, "Conservatoire" admı alan bu kurum, o gün bugün dünyada<br />

birçok müzik eğitim kurumunun örneği olmuştur.<br />

Bugün Paris Konservatuarının giderleri Devlet bütçesinden sağlanır.<br />

Fransa’daki öbür konservatuarların birçoğu, Paris konservatuarına bağlı<br />

sayılmakla birlikte aslında yönetim bakımından da Paris konservatuarının<br />

şubesi durumunda değildirler. Bunların giderleri çoğunlukla belediyelerce<br />

karşılanır. Bununla birlikte Devletin bu konservatuarlar üzerinde deneti<br />

vardır. Bu denet, Güzel Sanatlar Müdü/lüğünün denetçilerince yapılır. Öğretmen<br />

atanması da, belediyelerin öne sürmesi üzerine. Devletçe yapılır.<br />

Konservatuarların, yanında, ulusal müzik okulları da, tıpkı konservatuarlar<br />

gibi, Devletin denetine ve belediyelerin yardımına uyrukturlar. Bunların<br />

yanında bir de, yalnızca belediyelere uyruk, Devletle hiçbir ilintisi olmayan<br />

konservatuarlar ve müzik okullan da vardır. Fransız müzikseverleri ve<br />

eleştirmenleri genellikle, Devletin konservatuarlarla ve müzik okullarıyla<br />

gereğince uğraşmadığını, konservatuarlara belediyelerin olsun, Devletin olsun<br />

para yardımının çok sınırlı olduğunu, denetin etkileyici ve amaçlı olarak<br />

yapılmadığını, Fransa’da müzik eğitiminin, eğitimin öbür dallarına kıyasla<br />

dağınık ve yöntemsiz olduğunu öne sürerek yakınmaktadırlar.<br />

Devlet ve belediyelere bağlı konservatuarlar ve müzik okullan yanında,<br />

Fransa’da özel öğretim yapan pek az müzik okulu vardır Bunların arasında<br />

başta 1858 yılında kurulan ve din müziği öğreten Niedermayer okulu<br />

ve 1896 yılında kurulan Schola Cantorum gelir. Alfred Cortot’nun kurduğu<br />

Ecole normale de musique ile Piarre Lucas’ın kurduğu Conservatoire<br />

internationale de musique, Schola ile Niedermayer yanında, Paris’in<br />

189


aşlıca özel eğitim kuramlarıdırlar.<br />

Almanya’da konservatuarlar on dokuzuncu yüzyılda kurulmaya başlamış<br />

olmakla birlikte orada da kilise, geçen yüzyıla varana kadar, müzik<br />

eğitimi yüklenmiş başlıca kurumdu. Bunların arasında, Johann Sebastian<br />

Bach’ın kantorluğunu yaptığı, Leipzig’de St. Thomas kilisesi müzik okulu,<br />

Almanya’da kilise çerçevesi içinde müzik eğitiminin başlıca örneklerinden<br />

biridir. Aynı şehirde 1843 yılında Mendelssohn, Almanya'nın ünlü konservatuarlarından<br />

birini kurmuş ve Schumann gibi, Moscheles gibi, Ferdinand<br />

David gibi ünlü müzikseverler bu konservatuarda öğretmen olarak<br />

çalışmışlardır. Almanya’nın ileri gelen öbür konservatuarlarına gelince,<br />

Berlin konservatuarı 1850 yılında kurulmuş ve Hans von Bülow gibi ünlü<br />

kişilerin öğretiminden yararlanmıştır, 1846 yılında kurulan Münih konservatuarında,<br />

Hans von Bülow ve Felix Mottl, 1872’de kurulan Weimar konservatuarında<br />

Franz Liszt, öğretmenlik yapmışlardır. Almanya’nın başlıca<br />

şehirlerinden hemen hemen hepsinde, Avrupa'nın müzik eğitiminde önemli<br />

yeri olan bir konservatuar vardır. Almanya yanında Avusturya’nın Devlet<br />

konservatuarı ancak 1909 yılında kurulabilmiştir. Bununla birlikte Slazburg’da<br />

Mozarteuma’a bağlı bir müzik okulu 1880 yılından beri çalışmaktadır.<br />

'<br />

Amerika’da ülkenin her köşesinde birçok konservatuar vardır,ve bunlarda<br />

Avrupa’dan gelmiş birçok ünlü eğitimci öğretimle görevlidirler. Am e­<br />

rikan müzik okulları daha çok üniversitelerin birer bölümü olmakla birlikte,<br />

bağımsız konservatuarlar da pek çoktur. Bunların arasında Filadelfiya’nın<br />

Curtis müzik enstitüsü ve New York’un Juilliard müzik okulu en<br />

ünlülerdendir. Müzik öğretiminin en ileri yöntemlerini uygulama amacını<br />

güden Juilliard konservatuarı 1905 yılında kurulmuştur. 1945 ile 1962 yılları<br />

arasında okulun yöneticiliğini yapmış olan besteci William Schuman<br />

okulun amaçlarım şu sözlerle anlatmıştır: "Her bir kuşak kendi gereksinmelerinin<br />

bilincine kendisi varmadıkça, geleneğin yükü ancak kısırlık yaratır;<br />

müzik dilinin evrimi yanında müzik bilimi ve müzik öğretim yöntemleri<br />

de gelişmiştir; Juilliard konservatuarı bugün, kurulduğu yıl olan 1905’e<br />

kıyasla çok daha değişik öğretim yöntemleri uygulamaktaysa da, Schun’ın<br />

sözleri, Juilliard için olduğunca, bütün ülkelerin konservatuarlarının,<br />

giderek konservatuar dışı okullardaki müzik eğitiminin içine düştüğü çıkmazı<br />

yansıtmaktadır. Yığınların, yeryüzü çapında, sanat müziğine, hele bu<br />

müziğin çağdaş evrimlerine yabancılaşmasının sorumu, nitekim, başta konservatuar<br />

kurumu olmak üzere, tümüyle müzik eğitim dizgelerindedir. N e<br />

ki bu dizgelerde söz konusu sorumun bilinci bile gelişmiş değildir. Bugün<br />

her yerde konservatuarlar, geleneğin yükü altında kısırlaşmış, yozlaşmış kurumlar<br />

olarak varlıklarım sürdüredurmaktadırlar.<br />

Yurdumuzda batı anlamında öğretim yapan ilk müzik okulu 1831 yılında,<br />

demektir ki birçok Avrupa konservatuarından daha önce kurulmuştur.<br />

Bu okul, Müzikai Hümayun Okuludur. Cumhuriyetten sonra, 1924 yı­<br />

190


lında kurulan Müzik Muallim Mektebi, 1936 yılında kurulan Ankara Devlet<br />

Konservatuarının çekirdeği olmuştur. Alman besteci Paul Hindemith,<br />

Devlet Konservatuarının kurulmasında önemli çalışmalar yapmıştır. Ankara<br />

Konservatuarı yanında İstanbul ve İzmir konservatuarları da çalışmalarını<br />

sürdürüyorlar.<br />

Sayılan kurumlar yarımda Türkiye'de müzik eğitimi sağlayan başlıca<br />

iki okul, Askeri Mızıka Okulu, bir de Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’-<br />

nün müzik bölümüdür. Yülarca Eduard Zuckmayer gibi üstün yetide bir<br />

öğreticinin yönetiminde çalışan bu okul, Türkiye’nin müzik evriminde, başarılan<br />

pek seyrek anılmakla birlikte, önemli bir yer doldurmuştur.<br />

M Ü Z İK ELEŞTİRM ENLİĞİ<br />

Konuyu iyice yalınlaştırırsak, müzik eleştirmeni denen kişiyi, müzik<br />

olaylan karşısında, özellikle müzik yapıtlan ve seslendirmeleri karşısında,<br />

öznel tepkisini bildiren kişi olarak tanıtabiliriz. Demektir ki müzik eleştirmeni,<br />

bir besteyi ya da bir icrayı beğenip beğenmediğini söyleyen bir kişidir.<br />

Bu kişi beğenisini açıklamayı para kazanmak amacıyla yapıyorsa "profesyonel”<br />

müzik eleştirmeni olur. Öznel bir beğeni, hiçbir soruma uymadığına,<br />

"renkler ve beğeniler tartışılmaz" görüşüne sığdığına göre, müzik eleştirmeninin<br />

de bu bakıma hiçbir sorumu, hiçbir 'hesap verme" zoru yoktur.<br />

Bununla birlikte, müzik eleştirmeninin ödevi böylesine kolay, böylesine<br />

dümdüz, böylesine yalın değildir. Meslekten bir müzik eleştirmeni çoğunlukla<br />

bir gazetede beğenilerini açıkladığına göre, önce bir gazetecidir.<br />

Demektir ki, gazetecilik mesleğinin kurallarına uyacaktır. Ödevi, beğeni<br />

açıklamak yanında, hem de haber vermek, olay bildirmektir. Gazeteci olarak<br />

kendisinden gecikmeden, olayı doğrulukla, aslına uygun olarak bildirmesi<br />

istendiğine, sözünü ettiği olay da bir müzik olayı olduğuna göre, müzik<br />

eleştirmeninin, en geniş anlamında "müzik bilmesi" gerekir. Bu bakıma<br />

müzik eleştirmenliği, hem müzik biliminin, hem de gazeteciliğin bir kolu<br />

olur. Sonra, müzik eleştirisi yazan kişi, bir müzik olayı karşısındaki öznel<br />

tepkilerini "beğendim" ya da "beğenmedim" gibi tek sözcüktü anlatımlarla<br />

sunmayı kişisel saygınlığı açısından yeterliksiz sayacağı için, hiç olmazsa<br />

bir fıkra yazarmın "edebi" yetisine ulaşmak zorundadır. Yoksa, okuyucu<br />

karşısındaki durumu hiçe iner. Bu sakınca, müzik eleştirisini hem de edebiyatın<br />

bir kolu olma durumuna yükseltmiştir.<br />

Müzik eleştirmeninin ödevi ve durumu kısaca, bu türlü anlatılabilir<br />

ama, eleştirmenin görevi nedir? Müzik eleştirmeni kime yararlıdır? Herhalde<br />

seslendiriciye ya da yaratıcıya, doğrudan doğruya mesleklerinin uygulanması<br />

bakımından değil. Bir müzik eleştirmeninden, müzik sanatmın türlü<br />

dallarında söz etmek zorunda olduğu için, ilgilerini dağıtmış, çalışma<br />

alanına yaymış olması yüzünden, tıirlü dallarda çalışan müzik sanatçılarının<br />

her biri kadar onlann kendi dallarında yetili olması beklenemez. Öy­<br />

191


leyse müzik eleştirmeninin müzik seslendiricisine olsun, müzik yaratıcısına<br />

olsun, daha da ilerisi -arasıra, görevi gereği, eleştirmek zorunda olduğu -<br />

müzik bilginine olsun, yararlı olması, onlara bir şeyler öğretmesi aşın bir<br />

istek olur, öyleyse eleştirmen bütün bu kişilere nasıl yararlı olacaktır?<br />

Böyle bir soruya verilecek yanıt gerçi eleştirmenin saygınlığım biraz düşürür<br />

ama, gerçeği konuşmaktan kaçınmayalım: Eleştirmen, müzik sanatının<br />

türlü dallarında çalışan kişilere ancak, gazete ya da dergi, ya da radyo gibi<br />

yayın ortamlarından yararlanarak, bu kişilerin adlarım ve çalışmalarım çevreye<br />

yaymakla, onları daha çok sayıda insana, başka bir anlatımla, yoğaltıcıya<br />

tanıtmakla yaradı olabilir. Bu bakıma, eleştirmen, gerçeklere boyun<br />

eğelim, bir reklâma durumuna geçer. Bununla birlikte, eleştirmene, müzik<br />

çevrelerinde gösterilen korkuyla kanşık saygı, eleştirmenin bu görevinin<br />

etkisinin, çoğu kere meslekten reklâmalannkine kıyasla çok daha yüksek<br />

olmasını sağlamıştır.<br />

Bir meslek olarak müzik eleştirmenliğinin on yedinci yüzyılın sonlarına<br />

doğru, ilk müzik dergilerinin yayınlanmasıyla başladığı söylenebilir. Bununla<br />

birlikte, müzik olayları üzerinde, öznel, kişisel tepkilerin geçmişi<br />

çok daha eskidir. N e var ki bu eskiliğin ne günlere kadar uzandığı kestirilemez.<br />

On sekizinci yüzyılda müzik eleştiricisinin ilgi çeken örnekleri arasında,<br />

Dr. Charles Bumey’in "Genel Müzik Tarihi"nde, öznel yargıların<br />

bol bol öne sürülmesi bakımından, geniş ölçüde müzik eleştirmenliği yapmış<br />

olmasını, on dokuzuncu yüzyıl Ingiltere’sinde Henry Fothergill Chorley*in<br />

Londra’da yayınlanan Athaneum dergisindeki yazılarının çağın en<br />

önemli müzik eleştiricileri arasmda sayılabileceğini belirtebiliriz. On sekizinci<br />

yüzyıl Fransa'sında Jean Jacques Rousseau, "Müzik Sözlüğü"nü, çağının<br />

müziği üzerinde öznel yargılarla doldurmuştur. Aynı sıralarda Almanya’da<br />

Johann Mattheson, Critica Musica adlı kitabım yayınlamış ve kendi<br />

deyişiyle "müzik üzerindeki, kimi gerçeklere uymadan düşünülmüş, kimi<br />

de düpedüz saçma kuramları" incelemiş ve yargılara bağlamıştı. Bir yandan<br />

da, Alman müzikli oyunun (Singspiel’in) kurucusu Johann Adam Hiller,<br />

ilk müzik dergilerinden birini yayınlamaya başlamıştı. Hiller, müziğin<br />

hemen hemen her dalında olağanüstü yetisi olan bir müzikseverdi; gazeteci<br />

olafak Hiller, çağın müzik akımlan ve besteleri üzerinde dergisinde durup<br />

dinlenmeden öznel yargılar sunmuş ve dergisini bu türlü yazılara hep<br />

açık tutmuştur. Hiller’in çağdaşlan arasmda, müzik gazeteciliğinin Almanya’daki<br />

öncüleri olarak, Christian Schubarth, Bach’m hayatım ilk yazan Johann<br />

Forkel, eleştirmenliği gündelik gazeteciliğin bir dalı yapan Johann<br />

Rellstab ve Johann Rochlitz sayılabilir.<br />

On dokuzuncu yüzyıl Almanya'sının önemli müzik eleştirmenlerine<br />

baktığımızda, aralarında ünlü bestecilere ya da şairlere raslıyonız. Şair<br />

E .T A . Hoffmann, besteciliği yanında eleştirmenlik de yapmış, Allgetneine<br />

Musicalische Zeilung'da Beethoven üzerindeki ilk önemli yazılan yazmıştı.<br />

Hoffmann, Beethoven’i romantizmin bir simgesi olarak sunan ilk eleştir-<br />

192


menlerdendir.<br />

Cari M ana von Weber, eleştiri yazılan da yazan önemli bestecilerin<br />

ilkidir. Bununla birlikte, çağının müzik düşünüşüne büyük etkisi olan bir<br />

eleştirmen-besteciye raslamak için romantik yüzyılda biraz daha ilerlemek<br />

gerekir. Karşımıza çıkan önemli kişi Robert Schumann’dır. Schumann 24<br />

yaşındayken, Neue Zeitschrifi fürMusik adlı dergisini kurmuş, on yıl süreyle<br />

derginin sahibi, yayınlayıcısı ve baş eleştirmeni olarak çalışmıştı. Yazılarında<br />

hep, çağdaş müziği, çağının genç bestecilerini tanıtmak, desteklemek<br />

amacım gözetmiştir.<br />

Fransa’da on dokuzuncu yüzyılın en önemli bestecı-eleştirmeni H e o<br />

tor Berlioz’du. Berlioz’un bir müzik dergisi çıkaracak parası yoktu. Olsaydı<br />

da bu yola gitmezdi belki. Çünkü Berüoz, gelirini arttırmak için müzik<br />

eleştirmenliğine başlamış, bu işten hiç hoşlanmadığım da sık sık açıklamıştır.<br />

Bununla birlikte, Berlioz’un yalnız Journal des Debats’daki yazılan bile<br />

onu besteciler arasındaki en büyük edebiyatçı durumuna yükseltmeye yeter.<br />

Çağın bir başka büyük bestecisi, Richard Wagner, müzik eleştirisi<br />

alanında çalışmıştır. Bununla birlikte bu alanda Wagner ancak, günün çok<br />

daha saygın bir başka eleştirmeninin, Eduard Hanslick’in gölgesinde anılır.<br />

Hanslick ile Wagner birbirlerini bir kaşık suda boğabilecek kadar düşmandılar.<br />

Wagner Meistersinger operasında Beckmesser tipiyle Hanslick’i<br />

gülünçleştirmek istemiştir, ö t e yanda İngiltere’de George Bemard Shaw,<br />

müzik eleştirmeni olarak, Wagner’ciliğin güçlü bir savunucusu olarak tanınmıştır.<br />

Bir başka besteci-eleştirmen, Hugo W olf, Brahms düşmanlığıyla<br />

ün yapmıştı.<br />

Fransa’da Claude Debussy, Berlioz gibi, eleştiri mesleğinden hiç hoşlanmamakla<br />

birlikte, Monseieur Croche anüdilettonte adlı kitapta toplanan<br />

eleştiri yazılarının da gösterdiği gibi, öznel, izlenimci eleştirinin en başarılı<br />

örneklerini vermiştir. Günümüzdeyse, besteci-eleştirmenlerin en saygım,<br />

en ünlüsü, Amerikalı Virgil Thomson’dur. Thomson’un besteci olarak geleceğe<br />

kalacağı sanılmazsa da, 1940 ile 1954 arasında New York Herald<br />

Tribüne gazetesine yazdığı müzik eleştirilerinin önemi yadsınamaz.<br />

YORUM CULUK, SESLEND İRİCİLİK<br />

Yaratıcıdan yoğaltıcıya ulaşırken bir aracının elinden geçme zorunda<br />

olması bakımından müzik sanatı bir özellik taşır. Müzik, bu bakıma bahtsız<br />

bir sanattır. Bununla birlikte son yıllarda, elektronik müzik, somut müzik<br />

ya da genel olarak "manyetofon müziği” adı verilen müzik türünün gelişmesiyle<br />

aracı ortadan kalkması olanağı doğmuş, yaratıcı yapıtını yoğaltıcıya,<br />

dinleyiciye, doğrudan doğruya sunma erkinliğini elde etmiştir.<br />

Gene de "manyetofon müziği”, yüzyıllar boyunca gelişedurmakta olan<br />

müiik sanatının pek küçük bir bölümüdür ve olgunluk çağma varıp varma-<br />

Müzik Tarihi, F.: 13 193


dığı henüz tartışma konusudur. G en kalan yapıtlann hepsi, dinleyiciye "yorumcu"<br />

dediğimiz kişinin aracılığıyla sunulur. Yorumcu, bir müzik yapıtım<br />

seslendiren ya da seslendirten; çalgıcı, şarkıcı ya da orkestra yöneticisi...<br />

Bir resme ya da bir heykele bakarken, bir başkasının gözlerinden yararlanmak<br />

zorunda değiliz. Bir şiiri ya da bir romam okumak için, onu birinin<br />

bize okuması gerekmez Tiyatro oyunlarını bile, sahnede görmeden, başkalarının<br />

o oyunu bizim için oynamaları gerekmeden, okuyarak, anlayabiliriz;<br />

hiç olmazsa "edebi" yanının tadma varabiliriz. Oysa, gereci ses olan bir<br />

sanata, müzikte, "manyetofon müziği" dışında, bir yapıtı ille de bir aracılım<br />

bize sunması gereklidir. Müzik göz için olmadığına göre, bir müzik yapıtım<br />

notadan okuyup bir ses olayı karşısında bulunduğumuzu taslamak,<br />

bu sanatın amacına ve olumuna aykırı düşmesi bakımından yersizdir, yanıltıcıdır.<br />

Bir notanın "grafik" yamnm tadma varmakla müzik yapıtı anlaşılmaz<br />

olmaz. Göz, kulağa olsa olsa, ufak bir yardımcıdır.<br />

Bestecinin düşüncesindeki, duygularındaki* ses dünyasını gerçekleştiren<br />

kişi, seslendirici, yalnızca kâğıt üzerinde gördüklerini uygulamakla yetinmez.<br />

Onlara kendinden bir şeyler katar. İşte bu "kendinden bir şeyler<br />

katma", genellikle, tanımı gereği, bestecinin öz duygu ve düşüncelerine saygısızlıkla<br />

sonuçlanır. Burada "saygısızlık” derken, seslendiricinin kendinden<br />

kattığı şeylerin değeri üzerinde bir yargıya varmış olmuyoruz. Tersine, bir<br />

gerçeği gözlemiş ve bildirmiş oluyoruz. Seslendiricinin kendinden kattığı<br />

şeyler, bestecinin anlatmak istedilderine, bestecinin düşüncelerine ve duygularına<br />

kıyasla, daha iyi ya da daha kötü şeyler olabilir. Sorun bu değildir.<br />

Sorun, bestecinin düşündüğü yapıtın, ister iyi, ister kötü yolda olsun,<br />

bozulması, değiştirilmesi, dinleyiciye kendi gerçeğinden ayrılan bir çehreyle<br />

sunulmasıdır. Öyleyse yapıtın kendi gerçeği nedir? Bunu kimse bilemez.<br />

Belki, yapıtm yaratıcısı bile..'. Yaratış oluşumunun belirli süreler içinde gelip<br />

geçen esintilerin doğurduğu imgelere dayandığım tanıyorsak, müzik yaratıcısının<br />

bütün yapabileceği bu imgeleri nota gibi sesle tümünde ilintisiz<br />

bir ortamdan yararlanarak kâğıt üzerinde tutmaktır. Oysa, diyelim ki edebiyatta,<br />

imgeler, sözcüklerle anlatılabilecek düşünce ve duygular halinde<br />

belirir. Bunlar tümcelenmiş olarak kâğıt üzerine yazıldığında yapıt kendini<br />

gerçekleştirir. Resimde imgeler, renk-biçim birleşimi olarak belirir ve ressam<br />

bunları, yakalayabildiğince, 'kâğıda" geçirir. Yapıt gene, gereken ya<br />

da gerekmeyen düzeltmeler dışında, gerçekleşmiştir. Artık yoğaltıcıya (okuyucu<br />

ya da seyirciye) olduğu gibi sunulabilir. Fakat müzikte öyle mi?<br />

Kâğıt üzerindeki çizgileri, noktalan, sözleri bir başka kişi, seslendirip dinleyiciye<br />

sunacaktır.<br />

Seslendirici bu işi, notaya, kâğıt üzerindeki çizgilere, noktalara, harflere,<br />

sözcüklere yüzde yüz bağlı kalarak yapamaz. Kendi duygulannı, kendi<br />

samlarını, kendi izlenimlerini, kendi düşünüşlerini işin içine katmak zorundadır.<br />

Çünkü notalama, ne denli ileri bir yöntemle yapılmış olursa olsun,<br />

kesinlikten çok uzaktır. Birkaç örnek, notalamada kullanılan sözcük­<br />

194


lerdeki kesinlik yoksunluğunu belirtmeye yetecektir sanırım. Diyelim ki<br />

bir besteci yapıtının çalmış hızım anlatmak için andantino sözcüğünü kullanmış<br />

olsun. "Andantino"nun ne kerte hızlı bir tempoyu anlattığım, güveniniz,<br />

kimse bilmez. Giderek, ''andantino"nun, "andante”den daha mı hızlı,<br />

yoksa daha mı yavaş anlamına geldiği konusunda tartışmalar süregelmektedir.<br />

Nitekim, "andante" gibi, "allegro" gibi, "largo" gibi, tempo hızı anlatan<br />

sözcüklerin anlamı, çağdan çağa, daha doğrusu besteciden besteciye, daha<br />

da ilerisi, bestecinin bir serinden öbür eserine değişmiştir. Tıpkı bunun gibi,<br />

ayırtı katlarım anlatan piano, pianissimo, forte, fortissimo gibi sözcükler<br />

de kesin bir yeğinliği anlatmaktan uzaktır. Bu durumda seslendirici, kendi<br />

sezgilerine, kendi duygularına, kendi bilgilerine başvurmaktan başka ne yapabilir?<br />

İşte bunun içindir ki seslendirici, ister istemez yormcu durumuna<br />

geçtiği için, bu durum içinde çalışmasını güçlendirmek amacıyla, bir bilimadamı<br />

gibi hazırlanmak, sezgilerini, duygularını, az ya da çok bilimsel kesinliği<br />

olan gerçeklere bağlamak, türlü çağlarda, türlü bestecilerle ayırtı,<br />

hız ve -daha da önemlisi- tını anlatan sözlerin ne anlama geldiğini incelemek,<br />

bestecinin ruh durumunu, düşüncelerini, duygularını yansıtmaya sıra<br />

geldiğinde bunu, sorumsuzcasına, "kendinden bir şeyler katarak" değil,<br />

gene inceleme, araştırma yoluyla bestecinin ruh durumlarını, duygularını^<br />

düşüncelerini kavramaya çalışarak yapmak zorundadır. Hele notalamamn<br />

daha da az kesin olduğu eski çağların müziğinin seslendirilmesi gerektiğinde<br />

yorumcunun tam bir bilimadamı gibi çalışması gerekir.<br />

Beethoven’den bu yana bestecilerin, metronom sayılan kullanarak,<br />

yapıtlannın ne hızda çalınacağını kesinlikle göstermiş olmalan da, uygulamada,<br />

olumlu sonuçlar vermiş sayılamaz. Bugün konserlerde seslendiricilerin<br />

metronomla sahneye çıkmalan metronomu bestecinin bildirdiği hıza<br />

göre çalıştırıp tempoyu aldıktan sonra çalmaya başlamalan, raslanmış bir<br />

olay değildir. İkincisi, böyle bir yola başvurulsa bile, metronomun verdiği<br />

temponun seslendirme boyunca, yorumcunun doğası ve coşkularıyla ilintili<br />

türlü etkiler altında, değişmeyeceğine güvenilemez. Hele, yorumcunun, daha<br />

önceden metronom yoluyla edindiği tempo hızım seslendirme sırasında<br />

değiştirmeden vereceğine hiç güvenilemez. Metronom sayılarıyla hızlan<br />

belirtilmiş parçaların hemen hemen hepsinin türlü yorumlan arasındaki<br />

hız başkalıktan metronomun, müzik eğitimi dışında, pek de yararlı olmadığının<br />

tanıtıdır.<br />

Notalamamn kesinlikten uzak bir yam da, notalama yöntemlerinde<br />

çoğu kere kolaylık olsun diye, kısaltmalara gidilmesinin sonucunda belirmiştir.<br />

özellikle süslemelerde ve bazı ritmlerin yazılmasında kolaylık uğruna<br />

yanlış notalamaya gidilmiş olması, yorumculan yanlış seslendirmelere<br />

götürmüştür. Bugün bu kısaltmaların ne yolda çalınması gerekeceği bilimsel<br />

araştırma konusudur. Bu yolda inceleme yapmış olmayan bir yorumcunun,<br />

bestecinin duygularına kendi duygularım katma konusundaki en iyi<br />

niyetlerine karşın, ele aldığı yapıtı yanlış tanıtacağına kuşku olmaması ge-<br />

195


ekır.<br />

N e var ki, bütün bu güvenilmez yanlarına karşın seslendirici-yorumcu<br />

bugün, müzik dünyasının en önemli kişisidir. Dinleyici, bestecinin varlığı<br />

üzerinde ancak, orkestra yöneticisi bay filanca ya da piyanist bayan falancanın<br />

olumlu ya da olumsuz etkisinden kurulabildiğinde düşünür. Besteciler,<br />

yapıtlarını halka sunacak diye, seslendiricilerin kulu kölesi olurlar.<br />

Bunu hem de, yapıtlarının kimi kere göz göre göre yanlış tanıtılması pahasına<br />

yaparlar. Sevinmek gerekir ki, manyetofon müziğinin gelişmesiyle, bu<br />

gülünç durum sona ermiş değilse bile, besteciye hiç olmazsa bir kurtuluş<br />

kapısı açılmıştır. Artık besteci, bir ressam ya da edebiyatçı gibi, yapıtını<br />

doğrudan doğruya gerçekleştirebilir ve bir aracıya sığınmaksızın dinleyiciye<br />

sunabilir. N e ki dinleyici, değişmeyen görenekleri gereği, müziği hep o<br />

seslendirici-yorumcu denen kişilerden dinlemek ister, giderek, onları karşısında<br />

görmek ister.<br />

ORKESTRA YÖ N E TİC İLİĞ İ<br />

Orkestra yönetmeni denen kişi yalan bir çağda ortaya çıkmıştır. Daha<br />

önce, on dokuzuncu yüzyıla kadar, orkestraların başında, bir yandan<br />

klavsen çalıp armonileri dolduran ve bu işi genellikle doğaçtan yapan, elleri<br />

boşaldığında da, gene klavsen başından, çalgıcılara tempoyu veren bir<br />

yönetici vardı. Bugünün orkestra yönetmeni o günlefde yoktu. Beethoven’in<br />

gününde bile, bugünkü gibi çalışan orkestra yönetmenleri, müzik<br />

sahnesinde henüz belirmemişti.<br />

Konser dinleyicisi, orkestra yöneticisine dıştan baktığında, kürsüye çıkıp,<br />

müziğin hareketlerine uyarak elini kolunu sallayan bir insan görür. N i­<br />

tekim, yönetmen denen kişinin gerçekten gerekip gerekmediğini, orkestranın<br />

yöneticisiz çalıp çalamayacağını soran dinleyiciler az değildir. Gerçi<br />

bir orkestra kendi başına çalabilir. Günümüzde bile bazı orkestralar yöneticisiz<br />

çalmayı denemiş ve başarmışlardır. Bununla birlikte, orkestralara<br />

"kişiliğini" veren, orkestra müziği seslendirmelerine ayına yorum özelliklerini<br />

sağlayan, doğrudan doğruya yönetmenin kendisidir. Yönetmen ile orkestra<br />

üyeleri arasında bir ruh bağlantısı bulunduğu bir gerçektir. Yönetmenin<br />

duygulan, amlan, bilgisi, düşünüşleri, kimi kere sözün ve el, kol—<br />

gövde hareketlerinin ulaştınalığı bile gerekmeden, yönetmen ile orkestra<br />

üyeleri arasındaki bu ruh bağlantısıyla, çalgıcüara ulaşır. Orkestra yöneticisinin<br />

çaldırdığı yapıtta bir geçidi unuttuğundan çalgıcıların, önlerinde nota<br />

olduğu halde, o geçidi çalamamalan gibi acayip görünen "ipnotik" olaylara<br />

pek sık raslanır. Bu bakıma bir orkestrayı koskoca bir "çalgı", yönetmeni<br />

de onun çalgıası saymak yerinde olur. Orkestranın iyi ya da kötü çalgıçlardan<br />

kurulmuş olmasının ortaya çıkan seslendirmeye etkisi, iyi ya da kötü<br />

yapılmış bir çalgının vereceği sonuçlara benzetilebilir. Demektir ki kötü<br />

bir orkestrayı yöneten iyi bir yönetmen, kötü bir piyanoda çalan iyi bir<br />

196


piyaniste benzetilebilir Tersi de doğrudur.<br />

Orkestra yöneticisinin nitelikleri arasında başta, önderlik yetisi gelir.<br />

Bir orkestra yöneticisi, orkestra üyelerini bilgisiyle ve yetkisiyle etkileyebil'»<br />

meli, yalnız işini bilmekle kalmamak, orkestranın üyelerini işini bildiğine,<br />

yaptığı işin doğru olduğuna inandırabilmelidir. Yönetmende bu yeti yoksa<br />

orkestrasının üyeleri onu küçümseyecek, onun istediği gibi çalamayacak,<br />

başarılı çalışlara belki de hiçbir zaman ulaşılamayacaktır.<br />

Piyano ya da keman çalmanın olduğu gibi, orkestra yönetmenin de<br />

bir tekniği vardır. Orkestra yöneticiliğinin teknik sorunları arasında başta<br />

tempo vurmak gelir. Tempo vurmanın türlü yöntemleri vardır. Bu bakıma,<br />

ünlü yönetmenlerden birçoğunun tempo vuruşu bilirine benzemez. Bununla<br />

birlikte, yönetmenin tempo vururken yaptığı el ya da değnek hareketlerinin,<br />

orkestra üyelerinin çalman parçanın hareket hızım açıkça görebilecekleri<br />

kadar açık ve belirli olması gerekir. Büyük ve kesin hareketlerle<br />

tempo vuran yönetmenleri çalgıcılar çoğunlukla beğenirler.<br />

Genellikle, orkestra yönetme tekniğinde, sağ elin tempo vurma, sol<br />

elinse yönetmenin anlatımla ilintili isteklerini orkestra üyelerine ulaştırma<br />

için kullanması, kuralcılarca tanınmıştır. Yöneticinin tempo ile ilintili hareketleri<br />

kendiliğinden, bu yönde yeğin bir düşünce çalışması gerektirmeden,<br />

tam bir erinçlikle yapılmalıdır ki, yönetmen düşünüşlerini müziğin daha<br />

önemli sorunlarına, çalgılarını tam zamanında çalmaya başlamalarına<br />

ya da susmalarına, ayırtı katlarının gerçekleşmesine, anlatımla ve üslûpla<br />

ilintili sorunlara yöneltebilsin. Demektir ki, orkestra yöneticiliği tekniğinin<br />

üstünde her şeyden önce tam bir egemenlik kurulması gereken ilkel sorunu,<br />

tempo vurma sorunudur.<br />

Teknik sorunlar dışında, orkestra yöneticisi, müziğin butun sorunları<br />

üzerinde gelişmiş bir kuramsal bilgiye ve bunları uygulama yetisine sahip<br />

olmalıdır. Yeni bir yapıtın notasını aldığında eserin yapısını, temlerin gelişimini,<br />

çalgı tınılarının dengesini, armonik, ritmik ve melodik yapının birbirleriyle<br />

ilintili özelliklerini görebilmeli ve orkestra kürsüsüne çıktığında<br />

bunlan uygulayabilmelidir. Belirtmek gerekir ki bütün bu sorunlar üzerinde<br />

orkestra üyeleri hiç düşünmezler ve her şeyi kendilerine yöneticinin anlatmasını<br />

belderler. Demektir ki orkestra yöneticisi, önderlik yetisi, teknik<br />

yeteneği, duygu ve düşünce ulaştırma yolunda "ipnotik" gücü yarımda, tam<br />

bir müzik bilgini gibi çalışmak ve bu çalışmanın sonucunu, orkestranın aracılığıyla<br />

vereceği yorumlarda gerçekleştirmek sonucunu, orkestranın aracılığıyla<br />

vereceği yorumlarda gerçekleştirmek zorundadır. Geniş bir dağarı olmak,<br />

program yapmasım bilmek de yöneticinin başlıca sorumları arasındadır.<br />

Programına koyduğu yapıtların birbirlerine olan ilintilerini ve karşıtlıklarım<br />

gözetmek ve bu bakıma dengeli bir program sunmak yönetmenin görevidir.<br />

"Yönetmenlik başarısının yüzde ellisi, dengeli programlar yapmaya<br />

bağlıdır" sözündeki aşırılık pek küçüktür.<br />

Bugünkü türden yöneticilerin ancak on dokuzuncu yüzyılda müzik<br />

197


sahnesinde görünmeye başlamış olduklarım biliyoruz ama, çalgıcı ya da<br />

şarkıcıları yöneten kişilerin eski Yunan’dan bu yana varolduğu da bir gerçektir.<br />

Eski Yunan tiyatrosunda koroyu, “choragus" adı verilen, çoğu kere<br />

yüksek bir yere çıkan, ayağına ses veren bir cisim bağlayan ve böylece tempoyu<br />

şarkıcılarına duyuran ya da parmaklarını şakırdatan bir yönetici vardı.<br />

Kilise müziğinde de, bugünün müziğine kıyasla çok daha yalın, çok daha<br />

önemsiz olan yorum sorunları ya da şarkıcıların beraberliğini sağlamayla<br />

ilintili sorunlar, yöneticinin el hareketleriyle, çoğunlukla ellerini öne ve<br />

geriye kımıldatmasıyla çözülmeye çalışılırdı. Bundan başka papazların, şarkıcıların<br />

ilgisini toplamak amacıyla, değnek, mendil (kimi kere de değneğe<br />

bağlanmış mendil) gibi araçlara başvurdukları bilinir. Bu türlü yönetim on<br />

altına yüzyıla kadar sürmüştür.<br />

On altına yüzyıldan romantik çağa varana kadar orkestra yönetialeri<br />

değnekle ya da Lully’nin yaptığı gibi, kalın, ağır bir sopayla yere vurarak,<br />

tempoyu gürültüyle verirlerdi. Berlioz bile, temponun böyle gürültüyle verilmesinden<br />

aa aa yakınmıştı. Bach da, orkestra yönettiğinde, klavsende<br />

hem çalar, böylece kendi bölümünü çalmayı ya da söylemeyi beceremeyen<br />

çalgıcı ya da şarkıalan klavsende onların melodilerini çalarak destek olur,<br />

hem de elleri boşaldığında el hareketleriyle çoğu kere de ayaklarıyla yere<br />

vurarak tempo verirdi. Aynı çağlarda klavsenci yöneticiler yamnda, kemancı<br />

yöneticiler de vaıdı. Kemana yöneticilere, on dokuzuncu yüzyılın ortasından<br />

beri artık pek raslanmamaktadır.<br />

Tempoyu el yerine, değnek yardımıyla vermek on dokuzuncu yüzyıldan<br />

günümüze kadar, kimi kere yaygınlıkla başvurulan, kimi kere de unutulan<br />

bir yöntem olmuştur. Beethoven, Mendelsohn ve Weber’in değnek<br />

kullanarak orkestra yönettikleri bilinir. Oysa Ludvvig Spohr Londra’da değnekle<br />

yönettiğinde, dinleyiciler yepyeni bir şey görmüş gibi şaşmışlardı.<br />

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında değnek kullanan yönetmenler azdı. Bununla<br />

birlikte yirminci yüzyılda değnek genellikle yeniden kullanılmaya<br />

başlanmıştır.<br />

Orkestra ve yöneticileriyle ilintili "deneyler" arasında, Wagner’in Beyrut<br />

temsillerinde denediği, seyirci gözünden gizli orkestrası ve yöneticisi;<br />

Hans von Bülow’un kimi kere yöneticisiz, kimi kere de notasız, ezbere çalan<br />

orkestrası; Rusya’da ve Amerika’da denenen yöneticisiz orkestralar, ilgi<br />

çekici örneklerdir.<br />

ORKESTRA<br />

Orkestra diye, ne türlüsünden olursa olsun çalgı topluluğuna diyoruz.<br />

Genel anlamında, orkestrayı kuran çalgıların sayısı da, türü de belirli<br />

değildir. Yalnız tek bir türden çalgıların yer aldığı orkestralar vardır. Örnek:<br />

Bali’nin Gamelan adı verilen vurma çalgı orkestraları ya da Rusların<br />

balalayka orkestraları... Uygulamada orkestra sözcüğü genellikle bando ke-<br />

198


İbnesine karşıt olarak kullanılır. Bu kullanışta, orkestrada yaylı çalgıların<br />

bulunması gerektiği anlaşılır. Çünkü bandoda çoğunlukla yalnızca nefes<br />

çalgıları vardır. Bununla birlikte bu karşıtlık da pek kesin değildir. Çünkü<br />

bandolarda da hiç olmazsa tek bir tür yaylı çalgı kullanıldığı olur: Kontrabas.<br />

Orkestra teriminin tanım sınırsızlığına karşı, senfoni orkestrası deyince,<br />

ne türlü çalgılardan ve aşağı yukarı kaç çalgıcıdan kurulmuş bir orkestradan<br />

söz edildiğini bildirebiliriz. Senfoni orkestralarının üye sayısı, 80 ile<br />

120 arasında değişir. Bununla birlikte, daha küçük orkestralarda 40-50 kişiyle<br />

yetinildiği de olur. Herhalde, bir senfoni orkestrası üyelerinin yarısından<br />

çoğu, yaylı çalgıları çalanlardır.<br />

Senfoni orkestrasmda çalgı öbeklerinin bir yönteme ve belirli amaçlara<br />

göre kurulmasına on yedinci yüzyılın ilk yansında başlanmıştır. Orkestra<br />

ilk, operaya eşlik için kullanılmıştır. Monteverdi, opera orkestrasmda<br />

yaylı çalgılan kullanan ilk besteci diye bilinir. Çalgılarda türlü ses etkileri<br />

arayan ve bu ara türlü yaylı çalgıların, keman, viyola, viyolonsel ve kontrabas<br />

öbekleri durumunda, yöntemli olarak kullanılması alanında hazırlayıcı<br />

çalışmalar yapan da odur. Geride kalmış sayfalarda, doğrudan doğruya<br />

müzik tarihiyle ilintili bölümlerde bu konuya daha geniş olarak değinilmiştir.<br />

On yedinci yüzyıl ortalarında Alessandro Scarlatti de dört bölüğe ayrılmış<br />

yaylılar için yazan ilk bestecilerdendir. Obua ve flütleri de Scarlatti,<br />

orkestrasında, başlıca üfleme çalgıları olarak kullanmıştı.<br />

Bununla birlikte, on sekizinci yüzyılın ilk yansmda bile, bugünün orkestrasının<br />

henüz kesinlikle biçimlenmemiş olduğunu görüyoruz. Haendel<br />

gerçi, bugünkü orkestrada kullanılan bütün başlıca çalgıları (klarnet dışında)<br />

kullanırdı ama, bugünkü birleştirmelere uygun olarak değil. Çünkü,<br />

Haendel çağında çalgı yapımı henüz, bugünkü ileriliğine varmış değildi.<br />

Bu durum, çalgılardan çıkan seslerin güçsüzlüğü sonucunu doğururdu. Haendel<br />

orkestrasında, bugünün orkestralarına kıyasla daha çok sayıda obua<br />

ve fagotlarının ses yeğinliklerinin, bugünkülere kıyaslj» çok daha düşük olmasıydı.<br />

Bu yüzden, daha güçlü bir ses elde etme amacıyla, bazı bölüklerde<br />

daha çok sayıda çalgıya başvurmak gerekirdi. Gene de, senfonik müziğin<br />

yavaş yavaş gelişmeye başlamasıyla, orkestra kuruluşunun bugünkü durumuna<br />

yaklaştığını görüyoruz. Bir örnek, yaylı çalgıların o zamanki kuruluşunun,<br />

bugünkü kuruluşa uymasıdır. Bir ayrılık, viyolonsele o zamanlar<br />

henüz, bugün verilen önemin verilmemesidir. Trompetler ve temballere<br />

gelince, bu çalgılara da ancak, parlaklık gerektiren geçitlerde başvurulurdu<br />

ve özellikle trompete, romantik çağda gösterilen ve melodi geçitleri<br />

atamak gibi davranışlarla beliren ilgi, orkestra yazısında pek gösterilmezdi.<br />

N e var ki, gereksiz bir genelleştirmeye kaçmamak amacıyla, on sekizinci<br />

yüzyılın birçok bestecisinin bu ara Vivaldi’nin, Telemann’ın, Jerejaiah<br />

Clarke’m solo trompet için müzik yazmış olduklarım belirtmek gerekir,<br />

ö t e yanda klarnetin, on sekizinci yüzyılın ilk yansmda henüz orkestraya<br />

199


girmemiş olduğunu görüyoruz. Trombon ve aıp, çoğunlukla operada kullanılır,<br />

doğrudan doğruya çalgı müziği yapıtlarında bunlara pek başvuru lmazdı.<br />

Klarnete senfoni orkestrasında bir yer veren besteci diye Mozart gösterilir.<br />

Bununla birlikte Gluck’un da, Haydn’m da operalarında klarnete<br />

başvurmuş oldukları biliniyor. Haydn 1759 yılında ilk senfonisini, yaylı çalgılar,<br />

iki obua ve iki kornodan kurulmuş bir orkestra için yazmıştı.<br />

Haydn’m orkestrada klarnet kullanması, Mozart'ın verdiği örnek üzerine<br />

olmuştur. Haydn’ın olgunluk çağı senfonilerinde, genellikle "ikili orkestra"<br />

diye anılan orkestrayı görüyoruz: Yaylılar ve iki flüt, iki obua, iki klarnet,<br />

iki korno, iki trompet, iki tagot... bu orkestraya Beethoven, "Eroica" senfonisinde<br />

bir üçüncü korno, dokuzuncusundaysa bir dördüncü korno eklemiştir.<br />

Bununla birlikte, daha önce, beşinci senfonisinde, bir piccolo (küçük<br />

flüt) ve üç trombon kullanmıştı Beethoven’in orkestrasını, bölüklenmesi<br />

ve kadrosu aşağı yukarı kesinleşmiş bir orkestra diye gösterebiliriz.<br />

Daha sonra, romantik yüzyılda, bu temel kadro üzerine besteciler, türlü etkiler<br />

için, türlü çalgılar eklemişlerdir. Genellikle, ikili yerine, "üçlü orkestra"<br />

-demektir ki, başlıca nefes çalgılarının üçer üçer kullanıldığı bir orkestra-.yaygınlaşmış,<br />

"alto obua" diye tanıtabileceğimiz İngiliz kornosu gibi,<br />

bas klarnet gibi, tuba gibi, saksafon gibi çalgılar nefes çalgıları arasında<br />

kimi kere yer almış, vurma çalgıların sayısı arttırılmış, piyano ve arp’a<br />

arasıra orkestra içinde de ödev verilmiştir.<br />

Orkestralama diye, bir müzik parçasını orkestra için düzenleme işine<br />

denir. Gözetilen başlıca amaç, türlü çalgıların tınılan arasındaki uyum ve<br />

karşıtlıklan, orkestralanan parçanın melodik, ritmik ve armonik halamlardan<br />

taşıdığı "soyut" özelliklere uygulamak ve bu özellikleri "somut" duruma<br />

geçirmektir. Genellikle "orkestralama" terimi, "çalgılama" terimine karşıt<br />

olarak kullanılır. Çalgılama deyince, her bir çalgının teknik özellikleri,<br />

alanı, tını nitelikleri, sınırlan ve birbirleriyle birleştiklerinde ne türlü sonuçların<br />

onaya çıkabileceği konusundaki bilgilerin tümü anlaşılır. Bu bakıma<br />

çalgılama bir bilim, oysa orkestralama bir sanat olarak gösterilir. Bununla<br />

birlikte orkestralamayı, çalgılamadan ayn bir konuymuş gibi ele almak<br />

doğru değildir. Çünkü çalgılama bilgisi olmayan bir orkestralayıcı müziğin<br />

temel kurallarım bilmeyen bir besteci kadar bile olumlu bir sonuca<br />

ulaşamaz.<br />

Orkestralama yöntemleri, on sekizinci yüzyılda Mannheim senfonicileriyle<br />

ve M ozan ile Haydn’la birlikte bir kesinliğe ulaşmıştır. Bu besteciler,<br />

senfoni orkestrasının temel kuruluşunu kesinleştirdikleri gibi, çalgı tınılarının<br />

birbirleriyle olan ilintilerinin dengeli bir tümlük halinde gerçekleştirilmesiyle<br />

ilgili yöntemleri de belirtmişlerdir. Orkestranın ve orkestralama<br />

sanatının daha sonraki evrimi, bu yöntemlerin sağladığı temele dayanmaktadır.<br />

"Oda orkestrası" tenmıne gelince, oda orkestrası, adının da anlattığı<br />

200


gibi, bir odaya ya da küçük bir salona sığabilecek kadar az çalgıdan kurulmuş<br />

yaylı çalgılara, nefes çalgılarına ya da ikisinin birleşimi topluluklara<br />

denir. Oda orkestralarında klavsen ya da piyano, pek seyrek olarak da vurma<br />

çalgılar bulunabilir. Bununla birlikte oda orkestrası terimi son yıllarda<br />

daha çok, çalman müziğin özellikleriyle ilintili olarak kullanılmaya başlanmıştır.<br />

Demektir ki, oda müziğinde aranan içtenlik, gösterişsizlik, herhangi<br />

bir oıkestra yapıtında kendini gösteriyorsa, o yapıtı çalan orkestraya<br />

oda orkestrası denebilir. Nitekim, küçük bir senfoni orkestrası kadrosunda<br />

oda orkestraları vardır. Bununla birlikte çalman müziğin taşıdığı oda müziği<br />

nitelikleri ne denli yeğin olursa olsun, yüz kişilik bir orkestra için yazılmış<br />

bir yapıta oda müziği, bunu çalan orkestraya da oda orkestrası denemez.<br />

ODA M Ü ZİĞ İ<br />

Başlangıçtaki anlamına göre, oda müziği, kilise ya da tiyatro müziğine<br />

karşıt olarak, soylu kişilerin sarayında, "odasında" çalınmak üzere hazırlanan<br />

müziğe denirdi. Bu bakıma oda müziği, toplumun "üst katının" üyelerinin<br />

özel eğlencesiydi. Bugünkü anlamına göre, oda müziği, orta büyüklükte<br />

bir odada, iki ya da daha çok kişinin çaldığı, bununla birlikte her bölüm,<br />

her "parti" için tek bir çalgıcının atandığı müziğe denir. Genel olarak<br />

tek piyano müziği ya da tek keman müziği oda müziği sayılmaz ama, bu<br />

müziğin özelliği nerede çalındığıyla belirecekse, tek piyano müziğini ya da<br />

tek keman müziğini, hem de eşlikli tek çalgı müziğini oda müziğinin sınırlan<br />

dışında tutmak için neden yoktur. Oda müziğinde, bir topluluğu kuran<br />

çalgılann üst sayısının ne olacağı da kesinlikle belirmiş değildir. Bu bakıma,<br />

oda müziği nerede biter ve oıkestra müziği nerede başlar, bu konuda<br />

bir anlaşma yoktur.<br />

İlk oda müziği yapıtlarında şarkı bölümü vardı. Bu yapıtlarda, özellikle<br />

İngiliz bestecilerinin yazmış olduklarında, ’Viyoller ve insan sesi için uygundur"<br />

kaydının bulunması bu yapıtların hem çatınabilir, hem de söylenebilir<br />

olduğunu, çalgı atanmasının kesinlikle yapılmamış bulunduğunu gösterir.<br />

Daha sonra, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, küçük çalgı toplulukları<br />

için yazılmış yapıtlarda insan sesine başvurmaktan vazgeçildi.<br />

Yüzyılımızda, böyle yapıtlarda yeniden, seyrek olmakla birlikte, insan sesi<br />

kullanıldı. Schoenerg’in "Pierrot Lunaire' i, soprano ses ve küçük oda müziği<br />

topluluğu için yazılmış olması bakımından oda müziğidir; Boulez’in<br />

'Marteau sans maître"i ya da VVebem’in oda müziği topluluğu eşlikli şarkıları<br />

da kolayca aynı bölüme girer.<br />

Oda müziği nerede, nasıl başlamıştır? Bu konuda kesin bilgi yoktur.<br />

Çünkü oda müziği konseri, bir kamu olayı değildi. Bu bakıma tarih kayıtlarına<br />

geçmemiş, özel çevrelerin gelip geçici olayları arasında kalmıştır. Bununla<br />

birlikte, elde kesin tarihler yoksa bile, ilk oda müziği seslendirmele-<br />

201


nnın İngiltere ve İtalya’da yapıldığı, çağın da on yedinci yüzyılın başlan olduğu<br />

biliniyor.<br />

Oda müziği topluluklarının en yaygını, en çok bestenin ortamı, yaylı<br />

dörtlüdür. İlk dörtlüyü 1582 ile 1652 yıllan arasmda yaşamış Gregorio A l-<br />

legri’nin yazmış olduğu da kesinlikle söyleniyor. Bununla birlikle, Allegri’nin<br />

kullandığ dört çalgı nedir? Bu konuda kesin bir anlaşma yoktur. Bilinen,<br />

Allegri'nin çağında viyolonselin bulunmadığıdır. Kestirilere göre bu<br />

bestecinin dörtlüsü, iki tiz, bir orta (ya da tenor) ve bir de pes viyol için<br />

yazılmıştır. Allegri’nin yapıtı bulunana kadar, ilk dörtlülerinin Alessandro<br />

Scarlatti’nın yazmış olduğu sanılırdı. Scrlatti’nin dörtlülerinin 1715 yılında<br />

bestelendiğ sanılıyor, öyleyse, çağn bir başka büyük bestecisi, Johann Sebastian<br />

Bach çağında dörtlü yazıldığın bilmiyor muydu? Böyle bir soru akla<br />

geliyor. Çünkü Bach, birçok oda müziği yapıtı yazmış olmakla birlikte,<br />

yaylı çalgı dörtlüsü yazmış değildir. Sanılara göre Bach, bu ortam için müzik<br />

yazılmış olduğunu bilm ediğ gibi, dört yaylı çalgı için yapıt vermeyi de<br />

düşünmemişti. Bach’ın saygı gösterdiği ve orkestra süitlerinden beş tanesini<br />

kopya ettiği Johann Friedrich Fasch (1688-1758) ilk dörtlülerden birini<br />

yazmış olmakla birlikte, Bach’ın bu yapıta raslamadığ anlaşılıyor.<br />

Johann Stamitz’in kurucusu olarak tamndığ Mannheim okulu bestecileri,<br />

orkestra müziğni geliştirmeleri, sonat biçiminin temel öğelerini kurmaları,<br />

bu ara büyük yapısı bakımından üç bölümlü olan bu biçime bir<br />

dördüncü bölüm, "menuetto" bölümü de eklemeleri ile iki büyük klasik ustanın,<br />

Mozart ile Haydn’ın müziğini hazırlamışlardır. Klavsin ile bir pes<br />

sesli çalgının birleştiği "basso continuo" yönteminden vazgeçmeleri de armoni<br />

ve kontrapunta yazısında pes sesin daha büyük bir özgürlükle işlenmesini<br />

sağlamıştır. Böyle bir ortam içinde, orkestra müziğinin olduğu gibi,<br />

oda müziğinin de gelişmesi doğaldı. Nitekim Mannheim okulu bestecileri<br />

yalnız orkestra müziğiyle değil, oda müziğiyle de uğaşmışlardır. Bunların<br />

arasında özellikle Johann Schobert, oda m üziğ topluluğu içinde ilk piyano<br />

kullanan besteci olarak tanınır. N e var ki Mannheim okulu bestecilerinin<br />

gerek oda müziğinde, gerekse orkestra müziğndeki başarıları, Haydn<br />

ve Mozart gibi iki büyük yaratıcının gölgesinde unutulmuş, ancak daha<br />

sonra, müzik bilimi çalışmalarının sonucunda aydınlatılmıştır. Haydn’ın<br />

'yaylı dörtlünün ve senfoninin babası” diye tanınmasının nedeni buradadır.<br />

Gerçekte Haydn, bu iki türün de kurucusu değildi. Mannheim okulunun<br />

hazırladığ temel üzerinde çalışıyordu; Stamitz’lerin, Richter’lerin, Holzbauer’lerin,<br />

Schobert’lerin hazırladığ ortamı, yaratış gücüyle genişletiyor,<br />

zenginleştiriyordu<br />

Haydn, sonat biçiminin -ilk bölüm biçimi anlamına sonat biçiminin,<br />

"sonat allegro" biçiminin- özellikle gelişme ("developpement") evresine<br />

kazandırdığ zenginliklerle seçkinleşir. Mannheim bestecilerinde bu evrenin<br />

Haydn’a kıyasla taslak durumunda olduğunu görüyoruz. Dörtlü yanında<br />

Haydn, "piyanolu üçlü’nün babası" diye de anılmaya hak kazanmıştır.<br />

202


Gerçi çağında piyano, yeni yeni gelişmekte olan bir çalgıydı. Bununla birlikte<br />

Haydn’m bu topluluk için, piyano, keman ve viyolonsel üçlüsü için<br />

yazdığı yapıtlar, Mozart’a, daha sonra Beethoven’e ve bütün romantik bestecilere<br />

örnek olmuş, piyanolu üçlü, dörtlü kadar yaygın ve bestecilerin ilgisini<br />

çeken bir ortam olmamakla birlikte, denebilir ki oda müziği topluluklarında<br />

dörtlüden hemen sonra gelen bir yer almıştır.<br />

On dokuzuncu yüzyılda hemen hemen bütün besteciler oda müziği<br />

için az ya da çok eser vermişlerdir. Yazmayanlar arasında, genel görüşe<br />

uyup şarkıyı oda müziği saymazsak, Berlioz’u, Liszt’i, Mussorgskyyi gösterebiliriz.<br />

Bunlarm yanında, oda müziği yazarı olarak tanınmayan besteciler<br />

bile küçük topluluklar için bir iki yapıt vermişlerdir. Operacı Wagner, klarnet<br />

ve yaylı dörtlü için bir adagio (ne ki bu kısa parçayı kim olduğu bilinmeyen<br />

bir başka bestecinin yazdığı da öne sürülüyor); bir başka operacı,<br />

Verdi, bir yaylı dörtlü; senfonici Bruckner ise bir yaylı beşli yazmıştır. Piyano<br />

bestecisi Chopin’de bile, önemsiz olmakla birlikte, viyolonsel ve piyano<br />

için bir sonat, bir de piyanolu üçlü görüyoruz. Bütün romantik besteciler<br />

arasında Beethoven’in oda müziği yapıtları, özellikle dörtlüleri, hele bunların<br />

sonuncuları, en üstün önemde yer tutar. Beethoven’in son dörtlüleri,<br />

bugün bile, dörtlü yazan bestecilerin örneği oladurmaktadır. Brahms’a gelince,<br />

kendinden önce bütün ortamlarda, bütün biçimlerde yapılmış çalışmalarının<br />

en üstün yüzeyde gerçekleşmiş bir özetini veren bu besteci, oda<br />

müziği dalında da, en azından Beethoven'inkilerin yanında yer alabilecek<br />

olgunlukta yapıtlar vermiştir.<br />

Yirminci yüzyılda, oda müziğiiıin geleneksel toplulukları için hemen<br />

hemen bütün besteciler müzik yazmayı sürdürmüşlerdir. Bununla birlikte;<br />

yirminci yüzyıl, oda müziği alanında asıl, alışılmamış çalgı topluluktan için<br />

yazılmış müziklerle ilginçleşmiştir.<br />

ÇALGILAR<br />

Mannheim okulundan ve Haydn’dan önce orkestra, bugün bildiğimiz<br />

orkestradan ayrıydı. İtalyan operasının ilk bestecilerinin sesle çalgı eşliği<br />

için kurduklan orkestra, lavta, lir, klavsen, viyoller, flajole (bugünkü flütün<br />

ilkel biçimi) gibi çalgılardan kurulmuştu. Günümüzün orkestrasından<br />

ayn olmakla birlikte bu orkestranın, daha sonra Mannheim bestecilerinin<br />

ve Haydn’m geliştireceği orkestranın kökü olduğu söylenebilir.<br />

Çağdaş orkestranın çalgılarına gelince, senfoni orkestrasının temel<br />

topluluğu yaylı çalgılar öbeğidir. Yaylı çalgdar bölümü, birinci ve ikinci olmak<br />

üzere bölünen kemanlardan, viyolalardan, viyolonsel ve kontrbaslardan<br />

kurulmuştur. Yaylı çalgılar, özellikle kemanlar üzerinde bilgi, daha önce,<br />

tarih bölümünde yer almıştır. Burada, orkestranın öbür çalgıları, özellikle<br />

üfleme çalgıları üzerinde duralım.<br />

Üfleme çalgılarının en eskisi flüttür Flütün en eskisinin de syrirve ya<br />

203


da "pan boruları" adıyla tanınan flüt olduğu bilinir. Bu flüte eski Mısır mezarlarında<br />

raslanmıştır. Syrirvc’in özellikle eski Yunan’da yaygın olduğu biliniyor.<br />

Flüt daha sonra, iki türde gelişmiştir Yandan üflenen ve uçtan üflenen<br />

flütler... Uçtan üflenen flütler 1700 yılına kadar yaygınlıkla kullanılmış,<br />

sonra yerini "Alman flütü" denen yandan üflenen flüte bırakmıştır.<br />

Uçtan üflenen flütler - k i bunlara Fransızca flageolet, Almanca Blockflöte<br />

ya da İngilizce ncorder denir- bugün gene, bir yandan eski müzik seslendirmelerinde,<br />

öte yandan müzik eğitiminde, yaygınlaşmıştır. Flüte 1677 yılında<br />

ilk anahtarı takan kişinin kim olduğu bilinmiyor. A lt seslerde parmak<br />

hareketlerinin aşırı güçlüğü yüzünden, sesi anahtar yardımıyla vermenin<br />

gereğine varan bu bilinmez bulucudan sonra ikinci anahtarı 1726 yılında,<br />

Büyük Friedrich’in flüt öğretmeni Ouantz’ın taktığı biliniyor. Yüz yıl<br />

kadar sonra, 1832 yılında Boehm, 14 delikli bir flüt yapmış, fakat 14 deliğidokuz<br />

parmakla (onuncu parmak çalgıya destek olmaya yarar) kapatmanın<br />

elde olmaması yüzünden anahtar sistemine başvurmuş, daha sonra, İS<br />

delikli ve 23 anahtarlı, maden flütü yapmıştır. O gün bugün, bütün flütler,<br />

Boehm'ün kurduğu mekanizma temeli üzerine yapılmaktadır.<br />

Kamışlı çalgılara gelince, çift kamışlı çalgıların başlıcası obua Avrupa’ya<br />

bundan bin yıl kadar önce doğudan, Haçlı Seferleriyle birlikte gelmiştir.<br />

Doğuda obua, yüzyıllar boyunca, türlü adlar altmda kullanılmıştı.<br />

Geçmişinin elli yüzyıla vardığı kestirilebilir. Bununla birlikte ancak on altıncı<br />

yüzyılda, İtalya’da orkestra tomurcuklanırken, böyle bir çalgının varlığı<br />

göze çarpfı. Çift kamışlı çalgıların hepsini ilk kullanan besteci olarak Johann<br />

Sebastian Bach gösterilir. Bach, "Haçlanma" müziğinde ("Passion'lannda)<br />

obuayı, sonraları İngiliz Kornosu diye tanınan daha pes sesli obuayı<br />

ve ondan da pes sesi olan fagotu toplu olarak kullanmıştır. Bununla birlikte,<br />

Bach’m kullandığı İngiliz kornosu diye tanınan daha pes sesli obuayı<br />

ve ondan da pes sesi olan fagotu toplu olarak kullanmıştır. Bununla birlikte,<br />

Bach’m kullandığı İngiliz kornosu bugünkünden ayrıdır. O zamanlar<br />

bu çalgıya oboe da caccia ("A v borusu" diye çevirelim) denirdi. Daha sonra,<br />

bu çalgıya kıyasla çok daha gelişmiş bir çalgı olan İngiliz kornosu, 1670<br />

yılında Ferlandis da Bergamo tarafından yapılmıştır. Ingiliz kornosu (cor<br />

anglais, English hom) adı, bir yanlış okunuşun ürünüdür. Fransızlar bu çalgıya,<br />

biçimine bakarak, cor anglâ (açılı boru) demişler, bu söz ağızdan ağıza<br />

cor anglais olmuş, böylece çalgının adı İngiliz kornosu olup çıkmıştır.<br />

Fagota (basson) gelince, bu çift kamışlı, pes sesli çalgıyı da ilk yapan,<br />

1540 yılında, Alfranio adlı bir Katolik papazıdır. Çift kamışlı bir maden fagot<br />

sayabüeceğimiz sarusafonu 1856 yılında Sarrus adlı Fransız bando yönetmeni<br />

yapmıştır. Bugün pek seyrek kullanılmaktadır.<br />

Tek kamışlı çalgılara gelince, bugün geniş bir ses alam olan klarnet,<br />

chalumlau adıyla anılan ilkel biçiminde, ancak tek oktav alam olan bir çalgıydı.<br />

1690 yılında Alman çalgı .yapıcısı Johann Christoph Denner klarneti<br />

geliştirdi ve iki oktav içinde kromatik olarak, yarım seslerle çalınabilen bir<br />

204


çalgı durumuna getirdi. Klarnetin anahtar yönteminin gelişmesi, flütün evrimini<br />

izledi. Boehm yöntemi geliştikten sonra, Fransız klarnetçisi Hyatinthe<br />

Klos&, on dokuzuncu yüzyıl ortasında bu yöntemi klarnete uygulayarak<br />

çalgıyı bugünkü durumuna getirdi. Como di bassetto diye t anman alto klarneti<br />

1770 yılında Passau’lu H om yaptı. Bugün orkestrada kullanılan "si-bemol"<br />

ya da "la" klarnetlere kıyasla daha pes sesi olan bu "fa” çalgıya pek<br />

seyrek başvurulmaktadır. Bununla birlikte Mozart, birkaç orkestra yapıtında<br />

bu çalgya yer vermiş, Mendelssohn ve Beethoven bu çalgı için müzik<br />

yazmışlardı. Si-bemol klarnetten bir oktav aşağıda ses veren bas klarneti<br />

1793 yılında Dresden’li Gresner yapmış, daha sonra Adolphe Sax çalgının<br />

mekanizmasını geliştirmiştir. Bugün alto klarnetin de, bas klarnetin de mekanizması,<br />

si-bemol, la ya da bandolarda kullanılan do ve mi-bemol klarnetlerin<br />

benzeridir.<br />

Belçikalı çalgı yapıcısı Adolphe Sax ilk saksofonu 1840 yılında yapmıştı.<br />

"Aile" halinde saksofonlar (soprano, alto, tenor, bariton ve bas) bugün<br />

özellikle cazda kullanılmaktadır. Bu bakıma saksofonlar caz orkestrasında<br />

yaylı çalgı yerini tutar. Bandolarda da saksofon başlıca çalgılardandır.<br />

Bandoda kemanların ödevini klarnetler görür. Soprano ve bas saksofonlar<br />

bugün cazda da pek seyrek kullanılmaktaysa da sopranonun yaygınlığı<br />

yakın yıllarda biraz artmıştır. "Aile"yi kuran saksofonlar öbürleridir.<br />

Saksofon da klarnet gibi tek kamışlı bir çalgıdır. Fakat klarnet gibi tahtadan<br />

değil, madenden yapılmıştır. Bütün delikleri de anahtarla kapanır. Oysa<br />

klarnette parmakla kapanan delikler vardır.<br />

Bakır çalgılara gelince, trompet, kornet ve fluegelhom’un, birbirlerine<br />

çok benzeyen bu çalgüann geçmişi eski yüzyıllara dayanır. 1815 yılım<br />

kadar orkestrada pistonsuz trompetler, bugünün borazanlarına benzeyen<br />

trompetler kullanılırdı. Pistonu trompete ilk o yıl, Blumel adlı çalgı yapıcısı<br />

uygulamıştır. Bugün orkestrada trompet, "bakır çalgüar" denen koronun<br />

en tiz sesli çalgısıdır. Trombon, bu pes sesli çalgı, on dördüncü yüzyıla varana<br />

kadar, büyük bir trompet olmaktan öteye gidememiştir. On dördüncü<br />

yüzyılda İtalya’da, adı bilinmeyen bir çalgı yapıcısı, trompet seslerinin<br />

ses dizisine uyumunu sağlamak için sürgü kullanırken, yalnız yapımda kullanılan<br />

bu aracı doğrudan doğruya çalgının bir parçası olarak kullanmayı<br />

denedi. Böylece sürgülü trombon ortaya çıkmış oldu Bugün sürgülü trombon<br />

genellikle kullanılmaktadır. Bunun yanında, Blumel’in trompete piston<br />

uygulamasıyla birlikte trombona da piston takılmasına başlanmıştır.<br />

Kornonun en ilkel biçimi, koç boynuzundan yapılan Yahudi çalgısı<br />

"şofar"dır. Kornonun bugün İngilizce konuşan ülkelerde, Fransız kornosu<br />

(Üye tanınması bu çalgı Fransız krallarınca avlarda kullanıldığı içindir. Kornoya<br />

piston, Blumel’in buluşundan sonra uygulanmaya başlanmıştır. Ancak<br />

on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında pistonlu korno, çok daha ilkel<br />

el kornosunun (sesin el yardımıyla yükseltilmesinin sağlandığı korno) yerini<br />

alabilmiştir. Tuba ailesindeyse, birçok çalgı vardır. Bugün genellikle kul-<br />

205


tanılan, trompetinkine benzer ağızlığın içine üflenerek çalınan ve çalgıcının<br />

elinde dik duran, pes sesli tubadır. Wagner tubası denen çalgı genetikle<br />

tuba değil, tenor ve bariton seslere göre yapılmış kornolar diye tanıtılabilir.<br />

Vurma çalgılar ailesinde, nota yüksekliği belirli, tembal, çan, vibrafon,<br />

ksilofon gibi çalgılar yanında, nota yüksekliği belirsiz davullar, tamtamlar,<br />

kastanyet, zil vb. vardır. Bu çalgılar da Avrupa’ya doğudan gelmiştir.<br />

Avrupa müziğinde zil (cymbale) kullanılması doğrudan doğruya Türk<br />

mehter müziği etkisiyledir. Vurma çalgılar orkestrada çoğunlukla tim etkileri<br />

için kullanılır. Bunların anlatım müzikte ödevi büyüktür.<br />

Yirminci yüzyıl teknolojisinin ürünü olarak yapımına başlanan elektronik<br />

çalgılar bir emekleme çağı geçirdikten sonra, önce elektronik org<br />

ve elektronik piyanolarla, 1970 ve 80’lerde de bireştireç (synthesizer) denen<br />

çalgılarla bir gelişme evresine ulaşmıştır. Çeşitli tınıların elde edilmesine<br />

olanak veren bireştireçler, özellikle müziğin anlatımsâl yanının gerçekleştirilmesi<br />

bakımından sınırlı olmaları nedeniyle çalgıcının kişiliğinin gerçekleştirilmesine<br />

engel olmaktadırlar. Hem de elektronik ses kaynaklarının<br />

çiğlini ve yapınlılığını açığa vuran bu çalgılar, önemli bestecilerin yazdığı<br />

müziklerle zenginleşmiş dağarlardan da yoksun olmaları nedeniyle, geleneksel<br />

çalgıların başlıcalannı kimlendiren öğelerden yoksun sayılmalıdırlar.<br />

Bireştireçlerden en elverişli, giderek gereği doğrulanabilir tek yararlanma<br />

yolu bunlara elektronik müzik çalışmalarında, başka ses kaynaklan arasında<br />

bir yer vermektir.<br />

BANDO M Ü ZİĞ İ<br />

Askeri bando müziği söz konusu olduğundan Mehterhane müziğine<br />

öncelikle değinmek uygun düşer. Çünkü Türk askeri müziğinin çok uzun<br />

bir geçmişi vardır ve bu müziğin, Avrupa'nın gerek sanat müziği, gerekse<br />

bando müziği üzerinde etkileri olmuştur. Bu konuda Mahmut Ragıp Gazimihal’in<br />

verdiği bilgiler şöyle özetlenebilir:<br />

İlk çağ uygarlıklarından daha önceki çağlarda ordular müzikten yararlanmaktaydı.<br />

Bu ara Türk askerlik tarihinde müziğin yeri üzerindeki anılar<br />

M .ö . dördüncü yüzyıla kadar inmektedir. Daha önceki çağlarda da Türklerin<br />

bir müziği olduğu sanılmaktaysa da, bu sanıyı destekleyecek kesin belgeler<br />

yoktur. Gazimihal, "Mehterhane" kelimesinin ve aynı anlama gelen<br />

Tapilhane" ve "Nakkarhane" sözcüklerinin öz Türkçe olmayışına bakarak,<br />

Mehterhane ocağının kaynağının Türk değil de Arap ya da Fars olduğunu<br />

sananların yanıldığım öne sürüyor. Bundan başka, Mehter takımlarında<br />

kullanılan çalgıların adlarının (zum, nefir, tabii, zil) aynı yanlış sanıyı uyandırabileceğine<br />

değiniyor. Bu adların aslında, Türklerin İslâmlığı tanımalarından<br />

sonra kullanılmaya başlandığını, oysa kurumun olsun, çalgıların olsun<br />

kaynağını Orta Asya Türklerinde bulduğunu belirtiyor Orhon<br />

206


Yazıtlarına (M.S. yedinci yüzyıl) ve Kaşgarlı Mahmut’un "Arapça İzahlı<br />

Türkçe Lûgatlar Divanı"na, Farabî ve Harezmî gibi bilginlerin müzik üzerindeki<br />

kuramsal yazılarına, Fars ve Çin kaynaklarına dayanarak Gazimihal,<br />

Tabdhane"nin kağanlar sarayındaki en eski adııun tuğ olduğunu, tuğu<br />

kuran çalgıların da yırağ (sonra bizde zamanla zumu adım alan çalgı), borguy<br />

(öbiır adlarıyla boru ya da bug Arapça adıyla nefir), küvrük (sonra bizde<br />

kös adım alan çalgı, büyük davul) tümrük (sonraki adıyla tabii ya da duhûl,<br />

bugünkü adıyla davul) ve çeng (zil, Fransızca adıyla cymbale; bundan<br />

başka gong kelimesi de buradan türemiştir) olduğunu belirtiyor.<br />

Çin kaynaklarına göre M .ö . ikinci yüzyılda Türk kağanının sarayına<br />

giden bir Çinli general orada tuğ takımım dinlemiş, dönüşünde tuğ çalgılarım<br />

Çin sarayına götürmüştü. Kağan sarayının Tuğ müziği daha sonra Hindistan’a<br />

da ulaşmıştı. Tabla adı verilen Hint el davulunun sonra tabii adım<br />

alan Türk tümrüğü olduğu, Çin sarayında kullanılan hu kya adlı nefes çalgısının,<br />

Avrupa trompetinin atası sayabileceğimiz Türk borguyu ile aynı<br />

çalgı olduğu kestirilebilir.<br />

Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru göç etmeleriyle tuğ takınılan<br />

da'dağılmamış, Türklerin sonraki uygarlıklarında süregelmiştir. Arap gezgini<br />

İbni Batuta, dolaştığı her ülkede tabilhane takımlarıyla karşılaştığını bildiriyor.<br />

Nitekim, İbn Batuta’nın çağma, on dördüncü yüzyılın ilk yansına<br />

varana kadar başlıca Türk uygarlıklarının her birinde, Selçuklularda, İlhanlIlarda,<br />

özbeklerde ve Memlûklarda tabilhane takımları vardı. Osmanlı<br />

Mehterhanesinin "kat" sayısı da, bu kurumun Orta Asya Türklerinin geleneklerini<br />

sürdürdüğünün bir tanıtıdır. "Kat" terimi, mehterhane müziğinde<br />

her bir çalgının sayısını anlatır. Demektir ki dokuz katlı takımda, her bir<br />

çalgıdan dokuz tane vardır. Kaşgarlı Mahmut, Balasagın Türkmenlerinde<br />

dokuz sayısının kutsal olduğunu belirtiyor; bu bügiyle, Osmanlı Mehterhane<br />

müziğinin tek sayılı katlan, (üç, beş, yedi, dokuz) bu ara dokuz katlı<br />

mehter takımlarının varlığı arasında bir ilinti kurulabilir. Osmanlı Mehter<br />

takınılan, sanıldığı gibi, yalnızca Yeniçeri kıtalarında kurulmuş değildi. OsmanlI<br />

ordusunun her sınıfında, her bölümünde, yaya olsun, bindirilmiş olsun,<br />

mehter takınılan vardı. Mehterhane, sivil hayata da ulaşmıştı. Her kasaba<br />

ve köyün mehter t akımlan olduğu gibi, esnaf loncalannın da mehter<br />

takınılan vardı. Bunların yanında Avrupa’daki Türk elçilikleri de kendi<br />

mehter takımlarım kurmuşlardı. Özellikle bu yolla, mehter müziğinin A v­<br />

rupa bando müziğini yönetenlere etkisi oldu. Batı saraylanndan Türkiye’ye<br />

bu konuda inceleme yapmak üzere uzmanlar gönderildi. Bununla<br />

birlikte, Avrupalılann ilgisini asıl, mehter kurununum kendisi, örgütünün<br />

sağlamlığı ve genişliği çekmişti; mehter müziği, Avrupa’da gelişedurmakta<br />

olan ve bando müziğini de etkileyen çokses müziğinden bambaşkaydı. Bu<br />

bakımdan mehter müziği, Avrupa müziğiyle birleşemedi. Avrupa müziğine<br />

yalnızca geçici etkileri oldu. Beethoven’in dokuzuncu senfonisinin son bölümü,,<br />

"Atina Yıkıntıları" ve "Egmont" müziklerinin kimi bölümleri, M o ­<br />

207


zart’ın 'Türk konsertosu" adıyla anılan keman konsertosunun son bölümü<br />

ve La majör (çeşitlemeli) klavye sonatınm Rondo alla turca bölümü bu etkinin<br />

izlenim yoluyla gerçekleşmesinin başlıca örneklen arasındadır. M o­<br />

zart’ın sözü geçen rondo’sunda sol el ritmi davul düm-tek’lerine, sağ el<br />

melodisi de zuma melodisine benzetilmiştir.<br />

Avrupa’da bando müziğinin ve genellikle nefes çalgıları orkestrası<br />

müziğinin evrimi, Orta Çağ boyunca, Avrupa’nın toplum koşullarına bağlı<br />

kalmıştır. On ikinci yüzyıldan önce Avrupa’da halk müziği gezgin çalgıcıların<br />

ve şarkıcıların elindeydi. Bunlar şenliklerde bir araya gelirler, çalarlar,<br />

söylerlerdi. Bu çalgıcılar trompet ya da büyük davul çalamazlardı. Çünkü<br />

prensler engel olurlardı çalmalarına. Prenslere göre trompet olsun, büyük<br />

davullar olsun ancak saraya bağlı müzikseverlerin, toplumun üst yapısında<br />

önemli bir yeri olan kişilerin çalabileceği çalgılardı. Bu çalgılar yalnız, "resmi"<br />

törenlerde ve şölenlerde kullanılırdı. İngiltere’de Sekizinci Henry’nin<br />

olsun, Kraliçe Elizabeth’in olsun, bandoları vardı. Elizabeth’in, 1587 yılında,<br />

saray bandosunda daha az sayıda başka çalgıların yanında, on tane<br />

trompet ve altı tane trombon olduğu biliniyor. 1680 yılında Saksonya Prensinin<br />

yirmi trompet ve Uç davuldan kurulmuş bir bandosu vardı, öbü r sarayların<br />

hemen hemen hepsinde trompet ve davul bölükleri kurulmuştu.<br />

Alman İmparatorluğunda kraUık trompetçileri ve ordu davulcuları bir de<br />

demek kurmuşlardı.<br />

Halk çalgıcılarının prensler önünde trompet ve davul çalmaları yasaktı<br />

ama bunlar, prenslerin gözünden uzak, çalışmalarını sürdürürlerdi. On<br />

üçüncü yüzyılda, çıkarlarının korunması amacıyla bir de dernek kurmuşlardı.<br />

Bu demeği kuranlar özellikle, gezginlikten yorulup, bir kente ya da kasabaya<br />

yerleşmek, kendilerine gezgin çalgıcı gözüyle bakılmasını önlemek<br />

isteyenlerdi. Üç ülkeye; Fransa, İngiltere ve Almanya’ya yayılan bu kurum,<br />

her üç ülkede çalışan kent ve kasaba çalgıcılarını koruyordu. Innungen adını<br />

taşıyan bu demeklerin ilki, 1288 yılında Viyana’da kurulmuştu. Demek,<br />

sarayın da kendileriyle ilgilenmesini sağlamış, Kont Peter von Ebersdorffu<br />

saray temsilcisi olarak seçmişti. Viyana’da kurulan ilk demek sonraları<br />

bütün Avrupa’da kurulan bu türden demeklerin örneği oldu ve halk<br />

müzikseverleri, Almanya’da olduğu gibi, İngiltere’de ve Fransa’da da sarayca<br />

korunmaya başladılar. Bu ara, 1426 yılında İmparator Sigismund,<br />

Augsburg kasabasma, bir trompet ve davul bölüğü kurma yetkisini tanıdı.<br />

On dördüncü Louis de, Lull/yi askeri bandolar kurmakla görevlendirmişti.<br />

Bununla birlikte askeri bandoları saray pek önemsememiş olacak ki aynı<br />

Louis, 1683 yılında "aşın giderlerin kısılması için, bandolardaki üye sayısının<br />

azaltılmasını" buyuruyordu. Oysa aynı sıralarda bir batılı gözlemci,<br />

Edirne’de dinlediği Mehter takılı ile ilintili olarak "henüz bu kadar güzel<br />

tanzim edilmiş bir şey" duymadığından söz ediyor.<br />

On yedinci yüzyıla varana kadar bando trompetçileri çaldıktan müziği<br />

kulaktan öğrenirlerdi. Bununla birlikte, kasaba bandolannın görevleri-<br />

208


nin gitgide artması, kullanılan çalgılarm turunun de, sayısının da artmasını<br />

sağladı. Müzik sanatının her dalında gitgide hızlanan evrimi, bando müziği<br />

de, uzaktan bile olsa izlemeye koyuldu. Osmanlı İmparatorluğunda<br />

Mehter müziği, kendi sınırlan içinde kapalı ve durgun kalmışken, Avrupa’da<br />

bando müziği gitgide gelişiyordu. Bu ara trombonlar genellikle kullanılmaya<br />

başlandı. Flütler, obualar bandoya girdi. Klarnetin, fagotun ve<br />

kornonun ortaya çıkmasıyla bando, bu çalgılara da kuruluşunda yer verdi.<br />

On sekizinci yüzyılın ortasında bando müziği artık kesin sayılabilecek bir<br />

çalgılamaya ulaşmıştı. Napoleon yıllarında askeri bandolarda hızlı bir evrim<br />

başladı. Zil, üçgen ve pes davul gibi, doğuda yüzyıllar boyunca kullanılan<br />

vurma çalgılar bandoya ilk bu yıllarda girdi.<br />

Birçok bandoyu bir araya getirip çaldırma yolunda ilk çaba diye,<br />

1838 yılında Rus Çarı Nikola Berlin’e geldiğinde yapılan şenliklerde Prusya<br />

Kralının on altı piyade bandosuyla, on altı süvari bandosunu bir araya<br />

getirip çaldırması gösterilir. Böylece 1000 nefes çalgısı ve 200 vurma çalgısından<br />

kurulmuş bir topluluk, Çar Nikola’mn karşısında çaldı. Bu tarihten<br />

on iki yıl önce Osmanlı İmparatorluğunda, Mehterhane kurumu kaldırılmış,<br />

yerini batı yöntemlerine uyan 'bando mızıka"ya bırakmıştı.<br />

Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası, bugün yalnız törenlerde değil,<br />

aynı zamanda konserlerde de, senfonik bando için ya doğrudan doğruya<br />

yazılmış ya da düzenlenmiş "ciddi" müzik çalan büyük nefes çalgıları topluluklarının<br />

bir örneğidir. Belirtmek belki gerekmez ki bütıin dünyada, özellikle<br />

batı ülkelerinde, bu türlü senfonik bandolar çoktur. Bir yandan askeri<br />

tören müziği, kendi sınırlan içinde, ulusal özelliklerden gitgide uzak, evrensel<br />

bir tekliğe, fakat hiçbir müzik değeri taşımayan bir tekliğe bürünmüşken,<br />

öte yandan da senfonik bando müziği, sanat müziğinin donuk bir<br />

yankısı olsa bile, gene de sanat müziğine koşut bir yolda gelişmiştir. Jean<br />

Jacques Rousseau, ansiklopedisinde, Fransa’da tek bir trompetçinin bile<br />

doğnı nota üfleyemediğinden yalanmıştı. Oysa bugün durum, Fransa’da olsun,<br />

gelişmiş senfonik bandoları olan öbür ülkelerde olsun, Rousseau çağından<br />

çok ayrıdır. Bugünün ileri gelen bandoları, ileri gelen senfoni orkestralarıyla,<br />

çalış yetisi açısından boy ölçüşebilecek kattadırlar.<br />

Amerika’da bando müziği özellikle gelişmiş durumdadır. Bu türün<br />

Amerika’da ileri gelen yöneticileri Patrick Gilmore (1829-1892), Marş<br />

Kralı" adıyla anılan John Philip Sousa (1854-1932) ve Edwin Franko Goldman’dır<br />

(1878). Goldman bandosu bugün, senfonik bando müziğinin simgesi<br />

durumundadır ve bu topluluğun dağarında, Hindemith gibi, Schoenberg<br />

gibi saygın çağdaş bestecilerin doğrudan doğruya bando için yazdıkları<br />

yapıtlar vardır.<br />

Müzik Tarihi, F.: 14 209


H A L K M Ü ZİĞ İ<br />

Halk müziği her ne kadar konumuzla doğrudan doğruya ilintili değilse<br />

bile, bu müziğin sanat müziğine olan etkileri, halk müziğinin özellik ve<br />

nitelikleri üzerinde durmayı hele her şeyden önce halk müziğinin tanımım<br />

vermeyi gerektirir. Bugün halk müziği deyince, bir yandan halkın yarattığı,<br />

öte yandan da halkın sevdiği beğendiği, çoğunlukla dinlediği müzik anlaşılır.<br />

Genellikle halk çoğunluklan, halkın yarattığı, demektir ki belirli bir yaratıcısı<br />

olmayan, bireylere, kişilere bağlanmayan müziği ya da bu türlü bir<br />

müziğin doğurduğu alışkanlıklara uygun müziği beğenir, dinler. Bu müziğin<br />

çoğunluklarca, sanat müziğine kıyasla benimsenmiş olması, yalınlığı,<br />

kolay anlaşılırlığı yüzündendir.<br />

Halk müziği, sanat müziği oluşumunu koşullayan bireysel bilinçten<br />

uzak olarak, genellikle sözle ya da dansla birleşerek, söze ve dansa seslerle<br />

bir yardımcı ortam sağlama dürtüsüyle, kendiliğinden, doğaçtan varolur.<br />

Demektir ki, halk müziği oluşumunda, sanat müziğini nitelendiren yaratış<br />

bilinci yoktur. Bu bilincin gereği olan evrim amacına, bu müziği geliştirme<br />

ve olgunlaştırma isteğine, halk müziği söyleyişlerinde ya da çalgılarında<br />

raslanamaz. Bu yüzden bugün halk müziği, eski çağlarda ne türlü bir müzik<br />

uyguladığı yolunda yapılan araştırmalarda bir başvurma, samları destekleme<br />

ortamı olarak kullanılmaktadır. Bundan da anlaşılabilir ki türlü<br />

bölgelerin, türlü ülkelerin halk müziği tarihin karanlık çağlarından bugüne<br />

pek az değişmiş, pek az gelişmiştir. Bundan başka sanat müziği, halk müziğini<br />

etkilemiş de değildir. Sanat müziğiyle ilgilenen kişilerin gelişmiş bir<br />

görgü ve bilgi katma, genel anlamıyla "kültür" katma erişmiş olmaları gerektiği<br />

için, halk müziği yapan kişilerse çoğunlukla uygarlık çevrelerinden<br />

uzak bulunduklarından, uygarlık çevreleri içine girdiklerinde, uygarlık bilincine<br />

vardıklarında, sanat müziğini çoğunlukla ya karşı koyulması ya da<br />

"bilinmezliklerine" bir türlü varamayacaklarım sandıklan için karşısında<br />

korkuyla kanşık bir saygı duruşuna geçilmesi, eninde sonunda ilgilenilmemesi<br />

gereken apayrı bir dünya gibi gördüklerinden, bu ilgiyi kendi benliklerinde<br />

uyandıramamışlardır. Buna karşı, sanat müziğinin açık düşünüşlü,<br />

uyanık, aydın yapıcısı, halk müziğiyle -tek başına bir ilgilenme ve inceleme<br />

amacıyla, "intellectuel" bir gereksinmeyi doyurmak için bile olsa - ilgilenmiş,<br />

sonuçta halk müziği, çoğunlukla gereksizce, sanat müziğini etkilemiş,<br />

ve yöneltmiştir.<br />

Halk müziği, dürtüyle, sezgiyle, içgüdüyle, doğaçtan yapılan, hem de<br />

çevrenin alışkanlıklarını gözeterek yapılan bir müzik olduğu için, "ulusal<br />

nitelikler" denen öğelerin bir yankısı sayılır. Dolayısıyla halk müziği inceleyicileri,<br />

türlü halk müziklerinin ritmleri, biçimleri , melodileri, çalgıları,<br />

söz ve müzik birleşmeleri gibi öğelerine bakarak, bu müziklerle ırk ya da<br />

ulus özellikleri, yaşama koşullan, iklim ve toplum durumlan, dil ve doğa<br />

çevresi üzerinde bağlantılar kurmaya çalışmışlardır. Bu bağlantılara göre,<br />

210


diyelim ki, kuzey ülkelerinde yaşayan kamular, minör ses dizilerine bir eğilim<br />

gösterirler, bu eğilimin nedeni, minör dizinin üzüntü anlatması, kuzey<br />

ülkelerinin iklim ve doğa koşullarının da insanlarda üzüntü uyandıracak gibisinden<br />

olmasıyla açıklanır. Bununla birlikte daha aydınlık, daha sıcak ülkelerde<br />

yaşayanların müziğinde de minör dizilere raslanması, bu kere, bu<br />

toplumlarm çoğunlukla boyunduruk altmda yaşamış olmalarıyla anlatılır.<br />

Örnek diye de Rus halk müziği gösterilir. Rus ülkesinin iklim koşullan, sıcaktan<br />

soğuğa türlü ayrıntılar gösterir ama, Rus halkı yüzyıllar boyunca<br />

çarların eziyetini çekmiştir, denir.<br />

Bununla birlikte çoğu ülkede, bu ara Rusya’da, küskün, üzgün şarkıların<br />

yanında, cardı, coşkun, sevinç dolu dansların yer almasının nedeni kolay<br />

anlatılmaz. Bu bakıma ortada bir toplumsal çelişme var gibidir. İnceleyiciler,<br />

küskün şarkdann yanında raslanan çılgın danslarda, üzüntüye karşı<br />

bir tepki görürler. Üstelik, bu danslarda raslanan sevincin aslında umutsuz<br />

bir sevinç olduğunu öne sürerler.<br />

Halk müziğinin ritmik özelliklerini toplum olaylarına, yaşama koşullarına<br />

daha büyük bir kolaylıkla bağlayabilen inceleyeciler, halk müziğinde<br />

kullarulan diziler için aynı bağlantılan kurmakta, benzer açıklamalar yapmakta<br />

biraz güçlük çekmektedirler. En güvenilir açıklama, bu dizileri, ilkel<br />

toplumlarda kullarulan çalgdann ses sınırlanna bağlayan açıklamadır.<br />

Bir örnek, Fin halk müziğinde sık sık raslanan beş sesli dizinin, bugünün<br />

minör dizisinin ilk beş notasma uymasıdır. Denir ki, Fin arpı kantele’hin<br />

ses sının, Fin müziğinin beş sesli dizisini koşullamıştır. ö t e yandan İrlanda<br />

ve İskoçya’nın eski şarkdannda Çin müziğinin beş sesli dizisi (batının<br />

sanat müziğinde kullarulan diziden dördüncü ve yedinci seslerin çıkartılmasıyla<br />

elde edilen dizi) genelliktedir. Bundan başka Afrika zencilerinin müziğinde,<br />

yedinci derecesi yarım ses düşürülmüş majör diziye ya da altına<br />

derecesi yükseltilmiş minör diziye çok sık Taşlanmaktadır. Amerika’daki<br />

zencilerin müziğinin dizisel özellikleri üzerinde düşünenler, yedinci derecenin<br />

düşürülmesinin, köleliğin zenciye verdiğ acının bir anlatımı olduğunu<br />

öne sürmektedirler.<br />

ö te yandan Macar halk müziğinde, doğu müziklerinde çok raslanan<br />

artmış ikinci, üç yarım sesten kurulmuş aralık, Macarların Slav değil, İskitlerden<br />

gelme oluşlarına bağlanmaktadır. Macar müziğinin dizisel özelliklerine<br />

bakarak, bu müzik üzerinde Slav müziğinin değil, özellikle Türk halk<br />

müziğinin etkisinin çok büyük olduğu öne sürülmektedir. Bundan başka<br />

aynı müzikte süslemelerin çokluğu da, bu müziğin doğu müziklerine bağlanmasını<br />

gerektirmiştir. Denmektedir ki başlıca etken, çingenelerdir. Çingelenerse<br />

Hindistan’dan gelmiş göçebeler olduklarına göre, Hint müziğinin<br />

süslerini de birlikte getirmişler ve Macar müziğinin bünyesine yerleştirmişlerdir.<br />

Türlü kamuların halk müziğinin nicelikleri, nitelikleri, özellikleri, etnologya<br />

ve etnografya çalışmalarında, kıyaslama yoluyla, az çok güvenilir<br />

211


öğeler olarak kullanılmaktadır. Çünkü bilinmektedir ki halk müziği öğeleri,<br />

ses dünyasının en az gelip geçici, en direngen öğeleridir. Birtakım ses<br />

dizilerine, birtakım ritmlere, birtakım çalgı tınılarına kapılan bir ilkel toplum<br />

onları bir daha kolay kolay bırakmaz. Bırakmadığı gibi geliştirmez ve<br />

değiştirmez de. Birleşik Amerika gibi çağdaş uygarlığın en yüksek katma<br />

varmış, bu uygarlığın sağladığı ortamlarla sanat müziğini topraklarının<br />

dört bucağına yayma ortamlarım geliştirmiş bir ülkede, Amerika bulunmadan<br />

önce o topraklarda yaşayan kızılderililerin olsun, türlü dış ülkelerden<br />

göçüp gelenlerin olsun, halk müziklerinin değişmeden süregelmekte olması,<br />

bu direngenliğin en çarpıcı örneğidir. İngiliz, Alman, İskoç, İspanyol ve<br />

zenci halk müzikleri Amerika’da kendi başlarına yaşadıkları gibi, bir yandan<br />

da, özellikle sığır çobanlarının müziğinde, birleşik etkiler durumunda<br />

kendilerini göstermektedirler, ö t e yandan, Kızılderili müziğinin de, özellikle<br />

ses dizilerinde, Çin, Rus ve İskoç müziğiyle birçok ortak yanı olmasının<br />

nedeni, henüz, inanılır bir açıklamaya bağanmış değildir<br />

NOTA BASIMI<br />

İçinde nota bulunan ilk basılı kitabın 1457 yılında Almanya’da, Mainz'de<br />

yayınlandığı biliniyor. Johann Fust ve Peter Schoeffer adlı iki kişinin<br />

yayınladığ bu kitabı, basılı notanın ilk ö m e ğ olarak göstermek doğru<br />

olmaz; çiınkü gerçi harfler basılıydı ama, nota yerleri, bunların sonra el ile<br />

yazılması için boş bırakılmıştı. Daha sonra, nota basınıma başlandıktan<br />

sonra bile bir süre, kitaplarda boş yerler bırakıldığ, hiç olmazsa yalnızca<br />

bir porte, beş çizgi basılıp üstüne sonradan notaların her bir örneğe birer<br />

birer el ile yazıldığı olmuştur. 1473’de Esslingen’de Conrad Fyer’in yayınladığı<br />

bir kitapta, Charlier de Gerson’un Collectorium süper Magnificat’smda<br />

notalar, porte üzerinde yer almadan, yalnızca yüksekliklerine göre alt<br />

alta sıralanmış dört köşe biçimlerle yazılıyordu. 1476 yılında Roma’da U k<br />

rich Han’ın yayınladığ MissaJe’de ise Gregor melodileri, ritmsiz olarak,<br />

yalnız nota yükseklikleriyle, porte üstünde yer alıyordu. Süre değeri, ritmik<br />

değeri olan notaların ilk yer aldığ baskı olarak da Venedik’te 1480 yılında<br />

yayınlanan, Franciscus Niger’in Gmmmatica brevis’i »bilinir. 1487’de<br />

Bolognada yayınlanan Nicolo Burzio’nun Musices opusculum’undaysa ilk<br />

olarak, yalnız tek sesli bir melodi değl, bütün bölümleriyle, çok sesin her<br />

bölümüyle bir beste yer almaktaydı.<br />

Nota yayımında ilk önemli kişi olarak, bu alanda Gutenberg’in yanında<br />

bir yer alabileceğ tanınan Ottavio del Petrucci (1466-1539) gösterilir:<br />

Petrucci, gerek insan sesleri için, gerek lavta ve org için yazılmış birçok<br />

beste yayınlamıştır. Petrucci’nin astığ Ve yayınladığ Harmonice musices<br />

Odhecaton adlı çalışma, çokses yapıtlarının basılmış ve yayınlanmış ilk toplamı<br />

olarak bilinir. Petrucci’nin kullandığ yönteme göte her bir sayfa iki<br />

kere baskıdan geçerdi. Birincisine porte basılır, sayfa ikinci kere baskı ma-<br />

212


kinasından geçtiğinde de notalar basılırdı. Kimi kere, harflerin basılması<br />

için üçüncü bir baskının da gerektiği olurdu. Petrucci’nin baskılan, temizliği<br />

bakımından, baskı işçiliğinin ilk başarılı örneklerinden sayılır<br />

Petrucci klişeden çok, dizgiye başvururdu. Petrucci’nin dizgi yöntemi<br />

yanında, klişeyle yapılan baskılar da süregelmiş, bununla birlikte bu türde<br />

1516 yılma, demektir ki Andreas de Antiquis, Petrucci ile boy ölçüşmeye<br />

kalkışana kadar önemli sayılabilecek yayınlar yapılmamıştır. Andreas, Petrucci’ye<br />

karşılık, tahta ya da maden klişeler kullanarak, tek baskıyla işini<br />

bitirebiliyordu. Ote yanda, aynı şualarda, Peter Schoefer (yukanda sözü<br />

geçenin oğlu) dizgi yoluyla tek baskıya ulaşma başarısını gösterdi. 3u yöntemde,<br />

her bir nota porte çizgisiyle birlikte diziliyordu. Bir hayli zaman ve<br />

çaba gerektiren bu yoldan kısa zamanda vazgeçildi ve yerine, her bir nota<br />

dizildiğinde beş çizgiyi de birlikte, parça parça olmak üzere, kalıba yerleştirme<br />

yöntemine gidildi.<br />

Sözü edilen bu baskıların hepsinde nota başlan, bugün bildiğimiz nota<br />

biçimleri gibi yuvarlak değil, köşeliydi; "elmas biçimi" denen biçimdeydi.<br />

Yuvarlak notayı baskıda ilk kullanan.bir Fransız oldu: 1530 yılı çevresinde,<br />

Avignon’lu Etienne Briard. Bununla birlikte, genellikle, on altıncı<br />

ve on yedinci yüzyıl boyunca elmas biçimi başlı notaların basımda kullanılması<br />

sürdü gitti.<br />

İngiltere’de 1575 yılında Kraliçe Elizabeth, ülkedeki bütün nota basımı<br />

işlerini iki bestecinin, William Byrd ile Thomas Tallis’in tekeline verdi.<br />

Nota basımı İngiltere’de 21 yıl süreyle bu iki bestecinin elinde kaldı. Tallis’in<br />

1585 yılında ölmesiyle Byrd, bu işi bir süre tek başma götürdü. 1598<br />

yılında benzer bir tekel bir başka besteciye, Thomas Morley’e verildi.<br />

On altıncı yüzyıl sonlarında klişe ile yapılan nota basımının iyiden iyiye<br />

yayıldığım görüyoruz. Bu yaygınlığı, Roma’da Simone Veruvio basımevinde<br />

çalışan iki Felemenklinin, Sadeler ile Van Buyton’un bakır klişeler<br />

kullanmalarındaki ilginçlik sağlamıştu. Baku klişelerin müzik basınımda<br />

kullanılmasına İngiltere’de on yedinci yüzyılın ilk yansında başlanmıştır.<br />

William Byrd, Orlanda Gibbons, John Bu 11 gibi ünlü İngiliz bestecilerin,<br />

İngiliz klavseni "virgûıal" için yazdıklan yapıtların ilk baskısı bu yöntemden<br />

yararlanarak yapılmıştu. Klişe basımı' daha sonra, bakn yerine kurşun<br />

ve kalay kanşığı daha yumuşak bir madenin kullanılmasıyla ve klişecinin<br />

gereçlerindeki gelişmelerle daha ucuza çıkanlabilmiştir. Klişe yoluyla nota<br />

basımına notalan olsun, susma işaretlerini olsun, doğrudan doğruya klişe<br />

yöntemleriyle değil de, levhalar üzerine delik açma yoluyla, bir ucunda nota<br />

ya da susma işareti bulunan uzun bir maden çubuğun öbür ucuna çekiçle<br />

vurup levhayı delerek klişeyi hazırlama yöntemi bugün de genellikle kullanılmaktadır.<br />

Bu yöntemin doğrudan doğruya klişeciliğe üstün yanı, levhanın<br />

delinen yerlerinin daha temiz, daha eşit baskı sağlamasıdır. Delme notalar<br />

yöntemini İngiltere’de ilk kullanan, Handel’in Rinaldo operasını yayınlayan<br />

John Walsh olmuştu. Bir başka yayınlayıcı, Thomas Cross, bu ile-<br />

213


Tİ yöntemin kullanılması karşısmda kaygıya düşmüş, kendi yayınladığı yapıtların<br />

görünür bir yerine "Başka notalarda gördüğünüz saçmasapan deliklerden<br />

sakınınız” yazmıştı.<br />

On sekizinci yüzyıl ortasında Almanya’da Gottlob Immanuel Breitkopf,<br />

dizgi yoluyla nota basımını geliştirmek istemiş, dizgide kullanılan notabaşı,<br />

nota sapı, porte, susma işareti vb. gibi parçalan iyice ufaltmış, fakat<br />

mozaik çalışması titizliği ve çabası gerektiren bu yöntemden sonralan<br />

genellikle vazgeçilmiştir. 1798 yılında Almanya’da Alois Senefelder’in litografyası,<br />

taş baskısını bulmasıyla, nota basımına da büyük kolaylıklar sağlanmıştır.<br />

Senefelder’in litografyası, annesinin kendisinden yıkanacak çamaşırlann<br />

listesini yazmasını istemesi üzenine rasgele bulduğu anlatılır. Senefelder,<br />

o ara elinin altmda kâğıt olmadığı için eline geçen yumuşak ve düz<br />

bir taşm üstüne listeyi yağlı bir mürekkeple yazmış; sonra da aklına bir deney<br />

yapma esmiş; taşın üstüne bir kâğıt uygulamış ve yazılar olduğu gibi<br />

kâğıda çıkmış. Yağ ile ıslaklık arasındaki uyuşmazlıktan yararlanan Senefelder<br />

sonra litografyayı, bugün "kimyevi satıh baskısı" diye anılan yöntemi<br />

geliştirmiştir. Cari M aıia von W eber de litografya ile ilgilenmiş, yapıtlarından<br />

birini bu yolla kendi basmıştır.<br />

Litografya o günden bugüne müzik basınımda başvurulan başlıca yöntemlerdendir.<br />

Böylece, büyük güçlüklerle hazırlanan klişelerin, çok sayıda<br />

baskı yüzünden hırpalanması ve kullanılmaz hale gelmesi engeli ortadan<br />

kalkmıştır. Yerine klişelerden, çoğaltma kâğıdı üzerine "kalıp” alınmakta<br />

ve çoğaltmalar, ana klişeyi hırpalamadan bu yolla yapılmaktadır. Bundan<br />

başka çoğaltma kâğıdı üzerine el yazısıyla notaların yazılması da kimi kere<br />

klişe hazırlama güçlüğünden kurtulunmasını sağlamaktadır. Basımcılığın<br />

dizgiden kalıp alınmasını sağlayan yöntemleri, "stereotypie" ve "electrotypie"de<br />

nota basımında kullanılmaktadır. Bundan başka, basılı notayı yeniden<br />

çoğaltma, sayfadaki mürekkebi yeniden ıslak duruma getiren bir asidi<br />

sayfanın arkasına sürüp böylece işlenmiş sayfayı litografya baskısında kullanmayı<br />

sağlayan "anastatic” yöntemle yapılır. Basılmış notaları çoğaltmak<br />

için "photo-lithographie,lye de sık başvurulmaktadır.<br />

Günümüzde, sanat müziği bestecileri yapıtlarını genellikle ya kendi<br />

el yazılarıyla ya da nota yazısı düzgün kişilere yazdırarak, saydam kâğıt<br />

üzerine geçirirler. Çağdaş yapıtlara olan çok sınırlı istek, bu saydam kâğıtlardan<br />

fotokopi yoluyla yapılan çoğaltmalarla karşılanır. İsteklerin bu yolla<br />

karşılanmasını ya bestecinin kendi ya da bir yayınevi yüklenir. Böylece<br />

yapıt yayınlanmış sayılır.<br />

Bilgisayar yoluyla nota dizgisi, bu ortamın ancak en yalın nota kuruluşlarını<br />

gerçekleştirebilmesi, çapraşık notalamalarla başa çıkamaması nedeniyle,<br />

henüz ilkel durumdadır ve geleneksel yollarda nota dizgisinin yerini<br />

alacağa benziyor değildir.<br />

214


FONOGRAF VE P L A K Y A P IM I<br />

"Ses yazma" anlamına gelen "fonograf terimi (İngilizler genellikle<br />

gramophone kelimesini kullanırlar, fakat bu kelimenin yanlış türemiş bir<br />

kelime olduğunu da öne sürerler) ses yazan ve okuyan gereçler için kullanılır.<br />

Bugün fonograf kelimesi, genellikle yirmi beş ya da otuz santim çapındaki<br />

plakların sesini veren gereçleri anlatır<br />

Ses yazma başarısını ilk gösteren bulucu Thomas Edison 1877 yılında<br />

kalay kâğıdı üzerine ses titreşimlerini yazmıştı. Daha önce bu yolda Leon<br />

Scott ve Charles Cros, genellikle kuramsal alanda kalan çalışmalar yapmışlardı.<br />

Edison’un buluşu Alexander Graham Bell’i ve Charles Sumner Tabile<br />

ri etkiledi. Bell ve Tainter, bugünküler gibi düz plaklar üstüne değil, fakat<br />

silindirler üstüne ses yazma yöntemini geliştirdiler. Bu iki araştırıcı<br />

hem de, kalay kâğıdı yerine balmumundan yapılmış yüzeylere ses geçirdiler.<br />

Düz yüzeyli yuvarlak plakları ilk kullanan, Emil Berliner olmuştur.<br />

Edison’un olsun, Bell ya da Tainter’in olsun, tersine, Berliner hem de yüzey<br />

üstünde ses çizgilerinin yansal (lateral) düzende yazılmasını sağlamıştır.<br />

Ötekilerin dikey (vertical) düzenine karşılık Berliner, bugün kullanılan<br />

yansal yazıyı, iğnenin çizdiği yolun iki yanına ses izlerinin geçirilmesi yöntemini<br />

geliştirmiştir. Dikey yazıyı, admdan da anlaşıldığı gibi, ses izleri dikey<br />

iniş ve çıkışlar halinde yazılır. Berliner hem de plak çoğaltımının başlıca<br />

engelini de aşmış, ses titreşimlerinin bir kalıp üzerine geçirilip, sonra o<br />

kalıptan istenildiği kadar plak baskısı yapılması yöntemini de geliştirmiştir.<br />

Berliner’in 1892 yılında geliştirdiği bu yöntem bugün henüz plak yapımında<br />

uygulanmaktadır.<br />

Yirminci yüzyılda bir yandan yansal, öte yandan dikey razı plak yapımında<br />

bir süre başlıca izleme yöntemi olarak kullanılmıştır. Amerika’da<br />

Colmbia ve Fransa’da Path£ kumpanyaları bir süre, dikey izlemeyi uygulamışlardır.<br />

ö t e yandan Amerika’da Victor kumpanyası, İngiltere’deyse Gramophone<br />

kumpanyası Berliner’in patentini satın almış ve yansal yazıyla<br />

plaklar yapmaya başlamıştır. 1908’den sonra Columbia da bu yönteme uymuştur.<br />

Daha sonra bütün kumpanyalar, Berliner yöntemine uymaya başlamışlardır.<br />

1925 yılma kadar bütün kayıtlar "akustik" yöntemle, elektrikten yararlanmadan<br />

yapılırdı. Gramofonların motorları kurgu ve zemberekle çalışır,<br />

plak üstündeki ses izleri, iğne, mika diyafram ve boru aracılığıyla büyütülürdü.<br />

1925 yılında, önce radyo alanında kullanılmaya başladı. Böylece<br />

plak çekiminde boru yerine mikrofon ve büyüteç (amplificateur) kullanılmasına<br />

gidildi. Gene de yazılan plakların sesini vermek için, uzun bir süre,<br />

akustik yönteme göre hazırlanmış fonograflar kullanıldı. Elektrik yöntemlerinin<br />

kullanılmasıyla ses titreşimleri alanınm genişletilmiş olarak izlenmesi<br />

sağlanmış oldu. Bir yandan da, yansal izleme, elektrik yöntemleri­<br />

215


ne daha uygun görüldüğü için, dikey izlemeden vazgeçildi.<br />

Plak yapımında önceleri genellikle, dakikada 78 kere dönen plaklar<br />

kullanılıyordu. Plak maddesi de, gomalaka denen kırılır bir maddeydi. 78<br />

dönüşlü plaklarda, yirmi beş santim çapında olanlara taç dakika, otuz santim<br />

çapında olanlara beş dakika süreyle ses yazmak ancak eldeydi. Bu yüzden,<br />

uzun klasik yapıtların plağın bir yüzünden öteki yüzüne, arada durma<br />

olmadan, çekilebilmesi elde değildi. Bu büyük engele karşın 78 dönüşlü<br />

plaklar, elektrik yöntemlerinin geliştiği 1925 yılından 1948 yılma kadar, yirmi<br />

yılı aşan bir süre, kullanılagelmiştir.<br />

1948 yılında plak yapımında yeni bir evre açılmış ve Columbia firması,<br />

dakikada 33 1/3 kere dönen plakları piyasaya çıkarmıştır. Dönüş yavaşlığı<br />

yanında ses çizgüerinin 78 dönüşlü plaklara kıyasla çok daha ince olması<br />

plağın bir yüzüne çok daha uzun sürede ses kaydedilmesini sağlıyordu.<br />

Böylece plağın bir yüzüne yarım saati aşan sürede ses çekme olanağı<br />

kazanılmış, uzunluğu yarım saatin ötesinde, çoğu kere bir saate yaklaşan<br />

birçok yapıtın, plağın bir yüzünden öbür yüzüne geçişlerde ancak bölüm<br />

aralarında müziğin doğal akışım engellemeyen uygun kesilmelerle çekilmesi<br />

kolaylaşmıştır. Uzunçalar plakların, 78 plaklarda kullanılar gomalaka yerine,<br />

plastikten yapılmış olmaları da, bir yandan kırılmalarını önlemiş, öte<br />

yandan gomalaka plaklarda önlenmesi çok güç olan yüzey hışırtısı en aza<br />

inmiştir. Dakikada 331/3 kere dönen uzunçalar plakların Columbia firmasınca<br />

piyasaya sürülmesinden az önce Victor firması, dakikada 45 kere dönen,<br />

gene plastikten yapılmış, 17 santim çapında plaklar yayınlamaya başlamıştı.<br />

Üzerindeki müziğin uzunluğu bakımından 78 dönüşlü plaklardan ayrı<br />

olmayan, fakat ‘8’lere göre ses nitelikleri çok yüksek olan bu plaklar bugün<br />

sanat müziğine elverişli sayılmamaktadır ve genellikle halk müziğinde,<br />

kısa parçalarda kullanılmaktadır. 33 ve 45 dönüşlü plaklar yanında, dakikada<br />

16 kere dönen plaklar da yayınlanmaya başlamıştır. Bununla birlikte,<br />

16 dönüşte üstün ses nitelikleri sağlama sorunu henüz çözülmediğinden<br />

olacak, bu plaklar birkaç yıl içinde tümüyle ortadan kalkmıştır.<br />

Plak yapımında en ilginç evrim, stereofonik izleme ve çoğaltma yönteminin<br />

gelişmesi olmuştur. Stereofoni önce, manyetik şerit üzerine yapılan<br />

izlemelerde gelişmiştir. Bu arada, İkinci Dünya Savaşı sırasında manyetik<br />

şerit üzerine ses yazma yönteminin geliştiğini, sonra bu yöntemin endüstriye<br />

de aktarıldığını ve gitgide plak yapımına erişen bir yaygınlığa ulaştığını<br />

belirtelim, ön ce manyetik şerit üstünde denenmiş olan stereofonik<br />

çoğaltım, kısa bir süre sonra plağa da uygulanmaya başlanmıştır. Plak yoluyla<br />

müziğin dinleyiciye ulaştırılmasında amaç, sesin gerçeğe uygun olarak<br />

dinletilmesi olduğuna göre, stereofonik plaklar, konser salonunun ya<br />

da opera sahnesinin gerçeklerine çok daha yalan bir müzik dinleme ortamı<br />

sağlamaktadırlar.<br />

Stereofonide ses, manyetik şerit üzerine en az iki "yol" üzerine kaydedilir<br />

ve bu kayıt sonra plağa, yivlerin her birinin iki "duvarına", iki yanma<br />

216


iki ayrı ses yolu durumunda geçirilir. Tek yollu plaklarda, diyelim ki bir orkestranın<br />

bütün seslerinin plak yivinin iki yanında toplu olarak izlenmiş olmasına<br />

karşılık, stereofonik plaklarda sesle, çalgı topluluklarına ya da tek<br />

çalgıların seslerine göre, bu yollara bölünmüştür. Stereofonik plakları çalmak<br />

için özel bir iğne ve her bir yolun sesini büyülteçlere ulaştıracak, çift<br />

hücreli pikap başlığı, bundan başka iki büyüteç ve iki yükselteç gerekmektedir.<br />

Böyle bir plak dinlendiğinde ses yollarından her birindeki sesler, iki<br />

yükselteçe ayrılmış olarak duyulabilmeğe, diyelim ki kemanlar bu yükselteçten,<br />

viyolonseller öteki yükselteçten gelmektedir. Stereofoni, dinleyiciye,<br />

konser salonunda edindiği uzay ve yön duyusunu sağlamakta, hem de<br />

karmaşık çoksesli müziklerde her bir sesin, daha yüklü tınılara atanmış seslerin<br />

yükü altmda kalmadan işitilmesine, müziğin saydamlıkla dinlenebilmesine<br />

olanak vermektedir. Genellikle, elektronik alandaki ilerlemeler bugün<br />

plak yoluyla müzik dinlemeyi, konser salonunda "canlı" müzik dinlemeye<br />

kıyasla, daha büyük bir doyuruculuğa ulaşmıştır.<br />

Stereofoniden yaklaşık on beş yıl sonra 1970’lerin başında gelişen kuadrifoni,<br />

sesleri plağın yiv duvarlarına dört kanal üzerine yazabilme gibi ilginç<br />

bir teknolojik aşamayı örneklemesine karşın, dinleyiciyi çepeçevre saran<br />

ses üretimi amacıyla dörtlü büyülteç ve dört yükselteç gerektirmesindeki<br />

kullanışsızlık yüzünden, tüketim alanına indikten sonra bir iki yıl içinde<br />

piyasadan tümüyle kalktı. Yoksa kuadrifoni, plaktan ve ses şeridinden müzik<br />

dinlemeye önemli bir boyut kazandırmıştı. Kuadrifoni, ses şeridi üzerinde<br />

de ömürlü olamadı.<br />

N e ki, artık "gelenekselleşmiş" olan stereofoni, ses şeridi üzerinde de,<br />

kaset ortamının sağladığı kullanma kolaylıkları nedeniyle, gitgide büyük<br />

bir yaygınlığa ulaştı. Bu alandaki teknolojik ilerlemeler, başlangıçta ses niteliği<br />

düşük olan kaset ortamına, plakla eşit sayılabilecek nitelikler kazandırdı.<br />

Plak yapımı teknolojisinin son aşaması, bilgisayarın sağladığı sayısal<br />

ses yazma ve okuma yöntemlerinin ürünü "Compact Disc", günlerin geçmesiyle,<br />

artık "eski tür" sayılan plağın ve kasetin yerini alacakmış gibi görünen<br />

bir yaygınlığa «iş ti. Kasetin ve iğneyle çalman plağın yüzey gürültüsünü<br />

ve ses bozulmalarım yok eden ve sesi laser’le okunan "Compact Disc,"<br />

özellikle sanat müziği için gerekli bir ortamdır. Ancak, plak ve ses şeridiyle<br />

müzik yayınlamanın önceki ortamlarına olduğu gibi, "Compact Disc"e<br />

de, ezici bir oranda, pop ve rok müziği egemen olmuştur. Sanat müziğine<br />

gelince, bu yeni ortamdaki plak yayınlan henüz, genellikle, ün kazandırılmış<br />

yapıtlarla sınırlanmaktadır.<br />

217


RADYO VE M Ü Z İK<br />

Plak ve radyo da, müzik sanatım yığınlara ulaştıran bir araçtır. Hem<br />

plak, hem de radyo basılmış notanın tersine, müziği, kâğıt üstündeki birtakım<br />

biçimler ve yazılarla değil, gerçek nitelikleriyle ses durumunda yoğaltıcıya<br />

sunmaktadır. Bu bakıma her iki ortam, basımcılığın gelişmesi edebiyat<br />

için ne denli yararlı olmuşsa müziğe öylesine yararlı olmuşlardır.<br />

Bununla birlikte radyo, plak ve "canlı" konserle kıyaslandığında, bu<br />

yararlılığında birkaç bakımdan geri kalır. Bir kere plağın radyoya başlıca<br />

üstünlüğü, tıpkı bir kitap gibi, onu elinde bulunduran kişinin evinde saklayıp,<br />

gerektiğinde başvurabileceği bir kaynak oluşudur. Oysa radyo, dinleyicinin<br />

herhangi bir anda dinlemek istediği müziği değil, program yöneticisinin<br />

istediği, uygun gördüğü müziği yayınlar. Bu bakıma kitap ve plak ile<br />

radyo arasmda bir kıyaslamayı, diyelim ki bir şiir kitabını okuyucunun<br />

evindeki kitaplığında bulundurmasıyla, herhangi bir radyo istasyonunun<br />

yaptığı şiir yayınlarında o kitaptaki şiirlerden birini rasgelip dinleyiciye sunması<br />

gibi bir benzetme yoluyla yapabiliriz.<br />

Bundan başka radyo yayınlan, ses nitelikleri bakımından, iyi bir plâktan<br />

çok daha düşük olduğu gibi, bir konserin gerçekliğinden de çok uzaktır.<br />

Gerçi son yıllarda radyo yayınlarında ses nitelikleri, doğal sese çok yakın<br />

bir ses verebilen ve bu bakıma plakçılığın teknik ilerlemelerini çok yakından<br />

izleyen, FM (frequeney modulation) yayınlanyla ve stereofonik yayın<br />

yöntemleriyle çok ilerlemiştir Bununla birlikte FM yayınlardan olsun,<br />

stereofonik yayınlardan olsun, ev radyolarının temiz bir ses alabilmeleri,<br />

gerçekleştirilmesi güç birtakım koşullara bağlıdır. Kullanılacak antenin üstün<br />

nitelikte olması, alıcı radyonun bulunduğu evin, bir kentin radyo dalgalarını<br />

engellemeyen ve yayın yapan istasyondan uzak olmayan bölgesinde<br />

bulunması gereği, FM ve stereofonik yayınlardan istenen sonuçların alınabilmesi<br />

için sağlanması gereken koşullardır.<br />

Batıda hemen hemen her ülkede, bütün başlıca kentlerin, kimi yerde<br />

kasabaların bile, F M yâyın yapan istasyonları vardır. Bununla birlikte, gerek<br />

F M ’den olsun, gerekse, düşük ses niteliklerini göze alarak, "normal"<br />

yayından olsun, müziği yöntemli olarak, sanat müziği görgüsü edinmek<br />

amacıyla dinlemek, radyo dinleyicisinin yayın porgramlarım sürekli olarak<br />

izlemesine ve kendi dinleme programım yapmasına bağlıdır ki bu da, plağın<br />

sağladığı kolaylıklara kıyasla, boş yere zaman harcanmasını gerektiren<br />

bir iştir. Hele, bizde olduğu gibi, sanat müziğine yeterince önem vermeyen<br />

radyo istasyonlarının çalıştığı bir ülkede, radyo yoluyla amaçlı olarak<br />

sanat müziği dinleme isteği verimsiz ve usandırıcı bir çaba isteyen işlerdendir.<br />

N e var ki batıda, bir radyo yayınında ilk olarak klasik müzik çalınmasından<br />

(1908 yılında New York L imarımda Sandy Hook ile Bedlose adası<br />

arasmda deneme yapan Alman Telefunken firması mühendislerinin. Ver­<br />

218


di’nin II Travatore operasından "Demirciler Korosu"nu plağını çalmalarından)<br />

bu yana, radyo ile yapılan müzik yayımının, halkta müziğe olan ilgiyi<br />

arttırdığı istatistik bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu bakıma radyo, müziğin,<br />

uygun dinleme koşullan içinde, müzik dinleyicisine ulaştınlması bakımından<br />

değilse bile, dinleyicilerde sanat müziğine olan ilgiyi uyandınp onlan,<br />

daha uygun araçlardan yararlanarak müzik dinlemeye, daha da ilerisi, doğrudan<br />

doğruya müzikle uğraşmaya, bir çalgı çalmaya ya da müzik eğitimi<br />

görmeye götürmüştür. Demektir ki sanat müziğinin yayılmasında radyonun<br />

görevi, müziği yığınlara ulaştıran öbür araç ve ortamların gelişmesine<br />

bir destek olmasındadır. Konserlere gösterilen ilginin artmasında, plak satışlarının<br />

yükselmesinde radyonun etkisi çok büyüktür<br />

Radyoyla sanat müziği ilk olarak gerçi 1908 yılında yayınlanmıştı. Bir<br />

yıl sonra da gene New York’ta, radyoyla ilk canlı yayın yapılıyor, Manhattan<br />

Opera Kumpanyasından Marguerite Mazarin Carmen operasından bir<br />

arya söylüyor, bundan da bir yıl sonra Metropolitan Operasmdan yapılan<br />

bir yayında ünlü tenor Enrico Caruso’nun baş erkek rolünü söylediği Cavalleria<br />

Rusticana operası antene çıkıyordu. Bununla birlikte bütün bu sözü<br />

geçenler, deneme yayını olarak kaldı. Radyo daha bir on yıl süreyle yalnızca,<br />

telefon ve telgrafın yardımcısı bir araç olarak kullanıldı. Eğitim ve<br />

eğlendirim bakımından ne kadar yararlı olabileceği düşünülmedi; düşünülmüş<br />

olsa bile, düşünceler uygulama alanına aktarılmadı. Bugünkü anlamına<br />

ve kapsamına uygun ilk radyo yayını 1220 yılında, Westinghouse kumpanyasının<br />

kurduğu K D K A istasyonuyla, Birleşik Amerika'nın Pennsylvania<br />

eyaletinin Pittsburg şehrinde yapıldı. Bu istasyonun verdiği örneği hemen<br />

başka girişkenler izledi ve birbiri ardından radyo istasyonları kurulmaya<br />

başlandı. Önceleri radyolar yalnız haber v e ' hafif müzik yayını yapıyordu.<br />

Bununla birlikte iki üç yıla varmadan Amerika’da sanat müziği de,<br />

gitgide artan orantılarda, radyo yayınlarında yer edinmeye başladı. Pittsburg’un<br />

K D K A istasyonuyla aynı yıl, İngiltere’de Chelmsford’da da ilk<br />

"programlı” radyo yayım yapılmaya başlanmıştı. İki yıl sonra İngiltere’de,<br />

bugün bizde kısaca "Londra Radyosu" diye anılan British Broadcasting<br />

Company kuruldu. 1927 yılında bu kurum, adındaki "Company" kelimesini<br />

"Corporation"a değiştirdi. Amacı halka bilgi ve eğlence yaymak olan, Devlet<br />

bütçesinden desteklenen bir ulusal kurum olarak çalışmaya başladı.<br />

BBC’nin programlarında, müzik yayını sorununu amaçlı bir ilgiyle<br />

ele alışı, bu kurumun radyoda müzik yayım konusunda hep örnek diye gösterilmesini<br />

sağlamıştır. BBC’nin ilk müzik yöneticisi, daha önce İngiliz<br />

Ulusal Opera Kurumu’nun müzik danışmankığm yapan Percy Pitt, halk beğenileriyle<br />

ilintiyi koparmadan, bu beğenilerin az daha üstüne yükselmeyi<br />

gözetmişti, ön ce uyguladığı yöntem, sanat müziğiyle eğlence müziğini ya<br />

da daha hafif program, bu tutumun örneğidir; bu program, Elgar’m bir<br />

marşıyla başlıyor, ardından Wagner’in Meistersmger operası açılış müziği<br />

geliyor, sonra bir halk güldürücüsü numarasını yapıyor, sonra Saint Sa-<br />

219


ens’rn Sol Minör Piyano Konçertosu çalınıyor, program bir operet şarkısıyla<br />

bitiyordu. Bununla birlikte, bu türlü karma programlardan kısa bir süre<br />

sonra vazgeçildi. Bir yandan hafif müzik ve eğlence yayınları, öte yandan<br />

sanat müziği yayınlan, programlar içinde kendi tündüklerini korudular.<br />

Bu yolda daha ileri bir adım, BBC’nin yayınlarının, türlü dinleyici katlanna<br />

göre, üçe ayrılmasıyla atılmış oldu. Bunlardan birincisi, "Light Programme",<br />

adından da anlaşıldığı gibi, türlü eğlence yayınlan arasmda özellikle<br />

hafif müziğin yer aldığı bir programdır. Öbürü, "Third Programme", beğenileri<br />

incelmiş ve gelişmiş kişileri, aydınlan gözeten bir programdır ve sanat<br />

müziği alanında, çoğunlukların ilgisini kazanmış olan değil, kazanmış<br />

olması gereken müzikleri yayınlar. Bu iki program arasmda kalan yayınlarında<br />

da BBC, orta dinleyicinin gözetildiği yayınlar sunar.<br />

Bugün radyo yayıncılığı anlayışı, dinleyicinin istediğini istemesi gerekenle<br />

dengelemeye çalışan Avrupa örneği devlet radyolarıyla reklâm geliri<br />

amacıyla özel girişimin kurduğu Amerikan örneği radyolar arasında bölünmektedir.<br />

Amerikan ömeği terimsel radyolar gitgide Avrupa ülkelerinde<br />

de yaygınlaşmaktadır. Amerika’daki yüzlerce radyo istasyonunun büyük<br />

bir çoğunluğu özel girişim radyolarıdır. Bunların pek azı sanat müziği yayınlar<br />

ve bunlar da, dinleyici kaçırmaktan (demek oluyor ki reklâm gelirlerini<br />

düşürmekten) korktukları için, "biline, sevilen, tutulan” müziklerin ötesine<br />

el atmazlar; hele çağdaş müzik hiç yayınlamazlar. Çağdaş sanat müziğine<br />

programlarında arasıra yer verenler, kamu radyoları ve bağımsız radyolardır.<br />

Bağışlarla giderlerini karşılama durumunda olan bu istasyonlar,<br />

gitgide terimsel radyoların yoldamlanna özenme zorunda kalmaktadırlar.<br />

'Walkman'' denen, hem de kaset çalan ve kulaklıklarla dinlenen küçük<br />

boyda radyo alıcıların yaygınlaşmasıyla sayısı çok artan radyo dinleyicileri,<br />

terimsel radyoların ekmeğine yağ sürmüştür. Günümüzde radyo dinleyicileri,<br />

gitgide yükselen ezici bir oranda pop ve rok müziği dinlemektedirler.<br />

Böyle bir görünüş karşısında, yığınlara müzik kültürünün iletilmesinde radyoların<br />

görevini tartışmak gitgide kuramsallığa düşmektedir<br />

SİNEMADA M Ü Z İK<br />

Film için müzik yazmak bugün, sanatlarının soylu amaçlarım öne süren<br />

bestecilerce hor görülen bir çalışma alanıdır. Bununla birlikte çoğu da<br />

bir yolunu bulup sinemaya geçmeye, filmler için müzik yazmaya can atarlar.<br />

Bu çelişik davranışlarında bestecileri haldi görmemek elde değildir. Sinema<br />

müziğini hor görürler, çünkü bu türlü müzik, her ne kadar sanat müziği<br />

alanına giriyorsa da, çalışma yöntemleri ve bu yöntemlerin sonuçlan<br />

bakımından, besteciyi değersiz, düzmece bir müzik yazmaya zorlayan bir<br />

alandır. Am a öte yandan besteciler, para kazanmak için arada bir amaçlarım,<br />

ülkülerini, daiha da ileri gidelim, saygınlıklannı bir yana bırakıp filmler<br />

için müzik yazmak isterler. Çünkü sinema, besteciye en çok gelir sağla­<br />

220


yan, bestecinin en az çalışmayla en çok para kazanabileceği bir iş kesimim<br />

d ir.<br />

Oysa sinema, müziğe, yeni biçimler, yeni evrim ortamları sağlayabilird<br />

i Henüz de sağlayabilir. N e var ki, bir "endüstri" dalı olarak sinema, birkaç<br />

ayrıklık dışında, veriminin genelliğinde, "mutlu azınlıkları" değil, "kaba<br />

çoğunluklan" gözeten bir iş dalıdır. Film yapıcısı, para kazanabilmek, en<br />

azmdan parasım kurtarabilmek için, halk ne istiyorsa onu vermek, halkın<br />

alışkanlıklarına uymak, demektir ki birtakım kalıplan, yöntemleri kullanmak<br />

zorundadır. Tanımak gerektir ki sinema bir teknik evrimi geçirmiştir;<br />

evrim süregelmektedir. Bir sanat olarak da kimliği güçlenedurmaktadır.<br />

N e var ki bu güçleniş, filmler için müzik yazan bestecinin yaratış özgürlüğünü<br />

gerçekleştirmesine henüz olanak sağlıyor değildir.<br />

Bu durumda, "endüstri" sineması için müzik yazan besteci de, kalıplara,<br />

alışkanlıklara uymak zorundadır. Deneylere gidemez, sinema ortamının<br />

yükselttiği sorunların (söz, görüntü ve müzik birleşmesi sorunlarının)<br />

üzerine eğilemez ve bunları, yapıtlarıyla, çözmeye kalkamaz. Çünkü karşısına<br />

film yapıcısının, büyümesi ya da yok olması seyircinin koşullanmış beğenilerine<br />

bağlı sermayesi, aşılmaz bir dağ gibi dikilmiştir, öyleyse, sinema<br />

sorunu ile ilgilenen besteciye iki şey düşer. Ya, film yapımcısının isteklerine<br />

boyun eğmek ve para uğruna ülkülere yan çizmek ya da sinemayla<br />

hiç ilgilenmemek. Bir üçüncü yol daha seçilebilir: "Endüstrileşmemiş" sinema<br />

için müzik yazmak. Müziğin, sanatla ilintili amaçlar ışığında, sinemayla<br />

birleşmesi ancak bu üçüncü yolda olabilir. Gerçi bu yolda, sesli sinemanın<br />

evrimi boyunca, birkaç çalışma vardır (Ressam Feraand L6ger ile besteci<br />

G eoıge Antheil’in "Ballet M6canique”de birleşmeleri gibi). Ancak, "endüstri"<br />

sineması, salt sanat sinemasını güdük bıraktığı için bugün besteciler,<br />

genellikle, sinema-müzik birleşmesi sorunu üzerinde yüksek değerler<br />

gözeterek düşünmemektedirler. Birkaç bireysel çalışma da, önemsizlikleri<br />

yüzünden olacak, bir akım yaratmaya, bestecilere yeni bir ortamın bilincini<br />

vermeye yetmemiştir.<br />

George Antheill’den söz ettik. Antheill sonraları, "endüstri" sineması<br />

bestecisi olmuş, yetili bir besteci olduğu için, sinema müziğinin ölçüleri<br />

içinde başarılı sayılabilecek film müzikleri yazmıştır. Antheill hem de "hiçbir<br />

ciddi besteci, sinemanın, müzik için en büyük olanağı veren bir ortam<br />

olduğundan şüphe edemez" demektedir. Bu inancı daha çok bir dilde saymak<br />

gerekir; çünkü sinemanın bugünkü durumu bestecinin aradığı olanağı<br />

gerçekleştirecek gibisinden değildir.<br />

Öte yandan, sinemanın, yığınlara, sanat müziği sevgisini verdiği görüşü<br />

de doğrulanmamıştır. Bu görüşü savunanlarca sinema seyircisinin, filmlerin<br />

art düzey müziği yoluyla, müziğin bilincine varmadan bile olsa, sanat<br />

müziğiyle kulakları dolmaktadır. Gerçi filmlerin artdüzey müziği, genellikle,<br />

sanat müziği yöntemlerine uyarak bestelenir ve kısıtlanmış biçimlere<br />

uyarak da olsa, yazılan müzik sanat müziğidir N e var ki çoğu seyirci bu<br />

221


müziği dinlemez bile; daha da ilerisi, filmde müzik var mıdır, yok mudur?<br />

Onu da bilmez. Bu türlü "dinlenilen" bir müziğin, dinleyicisinde sanat müziğine<br />

doğru bir eğilim uyandırıp uyandırmayacağını görmek için, sinema<br />

seyircisinin çokluğunu, buna karşı sanat müziği dinleyicisinin azlığım gözönünde<br />

bulundurmak yeter. Gösterilen filmlerin bir çoğunda -kötüsünden<br />

de olsa- sanat müziği vardır. Oysa, müzik fle daha önceden ilgilenmemiş<br />

olup da, sinemada, olaylara eşlik eden müziğe kulak verip sanat müziğiyle<br />

ilgilenen, "bu müzik olsa olsa bir tür müziğin kötüsü... Ben iyisini arayıp<br />

bulayım" diyen pek görülmemiştir<br />

Yapımcılar filmde, bir "hava" yaratsın, 'ruh durumu"nu belirtsin diye<br />

müzik kullanırlar. Sessiz filmlerden beri müzik sinemada hep kullanılmıştır.<br />

Sessiz filmlerde çoğunlukla filme piyanoyla eşlik edilirdi. Öyle ki, sesli<br />

film çıkana kadar, filme eşlikte hayat kazanan piyanistlerin ne türlü müzik<br />

çalmaları gerektiği, alışkanlıkların etkisiyle, iyice belirmişti. Piyanistlerin<br />

bu yönden güçlük çekmemelerini sağlamak, hem de "yanlış yollara" sapmalarını<br />

önlemek amacıyla, film piyanistlerinin filme eşlikte çalmaları gereken<br />

parçaların sıralandığı notalar yayınlanmıştı. Daha yüzyıl başlarında yayınlanan<br />

Motion Picture Moods ("Filmler İçin Ruh Durumları") bunlardan<br />

biridir. Sesli film çıktıktan sonra yapımcılar, filmlerin art düzey müziğini,<br />

çalışları filmin ses yoluna kaydedilmiş orkestralarla gerçekleştirme yoluna<br />

gittiler. Amaçlan, tek bir piyanonun soğuk sesi yerine, orkestra sesindeki<br />

rengin ve büyüklüğün etkisinden yararlanmaktı. N e türlü müzik ne gibi<br />

"ruh durumlan'na uygun düşer? Halk ne türlü melodilerden hoşlanır? Halkı<br />

ne türlü müzik rahatsız etmez? Film müziğinin kalıplarını bu üç soruya<br />

bulunan karşılıklar kesinleştirdi. Türlü "ruh durumları" için on dokuzuncu<br />

yüzyılın ve yüzyılımızın başlıca "dram müziği" ya da "anlatıcı müzik” bestecilerinin<br />

yöntemlerine başvuruldu. Halkın hoşuna giden melodiler için de<br />

doğrudan doğruya halk şarkılar türünden melodilerin kullanılmasına gidildi.<br />

Bugün, film müziği denen türü, VVagner, Debussy, Richard Strauss ve<br />

halk müziği karışımından ortaya çıkmış "formüller" yöneltir. Max Steiner,<br />

Franz Waxman, Erich VVolfgong Komgold, Bemard Herrmann, Alfred<br />

Newman, Dimitri Tiomkin gibi Hollywood bestecileri bu "formüllerin" başlıca<br />

hazırlayıcılarıdırlar.<br />

Film müzikleriyle kazandıkları ün, değerleri küçümsenmemesi gereken<br />

bazı bestecilerin, örneğin bir Bemard Herrmann’ın (1911-1975) ya da<br />

bir Miklos Rozsa’nın (1907) sinema dışındaki çalışmalarının gölgede kalmasına<br />

etken olmuştur. Herrmann'm İdametli beşlisi, Echoes adlı yaylı<br />

dörtlüsü yabana atılmaz yapıtlardır. Rozsa ise, yirminci yüzyıl Macar müziğinin<br />

adı Bartok ile Dokaîy yanında anılabilecek ileri gelen bir bestecisidir.<br />

Sinema dışındaki yapıtları pek az tanınan Rozsa’nın ilginç bir yanı, bütün<br />

müzikleri gibi, film müziklerinin de Macar kökenli olmasıyla birlikte<br />

bunların Macaristan’la hiçbir ilgisi olmayan konulardaki filmlere, diyelim<br />

ki bir gangster filmine ya da bir şövalye filmine, tümüyle uyabilmesidir.<br />

222


Unutmamak gerekir ki bir filmin hangi bölümüne, ne uzunlukta ve<br />

genel olarak ne tür bir müzik yazılması gerektiğini besteci değil, filmin yönetmeni<br />

saptar. N e ki, bu sınırlar içinde bile bestecinin yaratıcı yetisi gerçekleşebilir.<br />

Film müziklerinin örgütlenmiş bir süreklilikten yoksun oluşu,<br />

bölük pörçüklüğü hoş görüldüğünde, birçok film müziğinde, filmle bağdaşık<br />

görevsellik dışında, değerlendirilebilir yanlar olduğu yadsınamaz.<br />

Film yapımcıları, hele Hollywood, sinemayı ana yol olarak seçmemiş<br />

bazı bestecilere de iş vermişlerdir. Bununla birlikte, sinema için müzik yazmış<br />

Emst Toch, Jacques Ibert, Darius Michaud gibi besteciler, hiçbir zaman<br />

kendi öz ortamlarında yazdıkları kadar başarılı yapıtlar verememişlerdir.<br />

Sinema için yazılmış müziklerden bugün pek azı, sinema dışında, bağımsız<br />

olarak değerini tanıtlamıştır. Verilebilecek belki tek örnek, Sergei<br />

Eisenstein’in Aleksander Nevski filmi için Prokofiyef in yazdığı müziktir.<br />

Film düşünelerek yazılmış, bundan daha değerli bir yapıt daha vardır: Schoenberg’in<br />

"Bir Film Sahnesi İçin Müzik"i... N e var ki Schoenberg bu müziği<br />

gerçek bir film için değil, imgelemindeki bir film sahnesi için bestelemiştir.<br />

KAD IN BESTECİLER<br />

Kitabın sonuna geldik. Tek bir kadın bestecinin adını bile vermedik.<br />

Fransız Altılan’ndan söz ederken değindiğimiz Germaine Tailleferre dışında.<br />

Başka kadm besteci yok mu?<br />

Yakın geçmişin ünlü orkestra yönetmenlerinden Sir Thomas Beecham,<br />

'kadm besteci yoktur, olmamıştır, olmayacaktır," demişti.<br />

Oysa bir kadın besteciler ansiklopedisi bile var. M .û . 2500 yılından<br />

başlayarak günümüze değin kadm bestecilerin özgeçmişlerini, yapıtlarını<br />

içeriyor. 72 ülkeden 6200 kadm besteci. Bunların 4000’den çoğu, yirminci<br />

yüzyıl bestecileri. Yüzyıllar'ilerledikçe, kadm bestecilerin sayısı artadurmuş.<br />

Bunların yüzde birini bile bilmiyor muydu Sir Thomas? Bilmeden nasıl<br />

o denli güvenle kadın bestecileri yok bilebilirdi?<br />

Sir Thomas’m görüşü kadına yaratıcılık yetisi tanımayan, yaratıcılığı<br />

erkeğin tekelinde gören bağnazlığın örneğidir. Kadın eylemciliğinin, feminizm’in<br />

büyük bir yaygınlığa ulaştığı çağımızda erkek egemenliğine karşı<br />

açılan savaşın genellikle yaratıcılık alanında, özellikle müzik yaratıcılığı alalımda<br />

bir başanya ulaşmış olması, erkek bağnazlığının bu alanda da bazı<br />

yenilgilere uğratılmış olması, sonuçta kadm bestecilerin seslerini duyurma,<br />

kimliklerini tanıtma olanağına ulaşmış olmaları beklenirdi. Gerçek şudur<br />

ki, kadınların şu ya da bu alandaki aşamaları yanında kadm yaratıcılığı konusu,<br />

özellikle kadınların besteciliği konusu karanlıklar içindedir. Kadınlar<br />

arasmda bile kadınların, geçmişte olsun, bugün olsun, müzik yaratıcılığı<br />

alanındaki başarılan ya da başansızlıklan, tanınıyor olmaktan, biliniyor olmaktan<br />

çok uzaktır. Şunu gözönünde tutalım ki bugün özellikle Ameri­<br />

223


ka’da, "romans” tttrti bayağı romanları kadınlar (bu ara takma kadm adıyla<br />

erkekler) yazmaktadır ve milyonlarca satan bu süprüntü romanların baş<br />

alıcıları kadınlardır. Bir zamanlar yalnız erkeklerin egemenliğinde olan<br />

rok müziğinde kadınların sayısı gitgide artmaktadır ve yeryüzünü saran bu<br />

kafa tütsüleyici müziğin düşkünleri, erkeklerden çok (her ülkede kadm sayısının<br />

erkekten çok olmasını da gözönünde tutarak) kadınlardır. Bu örneklerin<br />

ışığında, kadm bestecilerin, kadınların yaptığı sanat müziğinin bilinmeyişinin<br />

sorumunu, ağır bir ölçüde, kadınlara yüklemek gerekiyor.<br />

Kurulu düzenlerin, bugün olsun, geçmişte olsun, kadm bestecilere adlarını<br />

duyurma, saygınlıklarını saptama yolunda şu ya da bu olanağı sağladığı<br />

bir gerçektir. Örneğin, Paris’te, Güzel Sanatlar Akademisince verilen<br />

Prix de Rom e (Rom a Ödülü). Bu ödülü hangi kadm bestecinin kazanmış<br />

olduğunu bulup çıkarma amacıyla belleğimizi zorlarsak Lili Boulanger ile<br />

Nadia Boulanger’in adlarını anabiliriz. Oysa, bunların yanında, 23 kadm<br />

besteci daha Prix de Rome’u kazanmışlardır. N e ki birçok başka ödül gibi<br />

Prix de Rom e da sıradan bestecilere (arada bir de, Berlioz ya da Debussy<br />

gibi önemli bestecilerin önemsiz yapıtlarına) verildiği için, bu yolla kazanılan<br />

bir saygınlık gerçekte kapalı olarak alaşüan bir küçümsenme sonucunu<br />

doğuruyor, önemsiz bestecileri ya da önemli sayılması gereken bestecilerin<br />

önemsiz yapıtlarım ödüllendirme yolunda değişmez bir gelenek saptamış<br />

gibi görünen Amerikan Pulitzer ödülünü yakın yıllarda kazanan bir kadm<br />

bestecinin, Ellen Taafe Zwilich’in müziği de, nitekim Amerika’daki<br />

yüzlerce kadm besteci arasında hangi denektaşma göre Bn. Zwilich’in bu<br />

ödüle yaraşık olduğunu düşündürmektedir. Kadm ya da eıkek bütün besteciler,<br />

giderek bütün sanatçılar için olduğu gibi, sınırlı bir kapsam ve uzanımda<br />

da olsa başan kapılan açabilmek, kumarda kazanmaya benzemektedir.<br />

Yolu açılmış gibi görünen bir çağdaş Amerikalı kadm besteci, Joan<br />

Tower, bunun böyle olduğunu açık sözlülükle ortaya koymaktadır. Bn. Tower,<br />

New York Philharmonic’e gönderdiği bir notanın, başka bestecilerin<br />

de orkestraya göndermiş olduğu sayısız yapıtın yığıldığı yerde en üstte durduğu<br />

için kolayca ele takıldığını ve böylece orkestranın konserlerinden birinde<br />

seslendirilmek üzere seçildiğini açıklıyor. Müziği New York Philharmonic’ce<br />

çalınmış bir besteciye artık başka kapüar da açüabilir. N e ki bir<br />

Zwilich’in, bir Tower’in müziğinin arada bir orada burada dinletilmesi kadm<br />

besteci konusunu bilinçlere iletmekte önemli bir katkıda bulunuyor değüdir.<br />

Böyle bir bilinci ilgi dürten bilgilerle uyandırma çabası da boşa çıkar.<br />

Örneğin, üç kadın bestecinin ölüm cezasma çarptırılıp, kafaları kesilerek<br />

öldürüldükleri bilgisi. Kim bunlar Anne Boleyn, Mary Stuart ve Marie Antoinette.<br />

Bu Uç kraliçenin, ne tür, ne değerde müzikler yazmış olduktan<br />

öğrenilse bile, bu bilgi çağdaş kadm bestecinin sorunlarının 'çözülmesine<br />

bir katkıda bulunmayacaktır.<br />

Geçmişe baktığımızda en büyük ün kazanmış kadm bestecinin Cöcile<br />

224


Chaminade (1857-1944) olduğunu görürüz. Çağının salon müziği türünde,<br />

kolay etki gücü yüksek piyano parçalarıyla yalnız Fransa’da değil, başka ülkelerde<br />

de, özellikle İn giltere v e Am erika’da, müziği ve çalgıcılığı büyük istek<br />

görmüş olan Chaminade’ın, kolayca hoşa gider m üziklere özellik le düşkün<br />

çağlınızda da yapıtları dinletilen bir besteci olması beklenirdi. N e ki,<br />

m odalarla birlikte, çağımızın kolay hoşa giden müzik türleri de değişedurmaktadır.<br />

1970’den sonra, Chaminade’m kendi çağında kazandığına koşut<br />

sayılabilecek bir ilg i gören kadın besteci olarak Amerikalı Laurie Anderson’u<br />

(1947) göstermek uygun düşer. M üzik yaratıcılığının öncü tutumlarını,<br />

çağdaş müziğin alışılmış yollarından ayrılıp, pop müziğine v e gösteri sanatlarına<br />

yönelerek, seçkin b ir ozan olmasının da katkısıyla, bir sanatlar<br />

birleşim i olarak gerçekleştiren Anderson, hem de pop m üziğinde sanat değerlerinin<br />

olanak kazanabileceğini tanıtlamıştır.<br />

O n dokuzuncu yüzyılın adlan sınırlı bir ölçüde duyulmuş üç kadm<br />

bestecisi, ünlü erkek bestecilerle aile bağlan nedeniyle ilg i görm ektedirler.<br />

Bunlardan Clara W ieck Schumann (1819-1896), babası Friedrich W ieck’in<br />

eğitim iyle hem piyanist, hem de besteci olarak yetiştirilm iş, R obert Schumann’la<br />

evlendikten sonra özellikle kocasımn, hem de Brahms’ın piyano<br />

müziğinin usta bir seslendiricisi olarak müzik çalışmalarını sürdürmüş, böylece<br />

besteciliği gölgede kalmıştır. Clara Schumann’m piyanp konsertosu ve<br />

piyano için yazdığı birçok parça tanınmaya değer müziklerdir. Y azd ığı m e­<br />

lodilerden birkaçım kocası kendi şarkılarında kullanmıştır. O çağın bir başka<br />

kadın bestecisi, Felix Mendelssohn’un ablası Fanny M endelssohn Hensel<br />

(1805-1847), müzik yetileri kardeşince üstün ölçüde değerlendirilen bir<br />

sanatçıydı, ö y le ki Mendelssohn, ablasına müzik konularında sık sık danışmakla<br />

yetinmeyip, onun yazdığı şarkıları kendi besteleri olarak yayınlamıştır.<br />

Uzun ömrünün büyük bir bölümünü yirm inci yüzyılda sürmüş olan A l­<br />

ma Schindler (1879-1964) müzik yazmaya gençlik yıllarında son verm iş olması<br />

nedeniyle bir on dokuzuncu yüzyıl bestecisidir. 1902 yılında, 22 yaşındayken,<br />

41 yaşındaki Gustav M ahler’le evlenmeden önce yüz kadar şarkı<br />

bestelem işti. M ahler, önce, bu şarkılara aldırm adı bile, üstelik, bir evde<br />

ik i besteci olamayacağım ön e sürerek eşinin müzik yazmasına engel oldu.<br />

A m a birkaç yıl sonra, Alm a’nın şarkılarım incelediğinde bunların değerini<br />

tamdı ve birkaçının yayınlanmasına önayak oldu. A lm a Schindler (A lm a<br />

M ahler diye de bilin ir) bugün ancak on beş yirm i şarkısıyla tanınmaktadır.<br />

Ö bürleri, ikinci savaş sırasında, Viyana'nın bombalanmasında yok olmuştur.<br />

Bilinenler, yabana atılmayacak yetide bir bestecinin yapıtlarıdır<br />

Üstün yetide bir başka kadm besteci, ünlü öğretici Nadia Boulanger’nin<br />

kızkardeşi L ili Boulanger (1893-1918) kısa ve sağlıksız ömründe<br />

bestecilik çalışmalarım dirençle sürdürmüştür. Y a zı türü, tem elde, izlenim ­<br />

ci yolda gelişmiştir. Besteleri, yirm inci yüzyıl başının önem li yapıtları arasında<br />

anılmaya aeğer.<br />

İn giliz müziği de önem li birkaç kadm besteciden yoksun değildir, ö n -<br />

Müzik Tarihi, F.: İS 225


çeleri Alm an romantizmi etkisinde bestelem ekle birlikte ulusal b ir In giliz<br />

m üziğine olan inana nedeniyle çalışmalarım o yolda geliştiren Dame E ı-<br />

hel Smyth (1858-1944) başka ortamlardaki yapıtları yanında birçok da opera<br />

bestelemiştir. H em de kadın özgürlüğü ve seçmenliği atarımdaki eylemci<br />

çalışmalarıyla tanınan besteci, bir de Kadın M arşı yazmıştır. Romantizm<br />

den yola çıkarak anlatım a yolda kendine özgü bir dizisel yazı türü geliştirmiş<br />

olan Elisabeth Lutyens (1906) bir bestecinin, özellikle b ir kadın<br />

bestecinin, karşılaştığı engelleri anlattığı kitabıyla da tanınmaya değer. D i-<br />

ziselliğe yönelm iş bir başka besteci, İskoçyalı Thea Musgrave (1928) "soyut<br />

dramatik" diye tanımladığı yapıtlarıyla, özellikle Mary, Queen o f Scots<br />

(İsk oçla rın Kraliçesi M ary) operasıyla bir ün kazanmıştır.<br />

Am erikalı besteciler arasında, yukarda adı geçenlerden başka, A m erikan<br />

halk müziği alanında önem li araştırmalar yapmış, ama kendi bestelerinde<br />

gözüpek deneylere girişmiş olan Ruth Crawford Seeger (1901-1953)<br />

ancak ölümünden sonra az çok tanınmaya başlamıştır, ön cü çalışmalarında<br />

gitgide T ib et müziğine yönelip hiçbir değişkenliği olmayan uzun seslerle<br />

müzikler yazan Pauline O liveros (1932) eylem ci bir kadın örgütünün<br />

üyesi olmasıyla da tanınır. Çağdaş piyano müziğinin en seçkin bir yorumcusu<br />

Sorel D oris Hays (1941), Thoreau’nun, haksız yasalara karşı yurttaşın<br />

başkaldırması yolundaki düşünüşlerine dayanan inançlarını kadın eylem<br />

ciliğiyle birleştirmiş, İn giltere'de Greenham v e Am erika’da Seneca<br />

atom filzesi üslerine karşı kurulan kadın barış kamplarına katılmış, bu yoldaki<br />

düşünüşlerini ve yaşantılarını bestelerinde v e film -video yapıtlarında<br />

yansıtmıştır.<br />

226


B İB LİYO G R A FYA<br />

A p el, W ill, Harvard D iaion ary o f Music, Harvard University Press, 1967.<br />

Barzun, Jacques, B erlioz and the Romantic Cçntury, L ittle, Brown and<br />

Co., N ew York, 1950.<br />

Bukofzer, M anfred, Studies in m edieval and Renaissance music, Norton,<br />

N ew Y ork, 1950.<br />

Busoni, Ferruccio, Sketch o f a N ew Aesthetic o f Music, Schirmer, N ew<br />

Y ork, 1911.<br />

Cohen, Aaron, International Encyclopedia o f W omen Composers, Books<br />

and M usic (U S A ) Inc., N ew York<br />

Cohn, Arthur, Recorded Classical Music, Schirmer, N ew Y ork, 1981.<br />

Chailley, Jacques, L a musique M6di6vale, Coudrier, Paris, 1951<br />

Chion, M ichel, L a M usique Electroacoustique, Presses Universitaires de<br />

France, Paris, 1982.<br />

C ollaer, Paul v e van den Linden, A lbert, Atlas Historique de la Musique,<br />

Elsevier, Paris, 1960.<br />

Dent, Edward J., Opera Penguin, Londra, 1953.<br />

Dorian, Frederick, T h e H istory o f M usic in Perform ance, N orton, N ew<br />

Y ork, 1971.<br />

E n ddopedia della Musica, R icordi, M ilano, 1964.<br />

Encydopedie de la Musique, Fasquelle, Paris, 1959.<br />

Einstein, A lfred , A Shot History o f Music, A A . Knopf, N ew Y ork, 1931.<br />

Em st, David, The Evolution o f Electronic Music, Schirmer, N ew York,<br />

1977.<br />

Gazimihal, Mahmut R agıp, Yüzyıllar Boyunca M ehterhane ve Türk M ü­<br />

zik Kalkmışı, E .V . Personel Başkanlığı M oral Şubesi Yayınlan, İstanbul,<br />

1951.<br />

Grout, D onald Jay, A history o f W estem Music, Norton, N ew Y ork, 1960.<br />

G rove’s Dictionary o f M usic and M usidans, Londra<br />

Harman, A lec, Late Renaissance and Baroque Music, Essential Books,<br />

N ew Jersey, 1959.<br />

H odeir. Andr6, Since Debussy; a view o f contemporary music G rove<br />

227


Press, Nevv Y ork, 1961.<br />

Jacobs, Arthur, M usic Lover’s Anthology, Wınchester, Londra 1948.<br />

Kolodin, Irving, T h e C ritical Composer, the musical writings o f Berlioz,<br />

W agner, Schumann, Tchaikovsky, and others H ow ell, Soskin, N ew<br />

Y ork, 1940.<br />

Landormy, Paul, L a M usique Française de la M arseillaise â la M ort de<br />

Berlioz, Gallim ard, Paris, 1944.<br />

Lang, Paul H enıy, M usic in W estem Chüization, N orton, N ew York,<br />

1941.<br />

Larousse de la musıque, Paris, 1982.<br />

Leichtentrit, Hugo, Music, H istoıy and Idlas, Harvard University Press,<br />

1938.<br />

Leibovvitz, Ren6, L ’Evolution de la Musıque, C orr a, Paris, 1911.<br />

M ellers, \Vilfrid, M usic in a N ew Found Land, A lfre d A . Knopf, N ew<br />

York, 1967.<br />

Marcuse, Sıbyl, M usical Instruments, A Comprehensıve Dictionary, N orton,<br />

Nevv Y ork , 1975.<br />

M ersene, M arin, H arm onie üniverselle, contenant la th6roie et la pratik<br />

e de la musique, Paris, 1936.<br />

L a Musique, des origines â nos jours, Larousse, Paris, 1946.<br />

N etti, Paul, T h e book o f musical documents, Philosophical Libraıy, N ew<br />

York, 1948.<br />

Oransay, Gültekin, B atı Tekniğiyle Yazan 60 TU ık Bağdar. K iiğ Yayım ,<br />

Ankara, 1965.<br />

Palisca, Claude C ., Baroque Music, Prentice-Hall, N ew Jersey, 1968.<br />

Paillard, Jean François, L a musique française dassique, Presses Universitaires<br />

de France, Paris, 1960.<br />

Prieberg, Fred, Musica Ex M achina, Einaudi M ilâno, 1963.<br />

Riemann M usiklexicon, B. Scott’s Söhne, M ainz 1959.<br />

Rossi, Nick, H earing Music, Harcourt Brace Jovanovich, Nevv York, 1981.<br />

Sachs, Curt, Our M usical H eritage, Prentice-H all, 1955.<br />

Sachs, Curt, T h e commomvealth o f art; style in the fin e arts, music and<br />

the dance, N orton, Nevv York, 1946.<br />

Salazar, A d o lfo , L a musica en la sociedad europea desde los qrim eros tiempos<br />

cristianos, E l C olegio de M exico, M exico, 1942-46.<br />

Schaeffer, Pierre, A la recherche d’une musique concrbte, Seuil, Paris,<br />

1952.<br />

Schaeffer, Pierre, Trait6 des objets musicaux, Seuil, Paris, 1966.<br />

Schaeffer, Pierre, L a musique concrde, Presses Universitaires de France,<br />

1967.<br />

Shaw, Bem ard, Shaw on Music, Doubleday Anchor, Nevv Y ork , 1955.<br />

Slonimsky, Nicolas, Baker’s Biographical D ictionary o f Musicians, Schirmer,<br />

Nevv Y ork.<br />

228


İÇ İN D E K İL E R<br />

İlk Baskının Ö n söziı............................................................................... 5<br />

ikinci Baskının Önsözü........................................................................... 7<br />

Üçüncü Baskının Ö nsözü....................................................................... 9<br />

G iriş<br />

Eski Uygarlıklarda M üzik................................................ 11<br />

Çin v e Japon M ü zik leri................................................ 13<br />

H int, Cava, Tibet, vb. M ü zik leri..................... 15<br />

M ısır v e G rek M ü zikleri................................................. 16<br />

Bizans v e Yahudi M ü zikleri................................................................... 18<br />

Tekses'ten Çokses’e<br />

N otalam a................................................................................................. 19<br />

G regor M elod ileri................................................................................... 21<br />

Çokses G elişiyor..................................................................................... 22<br />

H alk M ü ziği ve 'Y e n i Sanat"........... .•..................................... .............. 24<br />

Çoksesin "A ltın Ç a ğı"............................................ 25<br />

R eform ve E tkileri.............. 27<br />

M adrigal Y aygın lığı................................................................................ 29<br />

Palestrina ve Lassus............................................................................... 30<br />

On Yedinci Y ü zyıl: Evrim H azırlanıyor<br />

O pera v e O ra toıy o ................................................................................ 33<br />

İtalya Dışında O pera............................................................................. 36<br />

Ç algılar v e Ç algı M ü ziği Biçim leri......................................................... 38<br />

Sonat Biçim ine D o ğ ru ........................................................................... 40<br />

Keman Yapım ı ve M ü ziğ i................................................?.................... 41<br />

Klavsen M ü ziği................. 43<br />

O rg M ü ziği.............................................................................................. 45<br />

Alm anya’da D in M ü ziğ i......................................................................... 46<br />

M üzik Halka Y ö n e liy o r...................... 48<br />

230


On Sekizinci Y ü zyılın İlk Y a rısı: Yöntem ler Ö zetleniyor<br />

Scarlatti v e V ivald i.............................................................................. 51<br />

Telem arm v e B ach................................................................................ 53<br />

Rameau v e Couperin.................... 56<br />

Gluck v e H aen d el............................................................................ 59<br />

. On Sekizinci Yü zyılın İk in ci Yansu Y en i B ir Tüm e V arış<br />

Bach’ın O ğu llan ...................................................................................... 63<br />

M annheim Okulu.......................................................... 66<br />

Haydn........................ 68<br />

M o za rt............................................................................................ 71<br />

Piyano G elişiyor...................................................................................... 75<br />

Fransız Devrim inde M ü zik..................................................................... 77<br />

O n Dokuzuncu Y ü zyıl: Bireysel B ilinç<br />

Beethoven..................................................... 79<br />

B erlioz ve Fransız O perası..................................................................... 81<br />

Rossini ve İtalyan O perası...................................................................... 84<br />

W eber ve Alm an O perası................................ 86<br />

Schubert................................................................................................... 87<br />

Mendelssohn v e Paganini....................................................................... 90<br />

Chopin, Schumann ve L izst.......................................................... 9<br />

W agn er.................................................................................................... 94<br />

Operada Gerçekçiliğe D oğru........................ 97<br />

Fransa’da Ulusal B ilin ç.....


Charles Ives v e Am erikan M ü ziğ i............................................................161<br />

Sovyet Ruşra’da B estecilik.......................................................................166<br />

M ao Ç in’i v e Sonrası................................................................................ 169<br />

Türlü Ü lkelerde M ü zik ..................................................... 171<br />

Türkiye’de B estecilik...................... 179<br />

Sanat M üziğinin Sonu m u ?......................................................................182<br />

M üziğin Türlü A lan ları, Sorunları, Konulan<br />

Müzik B ilim i...................................................................... - ...................186<br />

Konservatuarlar........................................................................................ 188<br />

M üzik E leştirm enliği................................................................................ 191<br />

Yorumculuk, Seslendiricilik......................................................................193<br />

Orkestra Y ö n eticiliğ i............................................................. 196<br />

Orkestra........................................... 198<br />

Oda M ü ziğ i.............................................................................................. 201<br />

Ç a lgıla r................................................ i.................................................. 203<br />

Bando M ü ziğ i....................................... -................................................. 206<br />

H alk M ü ziğ i................................... 210<br />

N ota Basım ı.......... .....................- .... ..................................................... 212<br />

Fon ograf ve Plak Yapım ı......................................................................... 215<br />

Radyo v e M ü zik ....................................................................................... 218<br />

Sinemada M üzik....................................................................................... 220<br />

Kadm B esteciler....................................................................................... 223<br />

Bibliyografya................................ 227<br />

232

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!