0235-Muzik_Tarixi-Ilhan_Mimaroghlu-1995-233s
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
İLH A N M İM AROĞLU<br />
*<br />
M Ü Z İK TARİHİ
Bilgi Dizisi: 16<br />
Varlık Yayınlan: 385<br />
Beşinci basını: <strong>1995</strong><br />
ISBN 975-434-046-3<br />
Kapak: Ekin Nayır<br />
Ofset hazırlık: Varlık Yayınlan/ Moonstar Grafik<br />
Baskı: Kurtiş Matbaaa<br />
V A R L IK Y A Y IN L A R I A Ş .<br />
Cağa]oğlu Yokuşu 40/2,34440 Cağaloğlu/ İstanbul<br />
Tel: 522 69 24 - Faks: 512 95 28
İLHAN MİMAROĞLU<br />
Müzik Tarihi<br />
07<br />
Vtartıkvysymlan
Y A Z A R IN Ö B Ü R K İT A P L A R I:<br />
Amerika Sesleri (Doğuş Basımevi, 1965)<br />
Caz Sanatı (Yenilik Yayınlan, 1958)<br />
Onbir Çağdaş Besteci (Forum Yayınlan, 1961)<br />
Günsüz Günce (Pan Yayıncılık, 1989)
İLK BASKININ ÖNSÖZÜ<br />
İki yüz şu kadar sayfa içinde bir musiki tarihi! Bana sorarsanız çok<br />
uzun. Çok kısa diyecekler de çıkabilir ama. Bir musiki tarihinden ne istediğine<br />
bağlı. Başlangıçlardan bugünlere bütün olayların uzun uzun anlatılması<br />
isteniyorsa, üç yüz şu kadar sayfa yetmez. Olayların ne uzunlukta anlatılmasını<br />
istediğinize göre, iri ya da ufak birkaç cildi göze almak gerek. Yok,<br />
olayların ana çizgilerini vermekle yetinilecekse birkaç sayfacık bile işe yarar.<br />
öylesi de var.<br />
Bir bakıma birkaç sayfacıkla yetindim sayılır. Önemli olayları ana çizgileriyle<br />
verdim. Fakat olay anlatmakla kalmadım. Amacım bu değildi. Daha<br />
çok, musiki bilincinin evrimi üzerine söz etmek, bu evrimin öyküsünü<br />
anlatmak istedim. Türlü adlar düşündüm bu kitap için. "Musiki Sanatının<br />
Evrimi" dedim; "Musiki Tarihi Üzerine Bir Söyleşi” dedim; "Musikide Y a<br />
ratış Bilinci Üzerine Bir Deneme" dedim, daha da aşağı indim derken,<br />
"Besteciler Üzerine Bir Sohbet" dedim. Sonuçta gene o yalm, kesin ad baskın<br />
çıktı: "Musiki Tarihi".<br />
Yadsmamaz, türlü görünüşleriyle bir musiki tarihi bu. Evre evre ele<br />
alınmış bütün konular, yüzyıllara bölünmüş, anlatışta olayların ve kişilerin<br />
tarih boyunca sıralanışına uyulmuş, genellikle çoğu musiki tarihinin verdiği<br />
kalıp biçim gözetilmiş... Bununla birlikte, olayları sıralamakla yetinmeyip,<br />
daha doğrusu olaylar üzerine bilgi vermeyi en aza indirip, musiki tarihinin<br />
genel anlamına doğru yönelmeyi seçmiş olmam bakımından, bir öğretici<br />
kitap, kupkuru bir bilgi kitabı izlenimi veren "Musiki Tarihi" adı beni<br />
biraz yadırgatıyor ve "Söyleşi" gibi, "Deneme" gibi daha esnek tanıtımlara<br />
doğru eğiyor.<br />
N e olursa olsun, bu kitap bir ders kitabı değildir; ansiklopedi ödevi<br />
görebilecek bir kitap da değildir. Musiki tarihi okumayı olay bilgisi edinmekle<br />
bir tutanların bu kitabı okurken yanlarında bir de musiki ansiklopedisi<br />
bulundurmalarım salık verebilirim. Hele, bestecilerin yaşayışlarıyla ilintili<br />
olaylardan çoğunlukla uzak durdum. Çünkü, bir sanatçıma varoluşunu<br />
hayatının değil, eserlerinin belirttiği konusundaki yaygın görüşe ben de katılıyorum,<br />
bu bir. İkincisi, sözü edilen her bir bestecinin hem hayatım,<br />
5
hem de yaratıcılığının özelliklerini ve musiki tarihindeki durumunu anlatmaya<br />
kalkmak, anlatıştaki konu bağlantılarını koparırdı; kitabın önceden<br />
çizdiğim genel biçimlendirme içindeki tutarlılığım dağıtırdı; amaç musiki<br />
sanatının evriminden söz etmiş olmaksa, amaçtan uzaklaşılmasına yol açardı.<br />
Bir de dflygusal ilintileri olan konu var karşımda: Bizim musikimiz...<br />
Bu kitap, sanat musikisinden söz etme amacıyla yazılmış olduğu için, başka<br />
Ülkelerin halk musikisine de, bizim halk musikimize de bir yer ayırmak<br />
gerekmezdi Am a bir de T ü rk sanat musikisi" denen, kiminin de "alaturka"<br />
diye adlandırmayı seçtiği bir musiki var. Ondan ne haber? Bu musikiden,<br />
kitabın başındaki bölümde, eski uygarlıklarının musikisinin anlatıldığı<br />
bölümde söz edilebilirdi. Gerçekte de, yeri orasıdır. Bununla birlikte,<br />
T ü rk sanat musikisinin olsun, tümüyle İslâm musikisinin olsun, ayn bir<br />
inceleme konusu olduğunu düşünüyorum. İlle de ayn bir incelemeyi gerektirecek<br />
bir önem taşıdığı için değil... Yalnızca, toplumumuzun bir gerçeği<br />
olması bakımından... Türk musikisinin batı musikisini etkilemesine gelince,<br />
kimi Avrupa eserinde (bu ara Mozart’ın T ü rk Marşı"nda, ya da Beethoven’in<br />
Dokuzuncu Senfonisi’nin son bölümünde) Mehter musikisi yankılarına<br />
rastlanması gibi geçici ve yalnız kalmış olgulara genel akımlar içinde<br />
değinilmesi gerekmezdi. Unutmamış olmak için, bu olgudan burada<br />
söz etmek yeter sanırım.<br />
Bir savla, bir taslamayla mı çıkıyorum bu kitapta okuyucu karşısına?<br />
Pek de değil. Dünyada o kadar çok, hem de o kadar iyi musiki tarihleri<br />
var ki, orta Türk okuyucusuna genel bilgileri, genel görüşleri -özn el bir<br />
açıdan bile olsa- aktarmak için yazılmış bir musiki tarihi kitabı, bunların<br />
arasında bir yer edinebileceğini taslayamaz. Yalnızca, bu kitabın bugüne<br />
kadar yurdumuzda yayınlanmış -ister çeviri, ister yazm a- bütün musiki<br />
tarihlerinden biraz daha iyi olduğunu söyleyebilirim (bu ne bir başandır,<br />
ne de alçak gönüllülüğe aykırı bir söyleniş, çünkü iyi musiki kitapları bakımından<br />
yoksunluğumuz apaçık ortada); bir de, musiki sanatmın en ileri<br />
akımlarına yer vermesi bakımından da bir özelliği var; bununla birlikte bu<br />
da olağanüstü bir şey değil, çünkü 1961 yılında bitirilmiştir.<br />
Bu kitabı okuduktan sonra birkaç kişi -umalım ki biıkaç yüz kişi —<br />
daha sanat musikisiyle ilgilenmeye başlasın, kitap görevini yerine getirmiş<br />
demektir.<br />
İlhan K. M İM AR O Ğ LU<br />
Moda, İstanbul, Ocak, 1961<br />
6
İKİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ<br />
"Musiki Tarihi"ni bundan dokuz yıl önce nasıl yazdığımı unutamam:<br />
Kolaylıkla, istekle, sevinçle. Aradan geçen yıllardan sonra kitabı yeniden<br />
ele aldığımda değiştirilmesi gereken birçok bölüm buldum gerçi, yaptım<br />
da bu değişiklikleri. Ama bunların çoğu, yenilenmesi gereken bilgilerin gerektirdiği<br />
değişikliklerdi. Kitabın özünün, tutumunun, biçiminin ve anlatış<br />
özelliklerinin başka olması gerekmiyordu.<br />
Yeniden ele alma fırsatı çıktığında böyle bir kitabı, değil orasında burasında<br />
düzeltmeler, değiştirmeler yapmak, bilemediniz yeni bilgiler eklemek,<br />
her şeye yeni baştan girişeceğimi, yeni bir Musiki Tarihi yazmak isteyeceğimi<br />
sanırdım. Oysa bu gözle okumaya başladığımda dokuz yıl önce<br />
yazmış olduklarımı, bu kitabı yazarken o günlerde kendime çizdiğim sınırların<br />
ve gözettiğim amaçların ışığında, yapmış olduğumdan daha iyisini yapabilmenin<br />
elimde olmadığını anladım.<br />
Hem sevinerek anladım bunu, hiç olmazsa bugüne kıyasla daha az olgun,<br />
daha az yetişmiş olmam gereken yıllarda yaptığım bir çalışmanın bana<br />
kıvanç veredurmakta olması nedeniyle; hem de üzülerek, o günlerin kolaylığını,<br />
isteğini ve sevincini bugün artık bulamayacağım için. Yaşar Nabi<br />
Nayır 1960 yılı sonlarına doğru benden bir musiki tarihi yazmamı istediğinde,<br />
en çoğundan bir ayda bitireceğimi sanmıştım çalışmamı. Fazla iyimsermişim:<br />
Ü ç aylık geceli gündüzlü bir çalışmanın sonucunda çıkmıştı bu kir<br />
tap ortaya. Bu kez, ikinci baskı için düzeltmeler yapmamı istediğinde, on<br />
beş günde bitirebileceğimi sandım bu işi. Bitirebilirdim de. A ltı ayda bitirdim.<br />
Dedim ya, bir şeyler yitirdim aradan geçen yıllar boyunca. Bu ikinci<br />
baskıya eklediğim tümcelerde, bilgilerde, bölümlerde bu yitirişin nedenlerini<br />
sezinleyebilirsiniz. Söyleyeyim isterseniz özet olarak: Türkiye’de sanat<br />
musikisi çalışmalarının yozlaşadurması; daha da önemlisi, bütün dünyada,<br />
batının sanat musikisinin sonunun göründüğünün anlaşılmaya başlaması.<br />
Dokuz yıl önce bu kitabı kolaylıkla, istekle, sevinçle yazarken ya uzağı göremiyordum,<br />
ya da gerçek dışı bir dünyada yaşıyordum.<br />
Bir noktaya daha değineyim bu loşa önsözü bitirmeden önce. İlk yaz-<br />
7
dığımda bu kitabı, öz Türkçe kullanmakta aşırılığa gittiğimi söyleyenler oldu.<br />
Oysa o günler benim görüşüm, ılımlı bir dil kullandığım yolundaydı;<br />
hele ılımlı olmayı bir düşünsel ve eylemsel günah saydığım bu günlerde<br />
baktığımda yeniden dokuz yıl önceye, değil aşın öz Türkçe, aşın OsmanlIca<br />
bile sayılabileceğini gördüm yazdıklanmın. Bununla birlikte dil değişikliği<br />
yapmadım bu ikinci baskısında kitabın. Kitabı yazılmış olduğu gündeki<br />
diliyle saklamak için değil yalnız, hem de köksel bir öz Türkçecilik çabasının<br />
iyice yenilgiye uğramış olduğunu, öz Türkçenin en inançlı savaşçılannın<br />
bile ayaklarını denk alma kaygısına kapılmış, demek oluyor ki inançlarını<br />
yitirmiş, savaşı bırakmış olduklarım gördüğüm için.<br />
İstanbul-New York<br />
Haziran-Aralık 1969<br />
İlhan M İM ARO Ğ LU<br />
8
ÜÇÜNCÜ BASKININ ÖNSÖZÜ<br />
Birkaç gözlem:<br />
1. Kitabın Ok baskısıyla İkincisi arasında dokuz yıl, İkincisiyle üçüncttsü<br />
arasmda on sekiz yıl geçti. Bu ölçüye göre dördüncü baskı üçüncüden<br />
36 yıl sonra, beşinci baskı dördüncüden 72 yıl sonra yapılacaktır<br />
2. Üçüncü baskıda kitabın adı "Musiki Tarihi" yerine "Müzik Tarihi"<br />
oldu. Gerekçe: Çoğunluğun "musiki" yerine "müzik" demesi. Böylece, Osmanlıca<br />
bir sözcüğün yerini Fransızcası aldığında o sözcük Türkçeleşmiş<br />
oluyor. Çoğunluğun dediğine uyarak değiştirdiğim başka sözcükler de var.<br />
Çoğunluğun ne diyeceğini bilemediği sözcüklerse olduğu gibi duruyor.<br />
3. Kitaba bu kez, her nedense, "Müzik Geçmişbilimi" denmedi. Giderek,<br />
kitaptan "betik" diye de söz etmiyoruz. Belki de "betik" sözcüğü hem<br />
de "tezkere" anlamına geldiği için. Yaptığı işe saygısı olan hangi yazar bir<br />
"Müzik Tezkeresi" yazmak ister?<br />
4. Bir kitabı yeni bir baskıyla ortaya çıkarmaktaki amacın, düzeltmeler,<br />
eklemeler yapmak, önceki baskılarda bulunmayan bilgileri sunmak olduğuna<br />
göre, bunların yapılmış olduğuna güvenebilirsiniz. Ya, önceki baskılarda<br />
bulunan, ama bu üçüncü baskıya girmemiş bölümler yok mu? Bölümler<br />
değil. Orada burada gereksiz birkaç satır. Atılan tek bir bölüm,,<br />
"Diskogfafya" bölümü. Neden? Çünkü o bölümde önereceğim plakların çoğunun,<br />
belki de bu kitap baskıya verilmeden, yayından kalkacağını bildiğim<br />
için. Bundan önce öyle oldu. Böylece bir diskograiya sunmak, okuyucunun<br />
işine yaramaz bir uğraş olup çıkıyor.<br />
Bu üçüncü baskıyı, 1960 yılında bu kitabı yazmamı benden isteyen<br />
Yaşar Nabi Nayır’ın anısına sunuyorum.<br />
İlhan M İM ARO Ğ LU<br />
N ew York, Ağustos 1987<br />
9
G İR İŞ<br />
ESKİ UYGARLIKLARDA MÜZİK<br />
Eski uygarlıklar demekle, Avrupa’nın doğusundaki ülkelerin geçmişteki<br />
uygarlıklarından söz etmiş oluyoruz. Bu ülkelerin müziği, konumuz sanat<br />
müziği olduğu için, inceleme alanımızın dışında kalır. Sanat müziği diye<br />
de, "besteci” (compositeur) dediğimiz kişilerin, yaratış oluşumunun koşulladığı<br />
ve sınırladığı bir bilinç içinde verdikleri yapıtların tümüne diyoruz.<br />
Bu türlü bir tanıma uyan yapıt verimi ancak Avrupa’da, onuncu yüzyıldan<br />
bu yana yapılmıştır. Öyleyse, sanat müziğinin evrimi üzerinde konuşurken<br />
yalnızca, müziğin Avrupa’daki evrimini ve bu evrimin getirdiği, yerleştirdiği<br />
ya da yıktığı geleneklerin Avrupa dışı ülkelere olan etkisini gözetmek,<br />
bunun dışında bütün ülkelerde, geçmişte yapılan ya da bugün yapılmakta<br />
olan müzikleri sanat müziğinin tanımı dışında bırakmak ve Avrupa<br />
müziğinin gelişmiş durumu açısından, "ilkel" niteliğiyle tanıtmak zorundayız.<br />
Müzikte ilkelliğin geçerlikteki tanımı şudur: İlkel müzik diye, daha<br />
yüksek bir kültür evriminden uzak kalmış olmaları yüzünden sanat müziği<br />
geleneği edinmemiş toplum öbeklerinin uyguladığı müziğe denir. Nerede<br />
kültür evrimi bir sanat müziğini geliştirmişse, ayrıklıklar dışında, orada bu<br />
gelişme "alt sınıfların" müziğini etkilemiş ve bu müziği ilkel durumdan çıkarmıştır.<br />
Bugün batı ülkelerinin büyük kentlerinin halk müziği, ilkel müzik<br />
tanımına uymaz. Bununla birlikte bu müzik, sanat müziği etkisinde olsa<br />
da, yöntemleriyle olsun, amaçlarıyla olsun, sanat müziği katma erişmemiş<br />
olduğundan, sanat müziğiyle kıyaslanan yoluyla gene de "ilkel" diye,<br />
hiç olmazsa, "yan-ilkel" diye tanıtılması gereken özellikler gösterir. Aynı kıyaslamayı<br />
tarih içinde geriye doğru giderek, eski uygarlıkların müziği yönünden<br />
de yapabiliriz. Gerçi görürüz ki eski uygarlıklarda kültür yükseklikleri<br />
yok değildi; o üjkelerde kültür yüksekliğini simgeleyen "üst sınıfların"<br />
bir de müziği vardı. İlkel müziği kültür evriminden uzak kalmış "alt sınıfların"<br />
müziği diye tanımladığımıza göre, eski uygarlıkların yüksek kültürünü<br />
yansıtan çevrelerde uygulanan müziği sanat müziğ diye tanıtmamız gerel<br />
i
kir. N e var ki böyle bir tanıtma, "sanat müziği" kavramı için tek bir tanıma<br />
uyduğumuza göre, o müziği batının sanat müziğiyle aynı yüzeye çıkarmayı<br />
da gerektirir. Oysa, o ülkelerin sanat müziği üzerinde bilinenlere göre,<br />
böyle bir işlem, böyle bir yakınlaştırma uygun düşmez. Söz konusu iki<br />
tür müzik arasındaki başkalıklar, bunların aynı durum, aynı tanım içinde,<br />
bir önem ve değer sırasına göre yer almalarım doğru gösterecek gibisinden<br />
de değildir. Bu iki müzik, birbirlerinden bambaşka değerlerin, bambaşka<br />
görevlerin, bambaşka amaçların, bambaşka yöntem ve oluşumların<br />
simgesidirler. Ölçümüz Avrupa'nın sanat müziğiyse, bütün öbür müzikleri<br />
bu açıdan "ilkel müzik" diye görmek zorundayız. Bundan başka bu "öbür<br />
müziklerin", bugünün ilkel toplumlann müziklerine olan benzerlikleri de,<br />
"ilkel" diye tanıtılmalarını uygun düşürür. Demektir ki aşağıda, eski uygarlıkların<br />
müziğnden söz ederken arada bir "sanat müziği" sözünün geçmesi,<br />
o ülkelerin o çağlardaki uygarlık ve kültür koşullarının sınırlan içinde<br />
oluşmuş bir türlü müziği tanıtmak içindir; yoksa, Avrupa'nın sanat müziğine<br />
yakınlığı olan bir müzikten söz ediliyor sanılmasın. Bu konuda önemli<br />
bir ayrıklığa, Avrupa dışında doğmuş ve gelişmiş olmakla birlikte "sanal<br />
müziği" tanımına uymuş tek müzik türü olan caz müziğine değinmek gereklidir<br />
Avrupa’da sanat müziğinin evriminin onuncu yüzyıldan önceki bölümünün<br />
konumuzun sınırlan içine girmiş olması, bu bölüm bir sonraki bölüme<br />
doğrudan doğruya bağlandığı için, "ilkeriiği temel konumuzun sınırlan<br />
dışında bırakmış olmamızla görünürde bir çelişiklik açısından, özel bir<br />
doğru gösterme çabası gerektirmez. Eski uygarlıkların müziğinin ele alınmasına<br />
gelince, gerçi bu müziğin, hiç olmazsa bugünkü durumunda batının<br />
sanat müziğiyle bir ilintisi yoktur. Bununla birlikte eski uygarlıklann<br />
müziği batıda sanat müziğinin, evrimini değilse bile, doğumunu etkilemiştir.<br />
Bu etkinin yeğinlik katım bilimsel yollardan doğrulamak belge kıtlığı<br />
yüzünden, elde değildir. Müzik uygulamaları doğrudan batıya ne gibi ilinti<br />
ve bağlantı çizgileri içinde ulaşmıştır? Bu konuda kesin, aydınlık bir açıklama<br />
yapmaya çalışmak boştur. Çünkü eldeki belgeler çok azdır ve bunlar<br />
da kesinlikten uzaktır. Müzik incelemelerinde en güvenilir belgelerin ancak<br />
sesli belgeler olacağı apaçık bir gerçektir. Oysa, sesli belge sağlama ve<br />
saklama gereçleri ancak yirminci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Seslerin kâğıt,<br />
ya da herhangi bir gereç üzerine yazılmasına, notalamaya, gelince: Notalama<br />
yöntemlerinin iki yüzyıl önceye varana kadar inanç verici kesinlikten<br />
çok uzak oluşu yüzünden müzik sanatının başlangıçlara kıyasla ilerlemiş<br />
çağlan üzerinde bile kuşku uyandırmayan bilgilere varmak güçtür. Daha<br />
öncesi, hele eski uygarlıklar söz konusu olduğunda, bu konuda belgeye dayanan<br />
bilgi vermenin elde olmadığı bir gerçektir. Dayanağımız, olsa olsa,<br />
eski geleneklerin korünmüş olduğuna inanmak ve güvenmektir. Sağlamlıktan<br />
pek uzak bir güvencedir bu. Yalan yıllarda kurulmuş olduğunu bildiğimiz<br />
geleneklerin bile ne denli değiştiğini gözden uzak tutamayız. Herhan<br />
12
gi bir geleneksel müzik, bugünkü uygulamalarında, 'yanlış" ya da "anlamsız"<br />
etkisi bırakıyorsa, bu etkinin nedenini geleneğin şu ya da bu yönden<br />
bozulmuş olmasında aramayı düşünmeliyiz.<br />
Ç İN VE JAPON M Ü ZİK LE R İ<br />
Çin müziği bizi, Mısır müziğine olan etkileriyle ilgilendiriyor. Mısır<br />
müziğinin de Orta Doğu’nun ve Akdeniz çevresi ülkelerinin müziğine<br />
olan etkisi tanındığından, batının sanat müziğiyse başlangıcında bu ülkelerin<br />
müziğiyle beslendiğinden Çin müziği bir evrimin ilk öğelerini taşımış<br />
olması bakımından konumuza girer.<br />
Araştırıcılar, Çin’in eski geleneklerine bağlılığım gözönünde tutarak,<br />
bugünkü müziğine bakıp binlerce yıl önceki Çin’in müziği üzerine birtakım<br />
samlara varmaya çalışıyorlar. Bilinen, bu ülkenin dört bin yıllık geçmişi<br />
boyunca çoğu kere, gelişmiş bir müziği olduğu, tapmak törenlerinde ve<br />
saraylarda müziğe yer verildiğidir. Çin toplumunda müziğin ne katta bir<br />
yeri olduğunu Confucius’un (M .Ö . 551-478) müziğin toplumdaki önemine<br />
değinen sözleri anlatıyor. Confucius, müziğin toplum yaşayışındaki önemine,<br />
müziği toplumsal eğitimin en uygun aracı gören Eflâtun’dan (M .Ö.<br />
400 sıralan) önce dokunmuştu. Sanıldığına göre, bu görüşünde Eflâtun.<br />
Confucius’un etkisindedir.<br />
Müziğin Çin’de ne kadar yaygınlaşmış olduğunun ikinci bir tanıtı,<br />
M.Ö. 246’da İmparator Şi Huang’ın, daha gerekli, daha yararlı işlerle uğraşılması<br />
için, müziği yasak etmesi, müzik üzerindeki bütün kitaplan, hem<br />
de bütün çalgılan yok ettirmesi oldu. Böylece, Çin’de Şi Huang’dan önce<br />
ne türlü bir müziğin uygulandığı yolunda bir bilgiye varmamızı sağlayacak<br />
tanıtların çoğu ortadan kalkmıştır. Bununla birlikte Han Hanedanı’ndan<br />
başlayarak (M .Ö . 206-M .S . 220) Çin’de müziğin yeniden canlandığını görüyoruz.<br />
Tang Hanedanı (618-907) ve Hung hanedanı (960-1279) yüzyıllarında<br />
Çin müziğinin bir "klasik çağ"a erişmiş olduğu öne sürülür. Eldeki<br />
bilgilere göre o çağda Çin tapınaklarında ve saraylarında koronun söylediği<br />
ve çoğu kere üç yüz kadar çalgının katıldığı bir müzik vardı. Bu müziğin<br />
teksesli bir müzik olduğu, bununla birlikte batıda çoksesin gelişmeye<br />
başladığı sıralarda Çin’de de, batının ilk çoksesine koşut dördüncü ve beşincilere<br />
dayanan bir türlü organum ’a rastlandığı biliniyor. Çin’in klâsik çağının<br />
orkestrasının, Cava’nın gamelan orkestrasını etkilediği, nitekim gamelan<br />
orkestrasının "klâsik" Çin orkestrasının daha ilkeli, daha ufağı olduğu<br />
öne sürülüyor. Daha sonra Çin müziğinin ne yolda geliştiği konusunda elde<br />
kesin bilgi yoktur. Bilinen, bu ülkenin uygarlıkta geri kalmış olması gibi,<br />
müziğinin de önce duraksadığı, sonra da çökmeye ve bugünkü düşük,<br />
ilkel durumuna inmeye başladığıdır.<br />
Çin ses dizisi, bugünün kromatik on iki nota dizisine dayanır. Efsaneye<br />
göre İmparator Huang T i (M .Ö . 2697-2597) bakanlarından birini aynı<br />
13
üyüklükte bambu kamışlan kesmeye yollamış. Bakan, iki boğum arası<br />
uzunluğunda bir kamış kesmiş ve üflediğinde, sonra huang çong adı verilen<br />
ses çıkmış; derken, biri erkek, öbürü dişi, iki tane anka kuşu gelmiş.<br />
Herbiri, birbirinden ayrı altı sesle ötmüş. Adam da bu seslen çıkarmak<br />
için, ayn uzunluklarda kamışlar kesmiş; böylece (bugünün kromatik dizisini<br />
karşılayan) on iki tiu'yu bulmuş. Sonra, birbirinden özgür bu on iki notayı<br />
bir denge içinde birleştirmek için aralarından beş tanesi seçilmiş ve<br />
beş sesli Çin dizileri ortaya çıkmış. Aslında, Çinlilerin kromatik on iki notaya,<br />
oktavdan (sekizinci aralıktan) sonra en uz tınıyı veren aralığa, beşinci<br />
aralığa dayanarak, tam beşincilerle yükselerek (do-sol-re-la-mi-si-fa diyez-dö<br />
diyez-v.s.) vardıktan biliniyor. Han Hanedanı’ndan kurama Kingfang,<br />
beşincilere dayanarak kromatikleri elde etme kuramını on ikinci notada<br />
durmayıp altmışına notaya kadar ulaştırmış, kuramı önce tanınmış,<br />
sonraysa çok karmaşık sayılıp yadsınmıştı. Sonra bir başka kurama Tsien<br />
Yoçe, altmışta da durmamış 360’a kadar yükselmiş, onun kuramı da yadsınmış,<br />
sonuçta M ing Hanedanı’ndan (1368-1643) Prens Tsai-yu, eşit aralıklı<br />
(tempere) on iki kromatik notayı tanıtmış, böylece tartışmalarda bir<br />
uzlaşmaya varılmıştır. On iki ses Çin’de uygulama alanına girmemiş, kuramsal<br />
çalışmalarda kalmış, yalnız beş sesli dizi (çıkış noktası olarak seçilen<br />
sesten beşinci aralıklarla derlenmesiyle varılan seslerin ilk beş tanesinin<br />
kullanılmasıyla yapılan pentatonique dizi) uygulanmıştır.<br />
Çin tiyatrosunda müziğin önemli bir yeri vardır. Sahnedeki olayın evreleri<br />
arasında bir bağ ödevini görür, hem de oyunun türlü öğelerini, şarkı,<br />
konuşma ve pantomimi tümleştirir. On altına yüzyıldan bu yana gelişen<br />
Çin operasmdaysa batı operasının arya ve recitativo biçimlerine yalanlaşan<br />
biçimler vardır. Çalgılara gelince, bunlar ne ile yapılmışlarsa onlara<br />
göre bölümlere ayrılırlar: İpek telli çalgılar (Kin, seh); Bambu kamışından<br />
nefes çalgıları; madenden ya da taştan yapılmış çanlar; deriden yapılma davullar,<br />
tahtadan yapılma vurma çalgılar v.b.<br />
Japon müziği doğrudan doğruya Çin müziğiyle etkilenmiştir. Hem<br />
de, Çin’de bugün izi kalmamış birtakım geleneklerin Japonya’da yaşadığı<br />
tanıtlanmıştır. Üçüncü yüzyılda Kore yoluyla Japonya’ya ulaşan Çin müziği,<br />
daha sonra Çin müziğini inceleyen Japonların araalığıyla Japon adalarında<br />
gitgide yayılmaya başlamıştır. Japonlar Çinlilerin on iki notalı kromatik<br />
düzenini tanıdıkları gibi, beş sesli diziyi de kullanmışlardır. Bundan<br />
başka Japonlar çalgılarında da Çin çalgılarını örnek almışlardır. Koıo adlı<br />
on üç telli çalgı, kin adlı Çin çalgısını örnek tutarak yapılmıştır.<br />
Japon müziği genellikle üç bölüme ayrılır. Gagaku admı taşıyan birinci<br />
tür, tapmak müziği olmakla birlikte kutsallıktan uzak özellikler taşır<br />
Türlü nefes çalgılarının, telli çalgıların, vurma çalgılarının ve gonglann kullanıldığı<br />
bir müziktir. Buna karşı Kagum daha kutsal bir müziktir. İnsan sesinin<br />
tam ses aralıklı iki nota arasında sallanması, bu sallanma sırasında<br />
alt notaya yarım ses aralıkla eklenen süsleme notası ve sallanmanın üst no<br />
14
tada sona ermesi bu müziğin başlıca özelliklerindendir. Yarım ses aralıklı<br />
süslemelere koto müziğinde de rastlanır.<br />
İki tür arasında yer alan tiyatro müziği Nogaku (ya da, kısaca no),<br />
Avrupa’nın ortaçağ kutsal oyunlarım andıran oyunlarda kullanılır. Dramatik,<br />
heyecanlı, tempo hızlan çabuklukla değişen bir müziktir. Bu türde de<br />
ses müziği bölümünde, Avrupa’nın aıya ve recitativo biçimlerini andıran,<br />
söz ve şarkı biçimleri vardır. N o müziğinde söyleme üslubunun, Buda törenlerinin<br />
etkisinde geliştiği bilinmektedir.<br />
H İN T, CAVA, TİBET, vJı. M Ü ZİK LE R İ<br />
Eskiliği bakımından Hint müziği Çinlilerinkinden hemen sonra gelir.<br />
Kimi kaynağa göre Hint müziği doruğuna, klasik Sanskrit edebiyatıyla birlikte,<br />
demektir ki M.S. dördüncü ile altıncı yüzyıllar arasmda erişmiştir.<br />
On birinci yüzyıldan bu yana müslümanlığm etkisiyle Arap ve Fars öğeleri<br />
Hint müziğine karışmaya başlamış, bununla birlikte bu müziğin kendine<br />
özgü nitelikleri yok olmamıştır.<br />
Hint müziğinde başlıca ortam, doğaçtan çalışı yönelten ses dizileri,<br />
ragalardır. Ragaiann, müslüman müziğindeki makamlarla birçok ortak<br />
yanlan vardır. Raga kelimesi, "renk, duygu, ruh durumu" anlamlarına gelir.<br />
Hint müziğinde 132 tane raga vardır ve bunların her biri ya türlü mevsimlerde,<br />
ya da günün ayn saatlerinde müzik yapmak için elverişli sayılmıştır.<br />
Kimi raga tanrıya tapma zamanı olan sabah saatleri için uygundur; kimi<br />
de eğlenme zamanı olan akşam saatleri için... Bunun gibi türlü mevsimlerde<br />
görülecek işler, ya da anlatılacak duygular için uygun sayılmış ragalar<br />
vardır. Her bir raga’da bir ana nota (vadi), ikinci önemde bir nota (samavadi),<br />
daha az önemli yardımcı notalar (anuvadi), bir de kakışmalı nota<br />
(vivadi) vardır. Çoğu raga’da ses dizilerinin inişiyle çıkışı birbirinden ayrılır.<br />
Bundan başka doğaçtan çalışı bir uyuma bağlamak için, türlü raga’larda<br />
belirli melodik biçimler de vardır.<br />
Hint kuramlarına göre sekizinci aralık (oktav), on iki yarım sese değil<br />
de, herbirine şrııti adı verilen yirmi iki sese bölünür. Demektir ki Hint<br />
müziğinde yarım sesten daha dar aralıklar vardır. Hint müziğinde ortalama<br />
ve, eşit sesli çalgılar kullanılmadığı için, diyelim ki bir re-diyez ile bir<br />
mi-bemolun eşit yükseklikte olması gibi bir sorun da yoktur.<br />
Ritm ölçüsüne gelince, belirli toplamlar içinde bir araya gelmiş vuruşlardan<br />
kurulan ölçülere tala denir. Tala bölümlerini genellikle cümle uzunlukları<br />
ve cümlelerin vuruşlara göre bölünüşleri koşullar. Başlıca Hint çalgıları,<br />
dört telli perdesiz bir ut diye tanıtabileceğimiz tambura, perdeli telli<br />
çalgılar ( vina ve sitat•), ve tabla adı verilen bir türlü davuldur, özellikle<br />
şarkı müziği, "portamentolara", demektir ki, birbirlerine kaydırmalarla bağlanan<br />
notalara dayanır ve böylece melodi akıcılığı sağlanır.<br />
Çin Hindi, Birmanya ve Polinezya’nın müziğine gelince, Annam mü<br />
15
ziği temelinde, Çin müziğine dayanır. Laos’un daha yalrn bir müziği vardır,<br />
»öbür Asya ülkelerinde rastlanmayan bir özellik, Laos’ta şarkılara ken<br />
adı verilen ve ağız armonikasını andıran bir çalgıyla, armonili olarak eşlik<br />
edilmesidir. Birmanya müziği, Çin ve Hint öğelerinin bir karışımıdır. Kamboç<br />
müziğinde önemli bir öge, açık havada yapılan büyük şenliklerde çalan<br />
ve erkeklerden kurulan pip-hat adlı orkestra ile kapalı salonlarda çalan<br />
ve kadınlardan kurulan mahori adlı orkestradır. Her iki oıkestrada da<br />
vurma çalgıları (ksilofon ve gonglar) çoğunluktadır. Bu bakıma Kamboç<br />
orkestraları, Cava ve Bali orkestralarım andırır.<br />
Gameltm adı verilen Cava ve Bali orkestralarında vurma çalgıları yanında<br />
bir de, orkestra yöneticisinin çaldığı iki telli kemanın, rebab’in bulunması,<br />
bu müziğe raüslüman müziğinin etkisini gösterir. Ses dizilerine<br />
gelince, biri beş sesli (salendrv) öbürü yedi sesli (pelog) iki dizi kullanılır.<br />
Nota yükseklikleri, batının ortalama ses düzenine tam olarak uymaz. Çok<br />
sık kullanılan bir dizi, batının mi, fa, sol, si, do notalarıyla karşılanabilecek<br />
seslerin an arda dizilmesiyle kurulmuştur. Bu notalara verilen adlar<br />
-ding, dong, deng, dung, dang- Cava ve Bali müziğinin genel tınısını yansıtır.<br />
Tibet’in, bu kapalı ülkenin müziği, Hindistan'ın da, Çin’in de müziğinden<br />
apayrıdır. Başlıca Tibet çalgıları arasında bir türlü flüt, zurnaya<br />
benzer bir başka nefes çalgısı, bir de, içiçe geçmiş parçalardan yapılmış,<br />
üç buçuk metreye kadar uzayan, trombona benzer bir başka nefes çalgısı<br />
vardır. Genellikle şenliklerde trombona benzer çalgıları çalanlar yüksek<br />
bir yere çıkarlar ve beş altı dakika süreyle uzun notalar üflerler. Onlar bitirince<br />
hemen arkalarından zurnalar, davul eşliğiyle, bir melodi çalmaya başlarlar.<br />
Zurnalar bitirince şarkıcılar başlar. Şarkıcılar bitirince zurnalar ve<br />
flütler, melodiyi süsleyerek çalarlar<br />
M ISIR VE GREK M Ü Z İK LE R İ<br />
Eski Mısır'ın müziği üzerinde ancak, kazılarda bulunmuş çalgılara,<br />
bir de çalgı vö çalgıcı resimlerine bakarak birtakım samlara ulaşılmaya çalışılıyor.<br />
Buna göre Mısır müziğinin tarihi M.Ö. 4000 yılma kadar uzanır.<br />
M .ö . on altıncı yüzyıla varana kadar daha çok ufak boyda çalgılar, bugünün<br />
flütlerini ve arplarını andıran çalgılar kullanılmaktaydı. Daha sonra<br />
Asya’dan, özellikle Çin’den daha büyük boy çalgılar gelmeye başladı. Bu<br />
ulaşış hem de çalman ve söylenen müziği etkiledi. Flütlerin özelliklerine<br />
bakarak Mısır müziğinin geniş ses aralıklarına dayandığı sanılıyor.<br />
Grek müziği üzerinde de kesin bilgi yoktur. Eldeki belgeler yalnızca<br />
tamamı yazılmış beş altı parçayla, bir de ancak birkaç bölümü bulunan bir<br />
o kadar parçayla kalmaktadır. Bunlar eski Yunan müziğinin teksesli olduğunu<br />
gösteriyor. Bununla birlikte Eflâtun, ne türlü olduğu kestirilemeyen<br />
bir çok sesten söz etmiştir. Herhalde eski Yunan, mimarlık, heykel ve ede-<br />
16
iyat alanlarında batı kültürüne kazandırdıklarım, müzik alanında vermiş<br />
değildir.<br />
Grek kültürünün genellikle bağımsız bir kültür olmadığını, Mısır’a,<br />
Fenike’ye ve Asya kültürlerine çok şey borçlu olduğunu biliyoruz. Bunun<br />
gibi Grek müziğinin de çevre ülkelerden, özellikle Mısır’dan, etkilenmiş olduğu<br />
sanılıyor. Eski Yunan’da kullanıldığı bilinen başlıca çalgıların Asya’<br />
dan gelmiş olduğu da anlaşılıyor. Bu ara Grek tapmak dışı müziğinin simgesi<br />
olan çift borulu, sesi de zurnayı andıran aulos’un daha eski örneklerine<br />
Asya’da rastlanmıştır. Bir telli çalgı olan tatara da Asya’dan gelmedir.<br />
Grek müziğinde aulos, şarap tannsı Dionisos’un, kitara ise sanat tanrısı<br />
Apollon’un simgesiydi.<br />
Grek müziğinin "altın çağı" diye anılan Homeros çağında bu çalgılar<br />
kahramanlık şiirlerine eşlik için kullanılırdı. Daha sonra, Safo'nun, Arkilokos’un,<br />
Anakreon’un şiirleri, hem edebiyat, hem de müzik sanatı olarak<br />
gösterilir. Bu çağda ve daha önce (M .Ö . altıncı yüzyıldan bu yana) Grek<br />
dramının evrimi içinde müziğin de bir yeri vardı. Grek dramında müzik,<br />
özellikle, koronun söyleyişi ve oyuna aulos’un eşliğiyle uygulanırdı. Kitara<br />
asıl tapmak müziğinde kullanılırdı. Evripides, M ilet’li Timoteos ve Midilli’li<br />
Fimis, araştırıcılarca çağın başlıca müzikçileri olarak tanıtılır. Grek<br />
müziğine daha sonra ne olduğu konusunda güvenilir hiçbir bilgi yoktur.<br />
Yunan’m çöküp, Roma’nın yükselmesiyle Grek çalgıcılarının, şarkıcılarının,<br />
dansçılarının Roma’da kendilerine iş bulmaya çalıştıktan, gösterişe ve<br />
köksüz değerlere dayanan bir sanat için ülkülerini yitirdikleri söylenir ama<br />
Roma’da çalınan ve söylenen müziğin gerçekten böyiesine kötü olup olmadığım<br />
doğrulayacak bir tamt yoktur.<br />
Grek müziğinin, batmm sanat müziğinin ses düzenini etkileyen en<br />
önemli öğesi, ses dizileri olmuştur. Telli çalgıların, kitara ve lirin ses dizileri,<br />
Doıya, Lidya, Frigya vs. gibi Grek ülkelerinin aracılığıyla Hıristiyan müziğine<br />
ulaşmış, böylece orta çağlarda Grek dizileri üzerine yapılan kuramsal<br />
çalışmalarla "kilise dizileri" (yahut "makamları") ortaya çıkmış, sonra<br />
da bugtın bile kullanılmakta olan majör ve minör diziler kesinleşmiştir.<br />
Bununla birlikte eski Yunan’da ses dizileri, pes sesten tiz sese doğru değil,<br />
aşağıdan yukan değil, yukardan aşağı sıralanırdı. Müzik üzerinde kuramsal<br />
çalışmalar yapan Boethius, M.S. 524 yılı çevresinde, Grek dizilerini<br />
incelerken dizilerin sanlamşıyla ilgili yanlışlıklar yapmış, bu yüzden dokuzuncu<br />
ve onuncu yüzyıla varana kadar bütün kuramcüan şaşırtmıştır. Kilise<br />
müziğinde Grek dizilerinin ayrı adlar almaları, daha doğrusu aynı adın<br />
Grek müziğinde ve Hıristiyan müziğinde ayrı diziler için kullanılması işte<br />
bu aşağıdan yukan ve yukardan aşağı sıralanış sorunu yüzündendir.<br />
Müzik Tarihi, F.: 2 17
BİZANS VE YAH U D İ M Ü ZİK LE R İ<br />
Grek dizilerinin batıya Bizans’ın kilise müziği aracılığıyla ulaşmış olması<br />
dışında, Bizans müziğinin doğrudan doğruya Yunan müziğinin süreği<br />
olduğu sanısı yanlıştır. Bizans kilise müziği geleneği yıkılmış olduğu için<br />
bu müziğin nitelikleri üzerinde elde kesin bilgiler yoktur. Sanılara göre Bizans<br />
müziği, başlangıcında, Yahudi müziğinin etkisi altında gelişen yepyeni<br />
bir geleneğin örneğiydi. Teksesli, kesin ölçülerden yoksun ve özgür ritimli<br />
olan bu müzik, kullandığı diziler açısından (echoi denir bu dizilere)<br />
Batı kilisesinin dizilerine büyük benzerlikler gösteriyordu ve tonoi derken<br />
Grek dizilerinden kesinlikle ayrılıyordu.<br />
Bugün eldeki belgeler, on iki ve on üçüncü yüzyıllardan kalma elyazılan,<br />
Bizans müziğinin "klasik" geleneğini örneklemektedir. Am a on üçüncü<br />
yüzyıldan başlayarak bu gelenek, özellikle colomtura türü, çok notalı ve<br />
süslü geçitlerin kilise melodilerine katılmasıyla yavaş yavaş çözülmeye başladı.<br />
On sekizinci yüzyılda da Bizans müziği, Türk ve Arap müziklerinin<br />
yoğun etkisi altına girdi. Bugün İstanbul’da Rum Ortodoks Kiliselerinde<br />
kullanılan müzik, Bizans müziği geleneğinin bu etkiler altmda çözülmüş,<br />
ya da başlangıçtakinden ayrı bir geleneğe dönüşmüş durumunu örnekler.<br />
Yahudi müziğine gelince, tapmak müziği Levit denen müzikçilerin<br />
elindeydi. Süleyman çağında tapmak törenlerinde, hasasra adı verilen bir<br />
türlü trompet, magrefa adım taşıyan bir türlü org ve zilçal adlı bugünün orkestra<br />
ziline benzeyen bir vurma çalgısı başlıca çalgılar arasındaydı. Bunların<br />
yanında Yahudilerin, Mısır’la, eski Yunan’la ve türlü Asya ülkeleriyle<br />
ortak çalgıları vardı: Nevel (büyük aıp), kinnor (bir türlü lcitara), hali! (bir<br />
türlü zuma) vb. Bugüne kalmış tek Yahudi çalgısı, şofar adı verilen koç<br />
boynuzudur.<br />
Tapmaklarda söylenen şarkılara gelince, bunların da Gregor melodilerine<br />
büyük benzerlikleri olduğu anlaşılıyor. Gerçi o çağlardan elde kalmış<br />
belge yoktur ama, bugün Yemen’de, Babil’de, İran’da ve Suriye’de,<br />
birbirleriyle ilintisi olmayan Yahudi boylarının müzikleri arasındaki çok<br />
büyük benzerliklere bakarak eski bir geleneğin bozulmadan süregelmiş olduğu<br />
sanısına varılabiliyor.<br />
18
TEKSES’TEN ÇOKSES’E<br />
Batıda müzik sanatının, evrimini kiliseye borçlu olduğu söylenir. Kuşkuyla<br />
karşılanması gereken bir görüş. Gerçi kilise, bir sanatın evrimiyle<br />
ilintili kaygılardan çok, dinsel kaygılarla tören müziğini düzenlemeyi gerekli<br />
görmüş, böylece bireysel yaratışa bir ortam hazırlamıştır. N e var ki aynı<br />
kaygılar, dinsel inanç kavramıyla bağdaşması çok güç olan bireysel anlatım<br />
özgürlüğünü engellemiş, evrimleri geciktirmiştir. Hristiyanlığın ilk on yüzyılının,<br />
yerinde olarak "karanlık çağlar" diye adlandırılması özellikle, müziğin<br />
bu ilk on yüzyıldaki evriminin hızım da nitelendiren bir addır. Daha<br />
sonra, çözülmelerin, karşı durmaların, dinin tek elden yönetilmesine kafa<br />
tutmaların alıp yürüdüğü yüzyıllarda müziğin evrimi, nitekim, "karanlık<br />
çağlar'dakiyle kıyaslanmayacak kadar hızlanmıştır. Hıristiyan çağının ilk<br />
on yüzyılıyla, günümüze uzanan ikinci on yüzyılı arasındaki ilerleme hızı<br />
ayrılığı ve "aydınlanma çağı"ndan bu yana müziğin yeni evrimini hazırlayan<br />
ortamların nitelikleri, müziğin dine hiç de sanıldığı kadar çok şey borçlu<br />
olmadığım tanıtlar.<br />
N O TALAM A<br />
Kilisede ne türlü bir müzik söylenirdi? Dinsel törenlere müzik nereden<br />
gelmiştir? Bilinen, kilisenin eski Yunan’a, onun da Suriye ve Mısır’a<br />
uzandığıdır. Gene bilinen, eski Yunan'da olsun, Suriye ve Mısır’da olsun,<br />
tek sesli bir müziğin geçerlikte olduğudur. Belge kıtlığı bu müziğin nitelik<br />
ve nicelikleri üzerinde kesin bilgilere ulaşmayı zorlaştırıyor. İnsanlar bilimsel<br />
buluşlarda ve uygulamalarda, tarih boyunca korkunç bir yavaşlıkla ilerlemişlerdir.<br />
Görelim ki, yirmi yüzyıldan ve ondan önceki binlerce yüzyıldan<br />
sonra uzay yolculuğu ancak deneysel bir evreye ulaşmıştır. Ancak bir<br />
simge olarak alıyoruz uzay yolculuğunu bu. konuda. İnsanlığın henüz bir<br />
çözüme ulaşamamış, oysa bilim yoluyla çözümlenebilecek sayısız sorunu<br />
yanında uzay yolculuğu gereksiz bir uğraştan başka nedir ki? Bilimin ilerleyişindeki<br />
yavaşlık, bu ağır ilerleyişle de olsa varılan aşamaların yığınlara<br />
ulaşmayışı yanında önemsizleşmektedir. Müzik bilimi de, bütün dallann-<br />
19
da, çok yavaş ilerlemiş, müziğin de, bilimsel olsun, yaratış işlemleriyle ilgili<br />
olsun, evrimleri, y Bınlara yöne<br />
Bu genel konuyu bu yana bırakıp, miızik biliminin çoğu kez sürüncemelerde<br />
kalmış ileıleyişine dönelim. İnsanlar söyledikleri şarkıları kâğıt<br />
üzerine geçirme isteğini duyana kadar yüzyıllar ve yüzyıllar geçmiş, istek<br />
bir kere duyulduktan sonra da uygulama yöntemlerinin gelişmesi de bir o<br />
kadar sürmüştür. Bugünkü notalamaya ancak on altıncı yüzyılda varılabilmiştir.<br />
Seslere ad vermeyi ilk düşünen Romalı filozof Boethıus (M.S.<br />
480-524) olmuştu; dizideki seslerin her birini bir harf ile adlandırmayı ilk<br />
o öne sürmüştü. Bugün, İngilizce ve Almanca konuşan ülkelerde notaların<br />
La, Si, D o vb. yerine A , B, C vb. diye harflerle anılması Boethius’den kalmadır.<br />
İyi ama, notaların harflerle anılması, müzik yazmak ve okumak isteyenlerin<br />
ne işine yarardı? Bir melodinin kıvrımları, nota yüksekliklerini de<br />
işaretlemek gerekirdi. Bunun için de, Boethius’dan çok daha önce geçerlikte<br />
olan bir yola gidildi: Melodilerin stenografı çizgilerini andıran birtakım<br />
işaretlerle notalanması. Bu türlü notalamaya, Yunanca "işaret” anlamına<br />
gelen "neuma" kelimesinden, "neumatique" notalama deniyor. "Neumalar,<br />
melodinin inişini çıkışını yaklaşık olarak belirten birtakım işaretlerdi ve ancak,<br />
bir melodiyi bilen kişilerin anılarım tazelemeye yarıyorlardı. Derken,<br />
müzik kaydetme işi biraz daha sağlamlaşsın diye, bir "çıkış noktası" belirtecek<br />
işaretin çizgi üstüne konması düşünüldü. Böylece ilk porte, tek çizgili<br />
porte ortaya çıktı. Sonra buna bir ikinci, bir üçüncü, bir dördüncü çizgi eklendi.<br />
Çizgiler renklerle de birbirinden ayrıldı. Do'nun çizgisi san, Fa’nınki<br />
kırmızı... Ya bu Do, Fa vb. adlarım kim buldu? Notaların böyle adlandınlmasıru<br />
öne süren, onuncu yüzyılda yaşamış bir Milanolu keşiş, Guido<br />
Arrezo’dur. Bu adları da, bir İlâhinin her bir satınnın ilk hecesinden almıştır:<br />
Ut quecmt laxis, REsonare fîbris, Mira gestorum, FAmuli tuorum, SOLve<br />
poluti, LAbii reatum, Soncte Iohannes. U T adı yerine bugün kullanılan<br />
D O adını da kullanan, Giovanni Maria Bononcini (1642-1678)’dir.<br />
Demek ki, beşinci yüzyılda notalann alfabeyle adlandırılması öne sürülüyor<br />
ve kilise bu yola bir yüzyıl sonra giriyor; "neuma" işaretleri batı<br />
dünyasında ancak yedinci yüzyılda beliriyor; tek çizgili porte için dokuzuncu<br />
yüzyıla, dört çizgilisi yaygınlıkla kullanılsın diye on ikinci yüzyıla, beş<br />
çizgili portenin ve ölçü çizgisinin tanınması için on altıncı yüzyıla kadar<br />
beklemek gerekiyor. Ses sürelerini ve yüksekliklerini belirten notalamamn<br />
yanında neumalar da egemenliklerini sürüyorlar; on beşinci yüzyılda diyezlerin<br />
kaydedilmesi öne sürülüyor ama bu ancak on yedinci yüzyılda uygulanmaya<br />
başlanıyor. Ancak on dokuzuncu yüzyılda, bugünkü bir okuyucunun<br />
sıkıntı çekmeden anlayabileceği bir notalama az çok yerleşiyor. İlerleme<br />
pek de hızlı sayılmaz, değil mi?<br />
20
GREGOR M ELO D İLERİ<br />
Dönelim kiliseye. İlk Hıristiyanlar, çoğunlukla İbranîler, azınlıkla Yunanlı<br />
ve Romalılardı. Müzikleri de kendilerine en yakın kaynaklara dayanıyordu:<br />
Kutsal yazılardan alınmış sözlerle birleştirip söyledikleri İlâhilere...<br />
Bu İlâhilerin yalın melodileri, Orta Doğu uygarlılclanmn, Yunan ve Roma'nın<br />
tek sesli ve günün geçerlikte olan halk havalarıydı. M.S. 325’te<br />
Constantine, Hıristiyanlığı Roma’mn resmî dini olarak tamdı İmparatorluğun<br />
merkezi İstanbul oldu. Bizans'ın dinsel töreni İstanbul’da - v e kilise<br />
egemenliğinin öbür önemli yerleri olan Roma, Antakya, İskenderiye ve<br />
Kudüs’t e - gelişti. Burada "gelişti” yerine "kalıplandı" sözcüğünü kullanmak<br />
belki daha uygun düşer. Çünkü, dinsel tören müziğinin biçimlenmesi<br />
yolundaki çabalara, bilimsel bir tutumdan çok, sofuluğun dar görüşü açısından<br />
girişiliyordu. Bu ara, halk müziğinin kiliseye daha çok sızmasına<br />
karşı girişilen savaş ve çalgıların dinsel tören müziğinde kullanılmasının<br />
önlenmesi bu tutumun başlıca belirtileriydi. Törenlerde melodiler, kadın<br />
seslerinin asla katılmadığı bir koroyla söyleniyordu Halk müziği olsun, çalgılar<br />
olsun, puta tapıcılığın simgesi sayılıyordu. Çalgılar kiliseye giremediyse<br />
bile, halk havalan tapmaktan içeri sızdı. Milâno piskoposu Ambrosius<br />
(M.S. 340-397) gibi saygın ve etkileyici bir din adamının bestelediği tören<br />
melodilerindeki halk çeşnisi, bu sızmalann çarpıcı bir örneğidir. Halk müziğiyle<br />
kilise müziğinin hoş görülmeyen birleşmesi, Papa Gregor’u (M.S.<br />
540-604) iyiden iyiye kaygılandırdı. Bu kaygı Gregor’u, bütün Hıristiyan<br />
dünyasının kiliselerinde yapılacak törenleri birleştirme işine girişmeye götürdü.<br />
Kilisenin tek sesli tören melodileri o günden bugüne, Roma Papası’nın<br />
adını taşır ve Gregor Melodileri, ya da saf şarla (chant grfgorien, cantus<br />
planus) diye tanınır. Gregor, Roma’da "Schola Cantorum'ü geliştirdi;<br />
Hıristiyan dünyasının dört bucağına, tören müziğini birleştirme işini görsünler<br />
diye, şarkıcılar ve öğreticiler gönderdi; notalamada ”neuma”lardan<br />
faydalanılmasını sağladı. Papa Gregor’un birleştirme ve sınırlandırma çabaları,<br />
kilise müziğinde bilimsel çalışmalara yol açtı. Frankların kralı Charlemagne,<br />
Gregor’un "tek bir müzik yoluyla tek bir kilise” inancına katılmıştı.<br />
Onun egemenliği süresinde, Frankların ülkesinde müzik çalışmaları ilerledi.<br />
Alcuin (725-804) ses dizilerini "kilise makamları" durumunda düzenledi.<br />
Hucbald (840-930) günün müziğinin durumunu anlatan De Harmonica<br />
Institutione adlı kitabım yazdı. Hoger’in onuncu yüzyü başmda yazdığı müzik<br />
el kitabı Musica Enchiriadis ise ilk çokses örneklerini, saf şarkının beşinci,<br />
dördüncü ve sekizinci (oktav) aralıklarla, koşut (muvazi) çizgiler durumda<br />
düzenlenişini, orgartum’u kapsıyordu. Incil’deki bir geçitten, bu kelimenin<br />
"çalgı" alanıma gelen bir kelimeden türediği anlaşılıyor. Nitekim,<br />
bir Gregor melodisinin yukarda sözü edilen aralıklarda koşut olarak düzenlenmesinde<br />
ek seslerin (vax organalis) baş ses (vax principalis) olan<br />
gregor melodisinin altmda, orga ya da başka bir çalgıya verildiği de oluyor<br />
21
du. Görülüyor ki yasak sökmemiş ve çalgılar kilise kapısından içeri girmiş,<br />
bu ara org yedinci yüzyılda kilise yöneticilerinin de hoş görmeye başlamasıyla,<br />
dinsel törenlerde koronun sesini desteklemek amacıyla kullanılmaya<br />
başlanmıştı.<br />
Din dışı uzanımlar doğrudan doğruya Gregor melodilerinde de görülüyordu.<br />
Tropus ve sequentia1at bir Gregor melodisine eklenen sözlere verilen<br />
addır. Melodinin başma ya da ortasına eklenen sözlere tropus, sondaki<br />
alUluia melodisinin notalarına uydurulanlara da sequentia denir. Önceleri<br />
bu ek sözler için kutsal yazılar kullanılırdı. Fakat yavaş yavaş kutsallığın<br />
sınırlan aşıldı ve dindışı şiirler de Gregor melodilerine sızdı. Öylesine<br />
ki hangi tropus ve sequentiaharm kullanılması gerekeceğini belirtmek ve<br />
geri kalanlarım yasak etmek için kilise yöneticileri kararlar aldılar.<br />
Onuncu yüzyıldan bu yana müzik artık, kilise duvarlan içinde gelişen,<br />
fakat evrimini dinsel kaygılann değil, dinle ilintisiz kişisel davranışların<br />
yönelttiği bir sanat dalı olmuştur<br />
ÇOKSES GELİŞİYOR<br />
Organum'un getirdiği "birden fazla ses" anlayışım geliştirmek ve çoğalan<br />
seslere özgürlük kazandırmak amacıyla yapılan deneyler önce discant’a<br />
ulaştı. Bu kere artık sesler cantus fırmus’a, yani baş ses'e, yani Gregor melodisine<br />
koşut olarak değil, ters yönde de ilerleyebiliyorlardı; biri inerken<br />
öteki çıkabiliyordu. Sonra, ikinci ses artık ille de baş ses’in altmda değildi;<br />
üstünde de olabiliyordu. Derken İngiltere’den cantus gemelli, "ikiz şaıkı"<br />
Avrupa’ya ulaştı. Birbirlerine üçüncü aralık bağıyla ilintilenmiş sesleri<br />
olan ikiz şaıkı, discant'a katılan öğelerden biri oldu; Fransızlar buna fauxbourdon<br />
dediler. Gün geldi ki Gregor melodisinin kullanılmadığı, da oldu;<br />
bağımsız biçimin bu türlüsüne de conductus dendi.<br />
Çoksesin evrimi notalama yöntemlerinde kesinliğe doğru bir gelişme<br />
gerektiriyordu. Guido d’Arezzo’nun, notaları adlandırmış ve porte üstündeki<br />
yerlerini belirtmiş olması, bir yandan kullanılan "neuma" yazısıyla birlikte<br />
gerçi, geçmiş yüzyıllar boyunca kulaktan kulağa ulaşan Gregor melodilerinin<br />
ve sonradan bunlara, icrada çok kere doğaçtan söyleyiş yoluyla<br />
eklenen seslerin anılması için, ilk adımlar da yetebilirdi ama, ses artışındaki<br />
gelişmeler artık yalnız kulağa ve kulak anısmı destekleyen ilkel bir notalama<br />
yöntemine uymuyordu. Her şeyden önce nota değerlerinin, kesin sürelerin<br />
belirtilmesi isteniyordu. Müzikte zaman öğesinin sağlamlaştırılması<br />
gerekiyordu. Bu yolda ilk adımlan atanlann üç kişi olduğu tanınır: Garlandialı<br />
Johannes ve iki Franco, biri Parisli öbürü Kolonyalı... Notaların süre<br />
değerlerini belirttikleri yıllar da 1100 yılı çevTesindedir. O zamana kadar<br />
"ritim makamı" adı altmda, kilisece, "ikili zaman” ölçüsü tanınıyordu. Daha<br />
sonra üçlü zaman yaygınlaştığında, önceleri üçlü zamanı dindışı sayıp<br />
tanımak istemeyen kilise, daha sonra bu yaygınlığı, bir kulp takıp "kutsal<br />
22
üçleme" ile birleştirerek, tanımak zorunda kaldı.<br />
On ikinci ve on üçüncü yüzyıl Avrupa müziğinin egemenliği, Fransızların<br />
elindeydi. Nötre Dame Katedrali’nin yapımına başlanmıştı veyapı daha<br />
ortaya çıkmadan çevresinde eğitim kurumlan toplanmış, Paris Üniversitesi<br />
biçimlenmiş, Nötre Dame çevresi aydın Avrupa'nın en işlek yeri olmuş<br />
çıkmıştı. Nötre Dame’ın dinsel törenleri için müzik yazanlar arasında<br />
özellikle iki kişi, tarihin önemli ilk bestecileri olarak gösterilebilirler. Bu<br />
iki ustadan ilki, Leoninus, sonradan Nötre Dame adını alan Beatae Mariae<br />
Virginis tapmağının koro yöneticisi ve orgcusu olarak çalışmış, iki sesli<br />
şarkıların yer aldığı bir büyük kitap, magnum tiber, hazırlamış ve ritim<br />
biçimleri üzerinde çalışmıştır. Leoninus’un bütün kilise yılı boyunca yapılan<br />
törenlerde kullanılacak müzik için hazırladığı bu büyük kitabın üzerinde<br />
Perotinus yeni çalışmalar yapmış, iki sesi dprde çıkarmış, baş ses olan<br />
Gregor melodilerinin yerine kendine özgü melodiler koymuştur. Her iki<br />
besteci de, özellikle nota değerleri üzerinde çalışmalar yapmışlar ve notalamayı<br />
bu yönden geliştirmişlerdir, iki bestecinin de ne doğum ve ölüm günleri<br />
bilinmektedir, ne de hayatlarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler vardır.<br />
On iki ve on üçüncü yüzyıllardan daha da önce başlayan devlet-kilise<br />
egemenlik savaşı, kilise müziği ile dindışı müzik arasındaki çatışmada yansımıştır.<br />
Kilise üyelerinin arasında bile dindışı müziğe doğru eğilenler vardı.<br />
Bu eğilimin bir örneği de İngiltere’de Reading Manastın Papazlarından<br />
John Fornsete'in yazdığı sanılan Sümer is icumen in adlı kanondur.<br />
1240 yılı çevresinde yazılan bu altı sesli kanon çağından çok ileri bir müzik<br />
olduğu gibi, kilise dışı müziğin özelliklerini taşıyan bir din müziği parçası<br />
olması bakımından da ilginçtir. Bu kanon, sanılıyor ki, aynı yolda bestelenmiş<br />
ve sonra kaybolmuş birçok parçadan yalnız bir tanesidir.<br />
Kimi kere "Gotik Çağ" diye de anılan on ikinci yüzyıl, kilise müziğinde<br />
yeni bir çokses biçimi olan molet’in doğduğu çağdır. Nötre Dame çevresi<br />
çalışmalarında geliştirilen bu biçimde, genellikle üç ses vardır. Birinci<br />
ses, ritmini sözcüklerin belirttiği cantus firmus’ûur, ne var ki besteci bu<br />
sözcükleri istediği gibi değiştirirdi, ikinci (duplum) ve üçüncü (triplum)<br />
seslerse, ayn sözler söylerlerdi. M otet biçimi, kilisenin dar görüşüne karşı<br />
konması ve açık görüşlere simge olması bakımından da önemlidir. İkinci<br />
ve üçüncü seslerde kiliseyi alaya alan sözlerin kullanıldığı motet’ler bu<br />
davranışa bir örnektir. Yıllar geçtikçe kilise dışı için, halk için motet’ler<br />
de yazılmaya başlanmıştır.<br />
23
HALK MÜZİĞİ VE "YENİ SANAT"<br />
Kilise dışı müziği canlandıran bir etken, haçlı seferleriydi. "Kâfirlere"<br />
karşı girişilen savaşlar bir yandan kahramanlık edebiyatının yayılmasına,<br />
öte yandan Arap illerinden hem melodilerin, hem çalgıların Avrupa’ya gelmesine<br />
yol açtı. Gezgin şarkıcılar bu edebiyatı ve bu müziği Avrupa'nın<br />
dört bucağında okudular, söylediler. Oysa bunlar önceleri, bir ödevnliş gibi,<br />
kilise müziğini söylemekle yetinirlerdi. Artık şimdi kendi şarkılarını uyduruyorlar,<br />
şatodan şatoya, tavernadan tavernaya geziyorlar, manastırların<br />
bile kapılarından içeri girebiliyorlardı. Gezgin şaıkıcılann Kuzey Fransa’da<br />
çalışanlarına trouven, Güneydekilerine trvubadour, İngiltere’dekilerine<br />
harper, Almanya’dakilerine minnesinger denir. On iki ve on üçüncü yüzyıllarda<br />
yaşamış ve gezmiş halk şarkıcılarından bugüne birçok söz, fakat<br />
pek az müzik örneği kalmıştır. Troubadour Adam de la Hale’ın<br />
(1220-1287) Napoli’deki Fransız sarayı için hazırladığı Le jeu de Röbin et<br />
Marion, ilk hafif opera örneği sayılır. Adam de la Hale’ın bu ünlenmiş eseri<br />
aslında, o yılların geçerlikte olan bir halk şarkısı türünde, "pastourelle"<br />
türünde yazılmış şarkıların sahneye aktarılmasından, sahne gereklerine az<br />
çok uygun olarak art arda sıralanmasından öteye gitmemektedir. Demektir<br />
ki "Jeu de Röbin et Marion" henüz, operanın başlangıcı olarak görülemez.<br />
Çünkü izleyicisi olmamıştır; bir yeniliğin simgesi değildir, çünkü çağın<br />
şarkılı tiyatro eserlerinden -gerçi en önemlisidir, fakat- yalnızca biridir;<br />
hem de operanın başlaması için daha iki yüzyıldan çok bir süre beklemek<br />
gerekecektir.<br />
Troubadour’lann müziği, sanat müziğinde yeni akınım belirmesine,<br />
kilise müziğindeki katı düzene baş kaldırılmasına yol açtı. On dördüncü<br />
yüzyılda başgösteren bu yeni akıma Ars Neva (Y en i Sanat) adı verilir. Y e <br />
ni Sanat akımının öncüsü ve sözcüsü Philippe de Vitry (1285-1361) Ars<br />
Nova adım taşıyan kitapçığında gelenek bağlarının koparılmasını salık veriyordu.<br />
Vitr/nin motet’leri, öne sürdüğü yeni kuramlara örnek oldu. Artık<br />
her ölçünün kuvvetli zamanında, yalnız kilisenin uygun orantılar saydığı<br />
dördüncü, beşinci ve sekizinci aralıklar değil, üçüncü aralıklar da yer alabiliyordu.<br />
Daha Önemlisi, kilisenin "ritmik makamlar'inın yerine, yeni bir ri-<br />
24
tim yapısı getiriliyordu. Çok ses yazısında her bir ses, hele o zamana kadar<br />
Örtülü kalmış sesler, öne alınarak işleniyordu. Çalgılara gösterilen ilgi<br />
gittikçe artıyordu. Kilise müziğinde dindışı melodilere başvurulması salık<br />
veriliyor ve bu melodilerden gittikçe artan bir çoğunlukla yararlanılıyordu.<br />
Ars Nova ile birlikte bir anlatım ve duygu özgürlüğü çağı açılmıştı. Fransa’da<br />
Yeni Sanat’ın en önemli temsilcisi, Guillaume de Machaut<br />
(1300-1377) oldu. Din dışı parçalar da besteleyen, birçok motet, ballad,<br />
rondeaux ve chanson yazan Machaut asıl dört sesli missa’sıyla, dinsel törenin<br />
ayrı parçalarım bir bütün içine yerleştirdiği güçlü yaratısıyla anılır. A r<br />
tık Machaut’dan bu yana ntissa, tıpkı senfoni gibi, konserto gibi bir müzik<br />
biçimi olacaktır ve geleceğin büyük bestecileri bu biçim içinde baş yapıtlarım<br />
vereceklerdir. Machaut’nun "Nötre Dame Missa"sı seslerin yalnız tek<br />
çizgilerin kurduğu çokses örgüsü balonundan değil, bu çizgilerin dikey birleşmelerindi<br />
ortaya çıkan akorlar açısından, geleceğin armonik yazışırım<br />
öncüsü olarak da önemlidir.<br />
Yeni Sanat, Fransa dışında en parlak yankısını İtalya’da buldu. İtalyanlar<br />
şarkıya -ses sanatına - olan eğilimlerine uyarak teknik sınırlan kolayca<br />
aştılar ve Yeni Sanat’m getirdiği özgürlüklere candan uydular. O güne<br />
kadarki büyük yasaklardan sayılan üçüncü ve altıncı aralıktan onlara,<br />
salık verilen dördüncü ve beşinci aralıklardan çok daha yumuşak geliyordu.<br />
Hem, on dördüncü yüzyıl İtalyası, yazıları kulakta müzik izlenimi bırakan<br />
şairlerin, Dante’lerin, Petrarca’lann, Boccaccio'lann İtalyasıydı. Floransak<br />
bir müzikçi, kör orgcu, .flütçü, lavtacı Francesco Landini<br />
(1320-1397) o çağın İtalyan müzikçilerinin en ünlüsü sayılabilir. Eşsiz bir<br />
icracı diye taranan Landini’de hem de, üstün bir melodi yaratma gücü de<br />
vardı. Landini ve o çağın diğer Floransak İtalyanlan, bu ara başta Giovanni<br />
da Cascia ve Jacopo da Bologna, rnadrigal'i çağın geçerlikte olan biçimlerine<br />
eklediler. "Madrigal”, kelime anlamı olarak "ana ehlinde şarkı” demeye<br />
gelir. Burada ana dili deyimi, Latinceye karşıt olarak kullanılmaktaydı.<br />
1340 yılı çevresinde İtalyan madrigali, çoğunlukla aşk şiirleri üzerine yazılan<br />
iki sesli şarkıydı. Madrigal ilerde, çokses yazısının "altın çağ"a eriştiği<br />
günlerde ayrı bir görünüş kazanacaktır. İtalyan çokses yazısının, gene bu<br />
ülkede yaşayanların eğilimleri gereği, şarkıya, eşlikli melodiye doğru yönelmiş<br />
olduğunu da belirtelim. Özellikle ballata (danslı şarkı) biçimi, çizgilerden<br />
birinin insan sesi, öbür ikisinin de çalgılarla sunulmasıyla, bu yönelmenin<br />
belirli bir örneğidir.<br />
ÇOKSES’İN "ALTIN ÇAĞI"<br />
Ars Nova doğrudan doğruya on beşinci yüzyıl polifonisine, çoksesin<br />
"altın çağ'ına bağlandı. Bu ara Norman egemenliğindeki İngiltere’ye Nötre<br />
Dame’ın etkisi de ulaşmıştı. Sonra Fransa Azincourt’da yenildi ve durum<br />
tersine döndü; Ingilizler Fransa’ya girdiler. Girdiler ve sanatçılarını,<br />
25
müzikçflerini de beraber getirdiler. Bunların başında John Dunstable<br />
(1370-1453) geliyordu. Dunstable’ın ne türlü bir ömür sürdüğü kesinlikle<br />
bilinmiyor. Bilinen, Fransa ve İtalya'nın dört bucağını dolaşmış olduğudur.<br />
Yapıtlarını bu iki ülkenin havasının sarmış olması Ijunu gösteriyor. Hem<br />
de astrolog ve matematikçi olan Dunstable’ın müziği kaskatı kurallardan<br />
iızaktır; ne var ki müziğindeki duygu, esneklik ve şiir, hep sağlam bir işçilikle<br />
sunulmuştur. Yeni çağlan hazırlayan, kendisinden sonraki başlıca bestecileri<br />
etkileyen Dunstable, kilise müziğine çalgıyı ilk getiren, Gregor melodilerini<br />
özgürce ilk süsleyen besteci diye bilinir. Dunstable, on beşinci<br />
yüzyılın ilk yansının en önemli müzikçisidir diye değerlendirilir.<br />
Yüzyılın ikinci yarışma gelince, bu kere bir başka Guillaume’un, Guillaume<br />
Dufa/ın (1400-1474), öbür Guillaume’un, Guillaume de Machautnun<br />
önceki yüzyıldan boş bıraktığı yeri doldurduğunu görüyoruz. Dufay<br />
"Felemenk Okulu" diye anılan besteciler grubundandır. Bu bestecilerin birçoğu,<br />
Ingilizlerin Fransa’ya kendi müzikçilerini getirip yerleştirmeleri üzerine<br />
Fransız müzikçilerinin kendilerine yeni alanlar aramak için yer değiştirenleridirler.<br />
Artois’da, Flandres’da, Liöge Prensliğinde, Felemenk’te gelişen<br />
müzik aslında Fransız müziğidir. Dufa/m eserlerinin birçoğu bugün<br />
eldedir. Gerek dindışı, halk müziği biçimlerinde parçalar, chanson’lar, rondeaıalar,<br />
virelais’ler, ballade’lar... Gerekse kilise için yazılmış müzikler...<br />
Sağlam bir eğitimi, geniş bir kültürü olan Dufay*in hem aydın bir düşünür,<br />
hem de duygulu bir sanatçı olduğu bütün eserlerinde tanıtlanır. Çağın,<br />
Dufay kadar ünlü, onun kadar saygın bir başka bestecisi Gilles Binchois<br />
(1400-1460), Dufay*a kıyasla daha yalın bir kişiydi; onun kadar görgülü,<br />
bilgili değildi. Eserleri daha çok sezgi ve ilkel kıpırdamşlann ürünüdürler.<br />
ön ce askerken, sonra kiliseye girmiş, ömrünün sonuna kadar orada<br />
kalmış, asıl din müziğinde başarı göstermiştir.<br />
Çokses yazışırım daha büyük bir sağlamlığa, daha gelişmiş bir ustalığa<br />
erişmesinde, bütün sesleri aynı önemde geliştirme yolunu tutan, yaratıcılığı<br />
kadar kuralcılığı ve öğreticiliğiyle de sivrilen Johannes Okeghem’in<br />
(1430-1495) çalışmaları başta gelir, ikinci Felemenk Okulu adı verilen okulun<br />
kurucusu diye anılan Okeghem, ömrünün uzun yıllarım saraylarda bilgisini<br />
yaymakla geçirmiş, bu ara Bourdon Dukasının ve Louis X I’in hizmetinde<br />
bulunmuş, öğreticiliğini Ispanya’ya kadar ulaştırmıştır. Yapıtları özellikle<br />
ton üstündeki çalışmalarıyla ve bu çalışmalara getirdiği, temlerin büyütülmesi,<br />
kısalması gibi sonraki çağlarda yayılacak ve gelişecek, yeni yöntemlerle<br />
önemlenir. Çağdaşı Jacob Obrecht (1450-1505) de öğretmen olarak<br />
tanınır; öğrencileri arasında ünlü Felemenkli tarihçi Erasmus da vardı.<br />
N e var ki Obrecht’in müziği kuram saflığından çok, anlatımcı özellikleriyle<br />
seçkindir. Din eserlerindeki armonik yenilikler, bu ara ölüm Töreni’ni teksesten<br />
kurtarıp çoksese kavuşturması, çalışmalarının sivrilen yanlarıdır.<br />
Okeghem’in öğrencileri arasında en seçkini Josquin des Pr£s<br />
(1450-1521) idi. Verimli, hem de çok yanlı bir besteciydi. Eserlerindeki an-<br />
26
latun nitelikleri seçtiği tiıre göre değişirdi. Kilise müziğinde yalın ve sofu,<br />
din dışı eserlerinde hafif, şen, sıcak... Çağında nota basımının yeni yeni gelişmekte<br />
olması eserlerinin birçoğunun basılmasını sağlamış, bu da Josquin'in<br />
müziğinin yayılmasına yaramıştır. Martin Luther’in ‘kuşların şakıması<br />
gibi özgür’ diye övdüğü Josquin, gerçekten, anlatım özgürlüğünü yazı kuramlarının<br />
tutsağı yapmamıştır. İtalya’da yaşadığı sıralarda, İtalyan halk<br />
müziği biçimlerini bu ülkeye özgü niteliklere uyarak işlemesi Josquin’in ayrı<br />
düzeylerdeki başarılarının bir başka örneğidir. Josquin’in öğrencilerinden<br />
başlıcası Adnan Willaert (1480-1562), Venedik’te Markos Katedralinde<br />
koro yöneticisi olarak çalıştığı Sıralarda, katedraldeki iki orgu, iki ayrı<br />
koroyla birlikte kullanma gibi bir deneye girmiş, iki koronun gerek birlikte,<br />
gerekse karşılıklı söylemelerinde ses etkileri aramıştır. Madrigal yazısında<br />
da önemi büyük olan Willaert, çalışmalarında armoninin gelişmesini de<br />
gözetmiş, özellikle tını etkisi gözeten armonik yazıya yönelmiş ve akorlan<br />
çokses yazısının devamlılığı ile birleştirmiştir, öğrencileri arasında Gioseffo<br />
Zerlino asıl bir kurama olarak anılır. Zerlino, Felemenk bestecilerinin<br />
sonuncusu diye bilinen orgcu Jan Sweelinck’in (1562-1621) öğretmenlerindendir.<br />
Bütün Avrupa'nın müziğini yönelten, biçimlendiren Felemenk okulunun<br />
bu son üyesi özellikle, Johann Sebastian Bach’a büyük etkisi olan<br />
org yapıtlarıyla andır. Org müziğindeki gelişmeler ve bu ara ricercare, fuga,<br />
fantasia gibi bir sonraki yüzyılın müziğinde daha da gelişecek biçimlerin<br />
belirmesi, Sweelindc’in müziğinde özetlenir ve toparlanır.<br />
REFORM VE ETKİLERİ<br />
Hıristiyan dünyasında katolik-protestan ayrımına yol açan Alman din<br />
yenileyicisi Martin Luther, (1433-1516) hem de müzikçiydı; flüt ve lavta çalardı.<br />
Dine getirdiği yeni görüşlerde, kilise törenlerinin müziğini de gözetti.<br />
1524 yılında iki müzikçiye, Conrad Rupff ile Johan VValther’e Alman<br />
din töreninin düzenlenmesi ödevini verdi. Yeni düzenle tören, o yıl Wittenberg’de<br />
N oel gecesi sunuldu. Luther, kendi, kilise için birçok koro parçasının<br />
hem sözlerini, hem müziğini hazırladı. Ein 'feste burg ist unser Gott<br />
adlı parçasında bir halk melodisini kullanması, Luther’in din töreni müziği<br />
alanındaki tutumunun örneğidir. Halk müziğinin kilise müziğiyle birleşmesinin<br />
yöntemli olarak yapılmasını gözeten Luther’in, tören müziğine getirdiği<br />
yeni görüşe, birçok besteci katıldı. Almanya’da Hans Leo Hassler<br />
(1564-1612), bir aşk şarkısını kullanarak yeni kilise için bir koro eseri yazdı;<br />
Fransa’da Claude Goudimel (1510-1572) ve Josquin’in izleyicisi e le <br />
ment Jannequin (1485-1550), Protestan kilisesi için eserler verdiler. Jannequin’in<br />
koro eserleri, anlatıa müziğin ilk örnekleri arasında gösterilir ve<br />
romantik çağda gelişecek olan programlı müziğin, senfonik şiirlerin öncüsü<br />
sayılır.<br />
Luther gibi Calvin de, müziğin yığınlara olan sürükleyici etkisini tam-<br />
27
yan kişilerdendi, ikisi de kilisede, halkın güçlük çekmeden söyleyebileceği<br />
melodilerle tanrı düşünüşüne yakınlaşmasını istiyordu. Gerçi kilise korosunun<br />
öğretici görevini tanıyorlardı. Halkın bu koroyu dinleyerek kendi tanrısal<br />
şarkılarını daha kolayca söyleyebileceğine inanıyorlardı. Am a asıl isledikleri,<br />
halkın, hem dil hem de melodi bakımından kolaylıkla anlayabileceği,<br />
rahatça benimseyebileceği şarkıları olmasaydı. Bunun için de bir yandan<br />
halk diline, öte yandan da halk müziğine başvuruldu. Gerçi, kilise melodilerden<br />
de yararlanıldığı oldu ve kilise melodileri, geleneksel melodiler<br />
seçilirken bunların en yalınlan, en kolaylan arandı; fakat asıl halk melodilerinin<br />
çekiciliğine, etkisine güvenildi. Evin, sokağın, tarlanın, eğlence yerinin<br />
"saygısız" seslerinin tapmağa girmesinde bir salanca görülmedi. Bu seslerde<br />
aşın bir saygısızlık görüldüğünde gerekli değiştirmeler yapılıyor, tapınağın<br />
ağırbaşlılığının bozulmasında aşınlığa gidilmesi önleniyordu.<br />
Öte yandan kilise korosunun yalnız bir destekleyici, bir öğretici ödevi<br />
sürdürmesiyle yetinilmedi. Kilise korosu için hazırlanan müziğin ne gibi<br />
bir evrim gördüğünü özetlemek istersek, Calvin ve Luther görüşlerinin yönetimiyle<br />
bu alanda da bir yalınlaştırmaya doğru gidildiğini, bunun için<br />
başlangıçta, soprano ya da tenor sese ana melodinin verildiğini ve öbür<br />
seslerin bir armonik dip desteği ödevi görecek gibi düzenlediklerini, böylece<br />
kilise korosunun hem de halkın söyleyişini destekleme ödevini de yerine<br />
getirdiğini belirtebiliriz. Ancak sonraları, bestecilerin daha "bilgili" bir<br />
çokses yazısı uygulama istekleri, öbür sesleri yalınlıktan gitgide uzaklaşan<br />
bir yolda geliştirdi. Böylece Luther ve Calvin kiliseleri koro müziği, motet<br />
yazısının karmaşıklığına yaklaşmaya başladı; yalnız öyle bir motet düşününüz<br />
ki sözleri halk dili olsun, ilerde Bach’ın doruğuna yükselteceği bir biçim,<br />
kilise kantatı, doğrudan doğruya bu müzikten çıkmıştır.<br />
önemini asıl Luther ile olan ilintisinden kazanan, iyi bir işçi, fakat<br />
güçsüz bir yaratıcı olan Walter üe Lutherci inançların sınırlan içine kendini<br />
kapatmakla yetinmeyen Hassler yarımda, Leipzig’de Thomaskirche’de<br />
Bach’ın öncellerinden Johann Herman Schein (1586-1630), besteciliği yalımda<br />
kuramcılığıyla Un yapmış Melchior Vulpuis (1560-1615), verimliliğiyle<br />
de anılan Michael Praetorius (1571-1621) Luther yolunun başlıca müzikçileri<br />
arasında sayılabilirler.<br />
Ingiltere’de reform, katolik kilisesinin müziğiyle savaşa girişen ve bu<br />
yüzden hapse de atılan John Tavemer’de (1495-1545) ilk öncülerinden birini<br />
bulur. Din dışı eserler de yazan Tavemer’in çağdaşı öbür besteciler<br />
arasında "Ingiliz kilise müziğinin babası" diye anılan ve İngiltere’nin<br />
Henıy V III ile Elizabeth arasmda geçirdiği din değişiklikleri sırasında kilisenin<br />
her yeni durumuna uyan eserler besteleyen Thomas T allis<br />
(1520-1585) başta gelir.<br />
28
M AD RİG AL YA YG IN LIĞ I<br />
On altına yüzyılda madrigal, on dördüncü yüzyıl İtalyasında doğan<br />
madrigalden, iki sesli halk müziği biçiminden iyice ayrılmış, gelişmiş, birçok<br />
ülkede günün modası olmuş çıkmıştı. AVillaert’in öğrencisi Cyprien de<br />
Rore (1516-1565) doğaya öykünülmesini, bu ara müziğin de sözleri izlemesini,<br />
onun yankısı olmasını salık veriyordu. Willaert bu yolda madrigaller<br />
yazdı. İtalya'da dünyaya gelen bu biçim bir yandan bütün Avrupa’ya yayılırken<br />
bir yandan da İtalya’da en seçkin örneklerini veriyordu. İtalyan<br />
madrigalcileri arasında en önemlisi, müziğin armonik ileriliği ve ses götürme<br />
yöntemlerindeki korkusuzluk bakımından neredeyse yirminci yüzyıl<br />
bestecilerine taş çıkartan Gesualdo da Venosa’dır (1560-1613). Hasta bir<br />
ruhun anlatımlarım taşıyan bu madrigaller, bestecinin din müziği eserleri<br />
gibi, çılgıncasına derin bir kişiliğin yankısıdırlar. Venosa Prensi Gesuaido’nun,<br />
karısını sevgilisiyle birlikte yakalatıp öldürtmesi, sonra da çocuğunu,<br />
belki kendinden değildir diye boğdurtması, bestecinin bütün ömrünü<br />
ve bu ara sanatını etkilemiş olaylardır. Ölüm ve vicdan azabı konularına<br />
Gesualdo’nun hem madrigal, hem de din müziği metinlerinde hep rastlanır.<br />
Bu konular bestecinin müziğine kendine özgü etkileyiciliğini verir. G e<br />
sualdo ile birlikte Luca Marenzio (1553-1599) ve Claudio Monteverdi<br />
(1567-1643) öbür ülkelerdeki madrigal bestecilerini etkileyen İtalyan madrigalinin<br />
üç baş yaratıasıdırlar.<br />
İtalyan olmayan, Belçikalı olduğu sanılan, fakat yıllarca İtalya’da yaşayan<br />
bir başka besteci, Jacop Arcadelt (1515-1560), çağında "İtalyan madrigalinin<br />
kralı" diye bir ün yapmıştı. Daha sonra Paris’te yerleşen Arcadelt,<br />
Fransız şarkıları (chansonlaf) bestelemeye koyuldu. Bugün elde Arcadelt’in<br />
olduğu bilinen yüzden çok şarkı vardır. Bestecinin Paris’te de kazandığı<br />
ün öylesine büyük oldu ki, şarkı yaymaları başkalarının şarkılarım<br />
Arcadelt adı altında piyasaya sürmek kurnazlığını gösterdiler<br />
İngiltere’de madrigal, Ehzabeth çağında iyice gelişti. İtalyan madrigaline<br />
Kraliçe Elizabeth’in gösterdiği ilgi önceleri İngiltere’de madrigal söyleme<br />
gruplarının kurulmasını destekledi ve sonra da William Byrd’ün<br />
(1543-1623) önderliğiyle İngiliz Madrigal Okulu kuruldu. Byrd yalnız madrigal’de<br />
değil, sanatının bütün dallarında ustaydı ve çağının en saygın bestecilerinden<br />
biriydi. Din müziği besteleri, bu ara çalgılar, özellikle çağın<br />
klavyeli çalgısı virginal için yazdığı müzikler, Byrd’e öbür İngiliz bestecileri<br />
yanında özel bir saygınlık sağlayan çeşitlilikte ve evrensel niteliktedir.<br />
Öbürleri arasında Thomas M orley (1557-1603), Thomas Weelkes (ölüm yılı<br />
1623), John Wilbye (1574-1638) ve Orlando Gibbons (1583-1625) başta<br />
gelirler. Çağın başlıca yazar ve şairleri Spenser, Marlovve, Ben Jonson, Sir<br />
VValter Raleigh, madrigal bestecileri için şiirler yazmışlar ve İngiliz madrigalini<br />
İtalyan örneklerinden ayıran nitelikleri belirtmişlerdir, ö t e yanda<br />
Marenzio ve Gesualdo’nun madrigallerindeki armonik özellikler ve kroma-<br />
29
tism Weelkes ve Wilbye gibi genç İngilizleri etkilemiştir. Gibbons ise kilise<br />
müziğinin ciddiliğini dindışı müziğe taşımasıyla tanınır.<br />
Almanya’da başlıca dindışı müzik biçimi, koroyla söylenen şaıkı (lıed)<br />
idi. Lied, kaynağını Alman halk şarkılarında bulması bakımından madrigalden<br />
ve Fransız chanson’iarından ayrılır. Hem halkın, hem de soylu kişilerin<br />
aynı beğeniyle söyleyip dinledikleri bu lied’ler, Almanya’da o çağda<br />
yetkili bestecilerin azlığı yüzünden gelişemedi, İtalyan bestecilerin elinde<br />
İtalyan madrigaliyle birleşti. Hans Leo Hassler’in de İtalyanlaşmış bir besteci<br />
oluşu, on altıncı yüzyılda Alman halk melodilerinden bu ülkeye özgü<br />
dindışı bir sanat müziğinin büyümesine yararlı olmadı ve sonuçta madrigal<br />
Almanya’ya da yayıldı. N e var ki bir Gesualdo, ya da bir Byrd çapında bestecilerin<br />
eline düşemedi.<br />
Fransız chanson’u ile İtalyan madrigal’inin birbirlerine karşılıklı etkileri<br />
olmuştur. Madrigaldeki Fransız etkisi özellikle, kuş seslerini, ya da sokak<br />
gürültülerini yansıtan Fransız şarkılarının "programlı müzik” niteliğinden<br />
gelmedir. Edebiyat ve felsefede olduğu gibi müzikte de iki ülke devamlı<br />
bir alışveriş durumundaydılar. İspanya’da madrigal, Mateo Flecha,<br />
Pedro Valenzuela, Sebastian Raval gibi bestecilerin İtalyan tarzında madrigaller<br />
yazmaları dışında pek gelişmemiş, dindışı müzik asıl, çokses yazısına<br />
değil dikey yazıya, sanat müziğine değil köy müziğine yanaşan villancico<br />
biçimine dayanmıştır. İspanyolca sözler üzerine madrigal yazan Pedro<br />
Vila, Juan Brudieu ve Pedro Ruimento gibi bestecilerin eserleri de İtalyan<br />
ve İngiliz bestecilerininkilerle kıyaslanabilecek önemde değildir.<br />
PALESTRİNA VE LASSUS<br />
30<br />
Dindışı müzik yanında din müziği de on altına yüzyılın ikinci yansında,<br />
çağın müziğine seçkinliğini veren büyük ustaların eserleriyle gelişti<br />
Bunların arasında başta, İtalyan bestecisi Giovanni Pierluigi da Palestrina<br />
(1524-1594) gelir. Madrigaller ve diğer dindışı parçalar da bestelemiş olan<br />
Palestrina asıl, kilise için yazdığı yapıtlarla önemini kazanmıştır, ön ce Felemenk<br />
okulu ustalarının etkisinde besteleyen ve kontrapunta yazısı karmaşıklığına<br />
olan egemenliğini geliştiren Palestrina sonra, daha yalın, daha<br />
arık bir yazıya doğru yönelmiştir. Missa Papae Marcelli, müziğindeki melodik<br />
çekiciliğin ve arıklığın simgesi bir eserdir. Palestrina bir deneyici değildi.<br />
Çağının geçerlikteki dilinde güçlü bir ustalığa erişmiş, gelenekçi, fakat<br />
soğuk, durgun, insansı atılışları olmayan yapıtlar vermiş bir besteciydi.<br />
Türlü biçimde altı yüz kadar yapıt yanında 83 tane missa... Palestrina’nın<br />
sanatçı kişiliğini, belirli çizgilerle asıl missa’lan belirtir. Söz düşmüşken,<br />
missa biçiminin özelliklerine değinelim: Katolik kilisesi din töreninin<br />
değişmez bölümleri olan Kyrie, Gloria, Sanctus, Benedictus ve Agnus Dei<br />
üzerine yazılan missa, art arda sıralanmış parçalar dizisi olması bakımından,<br />
dindışı müzik alanında halk biçimlerinin, dans biçimlerinin, çalgı müı
ziğine uygulanması sonucunda gelişmiş olan diziye, "suite"e benzetilebilir.<br />
Genellikle tek bir tema, missa’da, bütün bu parçalar topluluğunun melodik<br />
yürütülüşünü koşullar ve besteci temayı çoğu kere ya bir başka din müziği<br />
parçasından, ya da halk müziğinden alır, bununla birlikte kendi temasım<br />
kendi yarattığı da olur. H er bir parçanın biçimini doğrudan doğruya<br />
sözler koşullar.<br />
Palestrina, missa’lannm çoğunluğunda tem olarak, Gregor melodilerine<br />
başvurmuştur. Geleneklere, kuramlara, kendisine öğretilenlere bağlılığı<br />
Palestrina’yı, notaların uygun orantılarla düzenlenmesinin, anlatım değeri<br />
olan bir müzik ortaya çıkarmak için yeterlikli olabileceği inancına götürmüştür.<br />
Nitekim Palestrina’nm müziğinde yapı kaygısı ve teknik bilinci daha<br />
öznel kaygıların üstündedir.<br />
Çağın bir başka önemli bestecisi İspanyol Tomas Luis de Victoria<br />
(1548-1611) "Şaıkı sanatı, yeniden başlangıçtaki amacına atanmalıdır" diyen<br />
bir besteciydi. "Başlangıçtaki amaç"ta tann sevgisiydi. Bu sofu besteci<br />
inancının verdiği atılış ve yeteneklerinin sağladığı güçle, din müziğinin en<br />
etkileyici örneklerini vermiştir. Palestrina ile Victoria arasındaki ayrılık,<br />
"birinin kilise için müzik yazan bir besteci, öbüriinünse beste yapan bir papaz”<br />
olması diye gösterilir.<br />
Tann övgüsünden başka bir şey düşünmeyen, çağının öbür ustalan gibi<br />
dindışı konulara uzanmayan Victoria, tek bir madrigal, tek bir "chanson"<br />
yazmış değildir. Bununla birlikte Palestrina ile kıyaslandığında Victoria'nın<br />
müziğinin iletkenliği özellikle belirir. Palestnna, teknik konularda<br />
olduğu gibi, tann övgüsünün ne gibi duygular içinde gerçekleştirilmesi gerekeceğ<br />
konusunda da kendisine öğretilenlerin içinde kalmış bir kişiydi.<br />
Oysa dinine candan bağlı, tanrıya içten inanan Victoria, müziğin aracılığıyla<br />
tannyı övmek gerektiğinde Palestrina’ya göre çok daha uygun bir davranışla<br />
işe girişmiş, düşünmek yerine duygulanmıştır. Gerçi kullandıkları dil<br />
hemen hemen aynıdır. Fakat kişilik söz konusu olduğunda aralarında kesin<br />
bir ayrılık vardır.<br />
Fransa’da ve İtalya’da, Almanya’da ve Felemenk’te, bütün Avrupa’da<br />
büyük sevgi, büyük ügi gören Orlandus L&ssus (1532-1594) hem din<br />
müziğinde, hem de dışında, yaratış gücü srnır tanımamış, şaşırtıcı verimliliği<br />
olan bir besteciydi. Çağının bütün çokses biçimlerinde yazmıştı. Bunların<br />
arasında en büyük başarıyı özellikle motet biçiminde göstermişti.<br />
Missa’nın metninin, katolik kilisesi din töreninin değişmez bölümünden<br />
(ordinarium ’undan) alınmasına karşılık, motet bestecisi şenliklere göre<br />
değişen bölümlerin metnine başvurur. Kutsal yazılardan alman bu metinler,<br />
missa’da olduğu gibi, melodilerin biçilişini koşullar. Yalnız şu var ki<br />
missa’ya kıyasla daha büyük bir çoğunlukla besteci kedi temalarını kullanır.<br />
Böylece motet, bestecinin bir yandan işçilik hünerini, öte yandan - ö z <br />
gür davranışlarda besteciyi erkin kılan bir biçim olduğu için - kişisel özgürlüklerini<br />
en iyi sunduğu bir ortam olmuştur. Missa’ya karşı motet, tür<br />
31
lü parçaların sıralanmasından ortaya çıkmış bir biçim değil, çoğu kere kısa,<br />
genellikle dört, fakat kimi kere üç ses, ya da beş, altı giderek daha çok<br />
ses için yazılmış, bir sesten ötekine geçmesi bakımından, ilerde gelişecek<br />
olan fuga yazısının temeli olmuştur. Bundan başka, bestecilerin gerekli<br />
gördüklerinde, missa’ya bir m ot et üe başlamaları v e m otef te kullandıkları<br />
temayı missa bölümlerinde yeniden ele almaları, motet’i hem de çeşitleme<br />
(variation) biçiminin hazırlayıcısı yapmıştır.<br />
Lassus, motetleriyle birlikte, türlü ortamlarda, türlü biçimlerde, yedi<br />
dilde metinler üzerine yazılmış iki bin kadar yapıt bırakmıştır. Onu Felemenk'in<br />
yetiştirdiği en büyük besteci olarak göstermek eldeyse de, önemini<br />
yalnızca bir ulusun, bir bölgenin sınırlan içine kapamak doğru değildi.<br />
Çünkü Lassus’a seçkinliğini veren bir yanı da, türlü ülkelerin dilini ve müzik<br />
biçimlerini aynı başarıyla kullanmasıdır. Din müziğinde olduğu kadar<br />
İtalyan madrigalinde, Fransız "chanson'ünda, ya da Alman "lied"inde Lassus<br />
aynı seçkinliği, aynı rahatlığı, aynı yaratış gücünü ortaya koymuştu.<br />
Lassus’u, yaratış gücünün yeğinliği ve düşüncelerinin yüceliği açısından<br />
Michelangelo’ya benzetenler olmuştur. Palestrina ile kıyaslandığında<br />
Lassus, İtalyan bestecisinin daha durgun, daha arık, daha uslu kişiliğine<br />
karşı kişisel anlatımında çok daha atılgan bir yaratıcı olarak yükselir.<br />
Herhalde Lassus ve Palestria’nın müzikleri, yalnız on altıncı yüzyılın<br />
değil, önceki iki yüzyılın müzik evriminin bir özeti, bir toplamı ve en üstün<br />
başarı yüzeyinde gerçekleşmesi sayılabilir.<br />
32
ON YEDİNCİ YÜZYIL: EVRİM HAZIRLANIYOR<br />
On yedinci yüzyılın başlan daha ileri bir dünyanın eşiğidir. Yalnız<br />
müzikte değil her alanda, araştırmalar, girişimler, serüvenler çağıdır. Ortaçağın<br />
karanlıklan artık -dağılmıştır. Bir göz atalım türlü alanlarda neler<br />
oluyor bu çağda: Papa ve Kutsal Roma imparatorluğu artık egemenliğini,<br />
gitgide bilinçlenen ulusalcılığa bırakmakta, feodal lordlann gücü sönmekte,<br />
buna karşı krallannki artmaktadır. Tecim gelişmekte, bunun sonucu denizaşın<br />
ülkelere yönelmeler artmakta, sömürgecilik alıp yürümektedir.<br />
Bunların yanında Newton, yerçekimi yasasını sunmakta, Galileo, ilk teleskop<br />
üzerinde çalışmakta, John Locke, kişinin yaşama, özgürlük ve mal sahibi<br />
olma haklanndan söz etmekte, Descartes, Hobbes, Milton gelecek<br />
yüzyılların düşünüşünün temeli olacak düşüncelerini açıklamaktadırlar.<br />
Shakespeare "Hamlet"i, Cervantes "Don Quixote"yi yazmıştır. Hem y Hudson<br />
Çin’e tecim yolunu bulmuştur.<br />
On yedinci yüzyılda müzikteki evrimse şöylece özetlenebilir: Kilise<br />
makamları yerlerini majör ve minör dizelere bırakmışlardır, kontrapunta<br />
düzenine bir tepki olarak "tekses evrimi" belirmiş ve kontrapuntanuı yerini<br />
armonik müzik, dikey yazı almaya başlamıştır, opera ve oratoryo ortaya<br />
çıkmıştır, çalgı yapımında ilerlemeler olmuştur; çalgı müziği ses müziğinin<br />
yerini almaya başlamış ve bunun sonucu çalgı müziği biçimleri ortaya çıkmıştır;<br />
oda müziği yaygınlaşmıştır, virtüöz çalgıcı ve şarkıcılar, Avrupa’nın<br />
müzik hayatının önemli kişileri olmaya başlamışlardır.<br />
OPERA VE ORATORYO<br />
Floransa’da Kont Giovanni Bardi’nin evinde toplanan besteciler, şairler<br />
ve şarkıcılar grubunun (bu gruba Camerata denir), eski Yunan tiyatrosunu<br />
örnek alarak bir müzik-tiyatro türü ortaya çıkarmalarında İtalyan Renaissance’ımn<br />
etkisi görülmektedir. Daha önce, on beşinci yüzyılda, Floransa<br />
gene İtalya’da sanat çalışmalarının baş yeriydi. Gerçi Renaissance,<br />
asıl resim, heykel ve edebiyat alanlarını kapsıyordu ama, müzikçileri de etkilemekten<br />
geri kalmamıştır. Floransa’da Lorenzo di Medici’nin desteğiyle<br />
Müzik Tarihî. F.: 3 33
Donatello, Fra Angelico, Leonardo da Vinci eserlerini veredu narlarken,<br />
bir yandan da Heinrich Isaac (1450-1517), Lorenzo di Medici’nin saray<br />
orgcusu olarak çalışıyordu. İtalyanların "Alman Heinrich" anlamına "Arrigo<br />
tedesco" diye andıklan Isaac, Renaissance müzikçi tipinin örneğidir.<br />
Çok yanlı, tek bir topluma, tek bir çevreye bağlanmayan, bugiinun dar görüşlü<br />
ulusalcılarının köksüzlükle snçlandırabilecekleri bir kişi... İtalyanlar<br />
onu Alman diye tanıyorlardı; Almanlar da kendilerinden biliyorlardı ama,<br />
Isaac’dan Fransız diye söz eden tarihçiler de vardır. Aslında Isaac kendini<br />
Felemenkli diye tanıtırdı. Lorenzo’nun sarayında çalıştığı sıralarda Isaac<br />
Giovanni e Paolo adlı bir kutsal oyun yazdı; hem de Lorenzo’nun karnaval<br />
şarkılarını besteledi. Prens öldüğünde İmparator Maximilien’in sarayında<br />
bir ödev aldı. Ockeghem’in ustalığıyla Obrecht’in anlatımını müziğinde<br />
birleştiren Isaac, Avrupa'nın başlıca müzik ülkelerinde 'Müzik Prensi” diye<br />
ün yapmıştı<br />
Lorenzo’nun sarayı, İtalya'da, birçok müzik çevresinden yalnız bir tanesiydi.<br />
N e var ki bunların arasında Kont Bardi’nin sarayı, yeni bir müzik<br />
biçiminin doğum yeri olması bakımından özel bir önem taşır. Bardi’nin<br />
"Camerata"sının üyeleri, Yunan söyleme sanatını (declamation) müzik ile<br />
birleştirdiler; amaçlan şiirin etkisini yükseltmekti; bundan "stilo rappresentativo"<br />
(operanın başlıca öğelerinden, biçimlerinden biri olan recitativö),<br />
sonra da "dramına per musica" (müzikli dram) adı verilen opera ortaya<br />
çıktı. M amerata" üyelerinden Jacopo Peri (1561-1633), şair RJnuccini'nin<br />
yazdığı metin üzerine, Yunan söyleme sanatı özelliklerinin, müzikle birleştirilerek<br />
etkilendirilmesi amacıyla giriştiği çalışmaların sonucu olarak, Floransa’da<br />
Palazzo Corsi’de oynanan Dafne’hin, seyircilerin çok hoşuna gittiği<br />
söylenir. Bugün Dafne’nin notaları kayıptır. Eserin başarısı üzerine, Marie<br />
de Medici ile Fransa kralı Henri IV ’ün evlenmeleri töreni için Paris’<br />
ten bir opera ısmarlandı ve besteci de, gene Rinuccini’nin metni üzerine<br />
Euridice’yi besteledi. Eser ilk 1600 yılında oynandı; ve notaları da o yıl basıldı,<br />
yayınlandı. Aynı yolda çalışan bir başka besteci, Giulio Gaccini<br />
(1548-1618) de, Peri’nin eserlerinin başarısı üzerine, bir Dafne ve bir Euridice<br />
yazdı. Peri’nin daha çok söylemeye, recitativö1ya dayanmasına karşılık,<br />
Caccini’nin müziğinde melodik eğilimler daha belirlidir. Peri’nin Dafne'sımn<br />
1600 yılında verilen bir temsilinde, yer yer Caccini’nin müziğinin kullanıldığı'da<br />
söylenir.<br />
Opera böylece her ne kadar yeni bir biçim olarak ortaya çıkmışsa da,<br />
müzikli tiyatro yüzyıllar boyunca kutsal oyunlarda ("myst£re"lerde), sonra<br />
on dördüncü yüzyıl İtalyasının "mystöre'lere çok benzeyen kutsal oyunlarında,<br />
"devozione'lerinde, on beşinci yüzyıldaysa Lorenzo di Medici’nin<br />
desteğiyle gelişen kutsal oyunlarda ("sacra rappresentazione'lerde), daha<br />
sonra da bunların yerine yaygınlaşan ve dansı, şarkıyı, çalgı müziğini sözle<br />
birleştiren "Commedia dell’Arte"de öncülerini bulur. Bu ara, madrigali<br />
sahneye çıkartma çabası gösteren, hele Commedia dell’Arte’yi sanatçı tutu<br />
34
muyla hazırlanmış bir müzik ile Amfipamasso operasında birleşen Orazıo<br />
Vecchi’yi (1550-1603), operanın başlıca öncülerinden biri olarak analım<br />
Amfipamasso, üç yerde ve bir ön bölüm ("prologue") içinde birleştirilmiş<br />
madrigaller dizisidir. Eserin önemi, madrigal ile opera arasında bir bağ olmasındadır.<br />
_ Jacopo Peri, müziğin, şiirin kulluğunda olmasını isterdi. Operaları da<br />
nitekim, klavsen, lavta ve lir eşliğiyle söylenen, düzenlenmiş sözlerden başka<br />
bir şey değildi. Bu çalgıların akorlan, armonik temellere göre, sayılarla<br />
işaretlenmişti. Bu türlü işaretlemeye "basso continuo" (sürekli basso) yöntemi<br />
denir. Basso, en pes ses bölümü yerine geçer ve süreklidir. Eşlik çalgıcısı<br />
akorlann durumlarını gösteren sayılar üzerine, bölümünü doğaçtan<br />
çalar. Bugün cazda gitarcılar ve arasıra piyanistler de 'basso continuo" işaretlemesine<br />
çok benzeyen bir notalamaya uyarak armoniyi verirler. Jacopo<br />
Peri çokses yazısına karşı duran bir besteciydi; üstelik, şiirin yanında müziğin<br />
gölgede kalmasını da istediğinden operaları, daha sonraki İtalyan' operasının<br />
başlıca özelliklerinden biri olan melodi zenginliğinden de uzaktır<br />
Bundan başka, Peri ile Caccini’nin ve o çağın başka opera bestecilerinin<br />
müziklerinin seslendirilmesinde, şarkıcıların yer yer doğaçtan söyleyişe başvurmalarım<br />
hoşgörmeleri, daha da ilerisi, desteklemeleri, İtalyan operalarının<br />
seslendirilmesinde bir "improvisation1geleneğinin doğmasına yol açmıştır.<br />
Çağın opera» bestecilerinin en önemlisi Claudio Monteverdi<br />
(1567-1643), operamn çocukluk çağının geçerlikteki yöntemlerinin etkisindedir.<br />
Bununla birlikte Monteverdi bu yeni sanatı, Peri ve Caccini’nin elindeki<br />
ilkel durumundan kurtarmış, müzik ile tiyatroyu eşitleştirme çabasını<br />
göstermiş, bu yeni biçimin olanaklarını araştırmış ve geleceğin opera bestecüeri<br />
için önder olmuştur. Bundan başka, ilk operaların pek ilkel durumda<br />
olan çalgı eşliğini zenginleştirmiş, otuz kişiden fazla üyesi olan orkestralar<br />
kullanmış, çalgı müziğinin dramla kaynaşmasını sağlamış, yalnız recitative<br />
biçimine saplanıp kalmamış, aria, düet, trio gibi ses müziği biçimlerini<br />
de kurmuştur. İlk operası olan Orfeo’dan önce, asıl madrigal alanında çalışan<br />
besteci, Caccini’nin Euridice’sini dinledikten sonra madrigalden vazgeçip<br />
çalışmalarım operaya yöneltmeye karar vermiş ve 1607 yılında ilk oynanışında<br />
büyük başarı kazanan operasıyla müzik tarihinde yeni bir sayfa açmıştır.<br />
Oıfeo'dan sonra Monteverdi, bu alandaki çalışmalarım sürdürmüşse<br />
de operalarının çoğu kaybolmuştur. Elde kalanlar (// ritomo d’Ulisse,<br />
L ’Incoranazione di Poppea, vs.) olsun, diğer alanlardaki yapıtları (bu ara<br />
sayısiz madrigal, canzonetta ve dinsel eserler) olsun Monteverdi’yi olağanüstü<br />
buluşları olan, korkusuzca deneylere girişmiş, çağdaşlarını şaşırttığı<br />
bilinen çözülmemiş akorlanyla günün ilericiliğinin simgesi bir besteci diye<br />
tanıtırlar. Monteverdi’nin müzik dilindeki ileri atılışlarının örneği olan buluşu,<br />
minör yedinci akorudur. Daha önce başka bestecilerin çekingenlikle,<br />
geçici bir etki için kullandıkları bu akoru Monteverdi her şeyden önce an<br />
35
lamını güçlendirmek amacıyla, güvenle kullanmıştır.<br />
Monteverdi’nin opera biçiminde ilk yapıtlarım vermesi üzerine, opera<br />
besteciliği İtalya’da iyiden iyiye yayılmıştır. On yedinci yüzyılın öbür<br />
İtalyan bestecileri arasında, Monteverdi’nin öğrencisi Pietro Cavalli’nin<br />
(1602-1676) ve rakibi Marc Antonio Cesti’nin (1618-1669), özellikle, 115<br />
opera besteleyen Alessandro Scarlatti’nin (1658-1725) adlarını verelim.<br />
Oratoryoya gelince, bu biçimin öncüsü Filippo N en (1515-1595) adlı<br />
bir Floransak papazdır. Oratoryoyu kutsal konulu ve sahnede oynanması<br />
gerekmeyen opera diye tanımlayabiliriz. Oratoryoların konulan çoğunlukla<br />
Tevrat ve İncil’den alınır. Emilio del Cavalieri’nin (1550-1602) 1600 yılında<br />
Roma’da sunulan La mppresentazione di anim'a e di co/po oratoryosu<br />
aslında, tam anlamında, bir kutsal operaydı. Nitekim ilk oratoryolar<br />
operadan ancak konularıyla ayrılırlardı. Yoksa onlar da opera gibi dekor,<br />
kostüm, sahne hareketi ve -gerekirse- bale ile birlikte sunulurdu, oynanırdı.<br />
Bu yolda bir değişiklik, Giacomo Carissimi’nin (1605-1674) oratoryoya<br />
historicus adı verilen anlatıcıyı getirmesidir. Carissimi, anlatıcıya dayanıp<br />
oratoryolarında sahne hareketinden, dekor ve kostümden vazgeçmiştir.<br />
Carissimi’nin öğrencilerinden Marc-Antoine Charpentier (1634-1704)<br />
oratoryoyu Fransa’da yaymaya çalışmış, fakat başarı gösterememiştir.<br />
Charpentier oratoryolarından başka on yedi kadar opera (bu ara 1693 yılında<br />
Paris’te oynanan Midde) ve birçok missa, motet, dindışı şarkılar ve<br />
çalgı müziği de bestelemiştir. Opera alanındaki verimliliğini oratoryo alalımda<br />
da gösteren Alessandro Scarlatti’nin bu biçime getirdiği yenilik recitativo’lannjranına<br />
aryalar da koyması ve aıya-recitativo sıralanmasıyla orator<br />
oya bir biçim vermesidir. Scarlatti aynı zamanda arya biçimini de, üçe<br />
ayı ma ve üçüncü bölümün ilkin tekrarı olmasını sağlama yoluyla, kesinleştirmiştir.<br />
Scarlatti’den sonra İtalya’da oratoryo alanında çalışmalar gevşemiştir.<br />
İTALYA DIŞINDA OPERA<br />
Opera Almanya ve Avusturya’da büyük rağbet gördü. Fakat on yedinci<br />
yüzyılda Alman bestecileri gelecek yüzyıllara kalacak değerde operalar<br />
bestelemiş olmadılar. Hamburg'da Reinhard Keiser (1674-1739) şehrin<br />
opera kuruntunun bir yandan yöneticiliğini yaparken, bir yandan da birçok<br />
opera besteledi. Viyana’da Johann Josef Fux (1670-1741) ve Johann<br />
Caspar Kerll (1627-1693) İtalyanlannkilerle başa çıkamayacak operalar<br />
yazdılar. Bu gibi bestecilerin çabalan İtalyan operasının Almanya’da yayılmasını<br />
önleyemedi.<br />
İngiltere’de de opera çalışmalan İtalyan etkisi altında ezildi kaldı.<br />
Gene de Henry Purcell (1659-1695) gibi bir deha sayesinde İngiliz müzikli<br />
tiyatrosu en azından Dido and Aeneas gibi bir esere kavuştu. Bu yapıt, Nahum<br />
Tate’in kuru, tatsız metnine rağmen, Purcell’in müziğinin melodi nite<br />
36
likleri ile değer kazanmıştır. Operası yanında Purcell, çalgı müziğinde,<br />
özellikle yaylılar için yazdığı Fcmtasia lannda, ustalığını ve yaratış gücünü<br />
tanıtlamıştır. Kısa ömürlü Purcell’in öğretmeni John Blow (1649-1708)<br />
asıl, Venüs and Adonis adlı "masque"\ ile tanımr. "Masque” diye, opera gibi,<br />
kutsal oyunlardan, "mystere"lerden gelişen, şiir, müzik, dans, dekor ve<br />
kostümün birleştiği bir "sahne eğlentisine denir. Blow’un söz konusu yapıtının<br />
''masque"ların pahalı gösterişinden uzak oluşu bakımından küçük bir<br />
opera diye görenler vardır. Bu yapıtm, Purcell’in Dido and Aeneas'mm<br />
esin kaynağı olduğu da bilinir. Çağında, geleneklere aykırılığı bakımından<br />
"çiğ bir besteci" diye tanınan ve küçümsenen Blow’un bugünün ışığında,<br />
ilerici tutumda bir yaratıcı olduğu anlaşılıyor.<br />
İtalyan etkisine karşı Avrupa’da ancak Fransızlar direnç gösterebilmişlerdir.<br />
Kendi operaları İtalyanlarınki gibi madrigale, ya da kutsal oyunlara<br />
değil şarkılarla süslenmiş dansa dayanır. Operanın on yedinci yüzyılda<br />
Fransa’da baş kişisi, Jean Baptiste Lully (1637-1687), İtalya doğumludur,<br />
Floransa’lıdır. Genç yaşında Paris’e gelmiş, Louis X IV ’ün saray orkestrasına<br />
girmiş, kısa zamanda saray çevrelerinin en ünlü müzikçisi olmuştur.<br />
1669 yılında Paris operasını kurmuş ve bu kurum için birçok opera yazmış,<br />
yapıtları Lully’nin tarihçilerce "Fransız operasının babası" diye anılmasını<br />
sağlamıştır. Örneğini Caccini’nin operalarından alan Lully, İtalyan öğelerinin<br />
Fransızlaşmasını sağlamış, İtalyanların secco (kuru) recitativo’su yerine<br />
eşlikli recitativo’yu geliştirmiş, sözle müziğin birleşmesinde Fransızcanın<br />
özelliklerini gözetmiş, opera uvertürlerinde geleceğin bestecilerine temel<br />
olan biçimi kurmuş, orkestranın seslendirme çapını o günlere kadar<br />
ulaşılmamış bir dereceye yükseltmiş, şarkıcıların doğaca kaçmayıp müziğe<br />
bağlı kalmalarım sağlamıştır. Lully hem de operayı saray çevrelerinin sınırları<br />
içine kapalı bırakmayıp halka indirmiştir. Günümüze bölüm bölüm<br />
kalmış olmalarının da etkisiyle bugün tanınmayan operalardan başka<br />
Lully, M oliere’in oyunları için sahne müziği, birçok din müziği yapıtı, baleler<br />
ve çalgı müzikleri vermiştir.<br />
Lully uvertür biçimini sağlamlaştırmakla hem de klasik çağın senfoni<br />
biçiminin öncüsü olmuştur. Daha önceki operalar çoğunlukla şarkılı bir<br />
açılış parçasıyla başlarlardı. Bununla birlikte Monteverdi 0//
Ç ALG ILAR VE Ç ALG I M Ü Z İĞ İ BİÇİM LERİ<br />
Operanın doğuşuna yol açan ve o günlere kadar gittikçe gelişmiş ve<br />
yayılmış olan çoksese karşı bir tepki diye görülebilecek olan tekses yaygınlığı<br />
bir yandan da çalgı müziğinin büyümesine, çalgı müziği biçimlerinin ortaya<br />
çıkmasına yol açmış, hem de çalgı yapımcılığındaki ilerlemelerin dürtüsü<br />
olmuştur. Sırası düşmüşken burada, tekses (monodie) terimindeki anlamın,<br />
örneğin alaturka müzikteki tekses kavramından ayn olduğunu belirtmek<br />
gerekir. Avrupa müziğinde on yedinci yüzyılda başlayan tekses akımından<br />
söz ederken "eşlikli tekses": anlamalıyız. Yoksa,dokuzuncu yüzyıla<br />
kadar kilise müziğinde süregelen, ya da bugün bile alaturka denen müzikte<br />
dokuzuncu yüzyılın ilkel çoksesliliğine bile ulaşamamış olan bir özellik<br />
söz konusu değildir.<br />
Önceki yüzyılların gitgide gelişmiş, gitgide karmaşıklaşmış çoksesi yarımda<br />
kendini gösteren eşlikli tekses, yıllar geçtikçe müzik dilinin türlü biçimlerine<br />
uyarak Avrupa'nın dört bir köşesine yayılmıştır. Bir yandan kilise<br />
müziği, öte yandan da -önceleri eşlikli teksesteki görevi şarkıcının söylediği<br />
melodiyi desteklemek olan - çalgıların gitgide kimlik kazanmalarıyla<br />
koşullanan müzik tekses akımı içinde kimliklerini güçlendirmişler, evrimlerini<br />
sürdürmüşlerdir. Sonat ve konserto, teksesin uyandırdığı yeni ilgiye dayanarak,<br />
tek başma çalan çalgıcının, tek bir melodi çizgisinin kıvrımları ve<br />
ayrıntıları yoluyla dinleyicisinin ilgisini çekme çabalarının sonucunda gelişmiş<br />
biçimlerdir.<br />
Görelim, on yedinci yüzyılın çalgıları nelerdir? Bunları çalanların durumları,<br />
önemleri, başarılan nedir? Çalgı müziğinin yayılması, müzik sanatına<br />
neler kazandırmıştır?<br />
Yukarda Monteberdi’den söz ettik ve bu bestecinin operalan için<br />
kurduğu orkestrada yalnızca, Peri ve Caccini’nin opera orkestralan gibi,<br />
lavta ile klavyeli çalgıdan ortaya çıkmış bir "iskeletle yetinmediğini, ilerici<br />
günlerin orkestrasının nüvesi sayılacak bir çalgıcılar grubuna başvurduğunun<br />
bilindiğini belirttik. On yedinci yüzyılda orkestranın gelişmesi, orkestrada<br />
kullanılan çalgıları yapanların daha ileri yapım yöntemleriyle çalışmaları,<br />
çalgıcının gitgide eşlik görevinden ayrılıp tek başına yz da çalgı toplulukları<br />
içinde çalabilme yetisini kazanması, bestecilerin özellikle çalgılar<br />
için artan sayıda müzik yazmaları ve bu müziğe yeni biçimler kazandırmaları,<br />
konumuz olan çağa daha sonraki yüzyılların müzik evrimi açısından<br />
büyük önem kazandırmaktadır "Klasik" ve "romantik" çağlar, sonuçta da<br />
yirminci yüzyıl müziği, on yedinci yüzyılda atılmış temeller üzerine kurulmuştur.<br />
Hem, eski Yunan’dan beri, eski Yunan’dan bile daha önce, şarkı<br />
söyleyen sese bir ya da birkaç çalgının eklenmesi her zaman hoşa gitmişti.<br />
N e var ki Hıristiyanlık, çalgıları yasak etmiş, yalnız sese dayanan bir müziği<br />
desteklemiş, bu yüzden de çalgılara özgü bir müziğin büyümesi geciktikçe<br />
gecikmişti. On yedinci yüzyılda çalgı müziğinin de artık, kilise dışı b r<br />
38
ilim ve sanat hayatının erginliğe kavuşmasına koşut olarak geliştiğini görüyoruz.<br />
On yedinci yüzyıla varana kadar birçok çalgı, çağma göre lavta, lir, viol’ler,<br />
klavsen, klavikord, org, türlü davullar ve nefes çalgıları ya dindışı<br />
müziğe, ya da, tapmaklardan içeri sızabildiklerince, insan sesinin yanında<br />
seslerini güçsüzce duyurabilmişlerdi. Çalgıların o zamana kadarki ödevleri<br />
pek sınırlı, pek ilkeldi. Ya, çoksesi kuran insan seslerinden başlıcasını çiftlerler,<br />
ya da, bilemediniz, o sesle bir oktav aralıkla çalarlardı. Çalgıların armoni<br />
kurallarına göre, birlikte, kendileri için hazırlanmış bir müziği çalmaları<br />
diye bir olay -bugün pek olağan saydığımız bir şey- o eski çağlarda<br />
yoktu. Eski notalarda sık sık rastlanan "çalmak, ya da söylemek için" kaydı,<br />
bestecinin çalgı ile insan sesi arasmda biı ayrılık gözetmediğinin tanıtıdır.<br />
On altıncı yüzyıl ortalarında müzikli oyunlar için yazılan çalgı eşlikleri<br />
de ilkel, üstünkörü şeylerdi. On yedinci yüzyılda Michael Praetorius "kemanların<br />
ve kornetlerin sol anahtarıyla çalacaklarını" işaretlediği zaman<br />
gerçekten, o çağa kadar çalgıya kimsenin göstermemiş olduğu bir saygıy.<br />
göstermiş oluyordu. Cavalieri’nin yukarda sözü edilen oratoryosunda "çalgı<br />
eşliğinin duygulara uygun değişiklikler göstermesi gerektiğini" öne sürmesi<br />
de bir yenilikti. Monteverdi de çalgıların duygulan yansıtmalan görüşünü<br />
savunanlardandı. On yedinci yüzyılın ilk yılannda hiçbir besteci bu<br />
konuda Monteverdi kadar olumlu davranmamıştır. Kurduğu opera orkestrası,<br />
bugünün senfoni orkestrasının temelidir. O günlerin orkestrasında<br />
kullanılan çalgılardan kimi daha o zamanlar gelişimini tamamlamış, kimi<br />
de sonraki yüzyıllarda erginliğe varmıştır.<br />
On yedinci yüzyılda kullanılan çalgıların başlıcalanndan biri lavta idi.<br />
Yüzyıllar boyunca müzik topluluklarında en çok görülen çalgılardan biri<br />
olan lavta, on sekizinci yüzyıldan başlayarak gitgide adını, görünüşünü ve<br />
sesini unutturacaktır. Lavtanın biçimini ve sesini uzun uzun anlatmak yerine<br />
bu çalgının, alaturka müziğin ud’una, neredeyse aynı çalgı sayılacak kadar<br />
çok benzediğini belirtip geçelim. İlk orkestralarda, bu ara Monteverdi’nin<br />
orkestrasında, türlü boylarda lavtalar kullanılırdı. Bunlar Avrupa’<br />
nın her yerinde, özellikle İngiltere ve Fransa’da çok rağbetteydiler, ön celeri<br />
eşlik amacıyla kullanılan lavta için daha sonraları doğrudan doğruya<br />
müzik yazılmış, Chambonniöres, Couperin’ler, Bach, Hande) lavta için irili<br />
ufaklı birçok yapıt bestelemişlerdir. On yedinci yüzyılda lavta ve klavsen<br />
en çok kullanılan iki çalgıydı. Klavsen için olsun, lavta için olsun yazılan<br />
müziğin çoğunluğu süitlerdir. Dört bölümlü süit biçimi, bu çalgıların danslara<br />
eşlik için kullanılması dolayısıyla, demektir ki dans müziği olarak ortaya<br />
çıkmıştır. Bu dört bölüm genellikle yavaş-hızlı-yavaş-hızlı olarak giderdi.<br />
O günlerin geçerlikteki danslarının biçimlediği ilk süitler çok kereAUemande,<br />
Courante, Sarabande, Gigue dans biçimlerine uyardı.<br />
AUemande, adının da anlattığı gibi, Almanya’da ortaya çıkmış, on yedinci<br />
yüzyılda Fransa’ya geçmiş bir danstır. Dansın müziği, ölçü bakımın<br />
39
dan, çift zamanlıdır. Tempo, tören müziğini andırırcasına, ağırdır. Courante<br />
(ya da İtalya’da yayıldığı zamanki adıyla coırente) on altıncı yüzyıl Fransız<br />
danslanndandır. Noktalı ritimler, çevik, hızlı bir tempo, üç zamanlı vuruş<br />
bu dansın başlıca özellikleridir. Sambande’ın kaynağı Ispanya’dır. Ü ç<br />
zamanlı, ağır tempolu, müziği süslemelerle nitelenen bir danstır. Gigue Uç<br />
zamanlı (6/8, ya da 6/4) vuruşta, hızlı tempolu bir İngiliz dansıdır.<br />
İlk süitlerin bu başlıca danslarına, sonraları başka danslar da eklenmiş<br />
ve süitin bölümlerinin sayısının yediye, sekize yükseldiği olmuştur. Bugünün<br />
caz müziğiyle gene bir benzetme yaparak, o günün dans müziği bestecilerinin<br />
de stylisation yoluyla bu dansların vuruş ve ritim özelliklerini değiştirmeden<br />
bu biçimleri bir halk dansı olarak ilkel durumlardan kurtardıklarım<br />
ve sanat müziği gereklerine göre işlediklerini, o günlerin dans müziği<br />
dinleyicilerinin de bu müzikle, bugünün cazında olduğu gibi ya dans ettiklerini,<br />
ya da yalnızca oturup dinlediklerini belirtelim.<br />
İngiltere’de lavta eşlikli şarkılar, tekses sanatını çokses müziğinin ustalık<br />
ve anlatım katına yükselten yapıtlarla zenginleşmiştir. John Dowland<br />
(1563-1626) bu biçimin, sanat şarkısının en usta bcstecilcrindcndi; hem de<br />
besteciliği kadar başarılı bir lavtacıydı. Dowland’ın olsun, çağdaşı öbür<br />
bestecilerin (Philip Rosseter, Thomas Campion, vb.) olsun, sanat şarkıları<br />
için yazdıkları lavta eşliği bölümleri, tek başlarına önem taşıyan değerdeydiler.<br />
Lavta eşlikleri için doğrudan doğruya kapsamlı bir notalama değil,<br />
çok kere, yukarda caz gitarı notalamasında yaptığımız benzetmeyi andıran,<br />
tablature denen bir yöntem kullanılırdı. Lavta için İngiltere’de de süitler<br />
yazılmıştır. Bunlar da, Avrupa’daki örnekleri gibi, yavaş ve hızlı dansların<br />
art arda gelmesiyle, genellikle dört bölümden kurulmuşlardır.<br />
Lavta, orkestrada, Haydn çağına kadar kullanılmıştır. Haydn kesin,<br />
"klasik" biçimini verdiği orkestrada lavtaları istememiş ve on sekizinci yüzyıldan<br />
sonra bu çalgı müzik dünyasından silinmiş, ancak yirminci yüzyılda,<br />
on yedinci ve daha eski yüzyılların müziğinin asıllarma uygun çalınması<br />
kaygılarıyla, yeniden konser sahnelerinde görünmeye başlamıştır.<br />
SONAT BİÇ İM İN E DOĞRU<br />
Süite İtalya’da verilen ad. Sonata da cametv idi. Gerçi o çağın sonatı,<br />
klasik çağda Haydn gibi, Mozart gibi ustaların elinde kesir biçimini bulmuş<br />
olan sonatla ilintisizdi ama, klasik çağın sonatının on yedinci yüzyıl<br />
İtalyan çalgı müziğinden çıktığı da bir gerçektir. Sonat terimi, latince tınlama,<br />
ses verme anlamına gelen sonare kelimesinden gelir; kantat kelimesir<br />
nin de latince şarkı söyleme anlamına gelen çantan’den, daha sonra klavyeli<br />
çalgı parçaları için kullanılan toccata kelimesinin de çalgının klavyesine<br />
"dokunmak" anlamına kullanılan latince toccare’den gelmesi gibi...<br />
İtalya’da çalgı müziğinin gelişmesine, madrigal biçimi yol açtı. Madrigaller<br />
on yedinci yüzyılda gitgide daha karmaşık olmaya başladıkça, insan<br />
40
seslerine eşlik için kullanılan çalgıların, çoğunlukla viollerin (bugünkü yaylı<br />
çalgıların ilkel durumları), madrigalleri insan seslerinden bağımsız olarak,<br />
kendi başlarına çaldıkları oldu. Görüldü ki violler, insan sesi için çok<br />
güç olan bazı partileri kolaylıkla çalabilmektedirler. Bu gözlemin uygulanmasıyla<br />
"çalgılar için şarkı" diye tanıtabileceğimiz, çalgı "canzone"leri, bir<br />
tür oda müziği olarak yayılmaya başladı. İnsan sesi için hazırlanmış parçalan<br />
en az andıran parçalara sonat adı verildi. Bu ara Giovanni Gabrieli’-<br />
nin (1557-1612) "canzoni per sonar" adını verdiği, türlü çalgılar ve org için<br />
yazılmış parçaları bu akımın başlıca örnekleri arasındadır. Giovanni Gabrieli<br />
karşılıklı koro deneylerini, Maıkos Katedrali’nde ödevli olduğu yıllarda,<br />
gerek koro için, gerek çalgılar için yazdığı müziklerde geliştirmiş bir<br />
bestecidir.<br />
İki türlü sonat vardı. Biri, yukarda sözü edilen ve süit biçiminin İtalya'daki<br />
adı olan "sonata da camera" (oda sonatı), öteki de, Haydn ve M o<br />
zart’ın kesinleştirdiği sonat biçiminin öncüsü olan "sonata da chiesa" (kilise<br />
sonatı). Gabrieli’Lerin deneylerinde başlıca örnekleri verilen "canzona"<br />
biçimine dayanan kilise sonatı, sözü geçen biçimin gereklerince, birbirine<br />
karşıt özellikte iki kesimden kurulmuştu. Bu iki karşıt kesim art arda birkaç<br />
kere tekrarlanırdı. Daha sonra bu tekrarlar, ayrı hızda, birbirlerini izlemeyen<br />
bölümler halinde gelişmiştir. İtalya'da gitgide ilgi görmeye başlayan<br />
bu biçimi Alman bestecileri, önceleri özellikle org bestecileri kullanmaya<br />
başlamışlardır. Am a daha önce İtalya’da Corelli bu biçimden, klasik<br />
sonatı hazırlayan dört bölümlü sonat biçimini çıkarmıştır. Bu biçimin, yavaş-hızlı-yavaş-hızlı<br />
bölümlerin art arda gelmesi bakımından süit biçimiyle,<br />
dolayısıyla "sonata da camera" biçimiyle de olan ilintisi ortadadır.<br />
On yedinci yüzyılın sonatları çoğunlukla, o çağın gitgide rağbet görmeye<br />
başlayan yeni çalgısı, keman için yazılmıştır. Corelli ve Vitali gibi<br />
besteciler bir yandan yeni biçimi hazırlamışlar, öte yandan da keman müziği<br />
yazısının ve keman çalma tekniğinin temellerini atmışlardır.<br />
KEM AN Y A P IM I VE M Ü ZİĞ İ<br />
Bir kutu, üstünde teller, tellerin üstünde gezdirilen bir yay... Bu türlü<br />
çalgılar Avrupa'da boylarını göstermeye, seslerini duyurmaya başlamadan<br />
yüzyıllar önce doğu ülkelerinde kullanılmaktaydı. M odem kemanların yapılmaya<br />
başlamasından önce bu biçimdeki son çalgılar viol’lerdi. On yedinci<br />
yüzyılda, Monteverdi orkestrasında vida da gatnha (bacak vıol’u, bugünkü<br />
viyolonselin atası), ve vida dabmccia (kol viol’u) yanında vidina piccolo<br />
(küçük keman) adı verilen çalgılar da vardı. Çağın yaylı çalgılarının bir<br />
başka türlüsü, "cep kemanı” anlamına gelen pocheite ise daha çok dans öğretmenlerince<br />
kullanılırdı. Orta çağlardan beri renaissance boyunca, on yedinci<br />
yüzyılın ortalarına kadar kullanılmış olan violler, bugünün yaylı çalgılarına<br />
kıyasla, güçlü ve büyük bir tınıdan, renk ve ayrıntılarından yoksun<br />
41
çalgılardı. Ama, buluşlar yüzyılının İtalya’sı, bu alanda da gelişmelere sahne<br />
oldu. Bresda’da Gasparo da Salo (1510-1609) yeni yüzyılın eşiğinde, viollerle<br />
kıyaslanamayacak sesleri ve kusursuz işçilikleri bugün bile uzmanları<br />
hayran bırakan kanan ve viyolalar yaptı. Cremona’da Andrea Amati,<br />
(1520-1611) iki oğlu, Antonio ve Geronimo, ve torunu Nicolo bu şehrin<br />
adını değerli keman, viyola ve çellolarla birleştiren çalgılar geliştirdiler.<br />
Keman yapımında kusursuzluğun simgesi olan Antonio Stradivari<br />
(1644-1737) de Cremona’lıdır. H er ne kadar Stradivari en iyi yaylı çalgılarını<br />
1700’den sonra ortaya çıkarmışsa da, on yedinci yüzyıldaki ömrü boyunca<br />
yaptığı çalgılar da Stradivari işçiliğinin kimliğini taşır.<br />
Kemanların yapımı iyileştikçe bestecilerden gördükleri ilgi de arttı.<br />
Andrea Gabrieli, kemandan yararlanan ilk besteci diye bilinir. Ama, bu<br />
çalgının kendine özgü olanaklarından (ıtremolo, pizzicato, glissando; yani<br />
iki nota arasmda hızlı titreme, tellerin parmakla çekilmesi, bir notadan<br />
öb rüne kaydırma) dramatik etkiler için ilk yararlanan da, Orfeo'da, Monteverdi<br />
olmuştur. Bu ara Carlo Farina adlı bir besteci "Capriccio slravagante"<br />
adlı bir parça yazdı. Bu parçada kemana köpek havlamalarını, horoz<br />
ötüşünü, tavuk gıdaklamasını vs. taklit ettiriyordu. Her çağda zirzoplar<br />
vardır ve bunlar çok kere çağdaşlarım gerçek sanatçılardan daha çok etkilerler.<br />
Birçok kişinin kemandan hayvan sesleri çıkarmaya özenmesi üzerine,<br />
Farina’tun zevzekliği yüzünden, keman yazısı yarım yüzyıl kadar gecikti.<br />
Keman yazışım kendi gününe kadar süregelmiş olan zırva kargaşalıktan<br />
kurtaran, durultan, ağırbaşlılığa kavuşturan, bu çalgının gereklerini ve<br />
olanaklarını ortaya çıkaran Arcangelo Corelli (1653-1713) oldu. Kemanın<br />
her şeyden önce "şarkı söylemeye" melodi çalmaya elverişli bir çalgı olduğunu<br />
gözönünde tutarak, sonatlarının özellikle yavaş bölümlerinde kemanın<br />
bu niteliğini işledi. Bunun yanında çalgının gösterişle ilgili olanaklarına<br />
da yan çizmedi ama bu bakımdan hiçbir zaman Farina'mn hayvan taklitlerine<br />
yüz vermedi; sonatlarının hızlı bölümlerinde çalgıcısında yumuşak<br />
bir yay ve çevik parmaklar arayan dengeli, parlak geçitler yazdı. Corelli’-<br />
nin en tanınmış yapıtı "La Folia' çeşitlemeleri, bu bestecinin keman yazısı<br />
özelliklerinin seçkin bir örneğidir. Corelli’nin keman çalma sanatına getirdiği<br />
yenilikler, kısa zamanda Avrupa'nın dört bucağında duyuldu ve sayısız<br />
öğrenci ondan ders almaya koştular. Corelli’nin kurduğu keman çalma<br />
üslûbu, kopmamış bir gelenek olarak, bugünün birçok keman virtüozunda<br />
da görülmektedir. Corelli’nin ileri gelen öğrencilerinden Giovanni Battista<br />
Somis (1686-1763), bir sonraki yüzyılın büyük bestecilerinden ikisine, keman<br />
yazışma yeni öğeler kazandıran Fransız bestecisi Jean-Marie Leclair’e<br />
(1697-1764) ve bir sonraki bölümde önemi üzerinde daha geniş söz<br />
edeceğimiz Antonio Vivaldi’ye, öğretmenlik etmiştir.<br />
Corelli’nin kurduğu keman üslûbu Avrupa’daki en seçkin okulunu<br />
on sekizinci yüzyılda Fransa’da, ilerde Fransa-Belçika Okulu adını alacak<br />
42
okulun yöntemlerini izleyen kemancılarla geliştirecektir. Fakat daha önce,<br />
on yedinci yüzyılda Almanya’da, Corelli’nin öğrettiklerinin etkisi görülmeye<br />
başlamış ve bir Alman keman okulu ortaya çıkmıştır. Bu okulun kurucusu<br />
da bir îtalyandı; Almanya’ya yerleşmiş bir Italyan Corelli’nin çağdaşı<br />
Guiseppe Törelli (1660-1708). O çağda Alman saraylarında İtalyan kemancıların<br />
gördüğü rağbet, Torelli’nin yurt değiştirip Almanya’ya yerleşmes.<br />
çağrısını almaşım sağlamış ve bu ünlü kemancı-bestecinin Bresden’de kurduğu<br />
okul kısa zamanda Berlin ve Mannheim’da da okulların kurulmasına<br />
yol açmıştır. On sekizinci yüzyıl müziğinde büyük önemi olan Mannheim<br />
Okulundan sonraki bölümde söz edeceğiz.<br />
Guiseppe Törelli, öğreticiliği yanında hem de, ilk keman konsertosunu<br />
yazmış olmasıyla da anılır. N e var ki "Törelli ilk konsertoyu yazdı" derken,<br />
"konserto" teriminin o çağdaki anlamını göz önünde tutuyoruz. Konserto<br />
(concerto) terimi, ayn partilerin, ayrı seslerin birlikte tınlaması anlamına<br />
gelen latince concertus kelimesinden çıkar. Terimi ilk olarak -on yedinci<br />
yüzyıl başmda Ludovico Viadana, insan sesleri ve org için yazdığı ve<br />
"concerti ecclesiastici" admı verdiği motetlerde kullanmıştır. Başka çalgıların<br />
ve yalnız çalgüar için yazılmış bölümlerin de eklenmesiyle kilise için yazılmış<br />
bir türlü eserlerden "concerti da chiesa”, yani "kilise konsertolan” ortaya<br />
çıkmıştır. Bunlar, yukarda özellikleri anlatılan "kilise sonatı" biçimini<br />
izler, ya da İtalyan uvertürü biçimine uyar.<br />
Konserto teriminden hep, tek bir çalgının ya da sesin, veya küçük bir<br />
çalgı ya da ses topluluğunun, daha büyük bir topluluğa "karşı" olarak çalması,<br />
ya da söylemesi durumu anlaşüır. Torelli’nin, Corelli’nin, Geminiani’nin<br />
ilk konsertolan da, her ne kadar "klasik" ve "romantik" konsertolardan<br />
biçim bakımından ayn idiyseler de, bu "karşıtlık" öğesini işlemişlerdir.<br />
Tek çalgı yerine küçük bir çalgı topluluğunun büyük toplulukla karşılaştığı<br />
biçim concerto gmsso adım alır ve küçük topluluğa concertino denir.<br />
KLAVSEN M ÜZİĞ İ<br />
On yedinci yüzyılda çalgı müziğinin yaygınlığı, kemanın yarımda klavsenin<br />
de gelişmesine yaradı: Hem bu çalgının yapım yordamlanndaki aşamalarla;<br />
hem de, klavsen müziğinin, bu çalgının özelliklerini gözeten bir<br />
dil kazanmasıyla. Antwerp’de klavsen yapımcısı Ruckers aüesi, bütün müzik<br />
dünyasına, bir bakıma Cremonalı ustaların keman yapımındaki başarılarının<br />
klavsene uygulanması sayılabüecek nitelikte, daha önceki çağların<br />
klavyeli çalgılarıyla kıyaslanmayacak kadar ileri klavsenler yollayıp duruyordu.<br />
Bugün nasıl müzikle ilgili her evde bir piyano varsa -yahut, olması<br />
istenirse- o zaman da klavsen evlerin baş köşelerinde yer alırdı. Bu ara<br />
bir yanlış sanıyı düzeltmek yerinde olur. Sürüm bakımından ilerki yüzyıllarda<br />
klavsenin yerini piyanoya bırakması, piyanonun atası olması demek değildir.<br />
Piyano ile klavsen, gerek mekanizmaları, gerek tınılan birbirlenn-<br />
43
den ayn çalgılardır. Klavsende her bir tuşa basıldığında bir tırnak, daha<br />
doğrusu bir mızrap teli çeker. Oysa piyanoda ses, tele çekicin vurmasıyla<br />
çıkar. Bu bakımdan piyanonun gerçek atası klavikord’dur Klavsen ilk, on<br />
dördüncü yüzyılın sonunda İtalya’da yapılmıştır, klavsenin bir türlüsü olan<br />
spinct bu adı, çalgının bulucusu Spinetti’nin adından almaktadır. Çalgıya<br />
türlü ülkelerde türlü adlar verilmiştir. İngiltere’de kullanılanlara "virginal"<br />
denmiş, daha sonra İngilizce konuşan ülkelerde İtalyanca "arpicordo" kelimesinin<br />
İngilizleştirilmesiyle çalgı "haıpsichord" adım almıştır. Klavsene<br />
İtalya’da "davicembalo”, ya da "gravicembalo" denir. Fransa’da ise çalgı "clavecin"<br />
adını almıştır. Bugün bizde bu çalgıya verilen ad, Fransızca adının<br />
Türkçe okunuşuyla yazılmasıdır.<br />
Tuşlara dokunmadaki değişikliklerle ses tınısı ve yeğinliği (şiddeti) elde<br />
edilemeyen klavsende ayırtı (nüans) olanağı yok gibidir. N e var ki, çalgı<br />
yapımındaki ilerlemeler klavsene, ayırtı dereceleri değilse bile, ayırtı ve<br />
tını yüzeyleri, ayrı tim "katları" sağlamıştır. Bundan başka çalgının ses alanı<br />
da genişletilmiştir. Bugün kullanılan klavsenler genellikle çift klavyelidir.<br />
Bunların yanında tek klavyeli küçük klavsenler olduğu gibi, üç dört<br />
klavyeliler de vardır. Çalgıda pedallar hem tınıyı değiştirir, hem de çalgının<br />
ses alanının arttırılmasına ve kısılmasına yarar.<br />
On yedinci yüzyıldan başlayarak orkestrada klavsen, iki yüzyıl kadar<br />
süreyle, özellikle rccitativo geçitlerde solo sese eşlik için kullanılmıştır. O<br />
zamanlar şefler orkestrayı klavye başından yönetirlerdi. Klavsenin eşlik bölümü<br />
yazılmamış olduğu için şef, "basso continuo" yöntemine uyarak bölümünü<br />
belirli başlar üzerine doğaçtan çalardı. Klavsen için yazılmış yapıtlar<br />
ise çalgının sınırlı niceliklerinin koşulladığı bir üslûba yol açmıştır. Özellikle,<br />
klavsende ses (ululamadığı, uzatılamadığı için besteciler bu eksikliği<br />
süslü cümlelerle gidermeye çalışmışlardır. Şu da var ki Süslemeler, o çağın<br />
anlayışına, beğenilerine de uyuyordu.<br />
Klavsen için müzik yazmış on yedinci yüzyıl bestecileri arasında<br />
önemli bir öncü, Alman besteci Johann Kuhnau’dur (1660-1722). Kuhnau,<br />
klavsen için ilk sonatları yazmış olmasıyla ünlüdür Bu sonatlar yalnızca<br />
dans parçalarının birbirini ardma sıralanmasıyla ortaya çıkmış şeyler değildi<br />
ve keman müziği yoluyla gelişen biçimin klavsene uygulanmasıydı. Böylece,<br />
Haydn, Mozart ve Beethoven'in geliştirecekleri klavye sonatı biçiminin<br />
yolunu Kuhnau açmış oluyordu.<br />
İngiltere’de Tallis, Byrd, Gibbons, Purcell gibi besteciler, insan sesi<br />
için olduğu kadar, klavsen için de müzik yazmaktan hoşlanırlardı. İngiltere’de<br />
dans süitinin yanında, bir dans biçimine uymayan çalgı parçalarının,<br />
bu ara klavsen parçalarının da yazıldığı oluyordu. Bunlara "faney” adı verilirdi.<br />
"Fantasia"lar ise -gene, bir dans biçimine uymayan parçalar- ya yalnız<br />
klavsen için, ya da klavsenle birlikte yaylı çalgılar için yazılmış, çeşitleme<br />
(variation) biçimini, ya da motet biçimini uygulayan parçalardı. Terimin,<br />
bestecilerin kendilerini artık ille de sözlere bağlı olarak müzik yazma<br />
44
zorunda saymamaları, imgelemlerini yalnız çalgı için yazılmış parçalarda<br />
daha özgürce kullanmaları gereksinmesine uyduğu da söylenebilir. Nitekim<br />
"fancy" kelime anlamı olarak "hayal, kapris, zevk" karşılıklarını bulur,<br />
İtalyanca "fantasiankelimesi de bu anlamlan karsılar.<br />
Fransa’da klavsen, bugün piyanonun olduğu gibi, danslarda ve eğlence<br />
toplantılarında bas çalgıydı- Fransız dans süitini biçimlendiren, bir sonraki<br />
yüzyılın Rameau ve Couperin gibi ustalannm çalışmalarıyla gelişen<br />
klavsen okulunu kuran besteci Jacques Champion de Chambonniferes’dir<br />
(1602-1672). Klavsen müziğinin çağında en büyük besteci Domenico Scarlatti<br />
çoğunlukla on sekizinci yüzyılda yapıtlarını vermiş bir besteci olduğu<br />
için sonraki bölümde konumuz olacaktır.<br />
ORG M Ü ZİĞ İ<br />
1 t<br />
Klavsen, barok üslûbunu müzikte en iyi simgeleyen çalgıydı. Barok,<br />
on yedinci yüzyılın ve on sekizinci yüzyıl başlangıcının sanatındaki genel<br />
eğilimleri (büyük orantılar, dramatik davranışlar, hele süslemeyle ilgili beğeniler)<br />
tanıtmak için kullanılan terimdir; "düzensiz biçimdeki inci" anlamına<br />
gelen, Portekizce batvcco sözcüğünden alındığı sanılır. Söz konusu evrenin<br />
çağdaşları, yaşadıkları yıllan bu terimi kullanarak anıyor değillerdi.<br />
Beuvquc, rococo, gothique gibi tanıtta adlar, bu çağlara sonradan, sanat tarihçilerince<br />
verilmiştir.<br />
Müzikte, barok’a "sürekli bas çağı” da denmişse de bu tanıtış, sınırlı<br />
olması nedeniyle, uygun değildir. Çünkü, on yedinci yüzyıl müziğinin en<br />
önemli dalları olan klavsen ve org müziğini kapsamaz. Nitekim bu iki çalgı,<br />
barok üslûbunun müziğe yansımasının başlıca ortamları olmuşlardır,<br />
ikisi de klavyeli çalgılar olduklarından, gerek klavsen, gerekse org için yazılan<br />
yapıtların dillerinde, üslûplarında birçok ortak yan vardır. Bundan<br />
başka org da klavsen gibi on yedinci yüzyılda sürümü, önemi artmış bir<br />
çalgıdır. Oysa org en eski çalgılardan biridir. Hangi çağda ortaya çıktığı bilinmemekle<br />
birlikte bugünkü orga en çok benzeyen çalgıyı M.O. ikinci yüzyılda<br />
İskenderiyeli Ktcsibios’un yaptığı bilinir. Bugün kilise çalgısı diye bilinen<br />
org, çalgı yasağı yüzünden pek geç, ancak M.S. dördüncü, beşinci yüzyıllarda<br />
kiliseye girebilmiştir.<br />
On dördüncü yüzyıla varana kadar orgun kullanılışının, çalgının yapım<br />
yöntemlerindeki evrime karşın müzik bakımından pek ilkel bir durumda<br />
olduğu, Grcgor melodilerini çiftlemektcn ayrı bir yolda kullanılmadığı<br />
biliniyor. Ancak daha sonraları org, özgür bir çalgı olarak kullanılmaya<br />
başlanmıştır. On beşinci yüzyıldan bu yana org, İngiltere’de Winchester<br />
Katcdrali’ndcydi. Havası, on kişinin çalıştırdığı yirmi altı körükle, dört yüz<br />
tane boruya üflenen bir org... On yedinci yüzyıl bestecileri çok daha gelişmiş<br />
orglar üzerinde çalışma olanağını buldular. Kilise de artık org için müzik<br />
yazılmasını destekliyordu. Venedik’in Markos Katedrali ve Vatikan’da<br />
45
Papa’mn özel tom ağı, bestecilerden org müziği isteyen din kurumlan arasında<br />
başta geliyorlardı. Yukarda anlatılan canzona yanında ricercare ve fuga<br />
biçimleri, on yedinci yüzyılın başında org için müzik yapan Claudio Merulo<br />
ve Giovanni Gabrieli gibi bestecilerin eserlerindeki ses yürütme ve<br />
birleştirme tekniklerinden ortaya çıktı. Ricercare, İtalyanca kelime anlamı<br />
olarak, "aramak" demektir. Motet yazısından çıkan ricercare, melodik motiflerin<br />
birbirleri ardından, benzetme yoluyla, belirmelerine dayanır. Bu biçim,<br />
genellikle birçok motif taşır. Ancak, Andrea Gabrieli’de rastlandığı gibi,<br />
tek motifli ricercare le r de vardır. Fuga, İtalyancada "kaçmak" anlamına<br />
gelen, fugare kelimesinden türemiş bir terimdir. Fuga ile motet, madrigal,<br />
ricercare ve canzona arasındaki ayrılık şuradadır ki, şarkı müziği biçimlerinde<br />
sesler düzenli olarak önce tek, sonra çift, sonra da üçlü vs. olarak<br />
art arda birbirlerini izledikleri ve çoksesli bir doku kurduktan halde fuga’da<br />
bunlann yanında bir de gelişme bölümü vardır ki öteki biçimlerde<br />
bu bölüm bulunmaz; yerine, yeni bir "konu" sunulur ve ses sıralanmasına<br />
göre ilerletiliri Sweelinck ile Girolamo Frescobaldi’nin (1583-1644) fuga<br />
biçimini geliştirmede önemli çalışmalan olmuş ve fuga, bu iki uslanın öğrencilerinin,<br />
çoğunlukla Almanların elinde evrimini sürdürmüş, Johann Sebastian<br />
Bach da en gelişmiş durumuna varmıştır. Frescobaldi, on yedinci<br />
yüzyılın en etkileyici müzikçilerinden biriydi. Keman için Corelli, klavsen<br />
için Scarlatti ne ise, org için de Frescobaldi odur. Floransa sarayında beş<br />
yıl süreyle orgculuk yapması dışında meslek hayatı Roma’da Petrus kilisesenin<br />
orgcusu olarak geçmiştir; Frescobaldi orada çaldığında çoğu kez sayısı<br />
30.000 kişiye varan bir kalabalığın kendisini dinlediği söylenir. Yukarda<br />
sözü edilen biçimlerde ve daha birçoklarında yaptığı bestelerde Frescobaldi,<br />
bestecilik sanatının evrimine ışık tutan korkusuz, geniş imgelemli bir<br />
yaratıcı olarak sanatında yer almıştır. Frescobaldi üslûbunu Almanya’ya taşıyan<br />
başlıca orgcu bestecilerin ileri gelenlerinden biri, Viyana saray orgculuğuna<br />
atandıktan sonra büyük ustanın öğrenciliğini yapma isteğinden kendini<br />
alamayıp İtalya’ya giden, Frescobaldi’nin yanında dört yıl çalıştıktan<br />
sonra Londra’da org körüğü çalıştırıcısı gibi silik bir işte yıllar geçiren,<br />
sonra Kralın ilgisini kazanıp saray orgculuğuna atanan Johann Jacob Froberger’dir<br />
(1616-1667)<br />
ALM ANYA’DA D İN M Ü ZİĞ İ<br />
Froberger ile birlikte Wolfgang Ebner, Georg Muffat, Johann Pachelbel<br />
gibi orgcu bestecilerin savundukları İtalyan etkisi Almanya’da özellikle<br />
güney bölgelerde egemenlik sürüyordu. Kuzeydeyse sözünü geçiren<br />
bir DanimarkalIydı: Dietrich Buxtehude (1673-1707). Ömrünün uzun yıllarını<br />
Lübeck’te Meryem Ana Kilisesi’nin organisti olarak geçiren Buutehude<br />
Lübeck’i Avrupa’ma başlıca müzik merkezlerinden biri yapmıştı. Bach<br />
ile Haendel, onu dinlemek, bilgisinden yararlanmak için çok kereler Lübeck’e<br />
gitmişlerdir. Bach’ın müziğini hazırlayan en önemli etken Buxte-<br />
46
hude olmuştur. Am a bu, Buxtehude yalnızca tarih içinde bir yer doldurdu,<br />
demek değildir. Besteleri, kendi başlarına, bağımsız değerler taşırlar, bunlar<br />
önemlerini yalnızca Bach’ı ya da Haendel’i hazırlamış olmalarıyla kazanmış<br />
değillerdir.<br />
Buxtehude, birçok biçimi kesinleştirmiş, bu biçimlerin her birinde<br />
esinli bir müzik yazmış olmakla birlikte asıl "chorale prelüde" biçimini olgunlaştırmasıyla<br />
anılır. Bu biçim, kilise bestecilerinin, Gregor melodisi yerine<br />
kendi buluşları olan melodileri kullanmalarıyla doğmuştur ve on altıncı<br />
yüzyıldan başlayarak özellikle org müziği olarak gelişmeye başlamış, buyandan<br />
çok ses yöntemleriyle, öte yandan da gittikçe yayılan armonik yazıyla<br />
işlenmiş, fuga yazısı, çeşitleme biçimi, anlatım amaçlarıyla kullanılmaya<br />
başlayan süslemeler, hem de orgcuların doğaçtan çalışı bu biçimin gelişimini<br />
etkileyen öğeler olmuştur. Buxtehude, kontrapunta ya da süsleme<br />
tekniğiyle ilgili bütün bu öğelerden faydalanarak "chorale prelüde" biçimini<br />
o günlere kadar kimsenin erişmediği bir karmaşıklığa, bir olgunluğa<br />
ulaştırmıştu.<br />
On yedinci yüzyılın ilk yansında, özellikle, 1618’de başlayan Otuz Y ıl<br />
Savaşlarının etkisinde Almanya, İtalya'nın yanında, Avrupa’nın müzik sahnesinde<br />
sesi pek de duyulmayan bir ülkeydi. Gene de kilise duvarlan içinde<br />
gelişen müzik, yüzyılın sonlarına doğru Almanya’nın, geleceğin müzik<br />
evriminde alacağı görevi belirtti. On yedinci yüzyıl Almanya’sında kilisenin<br />
müzik çalışmalarının yapıldığı baş yer, belki de tek yer olmasının nedeni,<br />
bestecilerin savaşın etkileri dışında ancak kilise duvarlan içinde çalışabilmeleriydi.<br />
Almanya’da müziğin evrimine büyük etkisi olan DanimarkalI<br />
Buxtehude yamnda bir başka etken, on yedinci yüzyıl Alman müziğinin önderi<br />
sayabileceğimiz Heinrich Schütz (1585-1762) idi. Schütz eğitimini V e<br />
nedik’te Markos Katedrali’nde, Giovanni Gabrieli'nin yanında görmüştü,<br />
öğrendiklerini Alman müziğine uyguladı. Çift korolar, türlü çalgı ve insan<br />
sesi birleşimleri, eşlikli tekses, opera etkileri... Alman mizacı "dramatik”<br />
bir müziğe, sözün anlattıklarının müzikle izlenmesine, söz ile müzik kaynaşmasına,<br />
İtalyan mizacına kıyasla daha büyük bir eğilim gösterdiğinden<br />
olacak, opera biçimi ve bu biçimin gerektirdiği söz-müzik kaynaşması, yalan<br />
çağlara varana kadar Almanya’da -operanın doğum yeri İtalya’ya kıyasla-<br />
biçimin gereklerine çok daha uygun örnekler vermiştir. Schütz, az<br />
sayıda yazmış olmakla birlikte operaya çok yakın bir biçim olan oratoryoda,<br />
bundan başka söz-müzik birleşmesinde "dramatik" etkiler araması bakımından<br />
kilise yapıtlarının hepsinde (Geistiiche concerte, SytHphoniae sacrae,<br />
vb.), operanın getirmiş olması gereken anlatımla ilgili tutumun en başardı<br />
örneklerini vermiştir. Schütz’ün opera alanında da çalışmalar yapması<br />
beklenirdi. Nitekim besteci, Rinuccini’nin metninin Almanca çevirisi<br />
üzerine Daphne'yi bestelemiş ve yapıt Ok olarak 1627 yılında Saxon Prensesi<br />
Sophie'nin evlenme töreninde oynanmıştı. İlk Alman operası olarak bilinen<br />
bu yapıtın notaları ne yazık ki bir yangında yok olmuştur.<br />
47
Schiitz’ün yanında Johann Hermann Schein (1586-1630), Italyan müziğini<br />
Almanya’ya getiren, hem de çağma göre "modem" üslûpta yapıtlarıyla<br />
ün yapan bir besteciydi: Protestan kilisesinde org müziğinin evriminde<br />
görevi büyük olan Samuel Scheidt (1587-1654), özellikle "chorale prelüde"<br />
ve çeşitleme biçimlerinde bu gelişmeyi sağlamıştır. Schütz, Schein ve Scheidt<br />
yanında Praetorius, Kuhnau, Rosenmüller, Reinken, Krieger gibi birçok<br />
besteci, doğrudan doğruya kilise gözetilerek yazılmış yapıtları yanında,<br />
dindışı müzikte de birçok yapıt vermişler ve İtalya’da kurulan geleneklerin,<br />
hem de daha derin anlamlar kazanarak ve daha da kapsamlı evrim<br />
katlarına ulaşarak, Almanya’nın protestan dünyasında yayılmasını sağlamışlardır.<br />
Bu ara, halk müziğinin sanat müziğine doğru yönelmesi, Almanya’da,<br />
bu ülkeye özgü yeni bir biçimin ilk örneklerini veriyordu. Schütz’ün yeğeni,<br />
Koenigsberg’li orgcu Heinrich Albert (1604-1651) Alman operasını biçimlendirmesi<br />
yanında, ilk lied (Alman şarkısı) örneklerini vermesi bakımından<br />
da seçkinleşmiş bir bestecidir Albert, halk şarkılarına klavye<br />
-o r g ya da klavsen- eşlikleri ekleyerek, tek şarkıcı ve klavye eşliği için //-<br />
ed’ler hazırladı Dresden’li Adam Krieger (1634-1666) de “basso continuo"<br />
eşliğiyle, tek ya da çift ses için, gene halk şarkılarına başvurarak, ya da çağın<br />
şiirleri üzerine melodiler besteleyerek lied’leı yazdı. Albert ile Krieger’in<br />
öncülüğünü yaptıkları lied ortamı kendi çağlarında İtalyan madrigalinin<br />
yerini almış, daha sonra da Schubert gibi, Schumann gibi bestecilerin<br />
ileri gelen temsilcileri olacakları lied edebiyatını doğrudan doğruya hazırlamıştır.<br />
M Ü Z İK H ALKA YÖ N E LİYO R<br />
Halkta sanat müziğine karşı bir ilginin doğması da, müzik icralarının<br />
soylu kişilerin evlerinden "sokağa çıkması" da, on yedinci yüzyılda olmuştur.<br />
O çağa kadar çalgılar, soylu kişilerin uşağı durumundaydılar. Ödevleri,<br />
saray eğlentilerine katılmaktı. On yedinci yüzyıl boyunca ve on sekizinci<br />
yüzyılda da çalgıcının uşaklığı, ödevinin saygınlığı bakımından, diyelim<br />
ki aşçı ya da bahçıvandan ayrı tutulmaması süregelmiştir ama on yedinci<br />
yüzyılda çalgıcı yalnız soylu kişiyi değil, halkı da eğlendirmeye başlamıştır.<br />
Halkın konsere gitme alışkanlığı ilk on yedinci yüzyılda başlamıştır. İlk<br />
halk konserinin 1672 yılında Londra’da, Charles H ’nin yanında çalışan bir<br />
kemancının, John Bannister’in evinde verildiği öne sürülür. Thomas Britton<br />
adında bir kömürcü böylece yeni bir kazanç kapısının açıldığını görmüş,<br />
Bannister’in evindeki konserleri sürdürmüş, saraya bağlı kişilerin bile<br />
Britton’un konserlerine, sevdikleri müziği dinlemek için para vererek girdikleri<br />
olmuştur, ö te yandan Fransızlar, ilk halk konserinin Paris’te, Londra’dakinden<br />
on beş yıl kadar önce verildiğim tanıtlamaktadırlar<br />
Daha önce halk kiliselerde, ya da kilise dışı törenlerde müzik dinler<br />
48
di. Müzik seven kişilerin kendi evlerinde ya da özel toplantı yerlerinde müzik<br />
dinledikleri olurdu. İlk halk konserleri on yedinci yüzyıl sonlarına doğru<br />
verilmiş olmakla birlikte konser yaygınlığı sonraki yüzyılda da tam anlamıyla<br />
artmış, müzik "demokratlaşmış” değildi. On sekizinci yüzyıl bu alanda<br />
ancak dağınık örnekler vermektedir. İsviçre ve Almanya’da "collegia<br />
muska” adı verilen kurumun halk konserleri, Leipzig’de Telemann ile<br />
Bach’m desteklediği konserler, Paris’te Philidor’un kurucusu olduğu "concerts<br />
spirituels"... Müziğin gittikçe artan bir yaygınlıkla halka ulaşması için<br />
on dokuzuncu yüzyılı beklememiz gerekmektedir. O zaman da, sanat müziğinin<br />
"güçlüklerine” hazırlanmış olmayan halk, daha kolay bir müzik aramaya<br />
başlamış, böylece bir "halk müziği-sanat müziği" ikiliğ: ortaya çıkmıştır.<br />
Müzik Tarihi, F.: 4 49
ON SEKİZİNCİ YÜZYILIN İLK YARISI:<br />
YÖNTEMLER ÖZETLENİYOR<br />
On sekizinci yüzyılın ilk yansı, soylu kişilerin egemenliklerini gitgide<br />
arttırdıkları ve bunu halkın aşağı katmanlarının sıkıntılanna aldırmadan<br />
yaptıkları bir çağdır. N e var ki krallık kurumu artık son yıllannı yaşamaktadır.<br />
Yığınlann kıvançsızlığı, mutsuzluğu Fransız Devrimine yol açacak,<br />
yeni bir dünya düzeninin ilk adımlan atılmış olacaktır. İmparatorluk, krallık,<br />
dukalık kurumlanılın güveni sarsılacak, türlü ülkelerde birbiri ardından<br />
toplumun "üst yapı"sının esenliği bozulacak, kamu yönetimi kavramı<br />
gitgide dünya düzeninin baş öğesi olacaktır. Yüzyılın ilk yansında, egemenliklerini<br />
babadan oğula, hem de halkın sırtından geçinerek sürdüren Bourbonlann,<br />
Hohenzollem’lerin, Habsburg’lann baskısına karşı tepkiler buyandan<br />
toplumun "alt yapı'sında, öte yandan aydınlar arasında, kendini<br />
göstermeye başlamıştır. Artık, düşünü çağı, özgürlük çağı açılmış demektir.<br />
Voltaire'in özgürlük savunmaları "üst yapı"yı bile etkilemektedir; John<br />
Locke ve Adam Smith orta sınıfın yöneticilik haklarından söz etmektedirler.<br />
"özgüllük, Eşitlik, Kardeşlik" sesleri dört bucakta yankılanmaktadır.<br />
Bir yatıdan da bilim alanında ilerlemeler gitgide artmaktadır. Dr. Jenner<br />
aşıyı, Fahrenheit termometreyi bulmuştur. Lavosier kimya bilimini geliştirmektedir.<br />
Diderot ve öbür Fransız ansiklopedicileri, eldeki bilgiler bütün<br />
dünya yararlansın diye, düzenli ve yöntemli bir biçimde bir araya getirmektedirler.<br />
Tecim ve endüstri alanında gelişmeler olmakta, büyük kentler,<br />
köylüyü çekmeye başlamaktadır.<br />
Müzikte on sekizinci yüzyılın ilk yansı, ikinci yarısının Haydn, M o-<br />
zan ve Beethoven gibi büyük klasik ustalarını hazırlayan bir çağdır; geçmiş<br />
çağlann yöntemleriyle gününkilerin, geleceğin temeli olacak gibi, birleştirildiği<br />
bir çağdır. İtalya bir yandan gene, özellikle operasıyla, Avrupa<br />
müzik hayatının merkezi durumundadır. Avrupa’nın her köşesinden yüzlerce<br />
müzikçi bilgilerini geliştirmek amacıyla İtalya’ya gitmektedirler. Am a<br />
bir yandan da Almanya İtalya’nın başlıca rakibi durumuna yükselmiştir;<br />
Almanya'nın İtalya’da hor görülmesi, Almanlann "havlamaktan ve haykırmaktan<br />
başka bir şey yapmadıklarının" söylenmesi, İtalya’nm, kuzeydeki ül<br />
50
keyi ciddiye almaya başladığının bir tanıtıdır. O çağın İtalyanlanna göre<br />
Almanya, hiçbir zaman bir deha yetiştiremeyecek ülkelerdendir. Bach, Haendel<br />
ve Telemann’ın, bu sözün İtalya’da geçerlikte olduğu günlerden hemen<br />
sonra yükselivermeleri, Almanya karşısında İtalyan müzikçilerinin<br />
kaygılarının hiç de yersiz olmadığım gösteriyor.<br />
SCARLATTİ VE VİVALDİ<br />
N e var ki Bach, Haendel ve Telemann yaıunda İtalyanlar da, Scarlatti,<br />
Taıtini ve Vivaldi’leriyle, Fransızlarsa Rameau ve Couperin’leriyle egemenliği<br />
henüz Almanya’ya tam kapsamıyla bırakmamışlardı. Bugünün klavye<br />
müziğinin 'babası” diye anılan Domenicö Scarlatti (1685-1757) operalar<br />
ve kilise müziği de yazmış olmakla birlikte asıl klavsen için kısa parçalarıyla<br />
anılır, bu parçalara "temrin" anlamına eservizi, ya da çok daha iyi bilinen<br />
adlarıyla "sonat" denir. Sonatlarını Scarlatti İ t a l y a ’dayken, Prenses<br />
Barbara için yazmıştı. Bu parçalar, klasik çağda gelişecek olan sonat biçiminin<br />
hazırlayıcıları olarak tanındığı gibi yepyeni bir klavsen çalma üslûbu<br />
getirmiş olmaları bakımından da müzik tarihinde sağlam bir yer edinmişlerdir.<br />
Bugün piyano konserlerinde sık sık yer almaları da önemlerinin yalnız<br />
bestelendikleri çağın sınırlarına kapalı kalmadığının bir başka tanıtıdır.<br />
Scarlatti’nin klavsen yazısı, daha sonraki çağların piyano yazısının birçok<br />
teknik öğesini taşımaktadır; arpeggio’lar, süslü geçitler, ellerin çapraz duruma<br />
geçmeleri, vb. Scarlatti klavsene, o güne kadarkine kıyasla çok daha<br />
taze, çok daha yeni, çok daha zengin bir dil getirmiştir. Kalıcı yaratıların<br />
hemen hepsi gibi Scarlatti’nin yaratılan da, teknik yenilikleri yanında, bestecinin<br />
kendine özgü anlatımıyla değerlenmektedirler. Scarlatti, hem de çağının<br />
en ünlü klavyecisiydi. Roma’da Kardinal Ottoborini'nin, çağın bir<br />
başka klavsen ustasıyla Scarlatti arasında düzenlediği yarışmada Scarlatti<br />
ezici bir üstünlük kazanmıştı. Öbür klavsend, Haendel’di. N e var ki Scarlatti<br />
de, Haendel’in org çalmadaki üstünlüğünü tanımak zorunda kalmıştı.<br />
İspaıya’da kralın hizmetinde bulunduğu sıralarda ne türlü bir ömür sürdüğü,<br />
belge kıtlığı yüzünden, iyi bilinmez ama, ünlü sonatlarım Ispanya’da<br />
bulunduğu sıralarda yazmış olması yeter bir bilgidir. Scarlatti’nin M adrid’de<br />
ölmüş ve orada gömülmüş olduğu da anlaşılmıştır; böylece, bestecinin<br />
ölüm yerinin Napoli olduğu bilgisi de artık geçerlikte değildir.<br />
Bugün daha çok Şeytan Trili ve Didone Abbandonata adlarını taşıyan<br />
sonatlarıyla tanınan Giuseppe Tartini (1692-1770), kendi kendini yetiştirmiş<br />
bu taşkın kişi, Corelli’nin yaydığı keman çalma geleneklerine yenilerini<br />
eklemiş ve bütün Avrupa’da etkisini duyurmuş bir çalgıcı ve besteciydi.<br />
Önce din, sonra da hukuk eğitimi görmüş, kendini kemancılığa adamış, kişiliğini<br />
o yolda gerçekleştirmiştir. Çalış üslûbuna kazandırdığı öğeler bir<br />
yandan da keman yapımına kazandırdığı ilerlemelerle koşullanmış, kemanda<br />
daha hafif bir yay, daha kalın teller kullanılması ilk Tartini’nin deneyle-<br />
51
iyle başlamıştır. 1728 yılında Padua’da bir keman okulu kurmuş, bütün<br />
Avrupa’da büyük ün kazanan bu okul en seçkinleri arasında Nardini ve<br />
Manfredini’nin adlarını sayabileceğimiz birçok kemancı ve keman müziği<br />
bestecisi yetiştirmiştir. Tartini keman için sayısız yapıt yazmıştır. Keman<br />
müziğinde Tartini özellikle, karşıt öğeler kullanmasıyla, melodik çizgilerle<br />
gösterişli geçitler arasında nitelik ayrılıklarını gözetmesiyle anılır.<br />
On sekizinci yüzyılın ilk yansının en ünlü, en saygın müzikçisi, Tarti-<br />
' ni, ya da Scarlatti ya da Rameau ya da Bach, Telemann, Haendel değil,<br />
Antonino Vivaldi (1678-1743) idi. N e var ki Vivaldi, ömrünün son yıllarında<br />
kendi vatandaşlarının nankörlüğü yüzünden mutsuz bir hayat sürmeye<br />
başlamış, ölümünden sonra da iki yüzyıla yakın bir süre on sekizinci yüzyılın<br />
gölgede kalmış bestecilerinden biri olarak arada bir adı anılmış, müziği<br />
ancak günümüzde yeniden aydınlığa kavuşmuştur. Bach da ölümünden<br />
sonra unutulmuştu; Bach’ı müzik dünyasına yeniden tanıtan Mcndelssohn<br />
bu ara, Bach’ın büyük saygı beslediği ve birçok yapıtını aktarmalar ve düzenlemeler<br />
yoluyla başka ortamlar içinde hazırladığı Vivaldi’yi de "keşfetmiştir".<br />
Vivaldi, hem besteci, hem orkestra şefi, hem de öğretici bir keman<br />
virtüözü olarak çağının Avrupa'sında eşsiz bir besteci olarak ölmüş,<br />
gitmişti. Bugün Vivaldi müziğinin gerçek kapsamı ve anlamıyla tanınması,<br />
bu bestecinin, on sekizinci yüzyılın ilk yansımn en önemli yaratıcılarından<br />
biri, belki de en önemlisi olduğunu anlatıyor.<br />
Vivaldi'nin önemi, eserlerinin anlam ve anlatım gibi daha öznel kavramlarla<br />
ilgili değerleri yanında, müzik biçimlerinin gelişmesine sağladığı<br />
hızlanma yönündendir. H er ne kadar Törelli, ilk keman konsertosunu yazan<br />
kişi olarak tanınırsa da Vivaldi, bu biçimi gelecek günlerin bestecilerinin<br />
örnek olarak kullanacakları ve geliştirecekleri özelliğe ulaştıran, tek<br />
çalgıcı ile orkestranın karşılaşması tekniğini geliştiren ilk besteci olduğu gir<br />
bi, Haydn ve Stamitz’den önce senfoni biçiminin ilk öğelerini de sunmuştur.<br />
Müzikle birlikte hayat yolu diye papazlığı da seçmiş olan Vivaldi, kırmızı<br />
saçlarının gösterişi yüzünden, "kırmızı papaz” diye anılırdı; Venedik’te<br />
bir yetim evinin, Ospedale della picta’nın yöneticiliğine atanan Vi-<br />
, valdi, bu kurumun müzik çalışmalarını geliştirmiş, yalnız yetim kızların<br />
alındığı bu kurumda olağanüstü icra başarısına erişmiş bir koro ve<br />
orkestra kurmuştu. Bir zamanlar daha çok keman konsertolârıyla -b u ara<br />
Mevsimler adını taşıyan ve her biri bir mevsimi anlatan dört tane keman<br />
konsolosundan kurulmuş dizisiyle- tanınan Vivaldi’nin başka biçimlerde<br />
yazdığı eserleri, operaları, oratoryoları, "senfonileri bugün gitgide tanınmaktadır.<br />
Vivaldi’nin yapıtlarının yeniden tanınmasını gözeten çalışmalar<br />
sonunda, başka biçimlerde birçok eser yanında, 450’dcn fazla konsertosu,<br />
yüze yakın sonatı, on iki senfonisi, elli kadar opera ve oratoryosu ortaya<br />
çıkmıştır. Yalnız Bach’ın değil, Haendcl’in, Tartini’nin, Leclair’in ve çağın<br />
başka bestecilerinin onu bir yol gösterici olarak tanıdıkları anlaşılmıştır.<br />
52
TELEM ANN VE BACH<br />
Çağın Almanya’sının aşağı yukan bir Vivaldi kadar ünlü, ne var ki<br />
sonradan Vivaldi gibi karanlığa gömülmüş, bugün de henüz yeniden tümüyle<br />
ünlenmemiş bir bestecisi, Georg Philipp Telemann (1681-1767) idi.<br />
O günler Almanya’da Telemann’m saygınlığı, Bach’ınkine kıyasla, çok daha<br />
üstündü. Örneğin Leipzig’de Thomas Kilisesi’nde Kuhnau'nun ölümü<br />
üzerine açılan kantorluk ödevine Bach, ancak Telemann bu ödevi bütün<br />
yalvarmalara rağmen reddettiği için atanabilmişti. Kantor Kilisede baş müzik<br />
yöneticisidir. Thomas Kilisesi gibi bir de şarkı okulu olan kiliselerde<br />
hem de başöğretmendir. Telemann, kendi kendini yetiştirmiş, öğrenimini<br />
başka bestecilerin müziğini inceleyerek yapmıştı; asıl, Leipzig Üniversitesinde<br />
hukuk ve dil eğitimi görmüştür: Bununla birlikte müzikteki ustalığı<br />
öylesine yüksek, verimliliği öylesine şaşırtıcıydı ki, Telemann’ın yapıtlarına<br />
sayı bakımından erişebilmiş besteci yoktur denebilir. Sayılabilmiş besteleri<br />
arasında 600 kadar Fransız usulü uvertür, 32 oratoryo, birçok kantat, motel,<br />
opera, orkestra ve oda müziği eseri vardır. Telemann’ın bestelerinin<br />
sayısını verirken şimdilik "birçok" deyimiyle yetinmek zorundayız. Çünkü<br />
bestecinin kendi bile kendi yapıtlarım sayamamıştı; bugün, Telemann’m<br />
öneminin tanınmasıyla birlikte, bestelerinin tam bir katalogunu çıkarma<br />
yolunda da çalışmalara girişilmiştir; bu çalışmalar henüz sona ermiş değildir.<br />
Telcmann’ın yirminci yüzyüda kavuştuğu aydınlığın Vivaldi’ninki kadar<br />
güçlü olmaması ve bu çalışmaların biraz yavaş ilerlemesinin nedeni<br />
olarak gösterilebilir. Yeni biçimler, yeni birleşimler aramış, geleneksel çokses<br />
yazısını, çağının özellikle İtalyan etkisindeki beğenileriyle birleştirmiş<br />
olan Telemann, Bach’ı, Mozart’a bağlayan geçiş evresinin kalburüstü bir<br />
bestecisi olarak yükselmiştir.<br />
Vivaldi ve Telemann’m gitgide ışığa kavuşmasıyla, on sekizinci yüzyılın<br />
ilk yarısının en önemli yaratıcısı olarak Johann Sebastian Bach’a<br />
(1685-1750) kazandırılan üne gölge düşeceği yolunda bir görüş söz konusu<br />
olabilir idiyse de, yüzyılımız ilerledikçe, sanat müziğini yaymakla görevli kişilerin,<br />
işlerini kolay yollardan yürütmek amacıyla, saptanmış değerlere,<br />
bellenmiş adlara bağlı kalma eğilimleri, Bach’ın adındaki yücelik çağrışımını<br />
pekiştirmiştir. N e var ki Bach’ın sanatının da henüz -h iç olmazsa orta<br />
müziksever için- aydınlatılması gereken yanlan eksik değildir. İleri gelen<br />
çağdaşlan gibi ölümünden sonra unutulan Bach’ı Mendelssohn’un bulup<br />
ortaya çıkarması, Bach’ın müziğinin -Telemann ya da Vivaldi’ninkinden<br />
daha geniş çapta- Mendelssohn çağının, romantik çağın, on dokuzuncu<br />
yüzyılın müzik anlayışı açısmdan yorumlanması gibi ters bir duruma yol açmış<br />
ve bu durum ancak günümüzde, müzik bilginlerinin araştırmalannın<br />
halka da yayılması yolundaki çabalann etkisiyle, değişmeye yüz tutmuş ve<br />
Bach'ın gerçek çehresiyle, müzik tarihi içindeki gerçek durumuyla tanıtılmasına<br />
doğru gidilmeye başlanmıştır.<br />
53
H er ne kadar Vivaldi, Telemann, Rameau ya da Couperin’in, anlatım<br />
gibi, öz gibi daha öznel yargılara uyabilecek açılardan, Bach’a kıyasla<br />
daha çekici, daha ilgilendiriri müzikler yazmış oldukları söylenebilirse de,<br />
müziğin doğrudan doğruya "maddi" öğeleri bakımından Johann Sebastian<br />
Bach’ın bütün çağdaşlarının üstüne yükseldiğini tanımak gerekir. Gerçi Schumann’ın<br />
Bach’tan "din, kurucusuna ne borçluysa, müzik de Bach’a onu<br />
borçludur" sözündeki aşırılık, dinin kurucusunun tek bir kişi olmaması gibi<br />
(belki Schumann kendi bağlı bulunduğu dini tek din olarak görüyordu),<br />
müziğin de kurucusunun Bach olmaması bakımından, apaçık ortadadır.<br />
Ancak, Bach’m, on sekizinci yüzyılın başma kadar müzik sanatmı geliştirenlerin<br />
bu sanata kazandırdıklarım özetlemesi, hem de geleceğin müziğinin<br />
teknik öğelerini hazırlamış olması Schumann’ın bu aşırılığına bir sınıra<br />
kadar anlam verebilir. Bach’ı "yüzlerinden biri geçmişe, öbürü geleceğe<br />
dönmüş bir ayna" diye tanıtan söz de, onun müzik tarihindeki durumunu<br />
anlatan uygun bir benzetmedir. O çağa kadar gelişedurmuş birçok biçimde<br />
(örneğin "süit" biçiminde), birçok yazı tekniğinde, (örneğin "fuga" tekniğinde)<br />
derki yüzyıllarda Bach’ı aşan olmamıştır’. Çağına kadar olup bitenleri<br />
özetlemesi, bu yolda son sözü söylemesi, kendinden sonraki bestecileri<br />
artık yeni biçimler, yeni yazı yöntemleri aramak zorunda bırakması bakımından<br />
Bach’m on sekizinci yüzyıl ortasındaki durumu, Brahms’ın on dokuzuncu<br />
yüzyıl sonundaki durumuna benzetilebilir. Nasıl Brahms’tan sonra,<br />
o güne kadar olup bitenlerle ilintisini koparmış yenilikler gerekiyor<br />
idiyse, Bach’tan sonra da artık geçmişin geniş ölçüde unutulması, yeni biçimlerin,<br />
yeni tekniklerin, yeni yöntemlerin geliştirilmesi, o zamana kadarkilerden<br />
de yalnız, Bach’m çalışmalarında evrimini tamamlayamamış olanlara<br />
başvurulması gerekliydi. Nitekim, ancak bunu yapabilenler, Haydn’-<br />
lar, Mozart’lar, Beethoven’ler ve sonraki yılların büyük yenileyirileri ve<br />
yerleştiricileri geleceğe kalmışlardır.<br />
Johann Sebastian Bach, yenileyıcı olmaktan çok bir yerleştiriridir.<br />
Yenileyiri olmak, kendine özgü müzik yazmak gibi bir amacı da yoktu.<br />
Kendinden önceki ustaların ve kendi çağının ileri gelen bestecilerinin yapıtlarım<br />
alçak gönüllülükle incelemiş, kopyalarını çıkartmış, sağlam işçiliğini<br />
bu yolla elde etmiş, kendine özgü bir müziğe de asıl sağlam işçiliğinden<br />
yararlanarak varmıştır. Yaratış hayatı genellikle üçe ayrılır. Birincisi,<br />
1708’den başlayarak Weimar’da dukalık kilisesinin orgcusu olarak geçirdiği<br />
dokuz yıldır; bu dokuz yıl süresince Bach asıl org yapıtlarım vermiştir.<br />
1717 yılında Cöthen’de Prens Leopold’un müzik yöneticisi olmuş, orada<br />
da çalgı müziği yapıtlarım, bu ara ünlü Brandenburg konsertolannı vermiştir;<br />
1723’te Leipzig’de Thomas Kilisesi’nin kantorluğuna atanmış, bu kez<br />
de din müziği yapıtlarım, bu ara Si minör Missa’sını, Haçlanma müziklerini<br />
(Passion’lannı) yazmıştır. Missa’da Bach, Palestrina’nın geliştirdiği bu<br />
biçimde ilerki besteciler için artık söylenecek yeni bir söz, biçim ve teknik<br />
bakımından yapılacak bir başka yenilik bırakmamıştır, Passion müziğinde<br />
54
ve kilise kantatlarında da Bach, Heinrich Schiitz’ün hazırladığı bu ortamlarda<br />
özellikle anlatım bakımından yükselmektedir. Dindışı kantatlarında<br />
Bach, opera yazmış olsaydı, özellikle komik opera (opera buffaj yolunda<br />
İtalyanları gölgede bırakacak bir usta diye anılabileceğini düşündürmektedir.<br />
"Chorale prelüde" biçiminde, kendinden önceki ustalar, Sweelinck, Scheidt,<br />
Pachelbel, hele Buxtehude öylesine aşılmaz kesinliklere varmışlardı<br />
ki, Bach ancak imgelem genişliği ve anlatım nitelikleriyle bu biçime önemli<br />
örnekler kazandırmış oldu. Çalgı müziğine gelince, Corelli ve Vivaldi gibi<br />
İtalyan ustaların çalgı müziği eserlerini Weimar’da bulunduğu sıralarda<br />
tanıyan Bach, özellilde Vivaldi’nin konsertolannın etkisinde kendi konsertolannı<br />
bestelemiştir. Brandenburg konsertolan ise, solo çalgı ile orkestra<br />
için değil, küçük bir çalgı topluluğuyla büyük topluluğun karşılaştırıldığı<br />
"concerto grosso" biçimine uygun yapıtlardır. Bach "İtalyan Konsertosu"nda,<br />
tek çalgı ile orkestranın karşılaşmasına dayanan konserto tarzım, orkestrasız<br />
bir klavsenin bünyesine uygulamıştır. Org müziğine gelince, Frescobaldi,<br />
Froberger, Schein ve Buxtehude’nin bu ortama kazandırdıkları<br />
öğeleri Bach, kendinden sonra yazılan org yapıtlarının soluk ve önemsiz<br />
kalmalarına yol açacak gibisinden işlemiştir. Klavsen ve klavikord için yazdığı<br />
müzikler, bu ara "Eşit Aralıklara Göre Akorlanmış Klavye" adı altında<br />
toplanmış, majör ve minör ses dizilerinin bütün tonlarda kullanıldığı 48<br />
prelüd ve fuga, İngiliz ve Fransız süitleri, bugün özellikle piyano eğitiminde<br />
kullanılan iki ve üç sesli "inventionTar Bach’ın kuramcı yanının olduğunca,<br />
aldatıcılığının da simgeleridir. Bach’ın kuramcı yanı asıl "Fuga Sanatı”<br />
adım taşıyan ve hiçbir çalgı düşünülmeden, soyut bir ortam için hazırlanmış<br />
fugalar dizisidir, özellikle bu yapıt, kuramsal kontrapunta yazışma<br />
artık Bach’dan sonra yeni bir şey getirilemeyeceğinin tanıtıdır. Bach’m ardından<br />
yeni bir çağ açılmak zorundaydı; Bach’m geliştiremediği evrimlerini<br />
tamamlatamadığı biçimler ve yazı yöntemleri bu yeni çağın temeli olacaktı.<br />
Bach’m, ömrü boyunca olduğu gibi, ölümünden sonra da on yıllarca<br />
ilgi görmeyişi, ilerici, devrimci, deneyici bir besteci olmayışı, müziğe yeni<br />
bir şey kazandırmayışı, yalnızca eski biçimlerle uğraşmış olması yüzündendir.<br />
Mendelssohn’dan başlayarak Bach’a gösterilen ilginin gitgide artması<br />
ve bu bestecinin bugün sonuçta kütlelerin sevgilisi olup çıkması bir yandan<br />
eşine seyrek rastlanır ustalığı, öte yandan da müziğinin tinsel değerleri<br />
etkisiyledir. Çağında bir yenileyici olup olmamasının Bach'm bugünkü<br />
durumunu belirtici bir etkisi olmamıştır. Eninde sonunda bir sanatçının geleceğini<br />
de çağının ilerici akımlan içindeki durumundan çok, biçim-öz birleşmesinin<br />
çözümlenmesi güç sorunlan belirtir. Tek başına "maddi" yenileyicilik<br />
bir sanatçının ancak tendi çağdaşlarım ilgilendiren ve tarihin akımı<br />
içinde yalnızca bir olay gibi kalan, şanatçının kalınlığım ancak zaman ve<br />
yer tanımayan evrensel ve kişisel değerlerle birleştiğinde yönelten bir etken<br />
olmuştur. Sanat tarihine geçmiş, ölümsüzlüğe kavuşmuş sanatçılardan<br />
pek çoğunun hem de yenileyici kişiler olmaları bu gerçeği yalanlamaz.<br />
55
Çünkü Badı gibi yenileyin olmadığı halde, ölümsüzlüğe varmış ayrıklıkların<br />
yanmda, yalnızca bir yenileyin oldukları için unutulup gitmiş olanlar<br />
davardır.<br />
Bach ailesinin birçok üyesi vardır. Bıinlann başlıcalan hep müzikçidir.<br />
Johann Sebastian’m babası Johann Abrosius, on yedinci yüzyılın büyücek<br />
bir ün kazanmış orgculanndandı; amcası Johann Christoph, Arnstadt’ta<br />
saray kemancısıydı; yeğeni (Christoph’un büyük oğlu) besteci ve<br />
klavsen yapıcısıydı; ağabeyi, bir başka Johann Christoph, Bach’a klavye çalmayı<br />
öğretmiştir; büyük oğlu, Wilhelm Friedmann, Bach'm büyük umutlarla<br />
bağlandığı bir müzikçi olmuş, çağında önemli ödevlere atanmış, ne var<br />
ki sonra bir serseri olup çıkmıştır; gene de, Wilhc!m Friedmann Bach’m<br />
bUinen eserleri, kendine özgü derin anlatım özellikleri taşırlar; Bach’ın<br />
üçüncü oğlu, "klasik çağ" müziğinin evriminin önemli etkenlerinden biri<br />
Cari Philipp Emmanuel, en küçük oğlu Johann Christian ile birlikte, bundan<br />
sonraki bölümde konumu2 olacaktır.<br />
RAM EAU VE COUPERİN<br />
Bach gibi, Couperin adı da, üyeleri arasında birçok müzikçinin bulunduğu<br />
bir ailenin adıdır. Aüenin en ünlü, en başarılı üyesi François Couperin<br />
(1668-1733) de, Bach ailesinin seçkin üyesi Jojıann Sebastian’la birçok<br />
ortak yan taşır. İkisi de orgcu ve klavsendydi; ikisi de kuramcıydı; ikisi de<br />
olağanüstü yetide bestecilerdi. Aralarındaki başlıca ayrılık bîrinin, yerinde<br />
olarak "Le Grand" (Büyük) takma adıyla anılan Couperin’in, müzik sanatının<br />
o çağa kadarki biçimleriyle ve davranışlarıyla yetinmeyip yeni yollar<br />
aramasıydı. Bu açıdan Couperin, anlatıcı, tanıtıcı müziğinin öncülerinden<br />
biri olmasıyla anılır. Onlnes adını verdiği süitlerinde Couperin, müzik dışı<br />
türlü olayı ve görünüşü anlatmıştır. Bunların arasında, Manon, Mini, Reine<br />
adlarını taşıyan parçalarının da gösterdiği gibi, tanıdık kişilerin seslerle<br />
yapılmış portreleri, Rossigııol en aınoıtr (Aşık Bülbül) gibi benzetiş parçaları,<br />
Les Moissoneurs (Ekin Biçenler) gibi kır görünüşlerinin anlatıldığı<br />
parçalar vardır. Couperin’in anlatıcı müziği Watteau’nun tablolarıyla kıyaslanır.<br />
Tıpkı, iki yüzyıl kadar sonra, bir başka Fransızın, Claude Debussy’-<br />
nin anlatıcı müziğinin izlenimci (impressioniste) ressamların eserlerine benzetilmesi<br />
gibi... Nitekim Couperin, yirminci yüzyıl başlangıcı izlenimciliğinin,<br />
Debussy ve Ravel gib'i büyük Fransızların hazırlayıcısıdır.<br />
Couperin’in müziği, "maddi” açıdan da yirminci yüzyıl Fransızlannı<br />
etkilemiştir. 1716 yılında yayınladığı L ’Art de toucherle ciavecin (Klavsene<br />
Dokuma -Sanatı) adını taşıyan kuramsal kitabı parmak durumları, dokunma<br />
yöntemleri, süslemelerin seslendirilmesi gibi klavye çalma ustalığıyla ilgili<br />
birçok eğitim bilgisi taşımaktadır. Bu yapıtın, Johann Sebastian<br />
Bach’ın klavye üslûbuna kesin bir etkisi olmuştur. Bach'ın hem de, Couperin’in<br />
klavye çalma yöntemini (Methode'mu) incelediği, bu yapıtta yer<br />
56
alan ve Couperin uslûbunun simgesi prölude’leri kopya ettiği bilinir.<br />
Buna karşı Couperin de, İtalyan bestecilerinin, özellikle Corelli’nin<br />
etkisinde gelişmiştir. Corelü’nin geliştirdiği "Trio-sonat" biçimini Fransa’ya<br />
getiren odur. Le Pamasse ou l'Apothiose de Corelli adım taşıyan trio-sanatı<br />
Fransız ustanın, İtalyan ustaya olan saygısının anlatılışıdır.<br />
Couperin, klavsenciliği yarımda, orgcuydu da. Ömrünün büyük bir bölümünü<br />
Paris’te Saint-Gervais kilisesinin orgcusu olarak geçirmiştir, ö lü <br />
münden sonra uzun bir süre Couperin’in, orgculuğuna rağmen, hiç org<br />
müziği bırakmadığı sanılırdı. Ancak sonraki araştırmalar onun org için birçok<br />
parça yazmış olduğunu ortaya koymuştur. Bunların yanında, Couperin,<br />
kilise için de eserler yazmış olmakla birlikte asıl dindışı müziğiyle, hele<br />
klavsen müziğiyle ve -hangi çalgılar için hazırlandığım belirtmediği-<br />
Concerts royaux ile tanınır. Böylece, Couperin’in müziği üç bölüme ayrılır:<br />
1) Kral için yazdıkları; 2) Kilise için yazdıkları; 3) Halk için yazdıkları.<br />
Çağm, Couperin’in gölgesinde kalmış Fransız müzikçileri arasında Nicolas<br />
Clarembault (1679-1749), Louis Marchand (1669-1712), Claude Daquin<br />
(1694-1772) gibi orgcu ve klavsencileri sayabiliriz. Öte yanda, Corelli<br />
etkisiyle Fransa’da, hele trio-sonat biçimi yoluyla, oda müziğinin-yayılması<br />
ve Fransız müzikçileri arasmda İtalyan hayranlığının alıp yürümesi Couperin’i<br />
çoğu kez müziğini önce bir İtalyan takma adıyla sunmak, ancak yazdığı<br />
tuttuğunda kendini açıklamak zorunda bırakmıştı. Louis Joseph Francoeur<br />
(1698-1787), Bodin de Boismortier (1691-1765), Michel Correttc<br />
(1709-1795) gibi besteciler, türlü oda müziği toplulukları için, bu ara çağın<br />
beğenüerine uyarak flütün baş çalgı olduğu topluluklar için, hem de keman<br />
ve klavye için müzik yazmış besteciler arasmda adları ilk ağızda akla<br />
gelenlerdir. Keman müziği söz konusu olunca çağın Fransa’daki en önemli<br />
keman uslûpçusu Jean-Marie Leclair'i yeniden anmamak elde değildir.<br />
Couperin yanında, on sekizinci yüzyılın ilk yarısı Fransa’sının en<br />
önemli bestecisi Jean-Philippe Rameau (1683-1764) idi. Rameau deyince<br />
akla hemen opera gelir. Rameau, armonik eşliklerinde operayı zenginleştirmiş,<br />
orkestranın olanaklarım araştırmış ve geliştirmiş, recitativo’yu olsun,<br />
aryayı olsun daha anlatıma bir yola götürmüş, koroyu "dramatik" etkiyi<br />
arttırma amacıyla kullanmıştır. Fransa'nın kendinden önceki en saygın<br />
opera bestecisi Jean-Baptiste Lully (1632-1687), Rameau’nun Hippolyte et<br />
Aricie operası oynandığında, öleli yarım yüzyıla yakın bir süre geçmiş idiyse<br />
de, Rameau karşısında başlıca rakip diye gene Lully’yi görüyordu. Özellikle<br />
müziğinin armonik yenilikleri çağdaşlarım şaşırtıyor, çevre hep<br />
Lully’yi arıyordu. Günümüzde yeterince tanınmayan Lully’nin kendi çağında<br />
kazandığı büyük ün, Fransız operasmın başlıca kurucularından biri olarak<br />
doldurduğu görev yanında, müziğinin çekici, etkileyici nitelikleriyle de<br />
doğrulanmaktadır. Rameau’nun başlıca savunucularından biri, bestecinin<br />
birçok operasının librettosunu yazan Voltaire oldu. Voltaire "Rameau’nun<br />
temsil ettiği yeni uslûbu ancak sonraki kuşaklar anlayabilir" diyordu. İleri-<br />
57
likleri çağında gereğince anlaşılmış olsun olmasın Rameau gene de, Castor<br />
et Pollwc operasıyla saygınlığının en üst katma erişti; Fransa'nın çağındaki<br />
en önemli bestecisi sayılmaya başladı.<br />
Rameau ilk operasını 47 yaşındayken yazmıştı. Daha önce türlü biçimlerde<br />
yapıtlarıyla, bu ara klavsen müziğiyle, bunların yanında da özellikle<br />
kuramsa] çalışmalarıyla tanınmıştı. Usta bir klavsen, org ve keman<br />
çalgıcısı olan Rameau, armoni alanında ve genellikle besteleme yöntemlerinde<br />
kendi kendini yetiştirmiştir. En ünlü kuramsal yapıtı olan armoni kitabını<br />
(Trait£ de l ’harmonie’yi) Clarmont-Ferrand’da orgculuk yaptığı sıralarda<br />
hazırlamış, kitabı kırk yaşındayken Paris’te yayınlatmıştır. Armoni biliminin<br />
ilk temel kitabı sayılan bu yapıtında Rameau, herkesten önce,<br />
akorlann çevrilmeleri kurallarım sağlamlaştırmış, ortak akor yoluyla üçüncülere<br />
dayanarak akor kurma yöntemini sunmuş, baslara dayanarak akor<br />
ilerlemelerini geliştirmiştir. Armoni kitabı yanında Rameau’nun birçok kuramsal<br />
çalışması daha vardır.<br />
Opera besteciliğine başlamadan önce, kırk yaşındayken, sahne için<br />
birtakım kısa parçalar yazan Rameau’nun ilk operası, getirdiği yenilikler<br />
yüzünden başarısızlığa uğramış olmakla birlikte, birkaç yıl içinde kazandığı<br />
ün ona hem de Kralın oda müziği besteciliğine atanmasını sağlamıştır.<br />
Rameau’nun opera bestecisi olarak ünü bütün Fransa’da tanındığı sıralarda<br />
Giovanni Battista Pergolesi’nin (1710-1736) La serva Pudrvna buffa<br />
operasının Paris’te kazandığı büyük başarı Rameau ve Lully’yi tutanların<br />
İtalyan operasma, özellikle komik operaya, buffa operaya savaş açmalarına<br />
sebep oldu. Opera buffa, savaşçı!arca "ortak düşman" sayılıyordu. Savaşa<br />
"Guerre des bouffons" (Palyaçolarla savaş) adı verilir. Rameau’cular ve<br />
Lully’ciler, savaşta, aydın çevreyi, sanatın ancak bu yolda çaba gösteren kişiler<br />
için olduğu görüşünü savunanları temsil ediyorlardı; karşılarında da,<br />
Pergolesi, Durante, Jomelli, Da Capua gibi, tembel dinleyici için eğlendirici,<br />
hafif operalar yazan İtalyan bestecilerin temsil ettiği bir cephe vardı.<br />
Savaş saraya kadar bile ulaştı. Kral ve Madame de Pompadour aydınlan,<br />
Kraliçeyse eğlence yanından olanları tutuyordu. Rameau’nun karşısında<br />
yer alanlar arasında, Serva padtvna’nm etkisine kapılıp Le Devin du village<br />
(Köyün Falcısı) adlı zararsız, önemsiz bir de opera yazan saygın düşünür<br />
Jean-Jacques Roussea (1712-1778) da vardı. Sanatta doğaya doğru yönelmeyi<br />
salık veren Rousseau’yu Pergolesi’de etkileyen, müziğinin taslamalardan<br />
uzak oluşu, yalınlığı, hafifliğiydi. Rameau’nun temsil ettiği sanat onca,<br />
bilgiçsi Mertliklerden, anlaşılması güç karmaşık ve gürültücü seslerden<br />
ve gerçeklerle ilintisiz can sıkıcı konulardan kurulmuştu.<br />
58
G LU CK VE HAENDEL<br />
Çatışan iki görüş arasında, çatışmalara doğrudan doğruya katılarak<br />
değilse bile yapıtlarıyla, uzlaşmayı sağlayan, Viyana ile Paris arasında mekik<br />
dokuyan bir Alman, Christoph Willibald Gluck (1714-1787) oldu. Paris’te<br />
sanat çevrelerinin ikiye ayrılmasına yol açan İtalyan operası, İtalya’<br />
nın ciddi operası (opera seria) değil, hafif operası, opera buffa’ydı. Opera<br />
buffa, ciddi operaların bölümleri arasında sunulan ve seyircilerin biraz kafa<br />
dinlemelerini sağlayan kısa bir ara-oyun’du. Ancak, opera buffa’mn eğlendiriciliği,<br />
asıl operadan, ciddi operadan daha çok halkın hoşuna gidiyordu.<br />
İtalyan hafif operası bunun üzerine ciddi operadan ayrı olarak oynanmaya<br />
başlamış, bağımsızlığa kavuşmuştu. Oysa Gluck her şeyden önce, ciddi<br />
opera alanındaki başarılarıyla geleceğe kalmış bir bestecidir. İtalyan tarzı<br />
operalarda, bu ara hafif operalarda da becerikliliğini denemiş olan besteci<br />
Paris’te, sanatm doğaya doğru yönelmesi düşünüşünde Rousseau’yla<br />
görüş birliğine varmış, ancak tatlı diliyle ünlü feylesofu daha ılımlı olmaya<br />
götürmüştü. Sanat, bu ara müzik, hele halkın büyük rağbet gösterdiği opera,<br />
daha yalın, daha hafif olmalıydı gerçi ama, bu ille de birtakım bayağılıklara<br />
boyun eğmekle gerçekleşmemeliydi. Nitekim, halkın çok tuttuğu<br />
bir tür olan pasticcio'â&n, şunun bunun aryalarının, bir sanat yaratısının<br />
kuruluş nedenleriyle ilintisiz olarak art arda dizilmesinden ortaya çıkan ve<br />
asıl şarkıcıların ses gösterişine fırsat veren "biçim"den uzaklaşılmalıydı.<br />
Yalınlığa doğru yönelirken Gluck, eski Yunan sanatım ülkü diye gözetti.<br />
Onca artık, opera sanatım şarkıcıların gösteriş amaçlarından kurtarıp<br />
sağlam, tutarlıklı bir biçime kavuşturmak gerekiyordu. Bunun başlıca<br />
yollarından biri de recitativo ile aryayı, birbirinden ayrı, birbiriyle uyumsuz<br />
bu iki öğeyi kaynaştırmak birleştirmekti. Daha önce yazdığı operalar<br />
ya opera seria’hin tatsızlığına, ya opera buffa’ıun hafifliğine ya pasticcio’i&r<br />
nn besteciyi basit bir taklitçi yapan özelliğine ya da bütün bu İtalyan biçimlerinin<br />
Fransa’da aldığı görünüşlere uygun, Gluck’un gelişe duran görüşlerini<br />
tam anlamıyla yansıtmayan yapıtlardı. Bestecinin ülküsü ilk olarak,<br />
1767 yılında Viyana’da oynanan Aiceste operasında gerçekleşti. Daha<br />
önceki operalarından Orfeo ed Euridice (1762) gerçi, Gluck’un görüşleriyle<br />
yönetilmiş bir opera tekniğinin uygulandığı ilk örnekti ama Gluck ülküsü<br />
en başarılı anlatımını önce Aiceste‘üt, sonra da Paride ed Elena’üz<br />
(1770) ve Iphigenie en Tauride’ü t (1778) buldu.<br />
Gluck’un opera anlayışım, şu sözleri pek güzel özetleyebilir. Onca tiyatro<br />
müziğinin görevi "durumların ilgi çekiciliğine ve duyguların anlatımına<br />
güç kazandırmak ve olayların akışısan engel olmamak, gereksiz süslemelerle<br />
olayları soğutmamaktır." Gluck’un opera anlayışında, olayla ilintisiz<br />
müzik, olayı durduran belgeler, şarkıcı-oyuncunun ses gösterisinde bulunmak<br />
için sahnenin önüne gelip orada kımıldamadan aryasını okuması<br />
gibi öğeler ve davranışlar, temel tutum olarak, yoktu. Müzik artık sözün<br />
59
duygusal niteliklerine boyun eğmek, onları desteklemek zorundadır.<br />
Gkıck'un görüşleri opera sanatının kimliğini değiştirmiş, NYagner’i etkilemiş<br />
ve yirminci yüzyıl operasını hazırlamıştır.<br />
1714 yılında Gluck, operalarından üçünü Haymarket Theater’da oynatmak<br />
için Londra’ya gittiğinde, o günlerin en saygın opera bestecisiyle,<br />
Georg Friedrich Haendel (1685-1759) ile tanışmıştı. Haendel’in müziğini<br />
de ilk orada dinlemiş, duyduğu ilgiyle bestecinin yapıtlarını incelemiş, Haendel’in<br />
opera partisyonlarından çok şey öğrenmişti. Haendel’in sanatmı<br />
bir yandan İngiliz çevresi, öte yandan da İtalyan operası, hem de doğuşça<br />
Alman oluşu biçimlendirmiştir. Kırktan çok opera yazmıştır ama bugün<br />
bunlardan hemen hemen hiçbiri opera kurumlarının alışılmış dağarlarında<br />
sık sık yer almamaktadır. Kimi eleştirmen, Haendel’in opera sanatına yeni<br />
hiçbir şey getirmediğini, günündeki biçim ve yöntemleri işlemekten öteye<br />
gidemediğini, kimisi de "Haendel sanatının anahtarının operalarında olduğunu"<br />
ileri sürer. Birbirleriyel uyuşmaz gibi görünen bu iki görüşte, aslında<br />
bir çelişme yoktur. Gerçi Haendel, bir Gluck gibi, opera alanında yenileyici<br />
değildi ama bu, operalarının önemini düşürmez. Nitekim, Haendel<br />
yalnız oratoryo, "concerto grosso", org ve klavsen müziği açısından görüldükçe,<br />
bu bestecinin başarılarım gereğince anlamak güçleşir ve sanatı üze- •<br />
rinde yanlış yargılara yol açılabilir. Hem, Haendel operaları, özellikle A l<br />
manya’da, yirmi yüzyılda, yeniden “canlandınldığı" zaman, öteki yapıtlarına<br />
olan ilgi de artmaya başlamıştır. Böylece hem de, on dokuzuncu yüzyıl<br />
inançlarının tersine, "modem" dinleyicinin, bu operaları günü geçmiş, bayatlamış<br />
şeyler sayması için neden olmadığı da görülmüştür. Bestecinin,<br />
operalarındaki başlıca kişilerden her birinin karakter özelliklerini ayrı açılardan<br />
ele alan, böylece bir çoğaltma ve birleştirme yoluyla o kişiyi dinleyiciye<br />
sunan yöntemi, operalarındaki dramatik tekniğin başlıca özelliklerindendjr.<br />
Bir örnek, Rodelinda operasında, yapıta adım veren kişinin on tane<br />
aryayla temsil edilmesidir. Bu aryalardan her biri Rodelinda karakterinin<br />
bir yanım aydınlatır.<br />
Gene de, şunu belirtmek gerekir ki, Haendel operaları bu biçimin evrimindeki<br />
son söz olmaktan çok uzaktırlar... Bestecinin 46 operası, bu ara<br />
Giulio Cesare, Ezio, Radamisto, Serse, opera sanatının Haendel’in gününe<br />
kadaıki gelişmelerinin bir özetidir ve en başarılı, en olgun örnekleridir.<br />
Bu yolda bir gözlem Haendel’in oratoryoları için de uygun düşer. Bu alanda<br />
Haendel’in henüz önemli sayılabilecek bir ölçüde aşılmamış olması, on<br />
sekizinci yüzyılın ikinci yansından başlayarak bestecilerin oratoryo biçimini<br />
bir deney alanı olarak görmemeleri yüzündendir. Haendel’den sonra yazılan<br />
oratoryoların pek çoğu onun sağlamlaştırdığı temellere dayanmaktadır,<br />
ana yoldan aynlanlar ve oratoryo kalıpları dışına doğru kayanlar olmuştur<br />
ama hiçbiri Haendel’in bu alandaki yerini sarsacak, ya da yarımda<br />
bir yer alabilecek kadar güçlü değildir.<br />
Haendel’in otuzdan fazla oratoryosundan en ünlüsü, Haendel adı ge<br />
60
çince ilk akla gelen yapıt, Mesih oratoıyosu, yaratış oluşumunun en yüce,<br />
hem de en şaşırtıcı örneklerinden biridir. İşte yargıcısını, sanat ürünlerinin<br />
değerlendirilmesinde başvurulan, ölçüye, sayıya gelir dayanaklardan vazgeçiren<br />
bir yaratı daha! Bugün, hangi dilden, hangi ulustan, hangi görenekten<br />
olursa olsun, Mesih'in anlatım gücüne, duygu akımına, büyüleyici etkisine<br />
kendisini kaptırmayan dinleyici yoktur. N e var ki bu eşsiz yaratı bir<br />
yandan da Haendel üzerindeki yanlış yargıların desteği gibi kullanılmış,<br />
bestecinin yaratış hayatında Mesih’in olağanın dışında bir olay, bir ayrıklık,<br />
Haendel’in yaratış gücünü temsil etmeyen bir örnek olduğu öne sürülmüştür.<br />
Öte yandan bu yapıt hem de, Haendel'in yalnız bir kilise bestecisi<br />
olarak gereksiz bir ün yapmasına yol açmıştır. Gerçi Haendel inançlıydı;<br />
fakat asla sofu olmayan bir kişiydi. Nitekim, başta Mesih olmak üzere, Haendel’in<br />
bütün oratoryoları kilisenin dar görüşünü yansıtmaktan çok uzaktırlar;<br />
buna karşı din duygularının verdiği esinle dramatik anlatıma ulaşma,<br />
bestecinin oratoryolarında gözettiği başlıca amaçtır. Bu bakıma oratoryolarına,<br />
operalarının sahne dışma uzanması diye bakılabilir, öbü r çalışmalarına,<br />
"concerto grosso"larına, org konsertolanna, klavsen süitlerine ve<br />
diğer çalgı müziği bestelerine gelince, bunlarda Haendel, çağının herhangi<br />
bir iyi bestecisi olma durumundan ileri gitmiş sayılamaz. Bu besteleri, opera<br />
ve oratoryolarının anlatım gücü yanında, oldukça soluk kalmaktadırlar.<br />
61
ON SEKİZİNCİ YÜZYILIN İKİNCİ YARISI:<br />
YENİ BİR TÜME VARIŞ<br />
Rousseau’nun, kendi sevimli ve kolay anlaşılır besteleriyle desteklediği<br />
hafif, yalm, arık bir müzik görüşü hem klasik çağın, hem de romantizmin<br />
kapışım açmış sayılır. Ancak, Rousseau’nun bayrağı altında birleşenlerin,<br />
onun görüşlerini yapıtlarıyla savunanların, müziği doğaya yöneltmek<br />
uğruna, bu sanata gereksiz bir yalınlık, bayağılık getirdiklerini sanmak yersiz<br />
olur. Rousseau’nun görüşleri, Gluck’tan başlayarak, bir birleşimin, bir<br />
uzlaşmanın dürtüsü olmuştur.<br />
Bu ara, klasik çağ sanatının, Haydn ile Mozart’ın simgesi oldukları<br />
sanatm, bir önceki çağın, "barok" denen çağın sanatına kıyasla çok daha<br />
yalm, çok daha kolay olduğu görüşü yanıltıcıdır. Genel olarak Haydn ile<br />
Mozart, karmaşık çokses müziği ustaları diye gösterilen bir Bach ile ya da<br />
bir Haendel ile kıyaslandığında, "klasik” çağı biçimlendiren ustaların müziği<br />
anlatım açısından olduğu kadar, dil bakımından da ilerletmiş olduklarını<br />
unutma eğilimi göze çarpar. Klasik çağın sanatını tanıtmak için kullanılan<br />
elverişsiz deyim, "omofoni' (homophonie) deyimi bu yanlış kavrama<br />
eğiliminin bir tanıtıdır. "Omofoni”, aynı türden seslerin, benzer seslerin, eş<br />
seslerin birleşmesi anlamına gelir. Yalnız bu deyimin kullanılması bile, müziğin<br />
"barok" çağdan sonra ilerlemeyip, gerilediğini öne sürmek sayılabilir.<br />
Neden bu yanlış görüş ortaya çıkmıştır? Denebilir ki, klasik müziği<br />
'barok"a kıyasla daha yalın, demektir ki daha geri görenler, durumu ancak<br />
tek bir açıdan ele almakta, bu yüzden böyle bir yanılmaya kapılmaktadırlar.<br />
Yanılanlann yalınlık-karmaşıklık ayrımındaki ölçülerinde gözettikleri<br />
tek öge, kontrapunta öğesidir. Bu bakıma gerçekten, klasik çağ müziğinin<br />
daha yalın olduğunu tanımak gerekir. Nitekim, Bach’ın müziği her şeyden<br />
önce kontrapuntaya dayanır, oysa Mozart’ınki değil... Bach bir kontrapunta<br />
ustasıdır; dolayısıyla müziğinin bu yönden üstün bir karmaşıklık katına<br />
ulaşması da olağandır. Oysa Mozart’ın müziğinde kontrapunta ana öge değildir.<br />
Demektir ki bu yönden, karmaşıklığa dayanan bir ilerilik yargısı söz<br />
konusu olamaz.<br />
N e var ki kontrapunta, müzik dilinin evrimini incelerken gözeteceğı-<br />
62
miz tek yoldan olmadığı gibi, kamaşıldık da bir evrimin niteliklerini araştırırken<br />
dayanacağımız tek nitelik olamaz, öyleyse, klasik çağ sanatım "barok'<br />
un bir yandan süslemelere olan düşkünlükle kazandığı zenginliğe, öte<br />
yandan renaissance’m çokses ustalarının geleneğini sürdüren bestecilerce<br />
su üstünde tutulan karmaşıklığına kıyasla daha ileri yapan şey nedir? Durumu<br />
armoni açısından ele alırsak da Bach’da öyle akor zincirlenmeleri<br />
görürüz ki bu bakımlardan Mozart hiç de ileri bir duruma geçmiş olmaz.<br />
Daha ileri gidelim, yirminci yüzyıl müziğinin getirdiği armonik ilerlemelerin<br />
bile "barok" çağ eserlerinde bulunduğu ileri sürülebilir ve tanıtlanabilir.<br />
Öyleyse "b an *" müziği bu bakımdan da mı, bırakalım "modem" müziği,<br />
klasik müzikten daha ileri sayacağız? Dar görüşlere saplanırsak, böyle<br />
bir sonuca varmak kolaydır. Oysa, müzik dilinin başlıca üç öğesini, armoniyi,<br />
melodiyi ve bunların türlü birleşimlerini, bir de ritmi, "barok" çağda ve<br />
sonra da klasik çağda kazandıkları durumlar içinde, kapsamlı olarak görürsek<br />
müziğin klasik çağda hiç de sanıldığı gibi bir dil gerilemesine uğramış<br />
olmadığım, tersine, beklenen ilerlemeye vardığım anlarız.<br />
Klasik çağın tarih içindeki durumunu özellikle tanıtan armoni öğesini<br />
ele alalım ve bir önceki çağın armonisiyle kıyaslayalım. Gerçi birtakım<br />
-bugünün açısından "ileri" diye görülen, hem de "dissonance" (kakışma)<br />
sayılabilecek- akorlann Bach’ın müziğinde yer aldığı bir gerçektir. Ancak<br />
bunlar, Bach'm müziğinin genel kuruluşu, genel düşünülüşü içinde ancak<br />
geçici birer ayrıklık olarak kalmaktadırlar. Kendi başlarına birer önem taşımaktadırlar<br />
gerçi, fakat yapının bütününü etkilemekten, düzenlemekten<br />
uzaktırlar. Oysa Haydn ve Mozart'ın müziği asıl bu açıdan, armonik düzenleme<br />
açısından Bach’m müziği karşısında besbelli bir ilerleme gösterir.<br />
"Armonik düzen" deyimiyle akor zincirlenmelerinin bir parçanın yapısıyla<br />
olan ayrılmaz ilintilerini tınlatmak istiyoruz: Kesin armonik ilerlemeler, çıkış<br />
noktasından -yani "tonik"den- uzaklaşmalar ve bu uzaklaşmaların çıkış<br />
noktasıyla olan ilintileri, daha genel bir deyimle bir bestenin düşünülüşünün<br />
armoni gözönünde tutularak gerçekleştirilmesi, bu ara çokses yazısının,<br />
kontrapunta tekniğinin armonik kaygılarla ele alınması, armonik düzene<br />
uyması...<br />
BACH’IN OĞULLARI<br />
Klasik müziğinin ilk önemli bestecileri diye görebileceğimiz iki<br />
Bach’tan, Johann Sebastian’m oğullarından başlayarak, on sekizinci yüzyılın<br />
ikinci yansım nitelendiren yeni mimiğe doğru kesin bir yönelmenin geliştiğini<br />
görüyoruz. Bu bakıma, iki gencin, babalarım "eski kafalı" saymalarına<br />
şaşmamak gerek. Johann Christian Bach’m (1735-1782) bir yapıtma<br />
göz atmak, genç Bach’m yaşlı Bach’a kıyasla sanatında ne kadar ileri gittiğini<br />
görmeye yeter. Akıcılık ve anklık, Johann Christian’ın klasik üslûp<br />
içinde ele alınması gereken bir besteci olduğunun ilk belirtileridir Bu mü<br />
63
ziğe biraz daha yakınlaştığımızda, yalın bir armonik düzen içinde, dış görünüşündeki<br />
bütün hafifliğe ve arıklığa rağmen, karmaşık bir kuruluş görürüz.<br />
Birkaç akorun zincirlenmesiyle kurulan armonik düzen, bestecinin gelişmiş<br />
ustalığının belirtisi olan işlek, bununla birlikte aydınlığın, seçildiğin<br />
hiç de bir yana bırakılmadığı bir yazıya yol açmıştır.<br />
Öte yandan Johann Christian’da çalgıların kullanılması da Bach’ın bireşimini<br />
yaptığı çağlar süresince olagelmiş alışkanlıklardan belirli bir uzaklaşmanın<br />
örneğidir. Oğul Bach’ın oda müziğinde klavsen artık yalnızca bir<br />
"basso-continuo" çalgısı değildir. Seslerin özgürce işlenmesine klavsen de<br />
katılmakta, yer yer "basso continuo" durumuna geçmekle birlikte yer yer<br />
de susmasmı bilmekte, böylece öbür çalgıların, ilerde daha da gelişecek<br />
olan oda müziği anlayışı içinde birbirleriyle "konuşmalarına" fırsat vermekte,<br />
kimi zaman da bu konuşmaya özgür bir ses olarak katılmaktadır. Klavsenin<br />
bu yolda kullanılması, öteki çalgılara karşıt bir ses olarak dayatılması<br />
hem de, "konserto” anlayışına, konserto biçiminin klasik çağda kazandığı<br />
yeni duruma bir hazırlıktır. İlerde, çok ilerde değil, hemen o yıllarda gelişecek<br />
olan konserto düşünüşünün gerektirdiği üslûp sorunlarım Johann<br />
Christian Bach, oda müziği yapıtlarında bile, ele almakta ve bir çözüme<br />
bağlanmaktadır: Öteki çalgılarla bir "alışveriş", sık sık klavsenin destekleme<br />
görevini bırakıp kendi sözünü söylemesi, kendisine atanan duygulan<br />
anlatması, temalara dayanmayan "geçit"lar (passage) sunması ve buna öteki<br />
çalgıların sessizce eşlik etmeleri, klavsenin sözüne başlayacağının orkestranın<br />
toplu çalışıyla, "tutti"lerle bildirilmesi... Bunlar hep, Johann Christian<br />
Bach’dan sonra iki yüzyıl boyunca gelişecek olan konserto biçiminde<br />
bestecilerin ana yöntemleridir ve hepsine Johann Christiân Bach’ın, diyelim<br />
ki bir kuintetinde, beş çalgı için yazılmış bir oda müziği yapıtında rastlanır.<br />
‘<br />
Şunu da belirtelim ki Johann Christian Bach Londra’da çocuk M o<br />
zart’ı tanımış, bu kadarla kalmamış, onun koruyucusu, yöneticisi olmuş,<br />
bir yandan da klasik çağın büyük ustalarından kurama Stamitz’in (az sonra<br />
onu da ele alacağız) görüşlerini, öğrettiklerini genç dehaya ulaştırmıştı.<br />
Johann Christian, Bach’ın öbür ünlü oğlunun Cari Philipp Emmanuel<br />
Bach’ın (1714-1788) küçük kardeşiydi. Ondan yirmi bir yaş daha küçüktü<br />
ama öteki dünyanın yolunu da daha önce tutmuştu. Müziği de ağabeyinden<br />
öğrenmişti. Cari Philipp’e gelince, tarihin büyük müzikseverlerinden<br />
Prusya Kralı Friedrich’in sarayında çalışmış, olağanüstü yetenekleriyle birlikte<br />
bu ödevi de ona Avrupa'nın müzik sahnesinde büyük ün sağlamıştı.<br />
İmgelem genişliği, durmak dinlenmek bilmeyen arayıcılığı, klasik çağ ustalarının<br />
hepsinin müziğini nitelendiren a görünürdeki hafiflik ve yalınlık,<br />
buna karşı daha yakın bir incelemede beliren karmaşıklık, bu kabına sığmaz<br />
bestecinin, babasının tersine, kabına sığmaz bir müzik yazmayı amaç<br />
edinmiş yaratıanın sanatında rastlanan başlıca özelliklerdir. Cari Philipp,<br />
çalgıların tını özellikleriyle uğraşan ilk bestecilerden biridir. Usta bir klav-<br />
64
sen çalgıcısıydı ve çalgısının tını nitelikleri onu çok düşündürmüş, çok uğraştırmıştı.<br />
Sonuçta ortaya, birçok klavsen yapıtı yanında bir de, klavsen<br />
çalmanın "gerçek yolu"nu gösteren bir kitap çıktı.<br />
Cari Philipp, müzik sanatının kendi kendini yetiştirmiş sayısız bestecisinden<br />
biridir. Babası istiyordu ki, Cari Philipp hukuk ve felsefe eğitimi<br />
görsiın. Bu yüzdendir ki Cari Philipp asıl eğitimini bu yolda görmüş, müziği<br />
sonradan meslek edinmiştir. Cari Philipp’in, müzik sanatının evrimindeki<br />
asıl önemi, sonat biçimini kesinleştirmesi olmuştur. "Pruşyah" adım taşıyan<br />
sonat dizisinin 1742’de yayınlanmasıyla, bunu da bir yıl sonra ”Würtembergh“<br />
adım taşıyan dizinin izlemesiyle, bu amaç gerçekleşmiş olmaktadır.<br />
Sözü geçen dizilerde yer almış sonatlannda görülmektedir ki Cari Philipp,<br />
sonatın Uç bölümlü biçimim kesinleştirmiş, ilk bölümde "tem-gelişim-yeniden<br />
sunuş" biçimini sağlamlaştırmıştır. Kısık görüşlüler. Cari Philipp<br />
üzerinde de yanıltıcı yargılara varmaktan geri kalmamışlardır. Onlara<br />
göre Cari Philipp, tıpkı babası gibi, kendine kadarki biçimleri aydınlatmaktan<br />
öteye gidememiştir. Tanıtlanamaz bir görüş, çünkü Cari Philipp'in sonata<br />
getirdiği yalnızca biçim kesinleştirmesine varıp ileıki bestecilerin çalışmalarına<br />
bir temel sağlamakla kalmamıştır. Klasik çağın aynı zamanda romantizmin<br />
de hazırlayıcısı olduğu gerçeği en kandına tanıtlarından birini<br />
Cari Philipp’in müziğinde bulmaktadır. H er yenileyicide aşırılıklar görülebilir.<br />
Bu bakıma Bach’ın bu yetili oğlu da dokunulmaz değildir ama öte<br />
yandan Cari Philipp’in müziğine Özelliğini biraz da bu aşırılıklar vermekte,<br />
onu aşırılıklarıyla tanınan bir çağın, romantizmin öncüsü durumuna biraz<br />
da bunlar geçirmektedir. Buraya kadarından, Cari Philipp’in sonat çalışmalarının<br />
ve bu biçime getirdiği yeniliklerin yalnızca bir biçim oyunu<br />
olarak kalmadığı anlaşılabilir. Sonatı bir düşünce ortamı olarak geliştiren<br />
ilk besteci diye, nitekim, Cari Philippe’i göstermek de bir aşırılık sayılmamalıdır.<br />
Sonraki yıllarda sonat biçiminin gitgide, kural ve kalıp dışına doğru<br />
taşmalarla, kesin bir kalıp olmaktan çıkıp doğrudan doğruya bir düşünce<br />
ortamı, duygularının düzenli olarak anlatılmasını sağlayan bir ortam<br />
olarak gelişmesi ilk önemli öncüsünü Cari Philipp'de bulmuş olmaktadır.<br />
Sonatın "gelişme" (developpement) bölümü, bestecinin biçim kaygılarından<br />
iyice uzaklaşıp kendine özgü anlatımım, kendine özgü yoldamlarla, bağımsızlaşmış<br />
bir imgeleme başvurarak gerçekleştirdiği bölüm sayılır. Cari Philipp,<br />
nitekim, hele gelişme bölümünde müziğinin en etkileyici örneklerini<br />
vermiş, bu bölümde, o günlerin birçok bestecisinin yaptığı gibi, başta sunulan<br />
temleri art arda dizmekle yetinmeyip, temleri kesip, biçip, çözüp, kurucu<br />
öğelerine ayınp bu öğelerden yeni bir yapı ortaya çıkarma yolunu tutmuş,<br />
bu çalışmasında da her şeyden önce duyguların, düşüncelerin düzenle<br />
anlatılmalarım gözetmiştir. Bu davranışta bir bestecinin, sonat biçiminin<br />
türlü çalgı ortamlarına uygulanmasıyla ortaya çıkarı senfoni ve konserto<br />
biçimleri üzerinde de çalışmış olması doğaldır. Besteci bunlardan başka<br />
birçok din yapıtı da yazmışsa da, bunların önemi, çalgı müziği eserlerinin<br />
Milzik Tarihi, F.: 5 65
yanında ufalır.<br />
M ANNH E İM O KULU<br />
Bach’ın bu iki oğlunun, klasik çağ müziğinin temellerini atan ilerici<br />
çalışmaları yanında, müzik diline getirdikleri yenilikler yanında, kişilerine<br />
özgü nitelikleri -anlamı iyice tanımlanmamış bir sözcüğü uygun düşer diye<br />
gene kullanalım- "dehaları" öylesine güçlüdür ki, bunların yanında yeni<br />
müzik dilinin evrimine büyük etkileri olan kuram çalışmaları yapmış bir<br />
besteciler topluluğunun unutulması gibi bir salanca kendini gösterebilir.<br />
Nitekim, çağın büyük yaratıcılarının yanında çok daha alçak gönüllü bir<br />
durumda bulunan, tarih içinde onların gölgesinde kalan bu besteciler, yaratış<br />
nitelikleri bakımından o devlerle, Gluck’la, iki Bach’la, Haydn ve M o<br />
zart ile boy ölçüşebilecek durumda değilseler bile, gelişeduran müzik dili<br />
üzerinde kuramcı çalışmalarıyla müzik dilinin evrimine yararlı olmuşlardı.<br />
Bu bestecilere "senfoniciler" de denir, "çalgıcılar" da denir: fakat toplulukları<br />
asıl, Mannheim okulu adıyla tanınır.<br />
Okulun yöneticisi Johann Stamitz (1717-1757) idi; çevresinde de türlü<br />
yerlerden gelmiş yirmi kadar besteci vardı. Bunların arasında Stamitz’in<br />
iki oğlu, Kari ve Johann Anton, sonra Franz Xavier Richter, Ignace Holzbauer,<br />
Johann Schobert, Cari Ditters von Dittersdorf gibi birçok besteci<br />
vardı. Stamitz ve çevresi, ellerindeki ortamdan ve imkânlardan gereğince<br />
yararlanmak için yöntemli, amaçlı çalışmalara giriştiler. Eldeki ortam, çat<br />
gitardı; o çağa kadar oldukça dağınık, oldukça belirsiz bir durumda bulunan<br />
çalgı müziğiydi; günün sürümdeki çalgılarının bir araya gelmesinden<br />
ortaya çıkmış orkestraydı. Niçin bunlar bilimsel temellere dayanarak kesin<br />
bir duruma ulaştırılmasında Çalışmalarının sonucu, daha "soyut" yüzeylerde<br />
gelişeduran biçimlerin daha "somut" araçlarla, çalgılarla birleştirilmesinden<br />
doğan, dengeli, düzenli bir çalgı müziği oldu<br />
Bohemyalı kemana Johann Stamitz’i Mannheim’a getiren ve orada<br />
çalgı müziğinin biçimlenmesi sonucunu veren çalışmalara başlamasına yol<br />
açan olay, Stamitz’e Prens Karl’ın Mannheim’da saray kemancılığı ve oda<br />
müziği yöneticiliği ödevini vermesi oldu. Çevresine toplanmaya başlayan<br />
müzikseverlerle birlikte Stamitz, yetkili çalgıalardan kurulmuş bu orkestrayı<br />
bir türlü "deney tavşanı" gibi kullanarak çalgı müziği yazısı, bu ara özellikle<br />
senfonik yazı sorunları üzerine eğildi. Biçimleri çalgı niteliklerine uyfarşıtlannı<br />
dengelemeye girişti. Stamitz’in çalışmaları ilk günlerde Alman<br />
uladı; çalgıların tim, ayırtı (nuance) özelliklerini inceledi; tını ve ayırtı<br />
ya'da olduğundan daha da çok, çevre ülkelerde, bu ara Fransa’da ilgi gördü.<br />
Besteci Fransa’ya çağrıldı ve orada, nefes çalgılarının, ağaç ve pirinç<br />
çalgıların, yaylılar yanında bir eşitlik dengesi içinde kullanıldıkları yapıttan<br />
çalındı. Usta "zanaatkâr" Stamitz’in ve çevresindeki işçilerin ortak çalışması<br />
sonucu olan yenilikler artık çağın müziğinin gerçek yaratıcılan için ve-<br />
66
imli, sağlam, dengeli, güvenilir bir ortam sağlamış oluyordu<br />
Stamitz’in yolunun yolcuları yeni ortamı Avrupa’ya yaydılar. İtalya’da<br />
Giovanni Battista Sammartini (1701-1775) Milâno’dan hiç ayrılmamıştı<br />
ama, kuzeydeki ülkede neler olup bittiğinin farkındaydı; kendi yurdunda<br />
senfoninin yayıcısı oldu; apaçık bir düzeni olan, gelişim bölümü sorumlu<br />
bir inceleme sonucu olan, yapısında hem soyut biçim, hem de çalgı tınılan<br />
birleşimleri dengesinin gözetildiği senfoniler yazdı. Sammartini’nin<br />
Gluck’un öğreticisi, Johann Christian Bach’m ve Mozart'ın esin kaynaklarından<br />
biri olduğunu anmak, bu bestecinin önemini belirtmeye yeter. Sammartini<br />
yanında bir başka Giovanni Battista, "Padre" diye anılan Martini<br />
(1706-1784), besteci olarak değeri yamnda kuramcı ve öğretici olarak önemiyle<br />
de anılır. Mozart on dört yaşındayken babasıyla birlikte İtalya’ya gittiğinde<br />
Bologna’da Martini’den d.ers almış, ihtiyar usta, genç dehanın yetenekleri<br />
karşısında şaşkına dönmüştü. Mozart’a Bologna Filarmoni Akademisinde<br />
bir yer sağlayan da Martini olmuştur; ömrü boyunca Mozart, bu<br />
ihtiyar keşişe büyük saygı duymuştu. Bir başka İtalyan, bugün viyolonsel<br />
konsertosuyla ve "menuetto"suyla tanınan in iğ i Boccherini (1743-1805)<br />
Mannheim okulunun öğrettiklerini yüzleri aşan oda müziği yapıtında ve<br />
yirmi kadar senfonisinde uygulamış, hem de Haydn’m saygısını kazanmış<br />
bir besteciydi.<br />
Mannheim okulunun öğrettikleri, Boccherini örneğinin de düşündürdüğü<br />
gibi, orkestra müziğiyle sınırlı kalmamış, genellikle çalgı müziğini etkilemiştir.<br />
Johann Christian Bach’m yaptığı gibi, Mannheim Okulu üslubunun<br />
yayıcılarından Johann Schobert (1720-1767), bu Silezyalı klavsen virtüözü,<br />
oda müziklerinde klavsene solo çalgı ödevi vererek, orkestrada gelişen<br />
yeni tekniği küçük topluluğa da uygulayarak, okul yöntemlerinin alanını<br />
genişletmiştir. Mannheim Okulu hem, çalgı yapımında yıldan yıla kendini<br />
gösteren ilerlemeleri yapım tekniğinin dar sınırından kurtarıp sanata kazandırmayı,<br />
bu gelişmeleri daha ileri bir sanatın aracı diye kullanmayı bilmiştir.<br />
Daha çok oda müziği alanında çalıştığı bilinen Schobert (Schubert’le<br />
karıştırılmasın) Mozart’ı da, Beethoven’i de doğrudan doğruya etkileyen<br />
bir müziksever diye bilinir. Bir tanıt, Mozart'ın piyano konsertolanndan<br />
ilk dördünün Schobert’in klavsen sonatlarından çıkma olduğudur.<br />
Mannheim Okulu’nun, çalgı tınıları üzerindeki araştırmalar ve buluşları,<br />
senfoniyle birlikte, bir yandan da ’tymphonie concertante" biçimine<br />
yol açmıştır. Çalgıların yeni bulunmuş tim nitelikleri bestecileri, özellikle<br />
nefes çalgılarını toplu olarak, sanki konsertonun "solo çalgısıymış gibi, orkestrayla<br />
karşılaştırarak kullanmaya götürmüştür. Çalgı tınılan yanında<br />
hem de belirli çalgıcıların icra yeteneklerinin gözetildiği bu tür müzik, yalnız<br />
nefes çalgılarının değil, klavsenin, daha sonraki yıllarda piyanonun, yaylı<br />
çalgılann, başta kemanm, nefes çalgılarının türlü topluluklar içinde, orkestranın<br />
karşısında "solist” durumunda ele alınmalarını sonuçlandırmıştır.<br />
Ses gereçleri neleri gerektirmektedir? N e gibi birleşimlere, ne gibi biçimle<br />
67
e yol açmaktadır? Marmheim Okulu’nun müziğe getirdiği en önemli yenilik,<br />
bu bilinci bestecilere vermesi olmuştur. Artık müzik, belirli bir tını,<br />
bir çalgının belirli özellikleri ve bu özelliklerin araştın İm ası gözetilmeden<br />
yapılan bir sanat olmaktan çıkmış, kendi sınırlan içinde bir somutlamaya<br />
doğru yönelmeye başlamıştır.<br />
HAYDN<br />
Bir müzik yaratısı geleneklere ne kadar bağlı, ya da geleneklere olan<br />
bağlarını ne kadar koparmış görünürse görünsün, yaratıcısı gene de daha<br />
önce yapılmış olanlara ister uyma, ister tepki yoluyla, o eserin olumunu,<br />
varlığını hazırlamıştır. On dokuzuncu yüzyılda yazılan sayısız yapıtm hemen<br />
hemen hepsi, yirmincide yazılanlarınsa biıyük bir çoğunluğu, on sekizinci<br />
yüzyılın bilinci içinde, on sekizinci yüzyılın müziğe getirdiklerini gözeterek,<br />
bunlara ya uymaya, ya da onlardan kaçınmaya çalışarak ortaya çıkmıştır.<br />
On sekizinci yüzyılın müzik sanatında yerini belirten sanatçıların başında<br />
da Franz Josef Haydn (1732-1809) gelir.<br />
Haydn’ın müzik sanatına kazandırdıklarını, bestecinin kendi evrimi<br />
içinde incelemek en aydınlık yoldur. Haydn’ın yaratış evrimi, genellikle on<br />
sekizinci yüzyılın ikinci yansının beş tane on yılına uyan beş evre içinde anlatılır.<br />
Birincisinde, 1750 ile 60 yıllan arasında uzanan sürede, Haydn henüz,<br />
sonraki yılların olgunluğundan uzaktır. Kendinden önceki bestecilerin,<br />
kendinden önceki yöntemlerin desteğine güvenmektedir. Özellikle yaylı<br />
dörtlüleri, bunların on sekizi, bu sürenin ürünleridir. Dörtlülerinde<br />
Haydn’ı henüz eski dans biçimlerine pek bağlı görüyoruz. İlk iki senfonisi<br />
de bunun gibi, eski öğelerden kurtulamamıştır. Hele, henüz klavsenin<br />
"continuo" refakatini gerektiren bu yapıtlar, Haydn’ın sonraki evriminin<br />
açısından, "ilkel" diye anılabilirler. Klavsen sonatlarındaysa genç usta, kestirilebileceği<br />
gibi, çağın en etkileyici klavsen bestecisinin, Cari Philipp Emmanuel<br />
Bach’ın egemenliğindedir. ö te yandan bu sürede, Haydn kişiliğinin<br />
çizgileri şurada burada kendini göstermektedir. Haydn, birçok "deha"-<br />
nın tersine, hiç de içine kapalı olmayan bir kişiydi; bir "dünya insanı"ydı;<br />
sevincin tadını, dünyanın keyfini pek az sanatçı onun kadar tatmış ve sanatında<br />
yansıtmıştır. Haydn’ın bu yanını daha ilk senfonisinde, Andante bölümünde,<br />
birinci temelden İkincisine geçerken görüyoruz. İşte, doksan şu kadar<br />
senfoni sonra "Sürpriz" adını taşıyan senfoniye özelliğini verecek olan<br />
şakacı davranış daha bu ilk senfonide kendini göstermektedir, öte yandan<br />
aynı sürede yazdığı Missa brevis’te, bu din müziği yapıtında "tanır" adı gülümseyen,<br />
daha da ilerisi, kahkahalar atan bir müzikle duyurulmaktadır.<br />
Haydn dindar değil mi? Tanrıya saygısızlık mı ediyor? Değil. Yalnızca, tanrı<br />
adının ille de başı eğik bir korkuyla anılması gerekmediğini biliyordu.<br />
Haydn’ın yaratış hayatmın ikinci bölümü, 1761-70 yılları arasındaki<br />
bölüm, bir geçiş süresidir. Artık çıraklık yıllan sayabileceğimiz yıllar geri<br />
68
de kalmıştır ve besteci, gittikçe gelişen ustalığının verdiği güvenle, özgürce<br />
girişkenlikler göstermektedir. O yıllarda Haydn, Prens Esterhazy’nin saraymdaydı.<br />
Zengin bir çevre içindeydi. Zenginliğin sağladığı kolaylıkların sonucu,<br />
elindeki gereçler de boldu. Bunları gereğince kullanarak Haydn gönlünce<br />
denemelere girişti. Her alanda çalışmalar yaptı. Özellikle senfoni ve<br />
opera üzerinde çalıştı. Senfonilerinin birkaçında Haydn’ı bir "program"<br />
bestecisi, müzik dışı bir olaydan esinli olarak yazan bir besteci olarak görüyoruz.<br />
İşte "Sabah", "Öğle", "Akşam" adlarım taşıyan senfonileri ya da "A y '<br />
senfonisi... Bu senfoniler gerçi Haydn’ın gelişen kişiliğinin daha büyük bir<br />
özgürlükle, daha geniş bir imgelemle, daha zengin buluşla anlatıldığı yapıtlardır<br />
ama, biçim açısından gene eski dans dizisinin etkileri kendini göstermektedir.<br />
N e var ki Haydn çalgı kullanma tekniğinde artık olağanüstü denebilecek<br />
bir ustalığa da varmıştır. Öte yandan, senfoni alanında henüz<br />
kendini tam anlamıyla gerçekleştirmiş değilse bile, sahne müziğinde, opera<br />
alanında, en başardı, en olgun yapıtları arasında gösterilebilecek La<br />
Cantarina, L o Speziale gibi yapıtlarım vermiştir. Haydn’ın bu çağda verdiği<br />
operalarında İtalyan opera buffa ve opera seria yöntemlerini gözettiğini,<br />
bu ara Pergolesi’nin ve La Serva Padrona'sının besteciye hiç de yabancı<br />
olmadığım belirtmek belki gerekmez bile.<br />
Üçüncü süresinde, 1771 ile 1880 yıllan arasında Haydn’ın müziği daha<br />
derin, daha heyecanlı, daha duygulu olmuştur, özellikleri "ince, zarif,<br />
süslü" gibi kelimelerle tanıtılan ve çağın hemen hemen bütün bestecilerinin<br />
ele aldığı onak tavır olan "rococo" tarzı Roussau’nun yaydığı "doğaya<br />
yönelme" inancıyla birleşmiştir. Kendi doğasında, dışardaki doğaya doğru<br />
önlenmez eğilimler olan, bu yamyla Beethoven’i bile aşan Haydn’ın Rousseau<br />
görüşlerine kapılmaması, Avrupa’nın düşün hayatını yönelten bu<br />
inançları benimsememesi beklenmezdi. O sıralarda yazdığı D o minör piyano<br />
sonatı, dış çekicilikler yerine özle ilgili değerler bakımından ileriyi gösteren,<br />
bu ara genellikle Beethoven ile birleştirilen "fırtınalı" tavrın ilk örneklerinden,<br />
hem de en başarılı örneklerinden biridir. Eserin, o günlerde<br />
alışıldığı gibi, bir "mutlu son"a ulaşmayıp fırtınayı sürdürmesi de bir yenilik<br />
sayılabilir. Haydn’m üçüncü süresinin çalgı müzikleri arasmda "Veda"<br />
senfonisi özellikle, bestecinin korkusuz deneyiciliğini göstermesi bakımından<br />
ilgi çekicidir. Senfoninin şaşırtıcı yanı yalnız, Haydn’m efendisine, orkestradaki<br />
çalgıcıların dinlenmek zorunda olduklarını anlatmak amacıyla,<br />
çalgıcıların eserin sonunda birer birer sahneden ayrılıp gitmelerini sağlayan<br />
bir müzik yazmış olması olayında değildir. Bu senfonisinde besteci gene<br />
bir alışkanlığa sırt çevirmiş, senfoninin bitiş bölümü diye hızlı bir tempo<br />
seçmemiş, tersine, bitiş bölümünün başmda yer alan presto’dan, çok<br />
hızlı tempodan sonra, yavaş tempoya, bir adagio’ya geçmiş, çalgılarım teker<br />
teker susmalarım sağlamış, daha da önemlisi yapıtı, tonalite bakımından<br />
çıkış noktası olan tonik’te değil, bir altıncı akorunda bitirmiştir. Aynı<br />
çağın öteki senfonilerine gelince, bunlarda, yukarıda sözü geçen klavye so<br />
69
natında belirtilen "dramatik" nitelikler kendini göstermektedir. Bu senfonilerden<br />
ikisinin adı, Tutku” ve "Rüya", hem de, Haydn’ın o çağdaki üslûbunu<br />
belirtmeye yarar. Nitekim operalarında da Haydn, çağa göre aşın denebilecek<br />
bir duygululuğa yönelmiştir. 1779 yılında yazdığı Isola disabitata<br />
(Terkedilmiş A da) bu davranışa örnek diye gösterilebilecek, Gluck’un "ciddi"<br />
tarzını andıran bir operadır. İlk büyük oratoryosu II Ritomo di Tobia<br />
(Tobia’nm Dönüşü) de aynı yolda bir yapıttır.<br />
Dördüncü sürede, 1781 ile 1790 arasında Haydn’a artık her yönden<br />
olgunluğa erişmiş gözüyle bakılabilir. Bu sürenin ilk yılında, Jungfemçuartette<br />
(Bakire Dörtlüleri) adıyla tanınan Op. 33 dörtlülerinde Haydn, -kendi<br />
sözleriyle "yeni ve özel bir tarza" ulaşmıştır. Bestecinin 'yeni ve özel<br />
tarz" dediği, temlerin bölünüp yeniden birleştirilmek yoluyla değişik görünüşler<br />
kazanmaları ve böylece ayrı anlatım türlerine araç olmaları, bir de<br />
dört çalgıdan her birinin eşit önemde tutulması, ödevleri arasında belirli<br />
bir öncelik ayrılığının olmaması diye açıklanabilir. Klavye sonatlarına gelince,<br />
besteci bu çağda kimi kere, çağın bir başka büyük ustasının, Mozart'ın<br />
piyano sonatlarının etkisindedir ama hiç de kendi kişiliğini harcamadan...<br />
Etki, anlatımdan değil, Mozart’ın melodi çizisi ve biçim kuruşundan gelmektedir.<br />
Yaylı dörtlü ve piyano sonatı ortamları içindeki nitelikleri, aynı<br />
sürede, Haydn’ın senfonilerinde de görülmektedir. Bunların arasında "Ayı",<br />
"Kraliçe", Tavuk" isimlerini taşıyanlar, bestecinin anlatıcı müziğe olan<br />
eğiliminin öbür tanıtlandır. Bestecinin köyden gelme oluşu, "Ayı" senfonisinin<br />
son bölümünde yer alan gayda dansı gibi, re majör piyano konsertosunun<br />
son bölümündeki Macar halk danslan tarzındaki rondo gibi bölümlerde<br />
beliren folklor çalışmalarında birçok belirtisinden birkaçını bulur.<br />
Beşinci sürede, 1791 ile 1803 arasında Haydn artık ustalığının en üst<br />
katına erişmiştir. Bu yükselme Londra’da bulunduğu yıllarda çalgı müziğinde,<br />
döndükten sonra yazdıklarındaysa ses müziğinde yansır. Üslûp bakımından<br />
gerçi bu sürede, bir öncekine kıyasla bir ilerleme, bir yönelme yoktur<br />
ama, bestecinin anlatım giıcü daha da artmıştır. 1791 ile 1795 yıllan<br />
arasında yazdığı Londra senfonileri (on iki senfoni) bir yandan da bestecide<br />
romantizm eğiliminin gittikçe artmakta olduğunun tanıtlandır. Aynı eğilim,<br />
dörtlülerde de artan orantılarda kendim göstermektedir. 1796’dan sonra<br />
Haydn’ı, daha çok, ses müziğiyle uğraşırken görüyoruz. Bunlann arasında<br />
altı tane dinsel tören müziği (missa’lar) ve Haendel’den esinli iki oratoryo,<br />
Yaratılış -ve Mevsimler, başta gelir. Haydn’m son yapıtı, tamamlanmamış<br />
bir yaylı dörtlüdür.<br />
Haydn, senfoninin ve yaylı dörtlünün 'babası" diye anılır. Hemen belirtmek<br />
gerekir ki bu ortamlarda Haydn’dan önce Mannheim okulu üyeleri<br />
önemli çalışmalar yapmışlardır ve bu ara Boccherini başarılı dörtlüler<br />
yazmıştır. Italyan Sammartini’ninse Haydn’a senfoni alanında örnek olduğu<br />
bilinir. Haydn’ı bu biçimlerde -yaylı dörtlü dört yaylı çalgı için, iki keman,<br />
viyola ve viyolonsel için sonat, senfoniyşe orkestra için sonat olduğu<br />
70
na göre, genellikle sonat biçiminde- bir "baba" olarak görmek, Haydn’ın<br />
bu biçimleri başlattığı değil, geliştirdi^, hem de bunlara öz ve anlatımla ilgili<br />
yeni değerler kazandırdığı içindir.<br />
Genel sanıların tersine Haydn, yalnızca bir eğlendirici değildir, müziğini<br />
ille de görgülü bir köylünün sanatı sanmak, müziğinde hep ve hep şakacılık,<br />
takılganlık ve gürbüz sevinç aramak yanıltıcıdır. Unutulmamalıdır<br />
ki, Haydn, "klasik" müziğinin başlıca iki üç ustasından biri olduğu gibi,<br />
hem de bir romantiktir. Bir romantizm öncüsü değil, kimi kez, taşkın bir<br />
romantik sanatçının ta kendisi... Yaratış hayatının yukarda anlatılan beş<br />
bölümünden son üçü, nitekim, Almanya’da romantik edebiyatın geliştiği<br />
yıllara, Goethe’nin yeni-klasik Fransız edebiyatının kuram ve kurullarına<br />
karşı anlatım özgürlüğü bayrağım açtığı yıllara rastlar. Alman edebiyatında<br />
Goethe ve Schiller’in başlıca temsilcisi oldukları - v e sonradan "Sturm<br />
und Drang" deyimiyle tanıtılan - davranışın müzikte bir karşılığını ararsak<br />
bu doğrudan doğruya Haydn’m müziği olur.<br />
M OZART<br />
Mozart için söylenmiş bir söz vardır. Alman şairi ve oyun yazan Hugo<br />
von Hofmannstahl’ın bir görüşü... Hofmannstahl’a göre 'Mozart, gerçek<br />
büyüklüğe ulaşamamıştır; çünkü üzüntü anlatamaz..." Bu görüşü, Hoffmannstahl<br />
çağının, Mozart’dan en az yüz yıl sonranın, anlatım yoldamlanndaki<br />
gelişmeleri açısından ele alırsak, doğru görmek gerekebilir. İlerleyen<br />
çağlann getirdiği gelişmelerin ışığında önceki çağlann sanatçıları şu<br />
ya da bu yandan geride kalmış görünebilirler. Evrimler, geçmişin sürekli<br />
olarak yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor olabilir. Am a bir sanatçıyı<br />
kendi çağının, hem de kendi kişiliğinin verileri içinde ele alırsak (H offmanstahl’ın<br />
gözlemine dönelim), Mozart'ın birçok yapıtında üzüntü de anlatmış<br />
olduğunu görürüz. N e var ki bu anlatımım "klasik" kavramıma tanım<br />
ayrıntılarından biri yerine geçen bir soğukkanlılıkla, kapalılıkla yapmıştır.<br />
Dövünerek, saçım başım yolarak üzüntü anlatmak... Mozart’ta bu<br />
yoktur. Bu bakıma Mozart, her sanatçıda az ya da çok gelişmiş bir romantik<br />
eğilim görülebilirse de, "romantik" teriminin sakınaraktan uygulanması<br />
gereken pek az sanatçıdan biridir. Buna karşı Mozart, Haydn’dan daha da<br />
öncelikle, "klasik" kavramının simgesi olmuştur. Haydn çoğunlukla, biçimle<br />
ilgili yanıyla bir "klasiktir. Oysa Mozart, öz açısından da bu terimin tanım<br />
sınırlan içine girer. Bunun yanında her iki besteci birbirlerinin etkeni<br />
olmuşlar, birbirlerinden yararlanmışlardır.<br />
Müzik sanatının en ünlü 'harika çocuğu” Wolfgang Amadeus Mozart<br />
(1756-1791) tanrıya belki en çok şey borçlu olan bestecidir. Kendi de olağanüstü<br />
verilerini tanıyor olmalıydı ki öbür bestecilerden aynlığmı "herkesle<br />
birlikte aynı araçlara başvuruyorum, aynı dili kullanıyorum; oysa ortaya<br />
çıkan müzik ayrı oluyor; neden bu değişiklik? Bilemem; gözüm, ya da bur<br />
71
num başkalarınınkderden neden ayrıysa, yazdığım müzik de o yüzden ayn<br />
olsa gerek" diye yaratma oluşumunun bilinmezliğini anlatmaya çalışmıştı.<br />
Mozart, doğaya ve tanrıya olduğu kadar, babası Leopold Mozart’a<br />
(1719-1787) da, özellikle, eğitimi bakımından, çok şey borçludur. Yetişkin,<br />
görgülü, düşünür bir müziksever olan Leopold Mozart, oğlunun gölgesinde<br />
kalmış olmakla birlikte, yetenekleri hiç de küçümsenmeyecek bir besteciydi.<br />
Kilise için yazdığı yapıtların, klavye sonatlarının, senfonilerin yanında<br />
hele konsertolan önemlidir; Wolfgang’m babası olarak edindiği ünden<br />
başka bir de, yıllar yılı bütün dünyada keman öğreniminde ana yöntem diye<br />
kullanılan kitabıyla tanınır.<br />
Olağanüstü verileri Mozart’ı, başvurduğu bütün biçimlerde eş başarılara<br />
ulaştırmıştır. Mozart’ın bir kesimde, öbürüne kıyasla daha başarılı, daha<br />
olgun, daha anlamlı yapıtlar verdiği söylenemez. Senfonide olsun, oda<br />
müziğinde, ya da operada olsun, Mozart'ın yaratıcılığım nitelendiren bütün<br />
özellikler bir bir vardır: Verimlilik, gevşemeyen esin, kendiliğindenlik,<br />
seçiktik, yapı sağlamlığı ve orantı bütünlüğü... N e var ki Mozart, verileriyle<br />
yetinmemiş, bilgisini de durmadan geliştirmiş, böyle bir tutumun sonucu<br />
olarak, kusursuz bir işçiliğe erişmiştir. Bu balama Mozart, özellikle müzik<br />
"zanaat'ırun da simgesidir...<br />
Mozart, bir ülkücüydü. Günlük hayatın gerçeklerinden esinti bir müzik<br />
yazmamış olması, müzik dışı olayların seslerle anlatımına gitmemiş olması,<br />
Mozart'ın salt ve soyut ülkücülüğünün bir yanıdır; bir başka yanı aa<br />
bestecinin, çok kere içinde bulunduğu sıkıntılı durumların, düşük koşulların<br />
sanatım etkilememiş olmasıdır. Bu bakıma Mozart, gerçekçilik yoluyla<br />
romantizme uzanmış bir yaratın değildir. Müziğinde romantizmle uyum<br />
ya da uyumsuzluk açısından ilintili hiçbir sorun yoktur. Müziğini bu açıdan<br />
görenler, HofmannstahTm yaptığı gibi, onu "gerçek büyüklüğe erişememiş<br />
olmakla" suçlandırabilirler. Ancak, unutmamalı ki Mozart'ın, kendi<br />
yaratılışına aykırı davranışları müziğinin tümünde, denizde damla gibidir<br />
Şurada bir "trajik" eğilim, orada bir "büyük tavır”... Bunların, "trajik" ya da<br />
'büyük” davranışlarda daha büyük başan göstermiş sanatçılarla layaslanıp<br />
küçüksenmesi ve Mozart'ın bu açılardan bir yargıya bağlanması dar görüşlülük<br />
olur.<br />
Mozart'ın, seçtiği türlü biçimlerin her birinin özel gereklerine ve bu<br />
bakımdan birbirlerinden ayrılmalarına uymamış olduğu da bir gerçektir<br />
Bu yönden Mozart’ı, diyelim ki bir senfoni bestecisi, ya da bir opera bestecisi<br />
olarak göstermek uygun değildir. Senfonici olarak Mozart’tan daha başardı<br />
senfoni bestecileri, konsertocu olarak Mozart’tan daha başarılı konserto<br />
bestecileri, operacı olarak Mozart’tan daha başardı opera bestecileri<br />
vardır. Mozart’a özelliğini veren, yaratıcılığının biçim "kategorileri" içine<br />
kapatdamayacak nitelikleridir. Müziğinin kusursuz işçiliği ve tutarlıklı anlatımı<br />
her bir biçimde aynı başarı katında ve biçimlerin baskdanndan, gereklerinden<br />
sanki özgür olarak gerçekleşmiştir. Bu bakıma Mozart'ın müziği<br />
72
nin tümü, tek bir yapıtın türlü biçimler içinde, birbiri üstüne, her bir keresinde<br />
yeniden gerçekleşmesi diye görülebilir.<br />
Diyelim ki, Mozart, çoğu eleştirmen için, en iyi opera bestecisidir.<br />
Doğru, hem de yanlış! Mozart’ı ulaşılmaz üstünlüklere erişmiş bir opera<br />
bestecisi diye görmek ancak onu, bestecilik sanabilin türlü kesimlerinden<br />
ve her bir kesimin koşul ve gereklerinden özgür olarak, bir üstün usta saymaya<br />
bağlıdır. Yoksa opera sanatının gerekleri içinde Mozart’ı yargılamak<br />
ona opera bestecisi olarak eşsizlik tanımaya engel olur. Opera, her şeyden<br />
önce anlatıcı müziktir; geçerlikteki teknik deyimiyle, "program müziği"dir.<br />
Bu türlü bir müzik, olaylara, durumlara, duygulara, müziğin dışında kalan<br />
ve soyut olmayan olay, durum ve duygulara bağlıdır; bunları anlatmak zorundadır.<br />
Bu bakıma, dışta kalmış olaylardan yalnızca esinli olmaktan daha<br />
da ötededir. Opera bestecisinin karşısında, ancak müzik ile birleştiğinde<br />
sahneye çıkacak, sahnenin gerçeğine uyacak bir olaylar dizisi ve kişiler<br />
toplantısı vardır. Besteci, bütün bu olaylarm ve kişilerin müzik ile karşılığını<br />
vermek zorundadır. Müziği, ne kadar olabilirse o kadar, olayların ve kişilerin<br />
somutluğuna indirmek ödevine kendini atamıştır. Oysa görüyoruz<br />
ki Mozart’ın müziği bir soyut sanat olarak saptayan sınırları aşmamış müziği,<br />
operamn gerçeklerine de uymamıştır. Türlü durumların, türlü gerçeklerin,<br />
türlü duyguların etkisine uymak ve bunları yansıtmak için niteliğinden<br />
pek az şey bırakmıştır. Bu yüzdendir ki Mozart’ın opera müziğinde "dramatik"<br />
özellikler arayanlar bunlan ancak bestecinin herhangi bir senfonisinde,<br />
ya da bir yaylı dörtlüsünde bulabildikleri ölçüde ve durumda bulabilirler,<br />
Mozart’ta rastlanan dram, soyut bir dramdır ve sahne müziği yapıtlarında<br />
da bu başka türlü olmamıştır.<br />
Mozart gibi bir üstün ustayı, ulusal müzik savlarına güç kazandırmak<br />
için örnek diye gösterenler de yanılmalara düşmektedirler. Tanımak gerekir<br />
ki Mozart, bestecilerin en az ulusal olanlarından, en çok evrensellerinden<br />
biridir. Müziğinin soyut anlatımı ve tüm yapıtlarından ortaya çıkan ülkücü<br />
davranış, bu "evrensellik" koşuluna varmıştır, ö te yandan, yaşadığı<br />
çevrede türlü ülkelerin, bellibaşlı üç ülkenin müzik anlayışının yarattığı<br />
akııjılar ve Mozart’ın bu akımlara karşı koyup yalnızca kendi çevresinin<br />
müziğini aramak, kendi çevresine özgü bir müzik sunmak çabasını göstermeyişi<br />
onu, bir etki birleşimine götürmüştür. Bu başlıca üç etki. Alman,<br />
İtalyan ve Fransız etkileridir. Müziği ulusal açıdan görseydi Mozart’ın A l<br />
man müziğinin ulusallığım savunması ve yaratılarım bu yolda vermesi gerekecekti.<br />
Oysa Mozart’ta' Alman etkisi azınlıkta, İtalyan etkisi çoğunluktadır.<br />
Bu durumu, bir sanatçının kökünü doğduğu ve yetiştiği ülkenin geleneklerinde<br />
görmek isteyenlere karşı Mozart'ın bir karşı sav örneği olarak<br />
çıkartılmasını sağlamaktadır.<br />
Mozart müzik sanatının yürüyüşünü etkilemiştiı . Ancak bu, bestecinin<br />
bu yolda bile bile çalışmalar yapmasımn, bir "devrimci" tutumuyla işe<br />
girişmesinin sonucu değildir. Mozart'ın sanatının bütünlüğüyle verdiği ör<br />
73
nek müzik sanatının evrimini etkilemiştir. Gene operayı alalım. Mozart,<br />
bir Gluck gibi, opera alanında bilinçli, amaçb bir yenileyici değildi. Opera<br />
Mozart’tan sonra dcğiştiysc, bu, Mozart’ın bu yolda bile bile yenilikler yapmış<br />
olması yüzünden değil, operalarının öz-biçim birleşmesi bakımmdan<br />
verdiği örneklerin etkisiyledir. Operada olduğu gibi, senfonide de, konsertoda<br />
da, dörtlüde de Mozart kuramlardan korkmadan, onlara saplanmadan<br />
kendini içgüdüsüne kapıp koyuvererek yazardı. Böyle bir oluşumla ortaya<br />
çıkan müzikler, kendi çağdaşlarının olduğu gibi, kendinden sonraki<br />
kuşakların da bilgi kaynağı, yöntem temeli olmuşlardır.<br />
Mozart, klasik Viyana okulunun üç büyüğünden öbür ikisinin, Haydn<br />
ile Beethoven’in tersine, doğasever bir kişi değildi. Doğadan esinli ya da<br />
doğayı anlatan müzik yazmadığı gibi, doğa güzelliklerine de ilgisiz kalmış<br />
olduğu bilinir. Bundan başka Mozart, bugünün sanatçı anlayışına uyan bir<br />
kişi de değildi. Bugünün anlayışı derken, sanatçının yalnız kendi sanat dalının<br />
sınırlarına kapanmasını hoş görmeyen, sanatm öbür dallarıyla ve genellikle<br />
başka konularla da ilgilenen, onu "aydın" ve "kültürlü" kelimeleriyle<br />
anlatılan bir insan olarak görmek isteyen, yalnız görmekle kalmayan, sanatçının<br />
başarısının bu gibi niteliklerle siki sıkıya bağlı olduğunu öne süren<br />
anlayışı anlatmak istiyoruz. Mozart, bu anlamda "aydın" ve "kültürlü"<br />
bir kişi değildi. Müzik ile ilgili konulardan başka bir şey okumazdı; başka<br />
hiçbir alanda incelemeler yaptığı görülmemişti. Avrupa'nın başlıca sanat<br />
merkezlerini gezmiş, fakat oralarda müzikten başka hiçbir şeyle, ister edebiyatla,<br />
ister plastik sanatlarla olsun, ilgilenmemiştir. Mozart örneği, sanatçının<br />
sınırlı kalmasını savunanların tanıtıdır. Tanrı vergisi ve çalışma... M o<br />
zart’ı büyük sanatçı yapan bunlardır. Bu iki dayanakla Mozart, nitelikçe olduğu<br />
kadar nicelikçe de önem taşıyan yapıtlar vermiştir. Mozart’ın eserlerini<br />
bir sıraya koyan Viyanalı bilgin Dr. Ludwig Köchel’in katalogunda<br />
600’den fazla yapıt vardır. 20’den azla opera (en ünlüleri Saraydan Kız Kaçılma,<br />
Figam’nun Düğiinii, Don Giovanni, Sihiıii Flüt), 50 kadar din müziği<br />
yapıtı ve bir o kadar senfoni, 100 kadar bağımsız arya ve şarkı, gene bir<br />
o kadar türlü biçimlerde orkestra eseri (divertimento'laı, serenadelar vs.)<br />
türlü çalgılar için 50’den fazla konserto, 30 kadar keman sonatı, 20 kadaı<br />
piyano sonatı, vb. ön ce de değindiğimiz gibi, bu yüzlerce yapıt, tek bir yapıtın<br />
türlü yansımaları gibidir. Sanat yaratılarının değerlendirilmesinde gitgide<br />
kolaya kaçan çağımızda Mozart’ın artaduran bir ilgi görmesinin, sanat<br />
müziği dinleyicilerinin gözünde yükselmesinin bir nedeni, yapıtları arasındaki<br />
benzerliktedir; müziğinde beklenmedik yönelimlerin, şaşırtıcı buluşların<br />
olmayışındadır.<br />
Mozart’ı bir başka bestecinin, Antonio Salieri’nin (1750-1825) zehirleyerek<br />
öldürdüğü yolunda doğrulanmamış bir söylenti vardır. Bu söylenti<br />
önce Puşkin’in yazdığı bir oyunun ve Rimski-Korsakofun bu oyuna dayanarak<br />
bestelediği operanın konusu olmuş, çağımızda da Peter Schaffer’in<br />
oyununun Milos Forman’ca yönetilmiş Amadeus adlı filminde yeniden ele<br />
74
alınmıştır. Salieri’yle simgelendirilen sıradan sanatçının karşısmda M o <br />
zart'la örneklendirilen büyük yaratıcı... Amadeus’un çoğunlukla uydurmalara,<br />
gerçeklere aykırı "bilgilere” dayanarak sunduğu ve geliştirdiği temel konu<br />
budur. Çağının en ünlü bestecilerinden biri olan, ama sonradan yıldızı<br />
sönen Salieri’ye kendini savunma ve tanıtlama olanağı verilmemektedir,<br />
çünkü besteleri bugün pek seyrek dinletilmektedir. (Söz konusu filmde de<br />
Salieri’nin müziği birçok ölçüyle sınırlanmıştır.) Bu seyreklik içinde bile<br />
açıklanmış olması gereken, Salieri’nin yabana atılacak bir besteci olmadığıdır.<br />
PİYANO GELİŞİYOR<br />
On sekizinci yüzyılın ilk yıllarında, bugün piyano diye tartman çalgı ilkel<br />
durumunda ortaya çıktı. İlk piyanoyu 1711 yılında Bartolomeo Cristofori<br />
adlı bir İtalyanın yaptığ bilinir.* On altıncı yüzyılın sonlarına doğru da<br />
bir "Piano e forte"nin varlığından söz edilirse de, bu çalgı üzerindeki bilgi<br />
öylesine kıttır ki piyanoyu geliştiren kişi diye gene Cristofori’yi tanımak gerekiyor.<br />
Çalgının adı, İtalyanca "hafif' ve "güçlü” anlamlarına gelen "piano<br />
e forte” kelimelerinin önce birleştirilmesinden (pianoforte) sonra da kısaltılmasından<br />
(piano) ortaya çıkmıştır. O günlere kadar kullanılan başlıca<br />
klavyeli çalgı olan klavsenin, bu çalgıya özgü tını değiştirme olanaklarının<br />
sağladığı yenilikler dışında, "hafif' sesi olsun, "güçlü" sesi olsun, bu iki başlıca<br />
katm arasmda ve ötesindeki yoğunluk ayırtılarım olsun verememesine<br />
karşılık piyano bunları sağlayabildiği için bu ad uygun görülmüştü. Gene<br />
de, bir kere daha belirtelim ki klavsen piyanonun atası değildir; kullanış<br />
yaygınlığı bakımından on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru piyanonun,<br />
klavsenin yerine geçmesi böyle bir sanıyı gerektirmez. Yalnız mekanizma<br />
bakımından değil, tını, yoğunluk, ses tutma vs. gibi özelliklerindeki büyük<br />
aynlık piyanoyu, klavsenin gelişmiş durumu olarak görenleri yanılgıya düşürmektedir.<br />
Nitekim klavsen de, kendi sınırları ve özellikleri içinde, piyanodan<br />
özgür olarak gelişmiştir. Piyanonun atası aslında, mekanizmasıyla<br />
da olsun, ses özellikleriyle de olsun, piyanonun iyice ilkeli sayabileceğimiz<br />
klavikord’dur<br />
Cristofori’den önce bir Alman klavikord ve org yapıcısının piyanoyu<br />
geliştirdiği çok kere ileri sürülür. N e var ki, Gottfried Silbermann adlı bu<br />
yapıcının, Cristofori’nin piyanosunu üzerinde bilgi edindikten sonra bu işe<br />
giriştiği tanıtlanmıştır. Silbermann’m ilk yaptığ piyanoları Bach’a gösterdiğ<br />
, Bach’ınsa bu çalgılarda birçok kusur bulduğu, bunun üzerine Silbermann’ın<br />
bir süre piyano yapmaktan vazgeçtiği, sonra işi yeniden ele aldığ,<br />
Büyük Friedrich’e birkaç piyano sattığı, hem Bach’ın da onayını aldığ söylenir.<br />
Ancak Back piyanoyla pek de ilgilenmemiş olmalı ki evine piyano almamış<br />
ve piyano için müzik yazmamıştır.<br />
Piyano için 1770 yılma kadar müzik yazılmadı. Bununla birlikte o yı<br />
75
la kadar kimi çalgıcı-bestecmın piyanoyla ilgilendiği oldu. Bunların arasında,<br />
Johann Christian Badı, piyanımla ilgilenen ve piyano çalan ilk Bach<br />
olarak tanınır. Piyano için önemli flk müziği 1770 yılında Muzio Clementı<br />
(1752-1832) yazdı. Klavsen ve klavikordun yerine piyanonun yaygınlaşmaya<br />
başlamasıyla, teknik ve dokunu sorunlarım, bestede olsun, öğretimde<br />
olsun, yeni baştan ele almak gerekiyordu. Klavsende dokunu gücü, çıkan<br />
sesin niteliğini ya da süresini etkilemediği için, bu çalgıda dokunuyla ilgili<br />
tek önemli sorun, parmağın tuştan en kısa süre içinde çekebilmesiydi ki teli<br />
çeken tırnak, yeniden çalışmaya hazır olmak için yerine dönebilsin. Böylece<br />
klavsen, parmak çevikliği gerektiren bir çalgıydı ama, bağlı notaların<br />
çalınması bakımından özel bir teknik ve duygu gerektirmiyordu. .Klavikorda<br />
gelince, çok küçük ve çok yumuşak bir sesi olan bu çalgı, uzun notalara<br />
ve ayırtılara olanak veriyordu; bundan başka sesi titretmek de, tuşun<br />
üzerindeki parmağı kımıldatarak, olabiliyordu. Çalgının bu özelliği piyano<br />
tekniğinden ayrı bir dokunu tekniğini gerektiriyordu. Oysa piyanoda, parmağı<br />
kımıldatarak ses titreme diye bir olanak yoktur.<br />
Clementi’den önceki klavye bestecileri, Scarlatti, Johann Sebastian<br />
Bach ve oğlu Cari Philipp Emmanuel ya da ötekiler, genellikle klavye çalmanın<br />
-özellikle klavsenin- sorunlarıyla uğraşmışlardır. Oysa Clementi,<br />
doğrudan doğruya piyano için düşünülmüş ilk müziği (Op. 2 üç sonat) yazan<br />
besteci olduğu gibi piyanonun kendine özgü teknik olanaklarını inceleyen<br />
ilk bestecidir de. Her bir parmağın eşit güçte ve bağımsız olmasmı öngören<br />
temrin yöntemini geliştirmiş, bu yöntemle de asıl, parmakların dokunu<br />
eşitliğinin sağlanmasını gözönünde tutmuştur. Gradus ad Pamassum ’u<br />
ve türlü temrinleri, piyano öğreniminin vazgeçilmez dayanaklarıdır. Bununla<br />
birlikte Clementi, yanlış bir görüşle, yalnızca piyano yöntemleri hazırlamış<br />
bir öğretici diye tanınır. Oysa Clementi’nin birçok sonatı ve sonatini,<br />
sanat yaratısı tanımına uygun özellikler, anlatımla ve şiirle ilgili değerler<br />
taşırlar. Bunların, Beethoven’in piyano müziğine olan etkilerine de yan çiz<br />
ilemez<br />
Clementi gibi, öğrencisi Johann Baptıst Cramer (1771-1853) de, olağanüstü<br />
bir dokunu eşitliğine ulaşmış, hem de öğretim yolunda çalışmış,<br />
bununla birlikte sanatının daha anlamlı değerlerine de büyük önem veren,<br />
çalış kolaylığıyla yetinmeyen bir besteciydi, ö te yandan, Mozart’ın bir öğrencisi,<br />
Johann Nepomuk Hummel (1778-1837) Viyana piyanolarının hafif<br />
dokunuyla kolayca çalışan mekanizmasının koşulladığı hafif, çevik, oynak<br />
ve çalınırken özellikle parmak çabukluğu isteyen bir müzik yazdı. Hummel’in<br />
piyano çalma açısından müzik yazışma getirdiği bir özellik de, Cari<br />
Philipp Emmanuel Bach’m bir trilin yardıma notadan başlamasını istemesine<br />
karşılık, trilin ana notadan başlaması savını öne sürmesidir. Hummel’in<br />
çalışı ve öğrettikleri, Beethoven’in bir öğrencisini, Cari Czemi’yi<br />
(1791-1857) etkilemiş, Czemy piyano temrin yöntemcisi olarak adının günümüze<br />
kadar ulaşmasını sağlayan bir ün yapmıştır. Beethoven’e gelince,<br />
76
Hummel’e karşılık bu besteci, Viyana piyanosu değil, daha ağır hareketli<br />
bir mekanizması olan ve daha hacimli bir ses veren İngiliz piyanosu kullanırdı.<br />
Beethoven’in anlatımındaki yoğun giiç onu, parmak çevikliği ve tını<br />
hafifliğinden çok, güçlü bir tim sağlayan İngiliz piyanosunu seçmeye götürmüştür.<br />
FRANSIZ DEVRİM İNDE M Ü Z İK<br />
On sekizinci yüzyılın son on yılında, Fransız Devriminin etkileriyle,<br />
"müziğin demokratlaşması" diyebileceğimiz bir hareket başladı Devrim<br />
yaklaşa dururken sanatlar, bu ara müzik, gitgide halka iniyor, sarayların<br />
ve salonların duvarları içinde yer alan bir olay olmakla kalmıyordu. Vatan<br />
şarkıları, dindışı kantatlar ve bunların söylenmesinde kullanılan korolar artık<br />
kamu duygularının simgesi sayılıyordu.<br />
Besteciler, devrime kayıtsız kalmadılar. Devrimin şarkısını söyleyen<br />
müzikleri, yeni bir toplum düzeninin getirdiği kaygısız sevinci yansıtıyordu.<br />
Devrimden esinli müzik yazan bestecilerin en önemlilerinden biri François-Joseph<br />
Gossec (1734-1729) devrimden önce soylu kişilerin saraylarında<br />
ve salonlarında ün yapmış, sahne için birçok müzik yazmış bir besteciydi.<br />
Sonra, devrimin çığırtkanlarından biri oldu. N e var İd, gösterişi yapmacık<br />
olmayan bir çığırtkan... On iki bin kişilik bir koronun söylediği Te Deum’u<br />
ya da bin kadar üfleme çalgısının çaldığı bir marşı, Gossec’in gösterişçi yanının<br />
aşırılığını anlatabilir.<br />
Gossec yanında Etienne Nicholas Möhul (1763-1817) Gluck’un operaya<br />
getirdiği yeni anlayışın bir izleyicisi olarak tanınan, vatanseverliğindeyse<br />
Gossec’e kıyasla daha ılımlı, daha durgun bir besteciydi. Gossec ve Mehul<br />
ile birlikte devrimin kurduğu yeni Paris konservatuvannın denetçiliğine<br />
atanan Luigi Cherubini (1760-1842), sonradan Fransız uyrukluğuna geçen<br />
bu "harika çocuk" İtalyan, önceleri çokses yazısında üstün bir ustalığa<br />
erişmiş ve kilise için birçok müzik yazmış, devrimle birlikte o da kamu sanatına<br />
gönül vermişti. Kamu sanatına gönül vermişti ama, kuramcılığı, o<br />
günlerin kolay ve hafif bir müziği tutan anlayışıyla bağdaşamadı. Müzik<br />
üzerindeki görüşleri NapolĞon’unkilerle de uyuşmadı. Bu yüzden Cherubini’nin<br />
konservatuvar yöneticiliğine atanması, bütün yetkisine rağmen, 1821<br />
yılma kadar gecikti. Bugün müziği pek seyrek çalınan Cherubini bir senfonisiyle,<br />
bir iki uvertürüyle, requiem’iyle, bir de müziğinin Beethoven’i etkilemiş<br />
olmasıyla az çok tanınır.<br />
Devrim sanatına katkılarıyla, yukarda adı geçen bestecilerle birlikte<br />
andan Jean François Lesueur (1760-1837) ise asd, geniş imgelendi ve korkusuz<br />
bir yaratıcı olarak yenileyici eğilimleriyle de tanınır. Kilise müziği<br />
alanındaki çalışmalarında bu eğilimleri göstermesi, kilise müziğini anlatıcı<br />
müzikle birleştirmek ve dinsel törenlerde çok büyük bir orkestra kullanmak<br />
istemesi papazlan ürkütmüş ve sonuçta lesueur kilisedeki ödevinden<br />
77
atılmış, bunun üzerine tiyatro müziğine yönelmişti. Daha sonra konservatuarda<br />
bestecilik öğretmenliği yapmaya başlayan Lesueur, Berlioz gibi, Gounod<br />
gibi bestecileri yetiştirmiştir.<br />
78
ON DOKUZUNCU YÜZYIL: BİREYSEL BİLİNÇ<br />
Müzikte romantik çağ, neyi ve kimleri kapsar? Nerede başlar, nerede<br />
biter? Daha genel bir deyişle, romantizm nedir? Bu sorulara kesin bir<br />
karşılık bulmak kolay değildir... Romantik davranışı, sanatçının duygularını<br />
açıklaması diye tanımlayacaksak, bütün sanatçıların romantik sayılması<br />
gerekir, romantizme karşı durmuş olanlarm bile... öyleyse, tarihçilerin dediklerine<br />
uyarak, müzik sanatmda romantik çağı, on sekizinci yüzyılın sonunda<br />
toplumsal alandaki devrimlerin müziği etkilemesiyle başlamış göreceğiz.<br />
Romantizm deyince akla ilk gelen kişilerden biri Jean-Jacques Rousseau’dur.<br />
Rousseau ben herkesten başkayım; belki daha iyi değilim ama,<br />
gene de başkayım" demişti. Romantik davranışın özü, işte, kişinin başkalığın<br />
bilincine varmış olmasıdır.<br />
Müzikte romantizm’i Ludwig van Beethoven’den (1770-1827) sonra<br />
başlamış görenler de vardır. Buna karşı birçok tarihçi Beethoven’i ilk romantik<br />
besteci olarak görür ve onu müziği özgürlüğe kavuşturan kişi olarak<br />
tanır. Bütün bunlar, kesin, fakat kesin olduğu kadar da yanıltın, yanıltıcı<br />
olduğu kadar da dar görüşlerdir. Romantizmin başladı^ ve bittiği günler<br />
kesin olarak belirtilemez. Bununla birlikte, basitleştirme uğruna, hiç olmazsa,<br />
on sekizinci yüzyılın sonlarının, romantizmin başlangıcı olduğu söylenebilir.<br />
Bundan başka bütün romantik çağ, on dokuzuncu yüzyıl, Avrupa<br />
müziğine yalnız tek bir görüşün, tek bir tutumun, tek bir okulun egemen<br />
olduğu bir süre de değildir.<br />
BEETHOVEN<br />
Sokrates "müzik kurallarındaki değişiklik toplumu yöneten kuralların<br />
değişmesine bağlıdır" demişti. Romantizm, bu görüşü doğru çıkarmaktadır.<br />
Bastille’in düşmesi, 14 Temmuz 1789 günü, dünya tarihinde bir dönüm<br />
noktası olduğu gibi, müzik tarihinde de yeni bir çağın başlangıcı sayılabilir.<br />
Beethoven, değişmekte olan bir dünyada doğmuştur. Fransız ve<br />
Amerikan devrimleri, sonra da Napolöon’un egemenlik kurduğu bir Avru<br />
79
pa’nın duygu ve düşünce iklimi, Beethoven’in müziğini büyük ölçüde etkilemiştir.<br />
Bir yandan da Beethoven’in, on sekizinci yüzyılın, klasik çağın çocuğu<br />
olduğunu unutmamak gerekir. Klasik düzen içinde müziğe başlamış olması<br />
sanatının evrimine bir hız vermesini sağlamıştır. Beethoven, tann vergisi<br />
nitelikleri gereği, bu soğuk düzenin cenderesine boyun eğecek bir sanatçı<br />
değüdi. Çırpınışlarının sonucu, klasik kalıplar, özellikle sonat kalıbı,<br />
kendi başlarına birer amaç olmaktan çıkıp, bestecinin düşünüşünü geliştiren<br />
birer ortam olmuşlardır. İlk yapıtlarından başlayarak Beethoven, örnek<br />
diye seçtiği Mozart’ın ve Haydn’m bir kopyacısı olarak kalmakla yetinmemiştir.<br />
Bu besteleri bile, Beethoven’in kişiliğini gerçekleştirme amacından<br />
kendini uzak tutmak istemesine ve bir yazı sağlamlığına varmak amacım<br />
gözetmesine rağmen, yer yer önceliği olmayan bir tutumun beliı tisini<br />
taşımaktadır. Gene de Beethoven’in bu yapıtlarında, daha sonraki müziğinin<br />
kişisel damgası kesin olarak görülmez. Görülen, Beethoven’in daha<br />
çok, kendine ulaştırılmış değerleri kullanmakla yetinmeye çalıştığıdır. Beethoven<br />
ilerki yıllarda, gençlik çalışmalarım küçümsemiş "besteleme sanatını<br />
daha sonra öğrendiğini” söylemişti.<br />
Bu noktada, Beethoven’in sanatının, birkaç üstünkörü sözle özetlenemeyecek<br />
kadar karmaşık ve çelişik Olduğunu da belirtmek gerekir. Beethoven’in<br />
yaratış hayatı üç süreye ayrılır. Sanatçının düşünüşünün evrimi, nitekim,<br />
bu üç sürede, her bir süreye özelliğini veren birtakım görünüşler kazanmıştır.<br />
N e var ki Beethoven’in kişiliği, her ne kadar yaratış hayatmın<br />
ilk yıllarıyla son yıllarında aynı yoğunluk ve seçiklikle açıklanmış değilse bile,<br />
bestecinin klasik düzeni avcunun içinde tutmaktan başka bir amaç gözetmediği<br />
ilk yıllarda bile bu kişilik, sözkonusu düzenin cenderesi içinde<br />
bile olsa, ilerki yıllarda bürüneceği rengi sezdiren kıpırdanışlarda, kendini<br />
duyurmaktadır. Romantik sanatı, sanatçının kişiliğini açıklaması sayıyorsak,<br />
iletki yıllarında Beethoven’in kişiliğinin gitgide artan bir özgürlükle<br />
ortaya konduğunu da tanıyorsak, üslûbun bir sanatçının kişiliğinin ta kendisi<br />
olduğu görüşüne, birçok ömek arasında Beethoven örneğinin de sağladığı<br />
tanıtlarla, daha güçlü bir inançla katılabiliriz. Bu durumda bir sanat<br />
yaratışım tümüyle yargılarken artık en güvenilir ölçü, "maddi" ölçülerden<br />
daha çok, sanatçının kişiliğinin üzerimizdeki etkisi olur. Demektir ki, bir<br />
sanat ürününü beğenmek ya da beğenmemek, bir insanı, bir kişiliği, anlatılması<br />
güç sebeplerle beğenmek ya da beğenmemekle bir olmuş sayılabilir.<br />
Bu durumda, her sanatçıyı olduğu gibi Beethoven’i de, yapıtlarıyla yansıyan<br />
kişiliğinin üzerimizdeki etkisine göre tanımakta da özgür sayılabiliriz.<br />
Bu sorun, kişilik konusunun en çarpıcı görünüşleri arasında başta Beethoven’in<br />
müziğinin gelmesi nedeniyle ele alınmıştır.<br />
Müziğin daha somut yanlarına yönelirsek, Beethoven’in, "melodik deha"dan<br />
yoksun olduğunu -Stravinski ile sözbirliği ed ip - öne sürebüiriz.<br />
N e var ki aynı görüşe bir yandan Beethoven melodilerinin eşsiz güzelliğin-<br />
80
den söz ederek öznel bir yargıyla, öte yandan da bestecinin nota defterlerinin,<br />
uzun uğraşmalar sonucu biçimlenmiş melodiler yanmda, bir çırpıda<br />
ortaya çıkmış ve değiştirilmeden yapıtlarına aktarılmış birçok melodiyle<br />
dolu olduğu gerçeğiyle karşı konulabilir. Beethoven’in mCziğinin daha somut<br />
bir görünüşü üzerindeki bir gözlem de, işçiliğindeki kusurlarla ilgilidir.<br />
Nitekim Beethoven’de gerek orkestralama bakımından, gerekse insan<br />
sesi ya da piyano yazısı bakımından acemice yazılmış, daha doğrusu bu ortamların<br />
olanaklarım zorlayan, üstelik de "iyi tınlamayan" birçok sayfa vardır.<br />
Bu gerçeği çürütmek isteyenlerse, bestecinin düşünüşünü elindeki<br />
araçlarla koşullamak gibi bir "küçüklükle" yetinmediğini, daha yüce bir müzik<br />
düşüncesine yöneldiğini öne sürmektedirler.<br />
N e var ki, Beethoven’in müzik düşünüşü, salt ve soyut da değildir.<br />
Müzik dışı izlenimler, müzik dışı düşünüşlerin müzikle yansıtılması, bu<br />
bestecinin yaratıcılığının başlıca özelliklerinden biridir. İşte Beethoven’in<br />
müziğine yer yer bayağılık veren de bestecinin bu özelliğinin koşulladığı<br />
sözde ve safdil felsefesidir. Müzik eserlerini, müzik dışı düşünüşler ve olaylara<br />
dayanarak değerlendirmek isteyenlerin, Beethoven’e bu yönden verdikleri<br />
önemde pek de tutar yan yoktur. 'Mutluluk evinizin arka bahçesindedir"<br />
(Dokuzuncu senfoni), "Kader kapıyı çalıyor" (Beşinci senfoni),<br />
"Hastalıktan kurtardığı için tannya şükür” (L a minör kuartet) gibi "felsefeler,<br />
herhalde bestecinin bu yanının yüceltilmesini gerektirmez.<br />
Beethoven’in, olağanüstü yapıtlar vermemiş olsaydı, ikinci sınıf bir<br />
besteci olarak kalmış bulunacağını öne sürenler vardır. N e kadar doğru!<br />
Ancak, bütün sanatçıları yaratılarının en kötüleriyle, ya da orta çapta olanlarıyla<br />
değil, en iyileriyle yargılamak zorundayız. Yoksa yalnız müzikte değil,<br />
bütün sanatlarda, hiç kimseyi tanımamak gerekir. Nitekim Beethoven’i<br />
de müzik tarihine bırakan bir "NVellington’un Zaferi" senfonisi değil, diyelim<br />
ki keman konsertosudur Piyano için otuz iki sonatı, beş tane kbnsertosu,<br />
keman-piyano ve viyolonsel-piyano sonatları, dokuz senfonisi, on yedi<br />
dörtlüsü, piyano için değişimleri ve bagatelleri hep gelecek günlerin bestecilerine,<br />
ister teknik, ister anlatım yönlerinden olsun, yeni ufuklar açmış<br />
yapıtlardır, ister iyi ister kötü olsun bunlar.<br />
BERLİOZ VE FRANSIZ OPERASI<br />
Sanatçıyı en iyi yapıtlarına göre yargılamak konusuıtu özellikle yükselten<br />
bir besteci de Hector Berlioz’dur (1803-1869). Berlioz'un müziğindeki<br />
yücelikler ve düşüklükler, Beethoven’inkilerden çok daha belirli, çok daha<br />
çarpıcıdır. O kadar ki Berlioz’da bu başkalık, aynı yapıtm içinde bile kendini<br />
gösterir ve bir iki ayrıklık dışında, Berlioz’un müziğini en iyi örneklerine<br />
göre değil, yapıtlarının içindeki en başarılı sayfalara göre yargılamak zorunluluğu<br />
ortaya çıkar. N e var ki bu sayfalar (bir de, bütünüyle Symphonie<br />
Fantastique ya da Enfance du Christ gibi besteleri) Berlioz’u romantik<br />
Müzik Tarihi. F.: 6<br />
S İ
yüzyılın simgesi yapmaya yeter.<br />
Berlioz’un müziğindeki çelişmeler bu sanatçıyı, sonu gelmeyecek gibi<br />
görünen tartışmaların konusu yapmaktadır. Belki hiçbir bestecinin Berlioz’unkiler<br />
kadar coşkun savunucuları ve inatçı saldırıcıları yoktur. Savunucuları,<br />
onun güçlü kişiliğine, kendine özgü buluşlarına, hele orkestralamadaki<br />
ustalığına, bir de senfonik müziğin kapsamına dramatik ve anlatıcı<br />
öğeler getirmiş olmasına dayanırlar. Karşıtlarıysa, müziğinin teknik açısından<br />
pek çiğ olduğunu, yapısının çürüklüğünü, anlatımında çok kere dayanılmaz<br />
bayağılıklara düştüğünü, duygularım denetlemediğini, bir de aşın<br />
gösterişçiliğini öne sürerler. H er iki görüşün dayandığı tanıtlan Berlioz’un<br />
müziğinin gerçekleri desteklemektedir. Fakat gene belirtelim ki bir sanat<br />
yaratısı kötü yanlanyla değil, iyi yanlarıyla yaşar. Berlioz yalnızca, düşmanlarının<br />
tanıttığı gibi olsaydı, bugün bu besteciden söz etmek gerekmezdi bile...<br />
Y a da, düşmanlarının onu yermek için başvurdukları denektaşlarınm,<br />
değiştirilmeden, birer övgü savı olarak kullanılması düşünülebilir: Çiğlik,<br />
bayağılık, denetsiz duygular... Bir sanat yaratısına kimliğini, ayrılığını, özgünlüğünü<br />
verebilir bunlar. "Çürük yapı" bile, bir başka görüş açısından,<br />
"sağlam yapı" sayılabilir. Berlioz’u savunanların çürütülemeyecek dayanakları,<br />
bu bestecinin müzik sanatı tarihinin en yüce kişilerinden biri olmasına<br />
engel değildir.<br />
Berlioz’un yaratış hayatını koşullayan birkaç öge, bu bestecinin sanatlımı<br />
çelişik yanlarım açıklayabilir. Bir kere Berlioz, opera bestecisi olmak<br />
amacıyla bestelemeye başlamıştır. Bütün sanat hayatında da bu istekten ayrılmadı.<br />
Yazarken hep sahneyi düşündü. N e var ki taşkın imgelemi, sahnenin,<br />
bu sınırlı uzayın, koşullarım ve gereklerini aşıyordu. Bu yüzden, Berlioz’u<br />
en iyi tamtan yapıtlar arasında gösterebileceğimiz Damnation de Faust<br />
ya da Romio et Juliette, oynanması olanaksız operalardır. Bu yüzden<br />
bunlara opera demek bile gerekmez. Ancak yakın yıllarda bu yapıtları bir<br />
ara sinemanın yardımıyla "sahneye koyma” deneylerine girişilmiştir.<br />
Gerçekta varolmayan bir sahne için düşünülmüş olsalar bile, 'bütün<br />
dünya bir sahnedir" diye düşünen, hayatı bu gözle gören bestecinin, ne türlüsünden<br />
olursa olsun bir "sahne" için düşünmüş olduğu müziğin "dramatik"<br />
nitelikler taşıması beklenirdi. Nitekim Berlioz’un müziğine asıl üstünlüğünü<br />
veren de bu özelliğidir Syntphonie Fantastique’i ya da Requiem‘i,<br />
dinleyicinin, görmesi değil, fakat gözünün önünden canlandırması gereken<br />
"operalardır.<br />
Berlioz’un gerçek sahne için yazdığı eserler hiç de başarılı olmamıştır.<br />
1838 yılında Paris’te oynanan Benvenuto Cellini tam bir başarısızlığa<br />
uğramış ve besteci ömrünün son yıllarında Biatrice et Benedict operasının<br />
VVeimar’da ve Les Troyens â Carthage'mm (Troyalılar Kartaca’da") Paris’te<br />
kazandığı ilgiyle, opera alanındaki emellerinin semeresini pek geç<br />
olarak görmüştür. Bir dostu, yapıtım görmek ve dinlemek için operaya gelenlerin<br />
sayısının gittikçe arttığım bildirdiği zaman Berlioz "onlar geliyor<br />
82
lar ama, Den gidiyorum" diye karşılık vermişti. Bu ara şunu da belirtmek<br />
gerekir ki bu iki operada Berlioz, taşkın kişiliğinin dışında bir davranışa,<br />
bir türlü klasikçiliğe yönelmiştir. Ancak, bestecinin esin kaynaklan da, belki<br />
de yaratılışına aykın bir yönelme yüzünden, kurumuş görünmektedir.<br />
Gene de bu iki yapıt, küçük orantılarda olsa bile, Berüoz’un kişiliğine özgü<br />
sayfalardan yoksun değildir.<br />
Berlioz’un üstünde durulması gereken bir yanı da, yazarlığıdır. Müziği<br />
her ne kadar dürtülere, sezgilere, duygulara dayanan bir sanatçı kişiliğini<br />
yansıtırsa da Berlioz, müzik dışı ilgileri iyice gelişmiş, tam anlamıyla kültürlü<br />
ve aydm bir kişiydi. Yıllarca Paris’in önemli yayınlarından Journal<br />
des Dibats'nm müzik eleştirmenliğini yapan Berlioz’un kalem çalışmasının<br />
değeri onu, bestecilerin arasındaki en iyi edebiyatçı sayanlan haklı çıkarmaktadır.<br />
Berlioz’un sahne anlayışı, on dokuzuncu yüzyılın ilk yansırım Paris’inde<br />
opera sahnesini biçimlendiren akımlann dışında kalıyordu. Fransız operası<br />
o yıllarda bir yandan Fransız ve Alman etkilerinin, öte yandan da "opera<br />
sahnesinde Fransızlığa has zevkin iddiasız temsilcilerinin" egemenliği<br />
altındaydı. Oysa Berlioz’un kişiliği "Fransız zevki" sınırlarım aşan bir müzik<br />
yazdığında, günün geçerlikteki akımlarım gözetmekten, onlara kişiliğinin<br />
esnekliğince boyun eğmekten geri kalmamıştır.<br />
"Fransız zevkinin temsilcileri" deyince akla, Fransız özelliğini İtalyan<br />
etkisinde geliştiren on sekizinci yüzyıl bestecilerinin, Monsigny’nin, Philidor’un,<br />
Mehul’un kurduğu cılız bir geleneği sürdüren besteciler gelir. Bunların<br />
arasında Nicolas Dalayrac (1753-1809), François Boieldieu<br />
(1775-1834), Louis Hdrold (1791-1833), Adolphe Adam (1803-1856), adları<br />
en sık anılan bestecilerdir. Sevimli melodiler, esnek bir yazı, aydınlık bir<br />
orkestralama ve sahnenin gereklerine uygun, "doğru" duygular, önemleri<br />
pek de büyük olmayan bu bestecilerin ortak yanlarıdır. Bu bestecilerin asıl<br />
önemleri, aynı yolun ilerdeki daha önemli bestecilerine, Gounod’ya, Lalo’ya,<br />
Delibes’e, Biset’ye bir temel hazırlamış olmalarıdır.<br />
On dokuzuncu yüzyılın Fransız sahne bestecilerinden birçoğu da İtalyan<br />
etkisini Fransa’da yansıtıyorlardı. Bunların arasında en başarılısı, A l<br />
manya doğumlu, Alman ve İtalyan eğitimli Giacomo Meyerbeer<br />
(1791-1864), İtalyan bel canto (güzel şarkı) tarzım Fransız sahnesinin - v e<br />
Fransız hançeresinin - gereklerine uydurmak için bir çaba göstermiş, çağın<br />
ünlü oyun yazarlarından Eugfene Scribe’in librettoları üzerinde bestele^<br />
diği Les Huguenots, L ’Africaine gibi operalarıyla gününde büyük bir ün kazanmış,<br />
ne var ki buluştan aslında reçetenin bir bünyeye (Fransız bünyesine)<br />
nasıl uygulanacağım bilmekten öteye gidemediği için bestecinin yıldızı<br />
ölümünden kısa bir süre sonra sönmüştür. Meyerbeer yolunda bir başka<br />
"fırsatçı" besteci, Fromental HalĞvy (1799-1862) yetili bir sanatçı idiyse de,<br />
kolay başarı hevesi yüzünden yetisini tüketmiştir. Fra Diavolo bestecisi Daniel<br />
Auber (1782-1871), Mıgnon bestecisi Ambroise Thomas (1811-1896),<br />
83
Martha bestecisi François de Flotow (1812-1883) hep aynı düz yolun, dar<br />
görüşlü, ttlküsüz yolcularıdır.<br />
ROSStNİ VE İTALYAN OPERASI<br />
On dokuzuncu yüzyılda Gioacchino Rossini (1972-1868) on sekizinci<br />
yüzyıl İtalyan operasının bir sürdürücüsU olarak yirmi yıl kadar çalışmış,<br />
sonra, değişen bir çağa ayak uyduramayacağını anlayınca bestelemekten<br />
vazgeçmiş, ömrünün son kırk yılında kilise için bir iki yapıttan ve birçok<br />
ufak parçadan başka hiçbir şey yazmamıştır. Bu parçalar, özellikle "İhtiyarlığımın<br />
Günahları" adı altmda toplanmış olanlar, ilginçlikten yoksun değildirler.<br />
Rossini, opera sanatma yeni ufuklar açmış bir, besteci sayılamaz,<br />
özellikle başarı gösterdiği kesim, güldürücü opera (opera buffa) idi. M o<br />
zart'ın yolunda giden bir besteciydi. Rossini’ye uygun görülen "İtalyan M o<br />
zart’ı" benzetmesi, yapıtlarının derin anlamlarla ilgili değerleri bakımından<br />
değilse bile, dış görünüşleri bakımından yerindedir. En ünlü operası Sevil<br />
Berberi yarımda kırk kadar operasmdan bugün pek azı oynanmaktadır; bununla<br />
birlikte bu operaların uvertürlerinin birçoğu konserlerde sık sık çalınır.<br />
Yapıtlarında dramatik değerlerden çok bel canto'yu, ses gösterişini gözeten<br />
Rossini, bir opera bestecisi olarak bu yaklaşımının yanında özellikle,<br />
gerek ses ve gerek çalgı yazısındaki sağlam işçilikle, bir de müziğinin, hafifliği,<br />
oynaklığı melodilerinin çekiciliği ve sevimliliğiyle övgüye değer.<br />
Rossini, İtalya’da olduğu kadar çevre ülkelerde, özellikle Fransa’da,<br />
büyük ün kazanmış bir besteciydi. Gluck’un kuramlarının etkisiyle egemenlik<br />
gücü gevşemeye başlayan İtalyan operası, Rossini’nin ve ondan daha<br />
da önce, La Vestale ya da Femand Cortez gibi tarihi konulu operalarıyla<br />
büyük ilgi gören Gasparo Spontini’nin (1774-1851) çalışmalarıyla etkisini<br />
yeniden bütün Avrupa sahnelerinde duyurmaya başlamıştı.<br />
İtalyan bel conto’sunun Rossini yanında, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki<br />
iki önemli temsilcisi Bellini ile Donizetti’dir. Kısa ömürlü Vincenzo<br />
Bellini (1801-1835), arasıra "operanın Chopin"i diye anılan bu duygulu<br />
besteci, lirik sahne için bestelemeye başladığında yirmi dört yaşındaydı.<br />
Ölümüne kadar geçen on yıllık süre içinde Bellini, bel canto’nun en güzel<br />
örneklerini, La Sonnambula’yı, I Puritani’yi, Norma'yı ve bunların dışındaki<br />
on kadar operayı verdi. Bellini’nin müziği teknik açısından hiçbir üstün<br />
değer taşımaz. Yazısı aşırı yalınlıktadır; armonisi ve orkestrası sözü edilemeyecek<br />
kadar üstünkörüdür. N e var ki melodileri her zaman, içten, sıcak,<br />
insansı nitelikler taşırlar. Bellini, on dokuzuncu yüzyıl sonlarına, verismo<br />
tarzına varana kadar, İtalyan operasını -gerçek ve ülküsel anlamıyla<br />
müzikli tiyatro durumuna değilse b ile - bir sanat olarak sözü edilmeye değer<br />
duruma yükselten seyrek bestecilerdendir. Bellini’nin deha sahibi bir<br />
besteci olduğu gerçekse de, yaratıcılığının tek yanlı olduğu da doğrudur<br />
84
Aynı çağın bir başka operacısı, Gaetano Donizetti (1797-1848) önceleri<br />
Rossini’nîn etkisinde kalmış, fakat bu bestecinin üslup parlaklığına hiçbir<br />
zaman ulaşamamıştır. Sahne için yazılan bir müziğin neler gerektirdiğine<br />
aldırmadan, yalnızca günün şarkıcılarının kendilerini göstermelerine ortam<br />
sağlayacak operalar hazırlayan Donizetti, bel canto geleneğinden ayrılıp<br />
operayı, amacına uygun bir yola götürmek için hiçbir çaba göstermemiş,<br />
geçmiş günlerin olsun, kendi çağının olsun başlıca İtalyan bestecileriyle<br />
aynı safta çalışmıştır. Bugün, trajik konusuna rağmen müziğinde pek de<br />
trajik bir yan olmayan Lucia di Lammemtoor'uyla ve iki komik operası<br />
Don Pasquale ve Elisird'Amone ile adı sık sık duyulan Donizetti, kendi yolunda<br />
Rossini ya da Bellini çapında bir besteci değildir.<br />
Rossini’nin, değişeduran bir müzik dünyası karşısındaki yakınmalarından<br />
biri castmto’ların, hadım şarkıcılarının, erkek soprano ve altoların çağının<br />
kapanmakta oluşuydu. Gerçi Rossini’nin "castrato” sesler için müzik<br />
yazma isteğinde olmadığı bilinirdi ama, bel canto üslubunu onların hazırladığı,<br />
ses tekniği öğretimini onların yönettiği de bir gerçekti. Yaşlanan castrato'lar,<br />
nitekim öğretmenliğe başlarlar ve görgüye dayanan yöntemleriyle<br />
geleneği bir kuşaktan ötekine ulaştırırlardı. Bugün, on sekizinci yüzyılın<br />
ünlü castrato’lannın, Cafarellilerin, Farinelli’lerin, ne türlü söyledikleri konusunda<br />
ancak, onların üsluplarını anlatan yazılardan bir fikir edinebiliyoruz.<br />
Bilinen, tertemiz sesler çıkardıkları, notaları kesinlikle duyurdukları,<br />
süslemeleri olağanüstü çeviklikle seslendirdikleridir. Eldeki belgelerde, bu<br />
şarkıcıların geniş bir ses alanına sahip oldukları üzerinde bir bilgi yoktur.<br />
Tersine, castrato'ların birlikte söyledikleri kadın şarkıcıların ses alanlarının<br />
daha geniş olduğu, diyelim ki Haendel’in müziğindeki ses bölümlerine<br />
bakarak, anlaşılabilir.<br />
Gerçi bel canto’nun şarkıcının ses nitelikleri dışındaki özellikleri üzerinde,<br />
çağıiı şarkıcüarının çoğu kere doğaçtan (irticalen) söyledikleri süslemeler<br />
üzerinde, bunlar kimi kere bestecilerin "yazdı” müziğini de koşullamış<br />
olduğu için, bir fikir edinmek daha kolaydır. Fakat bel canto yalnız<br />
süslemelerin seslendirilmesine dayanan bir tür değildir, öğeleri arasında<br />
başta, şarkıcının çıkardığı sesin tını nitelikleri de gelir. Oysa, bugün bilimsel<br />
yollardan giderek, bu sesi yeniden elde etmenin olanaksızlığı şimdilik<br />
anlaşılmıştır. O çağın öğretmenlerinin uyguladığı yöntemler üzerinde elde<br />
yeter bilgi olmadığı için o günlerin sesini "yeniden yapma" isteği daha başlangıçta<br />
büyük engellerle karşdaşmaktadır. Çağın öğretmenleri, daha sonraki<br />
ses öğretmenlerinin bilimsel yöntemlerine karşılık, yalnızca görgülerine<br />
dayanarak öğrencilerini yetiştirmekteydiler. Daha sonraki yılların bilimsel<br />
yöntemlerinin, Haendel çağı şarkıcılarının teknik niteliklerini bir türlü<br />
sağlayamadığı da bilinir.<br />
Erkek sopranonun ne türlü bir sesi vardı? Bugün bu türlü bir sesin<br />
müzik dünyamızda bulunmadığı bir gerçektir. Yakın geçmişin ünlü iki erkek<br />
altosu, Russcll Oberlin ile Alfred Deller, castrato değildiler. Söyledik<br />
85
leri müzik de bel canto dağarı dışındaydı. Onlara bakarak, bel canto çağının<br />
söyleyiş özellikleri üzerinde aşağı yukarı bir fikir edinmek yanıltıcı<br />
olur. Ancak, şarkıcıların ses nitelikleri üzerinde, çağlarının belgelerinde<br />
sık sık kullanılan "tatlı", "acındıncı" ya da "trompet gibi parlak" sözleri bir<br />
kestiride bulunmaya olanak kazandırabilir.<br />
Bel canto yalnız castrato’ların tarzı değildi. Kadın sopranolar arasında<br />
da castrato’lar kadar opera dünyasına ün salmış olanlar vardı. Bundan<br />
başka erkek seslerinin de, tenor, bariton ve basso’larm da, kimi kere castrato<br />
ya da sopranolar gibi süslü, çevik bir müzik söylemeye atandıktan bilinir.<br />
Çağın ünlü öğretmenlerine gelince, başta Nicola Porpora olmak üzere<br />
Antonio Bemacchi, Leonardo Leo, Francesco Durante gibi öğretmenlerin<br />
öğrencilerine neler öğrettikleri bugün ancak, güvenjlir belgelere dayanmadan,<br />
birkaç kuramcının çahşmalanyla kestirilebilmcktedir. Pictro Tosi<br />
ya da Giambattista Mancini’nin yayınlanmış yöntemlerine de, bel canto<br />
tekniğini gereğince anlatan belgeler gözüyle bakılmamaktadır.<br />
WEBER VE A LM A N OPERASI<br />
Dramla ilgili gerçeklen değil de, şarkıcıların yeteneklerini gözetmesi<br />
bakımından opera ülküsüne yabancı kalmış idiyse dP İtalyan operası, kendi<br />
koşullan, kendi öğeleri içinde bir tutarlığa varmıştır. Alman operasına<br />
kendi tutarlığını sağlayan besleriyse, hem de dram-müzik kaynaşması bakımından<br />
opera ülküsünü de gözeten Cari Maria von W eber (1786-1826) oldu.<br />
W eber müzik öğrenimine on sekizinci yüzyılda başlamıştır; bunun yanında<br />
Mozart’ı kendine örnek seçmiştir. Gene de birçok yanıyla, on dokuzuncu<br />
yüzyıl bestecisidir, bir romantik bestecidir. Bir kere, Weber bir ulusal<br />
bestecidir. Almanya'nın ilk ulusal bestecisi diye gösterilebilir ve bir bakıma<br />
Haydn’ın, Mozart’ın, Beethoven’in ulus-üstü özelliklerine karşıt durumdadır.<br />
Weber’in Almanlığı yalnız erkek korosu için yazdığı vatan şarkılarında<br />
değil, Alman halk müziğine dayanan şarkılarında da kendini gösterir.<br />
Daha yüksek bir yüzeydeyse Weber’in ulusçuluğu asıl opera 'alanında<br />
en yüksek başarısına ulaşmıştır.<br />
Weber, görünürde çok yanı olan bir sanatçıdır. Besteciliği yanında piyanisttik<br />
ve orkestra şefliği de yapmış, müzik dışına da uzanmış, edebiyatla<br />
uğraşmıştır. Besteci olarak da Weber, türlü ortamlarda yazmıştır. Piyano<br />
konsertolan, oda müzikleri, tek piyano yapıtları, kilise müzikleri, şarttılar...<br />
N e var ki W eber’e müzik tarihinde önemli bir yer sağlayan, bütün bu<br />
saydığımız ortamlardaki çalışmaları değil, operayı yeniden biçimlendirme<br />
yolunda giriştiği çaba ve ulaştığı başarılardır. Yoksa, şarkıları olsun, piyano<br />
ya da oda müziği yapıtları olsun, konsertolan, senfonileri olsun, çağdaşlarının,<br />
Mozart’lann, Haydn’lann, Schubertlerin, Beethoven’lerin bu ortamlardaki<br />
yapıtlarıyla kıyaslanınca, biraz sönük kalırlar.<br />
86
Operalarına gelince, sahne müziğinde Weber’in anlatım ve etki bakımlarından<br />
aşırılıklara kaçmış olması, bu ara Schubert’ce, eleştirilmişti.<br />
Bununla birlikte, Weber’in opera alanındaki başarısının nedeni olarak bestecinin,<br />
çağdaşlarınca "aşırılık" sayılan tutumunu gösterebiliriz. Operalarına<br />
tutarlığını sağlayan başlıca öğelerden biri de işte bu aşırılıklardır ve<br />
özellikle melodinin etkileyici gücünün kullanılmasındaki taşkınlıklardır.<br />
Bu yanı Weber’i, on sekizinci yüzyıla bağlı köküne karşın, tam amamıyla<br />
bir romantik besteci yaptığı gibi, "melodiyle karakter çizme” bakımından<br />
da onu daha ileri anlamda bir operanın öncüsü durumuna yükseltmiştir.<br />
Orkestralayıcı olarak da Weber, İtalyan geleneğinin tersine, orkestrayı yalnızca<br />
bir eşlik aracı olarak kullanmakla yetinmemiş, Berlioz ve Wagııer’e<br />
bile büyük etkisi olan orkestralama tekniğini ustaca kullanarak çalgı müziğini,<br />
operanın bütünlüğünü sağlayan başlıca kurucu öğelerden biri durumuna<br />
yükseltmiştir.<br />
Weber, her ne kadar on tane opera yazmış ise de, şarkılı sahneye getirdiği<br />
yenilikler asıl üç operasında, Freischütz, Euryanthe ve Oberon’da sunulmuştur.<br />
Bu Uç opera bestecinin ömrünün son altı yılında bestelenmiştir.<br />
Özellikle Freischütz ve Oberon’da W eber eski Alman sing-spiel (şarkılı<br />
oyun) tarzını temel seçmiş, demektir ki, bu yapıtlarında şarkısız söze de<br />
yer vermiştir. Bugün, Weber’in opera besteciliğine yeni ufuklar açan bu yapıtları<br />
seyrek oynanmaktadır. Nedeni, Weber’in bu alanda kusursuz biı<br />
gerçekleştirici olmaktan çok, bir öncü olarak kalmış bulunmasıdır. Weber<br />
örneği, yalnız yenileyicilikle kalanların, yenileyici çalışmalarım yaratıcılığın<br />
daha derin ve daha öznel değerleriyle güçlendirmeyenlerin yaratılarıyla değil,<br />
tarih kitaplarındaki yerleriyle geleceğe kalacaklarını doğrulamaktadır.<br />
Weber bugün, tarih kitabında bir isim olma durumundan gerçi daha ötededir,<br />
ama pek de ötede değil... W eber savını asıl gerçekleştiren, Wagner<br />
olacaktır.<br />
Weber çağdaşı bir deneyci, Ludwig Spohr (1784-1859) bir bakıma<br />
Weber’in kaderini paylaşmaktadır. Bu bestecinin kişiliği, çelişmelerle doludur.<br />
Müziği, kromatik ilerlemeler ve ton değişmeleri bakımından olsun,<br />
çift dörtlü, dörtlü konsertosu, çift oıkestra için senfoni yazmak gibi ortam<br />
alanındaki deneyci davranışları açısından olsun, ileri görünüşler taşıyorsa<br />
da, Spohr, Weber’in opera alanındaki ilerici tutumuyla savaşmıştı. N e var<br />
ki, gene bir çelişme, aynı yolda yürüyen Wagner’e de karşıt olmakla birlikte<br />
onun elinden tutan, yazdıklarının tanınmasına yardım eden de odur.<br />
SCHUBERT<br />
Çağın bir başka opera bestecisi Franz Schubert (1797-1828), altı kadar<br />
operası ve bir o kadar operetiyle, senfonileriyle, oda müziği eserleriyle,<br />
fakat özellikle şarkılarıyla (/ı'edleriyle) müzik tarihine geçmiştir. Verimli<br />
bir besteciydi: Kısacık ömründe pek çok yazmıştır, dokuz senfoni, on<br />
87
eş kadar yaylı dörtlü, altı yuz kadar şarkı, piyano için sonatlar ve küçük<br />
parçalar... Oysa bugün Schubert büyük ünü olan ve çok sevilen bir besleriyse<br />
de, çok az sayıda eseriyle tanınır: "Bitmemiş" senfoni, büyük senfoni,<br />
"Ölüm ve Genç Kız" dörtlüsü ve "Alabalık" dörtlüsü, birkaç şarkı (bu ara<br />
Ave Mana ve Serenade). Orta müziksever, Schubert’in tatlı melodileriyle<br />
yetinir ve bu bestecinin, müzik sanatının en önemli yaratıcıları arasında,<br />
bu sanatın evriminde önemli bir yeri olan besteciler arasında bir yeri olup<br />
olmadığını düşünmez.<br />
Başlıca çağdaşlan gibi W eber ya da Spohr gibi, Schubert de, senfonik<br />
müzik alanında, Haydn ve Mozart’ın etkisinde çalışmalarına başlamış,<br />
fakat başladığı yerde kalmamıştır. Yirmi yaşma varana kadar bestelediği<br />
beş senfonide Schubert’i kendinden önceki bestecilerin geliştiredurduğu biçim<br />
kalıplan içinde görüyoruz. Gene de bestecinin kişiliği şurada burada<br />
sezilmektedir. Bu ara beşinci senfoninin menuetto’sunda bin minör tonalite<br />
kullanması, Schubert’in edindikleriyle yetinmeme eğiliminde olduğunun<br />
ilk belirtilerinden biridir. Altıncı senfoniye geçtiğinde Schubert, artık geçmişin<br />
değil, çağının ileri davranışlarının, özellikle Beethoven’in etkisindedir.<br />
Biçim genişlemiş, tema evrimleri karmaşıklaşmış, bölüm bitişleri Weber<br />
ya da Spohr’da olduğu gibi gösteriş amacma değil, daha soylu amaçlara<br />
atanmıştır. Bitmemiş senfonisinde (1822) ve büyük do majör senfonisinde<br />
Schubert’in artık Beethoven’i bile aştığı ortadadır. Daha korkusuz armonik<br />
yürüyüşler, Beethoven’de rastlanmayan bir çalgılama (ve bu ara bakır<br />
nefes çalgılarına melodi çalma görevinin verilmesi) Schubert’i çağının<br />
ve sonranın başlıca etkileyicilerinden biri durumuna yükseltmektedir.<br />
Piyano müziği alanında Schubert’i, özellikle küçük parçalarında, impmmptulerinde,<br />
momeııts mıtsicaıvc’da, laendkr"de, romantik çağ ilerledikçe<br />
karşımıza sık sık çıkacak olan "küçük parça" biçiminin bir öncüsü olarak<br />
görüyoruz. Beethoven’in bagatellerinden yola çıkan Schubert bu alanda<br />
Chopin’lerin, Lizst’lerin hazırlayıcısıdır. H ele laendlerlcrinâc (Alman<br />
halk danslarında) Schubert, folkloru sanat müziğiyle birleştiren ilk romantik<br />
bestecilerden biri olarak görülebilir. Schubert’in bu yolda verdiği örneğin,<br />
Chopin’in aynı yoldaki yapıtlarını, özellikle polonaise "terini esinlemiş<br />
olduğu bir gerçektir.<br />
Fantaisielerine gelince, bu ortama verilen ad gereği, bestecinin biçim<br />
bağlarından kurtulması ve daha bağımsız biçimler denemesi, imgelemini<br />
daha özgürce çalıştırması, Schubert’i sonat biçiminde araştırmalara götürmüş<br />
ve Wandavıphantasie örneğinin de gösterdiği gibi, sonatın dört bölümünün<br />
tek bölüm içinde toplanması ve tema birliğine bağlanması bakımından,<br />
dönemsel biçimi (foııııe cyclique) hazırlamış, aynı zamanda da<br />
yüzyılın ortalarından başlayıp gelişecek olan senfonik şiir (poeme şymphonique)<br />
biçiminin öncüsü olmuştur.<br />
Bütün bunların yanmda Schubert asıl, şarkılarıyla kendine müzik tarihinde<br />
sarsılmaz bir yer sağlamıştır. A ltı yüz kadar şarkı yazmış olması,<br />
88
günde çoğu kere on tane şarkı bestelemesi, Schuberfin bu alandaki çalışmalarını<br />
yargılarken ancak bir nicelik ölçüsü olabilir, önem li olan, bu şarkıların<br />
nitelikleridir ve Schubert’le birlikte ses ve piyano için müzik yazmanın<br />
tam anlamıyla bir başlangıca varmış olmasıdır. Gerçi Mozart, Haydn<br />
ve Beethoven de bu ortamda eserler yazmışlardır. Fakat Schubert’inkilerle<br />
kıyaslanınca öteki ustaların çalışmaları, ayrık ve etkisiz olaylar gibi kalırlar.<br />
insan sesi için yazılan müziğin öbür biçimlerinde, din müziği eserlerinde<br />
olsun, dindışı kantatlarda ya da operalarda olsun, müzik ile söz birleşmesi<br />
her şeyden önce, müziğin ya sözlerle anlatılan "olayın” altını çizmesi,<br />
bu olayı temsil etmesi yoluyla gerçekleşir; ya da İtalyan davranışının ortaya<br />
koyduğu gibi, böyle bir birleşme arda atılarak doğrudan doğruya şarkıcının<br />
ses gösterisine temel hazırlayacak bir müzik yazdır. Oysa ses ve piyano<br />
için yazılan müzikte, piyano eşlikli şarkılarda dürüm başkadır. Bunlarda<br />
bir kere şiir, opera ya da öbür "ses müziği" biçimlerine kıyasla, ayrı<br />
bir görev edinir. Bu görevi her şeyden önce seçilen sözün kısalığı belirtir.<br />
Seçilen şiir burada doğrudan doğruya bestecinin gereği, ortamı durumuna<br />
geçer. Besteci, müziğiyle, bu şiirin anlamım "altını çizmek" yerine, şiiri çalışma<br />
aracı olarak, cümle yapısıyla, ritmleriyle, tınılarıyla ele alır ve müzik-söz<br />
birleşmesini bu verilerden çıkarak gerçekleştirir. Bu türlü bir çalışmanın<br />
yoğunluğu, ortaya çıkacak müziğin uzunluğunu da koşullar; uzunluğu<br />
saatle ölçülen bir opera ya da bir oratoryoda bu türlü bir çalışma, hem<br />
besteci, hem dc dinleyici açılarından gereksiz sayılabilir. Oysa, metnini kısa<br />
şiirlerin kurduğu küçük şarkılar bestecinin daha yoğun, hem de daha<br />
dar, daha küçük bir yüzeyde daha büyük bir titizlikle çalışmasına olanak<br />
sağlamaktadır. Müziğin kuruluşunun doğrudan doğruya şiirin özelliklerine<br />
bağlanması da, şiirin yapısının müziği etkilemesini sağlamakta, böylece<br />
besteciyi biçim araştırmacılarına götürmektedir.<br />
Schubert, kendinden önce bu alanda dağınık olarak yapılan çalışmaları<br />
düzenlemiş, yeni bir biçimin sağlam temellerini atmıştır. Schubert, müziğini<br />
şiire uydururken, şiirin yapışma ve ritmine körükörünc bağlanmış değildir.<br />
Mozart ve Beethoven’de henüz, bu birleştirmede çekingen bir bağlılık<br />
sonucu, şiirin melodileri koşulladığım görüyoruz. Oysa Schubert şiiri<br />
bağlayıcı bir gereç gibi değil, melodik yapının özgürlüğünü dürtecek, geliştirecek<br />
bir yoruıyt ortamı gibi kullanmıştır. Schubert’in bu tutumunun sonuçları<br />
yalnız ses bölümüne atanmış melodilerde değil, piyano refakatinde<br />
de gerçekleşmiştir. Schubert’ten sonraki bütün şarkı bestecilerinin yapıtları,<br />
Schumann, Brahms, Mahler liedlen, Faurö ve Debussy şarkıları hep,<br />
Schubert’in sağladığı verilerin şu ya da bu yenilikle zenginleştirilmesinin<br />
sonucudurlar.
MENDELSSOHN VE PAG ANİNİ<br />
Bu iki besteci arasındaki ortak yan, ikisinin de anlatım yönünden yüzeyde<br />
kalmış bir müzik yazmış olmalarıdır. İkisi de çağlarının çocuğudurlar;<br />
ikisi de şu ya da bu yönden romantik bestecilerdir. Fakat yönleri birbirinin<br />
tersidir. Paganini’nin taşkınlığına, gösterişçiliğine karşı, Mendelssohn<br />
taşkınlıktan hiç hoşlanmayan, serin, durgun, uysal bir romantiktir. Ama<br />
davranışlarının o ya da bu türlü olması, müziklerine derin bir anlam kazandırmış<br />
değildir.<br />
Mozart, Schubert ve Bellini gibi Felix Mendelssohn (1809-1847) da<br />
kısa ömürlü bir besteci olmuştur. Mozart ve Schubert gibi o da verimli bir<br />
besteciydi. N e var ki yapıtlarının çoğunun zamanın sınavına dayanamadığı<br />
da bir gerçektir. Yazık, çünkü bugün tanınan az sayıda yapıtıyla boy ölçüşebilecek<br />
değerde ve tanınması, tadına varılması gereken birçok bestesi<br />
vardır. Mozart’la ortak bir yanı, onun da bir 'harika çocuk" olmasıdır. Sağlam<br />
bir müzik eğitimi görmüş, klasik ülküler gözetilerek yetiştirilmişti Bununla<br />
birlikte çağının akımlarına kayıtsız kalmadı. Mendelssohn’un anlatım<br />
yanının kısırlığını, klasik eğilimlerinin romantik tutumla uzlaşamamasında<br />
arayabiliriz. Nitekim besteleri, hele 'biçimsel* olanları, özellikle<br />
Skoç ve İtalyan adlarıyla tanınan senfonileri, her şeyden önce sağlam işçilikleriyle<br />
ilgi çekerler.<br />
Opera alanında Mendelssohn pek gençken yazdıklarından öteye gidememiştir.<br />
Bu biraz da, uygun sayabileceği libretto’lar bulaman tasından ileri<br />
gelmiş olabilir. Çünkü, tamamlanmamış operası Lorelei'da bestecinin<br />
dramatik açıdan epeyce güçlü olduğu görülür. Şarkılarına gelince, bunlarda<br />
Mendelssohn, bir Schubert’le, bir Schumann’la, bir Brahms’la kıyaslanabilecek<br />
güçte değildi. Oda müziği ürünleri arasmda ancak okteti anılmaya<br />
değer; öbürleri, temiz bir işçilikle yazılmış, fakat önemli bir bildirisi olmayan<br />
eserlerdir. Keman konsertosu, keman için ustalıkla yazılmış, çekici melodileri<br />
olan, fakat bunun dışında bugün kazandığı büyük saygınlığı pek de<br />
doğrulamayan bir yapıttır. Mendelssoh’un müziğine daha büyük bir ilgiyle<br />
bakılmasını sağlayan çalışmaları, koro müziği, özellikle Elijah oratoryosudur.<br />
Piyano müziğine gelince, bunları kendisi bile önemsiz saymıştır. Gene<br />
de bunların birçoğunun bugün arada bir çalınması, biraz daha ilgi görmesi<br />
gerekir.<br />
Mendelssohn’un durgun kişiliği karşısında Niccolo Paganıni<br />
(1782-1840), romantik taşkınlığın simgelerinden biridir. Çağının en büyük<br />
keman virtüözü diye tanınan Paganini, çalgısı üzerindeki şaşırtıcı kolaylığından<br />
yararlanarak bu çalgı için gösterişli, etkileyici bir müzik yazmıştır.<br />
Yazdıkları sayıca çok değildir; çünkü Paganini olağünüstü tekniğini kâğıt<br />
üzerine aktarıp bu yolla başka kemancılara ulaştırmak istemezdi. Keman<br />
konsertoları ve 24 tane cappıiccio’su bugünün dinleyicilerine Paganini’nin<br />
ne türlü bir kemana olduğu üzerinde bir fikir verebilmektedir.<br />
90
Müziğinin kemanla ilgili nitelikleri her ne kadar övülürse de besteci<br />
Paganini’yi çoğu tenkidçi, gösterişçiliği ve yüzeyselliği açısından hor görür.<br />
Bu görüş yanlış değildir gerçi ama, Paganini’nin müziğinin melodik çekiciliğini<br />
görmezlikten gelmemek, bundan başka Schumann ve Berlioz’un bu<br />
parlak kemancının müziğine yaraşık gördükleri' ateşli övgülere bir kulak<br />
verip Paganini’nin gerçekten kendine özgü ve ’yeni" bir müzik yazmış olduğunu<br />
tanımak gerekir.<br />
' CHOPİN, SCHUM ANN VE LIZST<br />
"Küçük şeylerde büyük, büyük şeylerde küçük..." Chopin’e uygun görülen<br />
bir tekerlemedir. Fr£d£ric Chopin’in (1810-1849) yalnız küçük şeylerde<br />
büyük olması, onun tam ve gerçek anlamıyla bir büyük besteci olmasına<br />
engel olmuş değildir. Söz konusu küçük şeyler noctume, barcarolle, mazurka,<br />
polotiaise gibi küçük parça biçimleridir; bir de, Chopin’in yalnız piyano<br />
için müzik yazması gibi bir "küçük şeye" kendini kaptırmış olması,<br />
müziğin piyano dışındaki ortamlarıyla pek ilgilenmemesidir. Gerçekte Chopin’in<br />
oda müzikleri (viyolonsel sonatı ile piyanolu triosu) ve şarkıları,<br />
ona bir ün sağlayacak nitelikte değildir. Orkestralama alanında da PolonyalI<br />
besteci iyice beceriksizdir. O kadar ki; piyano konsertolarını yeniden<br />
yazmak isteyen besteciler çıkmıştır. Gerekmez, çünkü ne kadar kusurlu<br />
olursa olsun, deha bir bütündür. Chopin’in deha kavramına uyan bir besteci<br />
olup olmadığını tartışmak yersizdir.<br />
H er ne kadar oıkestra yazısı düzeltme gereğini akla getiriyorsa da, piyano<br />
yazısında, hem doğrudan doğruya bu yazının somut özellikleri, hem<br />
de bestecinin piyano ortamından yararlanarak sunduğu daha soyut nitelikler<br />
bakımından Chopin’i düzeltmek kimsenin , aklına gelmemiştir. Piyano<br />
yazısı bir yana, Chopin asıl bu nitelikleriyle bir büyük bestecidir. Biçim<br />
alanında Chopin, durup dinlenmeyen, hem de buluşları tükenmeyen bir<br />
araştırıcı, bir yenileyiciydi. Nitekim, sonraki kuşaklar boyunca Chopin’in<br />
biçim ustalığı hep, hem de Debusşy gibi, Ravel gibi, Skıyabin ya da Rahmaninof<br />
gibi dev bestecüerce, örnek olarak gözönüpde tutulmuştur.<br />
Chopin’in dünyası küçük bir dünya idi gerçi ama, kendine özgü bir<br />
dünyaydı. Sınırlarım tanımış, bir iki deney dışında piyanonun dışına çıkmamıştır.<br />
Doğrudan doğruya piyano yazışma getirdiği yeniliklerin de bir önceliği<br />
yoktur. Arasıra, İrlandalI piyano bestecisi John Field’in (1782-1832)<br />
özellikle "noctume” (bu terimi "gece müziği" diye çevirebiliriz) biçiminde<br />
Chopin’i etkilediği söylenir. Doğrudur ama Field hiçbir zaman Chopin’le<br />
hynı sırada yargılanacak bir besteci durumuna yükselememiştir. Chopin’e<br />
varana kadar hiçbir besteci, piyanonun olanaklarını Chopin’in vardığı kapsamda<br />
işlemiş, geliştirmiş değildir.<br />
Çağın olağanüstü virtüozlarm'dan biriydi ve hem de usta bir öğreticiydi.<br />
Chopin’in öğretim yöntemlerine kısaca bir göz atmak, onun piyano üs<br />
91
lubu üzerinde özet olarak bilgi sağlar. Bir kere Chopin, piyanoyu yumuşak<br />
dokunuyla çalınması gereken bir çalgı olarak görürdü. Çalgıyı bu açıdan<br />
görüşünün bir sonucu olarak, pedal tekniğini istediği tını özelliğini sağlayacak<br />
gibisinden geliştirmiş, pedalı yeğin, güçlü, yüklü sesler çıkarmak için<br />
kullanmaya yanaşmamaştır, hem, müziğinin çok kere vuruştan vuruşa değişen<br />
armonileri de yeni bir pedal tekniği gerektirirdi. Aynı tutumla Chopin,<br />
Bzemy yöntemini, piyanoyu vurma çalgıya çok yakınlaştırıyor diye uygun<br />
görmemiştir. Kendinden önceki yöntem ve temrinler arasında elementi<br />
ile Cramer’i beğenirdi. Müzik üzerindeki us deneti için Bach’m kırk sekiz<br />
preludio ve fuga’sını, bağlı ve "şarkısı" çalış için de Field’in "noetume"-<br />
lerini salık verirdi. Ritmde boşlukları, akorlann parçalanmasını, gereksiz<br />
yavaşlamaları ve aşın rubato’yu (tempoda özgürlük) hoş görmezdi.<br />
Chopin’in henüz on altı yaşındayken yazdığı La ci darem çeşitlemelerini<br />
duyduğunda Schumann’m "Şapkanızı çıkarınız bejler, karşınızda bir<br />
deha var..." dediği bilinir. Bu sözü söylediğinde Robert Schumann<br />
(1810-1856), bir yandan kendini bestecilik yolunda yetiştirmekte, öte jrandan<br />
da çağdaş müzik ülküsünü yaymakla uğraşıyordu.<br />
Chopin gibi Schumann da piyano bestecisiydi ama yaşıtı gibi yalnızca<br />
bu ortama saplanıp kalmamıştır. Orkestra ve oda müzikleri, piyano için<br />
yazdıklarına yaklaşan önemdedirler; şarkılarıysa onu bir Schubert ile en<br />
azmdan aynı kata yerleştirmiştir. Schumann’ın piyano yazısının "orkestra<br />
gibi," orkestra yazısınınsa "piyano gibi" olduğu ileri sürülür. Bu çıkmazın<br />
içinden Schumann’ın piyano yazısını Chopin’inkiyle kıyaslayarak çıkılabilir<br />
Nitekim Chopin’inkiyle kıyaslanınca Schumann’ın piyano yazısı -ama, yalnız<br />
piyano yazısı, müziğin öteki özellikleri değil,- artık geçmiş sayılması<br />
gereken bir çağın geleneklerine uygun görünür; devrimci, ilerici bir yazı<br />
değildir. Beethoven’in piyano yazısına yakınlaşan yanlan vardır ve gerçekten<br />
ister bilinçle ister sezgiyle olsun, piyanodan orkestra etkileri elde etme<br />
amacının gözetilmiş olduğunu düşündürür. Orkestra yazısına gelince, her<br />
ne kadar Schumann orkestra çalgılannın kullanılıştan bakımından birtakım<br />
yenilikler getirmiş, özellikle nefes çalgılarının ödevlerini çoğaltmış ise<br />
de, orkestralamasında bir ustalıktan söz edilemez. Orkestra yazısı Chopin’inki<br />
kadar acemice değilse bile, diyelim ki bir Berlioz ile kayışlanabilecek<br />
gibisinden değildir. Genel bir anlatımla, rastgele orkestralarmış piyano<br />
yazısını artdınr; etkisizdir, gevşektir, tınlamaz<br />
Ancak, Schumann’ı yalnızca orkestra ve piyano yazısı gibi besteleme<br />
işçiliğinin tek bir yönünden yargılamak dar görüşlülük olur. Daha da ötesi<br />
Schumann, işçilik ve tekniği açısından üzerinde söz edilecek bir besteci değildir.<br />
Schumann’ın gerçi esnek, işlek bir tekniği vardır ve bu niteliği onu<br />
türlü biçimlerde, türlü ortamlarda çalışmaya götürmüştür, bu bir gerçektir;<br />
fakat Schumann’m asıl önemi, setçiği her ortamda anlatımını aynı başarıyla<br />
gerçekleştirebilmesidir. Romantik bestecilerden çok kere "müzik şairleri"<br />
diye söz edilir. Pek az besteci Schumann kadar bu benzetmeye hak<br />
92
kazanmıştır. Schumann, anlatım alanının geniş kapsamıyla, türlü duyguları,<br />
türlü davranışları gerçekleştirebilmiş bir bestecidir. Kimi kere yeğin, kimi<br />
kere uysal, kimi kere ateşli, taşkın, tutkulu, kimi kere serin, durgun, okşayıcı,<br />
fakat her zaman imgelemli, buluşlu bir yaratıcı...<br />
Schumann, tanrı vergisi kazanmış bir kişinin yaratış çalışmasında kendisine<br />
öğretilenlere değil de, sezgilerine, içgüdülerine boyun eğerek neler<br />
yapabileceğinin örneğidir. Gençliğinde yazdıkları, on dokuzuncu yüzyılın<br />
ilk yansı için şaşırtıcı derecede ileri bir davranışın örneği ritm birleştirmeleriyle,<br />
kontrapunta ve armoni öğreniminin hiçbir zaman sağlayamayacağı<br />
korkusuz buluşlarla doludur. Schumann, olgunluk yıllannda müziğine artık,<br />
ileri atılış bakımından yeni bir şey ekleyememiştir. Yirm i üç yaşındayken,<br />
Beethoven’in ölümünden daim on yıl geçmeden yazdığı piyano çeşitlemeleri<br />
Etudes symphoniqu.es, dil yenilikleri bakmandan Beethoven’i değil<br />
on yıl, yarım yüzyıl geride bırakan bir yapıttır.<br />
Schumann, olağanüstü bir virtüöz piyanist değildi. Yazdıklarım daha<br />
çok, karısı Clara Wieck-Schumann sunardı. N e var ki Schumann’la ilgili<br />
bir yanlış görüşü yayan da Clara olmuştur. Clara, iyi niyetle de olsa, Schumann’ı<br />
Lizst ve Wagner*e karşı -Brahms ve Mendelssohn ile birlikte- tutucu<br />
düşünüşün temsilcisi olarak tanıtmak istemiştir. Mendelssohn söz konusu<br />
olduğunda bu görüş doğrudur; Brahms ise ayrı bir tartışma konusudur.<br />
Schumann’ın tutuduğuna gelince neyse ki sonraki (uşaklar onun on<br />
dokuzuncu yüzyıl müziğindeki durumunu daha aydınlık bir görüşle yargılamaktadırlar<br />
ve varılan sonuç herhalde tutuculuk kavramıyla anlatılacak gibisinden<br />
değildir. Bu ara, müziğindeki öbür öncü öğelerin yanında, biçim<br />
açısından getirdiği bir yeniliğin üzerinde özellikle durulması gerekir. Birçok<br />
yapıtında görülen, bunların arasında çok iyi tanınan Camaval’ında örneklenen,<br />
küçük parçaların birbirinj izlemesiyle kurulan büyük yapı, bugün<br />
bile, ister Schumann etkisinin bilincinde olsun ister olmasm, birçok<br />
bestecinin uyguladığı, olanakları, açılımları geniş bir biçimsel yaklaşımdır.<br />
On dokuzuncu yüzyılın ateşli romantizminin simgesi, Chopin ya da<br />
Schumann’dan çok, bir başka piyanist-besteci, Franz Lizst (1811-1886) olmuştur.<br />
Liszt, Chopin’den daha da ünlü bir piyanistti. Anlatılanlara inanmak<br />
gerekirse, Liszt gibi bir piyanist daha dünyaya gelmemiştir. Ancak,<br />
Liszt’in piyanistliği bir yandan da öneminin küçümsenmesine, eserlerinin,<br />
"piyanist müziği" gibi hor görücü bir deyimle tanıtılmasına yol açmıştır.<br />
Gerçi Liszt, on dokuzuncu yüzılda Chopin yanında, piyano için en "uygun”<br />
müziği yazan bestecidir. Fakat müziğe getirdiği bu kadarla kalmış değildir.<br />
Liszt, piyanistliğinin gücüne güvenerek, yalnızca piyano için müzik yazmakla<br />
da yetinmiş değildir. Liszt, piyano edebiyatına kazandırdıktan, piyano<br />
tekniğine getirdikleri yanında, çok kere unutulan orkestra müziğiyle de<br />
anılmaya değer.<br />
Liszt’in orkestra müziği ortamına kazandırdığı, poime symphonique<br />
(senfonik şiir) adı verilen, klasik düzene karşıt, çoğunlukla müzik dışı ko<br />
93
nulan işleyen bir riırdiır. Bu türün önceliğini aramak istersek, karşımızda<br />
Berlioz’un müziğini buluruz. Nitekim "Symphonie Fantastique" aslında bir<br />
senfoni değil, beş bölümlü bir senfonik şiirdir. Liszt’in bu alanda başlıca<br />
etki kaynağı Berlioz’dur. özellikle biçim bakımmdan... Senfonik şiir, "orkestra<br />
sonatı" diye adlandırabileceğimiz klasik senfoninin yapı düzenini yıkarken,<br />
yerine başka bir yapı anlayışı getirmiştir. Bir "ana düşünüşken yola<br />
çıkıp, klasik sonat yapışma yan çizerek, bu "düşünüşün" özgürce geliştirilmesinin<br />
sonucu olan bir yapı kurmak, Liszt’te doğrudan doğruya Berlioz’un<br />
idie (saplantı) dediği temi işlemesine dayanır. İmgelemini çalıştırmak<br />
için de Liszt, müzik dışı konulara, özellikle edebiyatın yardımına başvurmuştur.<br />
Goethe, Şehitler, Shakespeare, Lamartine, Victor Hugo hep.<br />
Liszt’in esin kaynağı olmuşlardır. Ama, Liszt’in on iki senfonik şiiri, bu biçimin<br />
başlıca geliştiricileri olmak yanında, bir sanat eseri olarak önemli midirler?<br />
Böyle bir soruya gönül rahatlığıyla olumlu bir karşılık vermek güçtür.<br />
Gene de bu yapıtların tarih içindeki yerlerini tanımamak, sonraki senfonik<br />
şiirlere, hele Richard Strauss’a olan etkilerini görmemek elde değildir.<br />
Liszt’i küçümseme eğiliminde olanlar, orkestra yapıtlarına olduğunca<br />
piyano müziğine de sataşırlar. Teknik açısından her iki ortamdaki yapıtlarını<br />
kötülemek gerekmezse de, sanatçı kişiliğinin tutarlılık içinde gerçekleşmesini<br />
savunanlara kulak vermek istiyorsak, Liszt’in müziğinde yer yer beliren<br />
içtenlik, soyluluk ve yücelik yamnda, gösteriş uğruna, çarpıcılık uğruna,<br />
etki uğruna, anlatımın yüzeysel, dıştan, giderek bayağı sayılması gereken<br />
amaçlara kurban edildiğini tanıyabiliriz. N e ki, gösterişi, çarpıcılığı,<br />
parlaklığı olmayan bir Liszt düşünülebilir mi?<br />
Yüzyılımız ilerledikçe kazanılan yeni görüş açılarından, Liszt’ın yalnız<br />
romantik çağın bir büyük simgesi olmakla kalmayıp, yirminci yüzyıl<br />
müziğinin birçok önemli öğesini saptayan bestecilere, Özellikle Debussy ve<br />
Ravel’e ne denli etken olduğu, giderek (hele çok az bilinen son yapıtlarında)<br />
atonal yazının öncüsü olarak belirdiği, kimi kişinin hor gördüğü o gösterişli,<br />
yüzeysel yazısında bile kullandığı dilin özellikleriyle bir "modem"<br />
besteci olarak yükseldiği anlaşılmaktadır.<br />
VVAGNER<br />
Avrupa'nın kültür hayatını hiçbir müziksever, Richard Wagner<br />
(1813-1888) kadar etkilemiş değildir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısını<br />
"Wagner çağı" diye tanıtmak uygun düşeceği gibi Wagner etkilerinin yüzyılımıza<br />
kadar da uzandığı bir gerçektir. İVagner’in adı ve yaratıları Avrupa'nın<br />
müzik sahnesinde duyulmaya başlandığından beri artık hemen hemen<br />
bütün besteciler durumlarını Wagner’e göre ayarlamak, Wagner bilinci<br />
içinde çalışmak, ona ya uymak ya da karşı durmak zorunda kalmışlardır.<br />
Wagner’in başından geçen türlü olayların da ününü desteklediği söyle<br />
94
nebilir. Alacaklılarından kurtulmak için çelimsiz bir tekneyle Riga’dan kaçışı,<br />
toplumsal olaylara kayıtsız kalmayışı, bu ara Dresden’deki ayaklanmaya<br />
katılması yüzünden poUsin kovuşturmasına uğrayışı ve Liszt’in sağladığı<br />
bir pasaportla İsviçre’ye sığınışı, türlü aşk serüvenleri, sonuçta, karısının<br />
hizmetçisiyle yatarken kalp durmasından ölümü... Eleştirmen ve besteci<br />
Rene Leibowitz, okul karnesine "iyi öğrenci ama, Wagner’le ilgileniyor” diye<br />
bir kayıt düşürüldüğünden söz ediyor, sonra da şunu ekliyor: "Bugün<br />
bir Wagner operasını baştan sona görebilmem için inandırma sanatım bilen<br />
birinin çabası gerekir."<br />
Bugün belki herkes, bir Wagner operasını baştan sona kadar dinlemek<br />
konusunda Leibovvitz gibi düşünür ama gene de Wagner operalarının<br />
oynandığı salonlar her zaman tıklım tıklım doludur. Wagner büyüsü, nitekim<br />
henüz sönmemiştir. Bu gidişle söneceğe de benzememektedir.<br />
Büyü! VVagner’e verilen büyük önemi en iyi bu kelime anlatır belki.<br />
Yoksa, Wagner’in tarihi önemi ve müziğe kazandırdığı birtakım yeni öğeleri,<br />
hele opera sanatım ülkülerine ulaştınşım tanımazlık etmeden, bu bestecinin<br />
müziğinin, diyelim ki Liszt’inkinden daha üstün artamlar taşıdığını,<br />
saplantılara kapılmadan tanımak güçtür, ö t e yanda gençlik çabalarının,<br />
bu ara piyano sonatı ve senfonisinin, hiçbir kişilik çizgisi taşımaması, Wagner’in<br />
daha olgun yapıtlarına, ünlü operalarına, kuşkuyla bakılmasını gerektirmektedir.<br />
"Kendine yardım eden besteciye tanrı da yardım eder" diye<br />
bir söz vardır. Wagner, kendi reklâmım yapma yolunda kazandığı başarıda<br />
tanrının da yardımım görmüştür.<br />
Wagner’in müzikten önceki ilgi konusu, edebiyat, felsefe ve tiyatroydu.<br />
Shakespeare, Schiller ve Goethe’nin "Egmonf'u yoluyla Beethoven’in<br />
müziğini tamdı. O günden sonra yazarlık yolundaki çalışmalarına bir de<br />
besteciliği katmaya karar verdi. Eğitiminin yetersiz olduğunu gördü. Ders<br />
almaya başladı. İşte bu öğrenim sırasındadır ki, senfonisini, hemen hemen<br />
bütün bestecilerin gençlik çalışmalarının tersine, sonraki Wagner’in kişiliğinin<br />
en ufak bir belirtisini taşımayan önemsiz senfonisini yazdı. Kişiliğini<br />
bulduktan sonra yazdığı operaların hepsinin, bestecinin güçlü kişiliğinin<br />
damgasım çok belirli olarak taşıdıkları gerçeğine karşı durulmaz ama bu<br />
yapıtları bile hele yapıyla ilgili, küçümsenmez kusurlarla doludur. Operalarının<br />
librettolarını da kendi yazan, hem daha çocukluk yıllarından beri<br />
edebi amaçlar gözeten Richard Wagner bu açıdan da, edebiyatçı olarak,<br />
amaçlarına pek de erişmiş sayılamaz. Yaratılan bugün ayakta durabiliyorlarsa<br />
bu asıl, müzikle edebiyatın birbirlerini tamamlayışının sağladığı destekledir.<br />
Wagner, daha çok kurama olarak, kendini atadığı ödev bakımından<br />
etkileyicidir. Bu ödevi her bakıma sağlam bir sanat ürünü içinde gerçekleştirmiş<br />
olup olmaması bir yana, kendi başına bu ödev, bir de ödevin yapıtlan<br />
yoluyla, yarım da olsa, kusurlu da olsa, gerçekleştirilişi, sonraki kuşaklara<br />
üzerinde düşünecekleri, çahşacaklan bir temel sağlamıştır Gesammt-<br />
95
kunsttverk (bu deyimi karma sanat diye çevirelim), Wagner’in gerçekleştirmeyi<br />
umduğu başlıca ödevdi. Opera alanında çalışan düşünür bir sanatçının,<br />
böyle bir ödevin sorumunu yüklenmesi doğaldır. Tiyatro, edebiyat, resim,<br />
mimarlık ve müzik, operada birleşmeye hazır durumdadırlar. Başarısının<br />
katı bir yana, VVagner’in yaptığı, bu birleşmeyi sağlamak olmuştur.<br />
Kendini operanın sınırlan içine kapatması, bu sanatın sorunlarını çözmeye<br />
çalışması bir bakıma VVagner'in doğrudan doğruya müzik alanındaki düşük<br />
başansının nedeni diye görülebilir. Haendel ile, Mozart ile, daha da<br />
öteye gidelim, Verdi ile kıyaslandığında Wagner’in operalannın, opera ülküsünü<br />
karma sanat amacına giden yolun tutulmasıyla gerçekleştirmiş olmasına<br />
karşm, gene de daha az başanlı kalmaları, bir Wagner operasına<br />
baştan sona sabretmek diye bir sorunun sözkonusu olması, işte Wagner’in<br />
uğraşısını her şeyden önce müziğe yöneltmiş olmaması yüzündendir.<br />
Nitekim Wagner’in müzikle ilgisi, müziğin doğrudan doğruya kendi<br />
siyle değil, müzik üzerindeki birtakım düşüncelerle, birtakım taslamalarla<br />
gerçekleşmiştir. Gene de işte bu düşünceler, bu taslamalar Wagner’i, operadan<br />
özgür olarak düşünüldüğünde, müziksever olarak bir öncü, bir bulucu<br />
durumuna geçirmektedir. "Sonsuz melodi"; operalarındaki kişilerin ve<br />
olayların "kartviziti" gibi kullanılan tanıtma öğesi Leitmotiv’in müziğin yapı<br />
bünyesine sokuluşu; orkestranın şarkıcıları ezercesine kullanılması; bir de<br />
-W agner’in müzik diline getirdiği en önemli yenilik- bir sonraki kuşaktan<br />
başlayarak önce tonalite bağlarının koparılmasına, sonra da' dizisel müziğe<br />
yol açan chromarisme (tonal düzende yarım seslerin geçici olarak değil<br />
de, tonalite duygusunu yitirecek gibisinden kullanılması...) Bütün bu yeni<br />
görüşler Wagner’den sonra çok daha gelişmiş ve sağduyuyla, çok daha<br />
sağlam bir işçilikle, daha başarılı sanat yaratılan ortaya çıkarmak için kullanılmıştır.<br />
Yirminci yüzyıl Viyana Okulu bestecilerinin çalışmalan, hele<br />
Schoenberg ile Alban Berg’in Wagner’in öz alanı operada, Wagner’den öğrendiklerini<br />
kendilerince uygulayarak verdikleri yapıtlar bunun örnekleridir.<br />
Bir fVozzeck, herhalde bir koskoca Nibelung Yüzüğü’nden, bir Musa<br />
ile Harun, bir Parsifal’âen hem daha iyi tiyatro, hem de daha iyi müziktir.<br />
Wagner "sonsuz melodisini hiçbir zaman müziğinde bir anlam bütünlüğü<br />
ve devamlılığı, bir yapı tutarlığı sağlamak için kullanmamıştır. Wagn<br />
eiin sonsuz melodisi, başladığından kısa bir süre sonra, dizginsiz ve denetsizcesine<br />
uzanıp gider, cılızlaşır ve tükenir. "Leitmotivnleri, kişilerini tanıtma<br />
ödevini görmektedirler ama bunlar da tekrarlanmaya başladıklarında,<br />
bu tekrarlar müziğin yapı gereklerine göre yapılmadığı için, anlamlarını<br />
tüketip kupkuru ortalıkta kalırlar. Orkestrama yüküyse çok kere şarkıcıların<br />
sırtına biner; ses yazısı bu yüzden soluklaşır ve bdylece kimi kere<br />
Wagner’in tiyatroyla, sahnenin etkisiyle ilintili istekleri de hedefine ulaşamaz<br />
olur.<br />
Gene de Wagner’i opera sanatının kurtarıcısı diye görmek gerekir.<br />
İtalyan bestecilerinin elinde şarkıcıların ses gösterisine yaramak gibi an-<br />
96
lamsız bir duruma diişmûş olan operayı önce Weber, sonra da daha büyük<br />
bir güçle Wagner ölümden kurtarmışlardır. Wagner’in çabalarıyla, kuramlarıyla,<br />
taslamalarıyla, yapıtlarında verdiği örneklerle opera artık yeniden<br />
Wagner öncesindeki durumuna düşmeyecek bir kimliğe erişmiştir.<br />
Taslamalarında geleceğin müziğinin peygamberliğini de yapmaktan kendini<br />
alamayan Wagner’in, ilerisi için kestiril erin den bir çoğu, neyse ki VVagner’den<br />
çok daha yetili bestecilerin \Vagner verilerinden yola çıkmalarıyla,<br />
gerçekleşebilmiştir. Wagner’in müzik sanatının evrimindeki büyük yeri de<br />
işte böyle bir görev doldurmuş olmasıyla kesinleşmiş oluyor. Bu görevi yanında,<br />
operalarından alınmış, dinleyici üzerindeki etkinliklerini tanımamız<br />
gereken, genellikle şarkıcılardan arınmış olarak sunulan orkestra sayfalan,<br />
örneğin Tristan'm Açılış Müziği ve Uebestodu ya da Parsifal’m "Kutsal Cuma"<br />
müziği, Wagner’in kalıcılığını sağlamaya ve doğrulamaya yetiyor.<br />
OPERADA GERÇEKÇİLİĞE DOĞRU<br />
Wagner’in çağdaşı Italyan, Giuseppe Verdi (1813-1901) çoğu kere,<br />
Wagner büyüsüne kendini kaptırmamış bir opera bestecisi olarak gösterilir.<br />
Wagner yanında Verdi’nin, kendi yolunda, çağın en etkileyici, en saygın<br />
opera bestecisi olduğunda kimsenin kuşkusu olmaması gerekir. Verdi’nin,<br />
büyük Alman ustanın baskısına karşı koyabilmiş olmasını Wagner’in<br />
onu "bir laternacı" diye hor görmesinden, orkestrasını "koskoca bir<br />
kitara" saymasından da anlayabiliriz.<br />
Ama Verdi gerçekten Waguer etkisinden kendi sanatım özgür tutabilmiş<br />
midir? Pek de değil. Otello'nun aşk düeti sayfalanılın akla Tristan<br />
ile Isolde’nin benzer sayfalannı getirmesi hiç de başıboş bir çağnşııîun sonucu<br />
değildir. Hemen belirtelim ki Otello, Verdi’nin sondan bir önceki<br />
operasıdır, 60 yaşından sonra kendi kişiliğine aykın sayılması gereken türde<br />
bir opera bestecisi kimliğine erişmiştir. "Opera bestecisi kimliği" derken<br />
de, en genel ve geniş anlatımıyla, sahne gereklerini gözeterek müzik<br />
yazan bir besteciden söz ettiğimizi yeniden belirtelim. N e ki, uzaktan da<br />
olsa Wagner’e özenen Otello’da, Verdi’nin Wagner’e özgü olumsuzluklara<br />
düştüğünü, yer yer melodik etkenliğe yan çizdiğini, hem de orada burada<br />
aşırı uzamalara kendini kaptırdığını görüyoruz. Son yapıtı olan Falstajf’ı<br />
ise genel övgülere karşı durarak, yaratılışı gereği güldürücülüğe bir türlü<br />
eğüemeyen Verdi’nin başarısız bir güldürü operası deneyi, diye gösterebiliriz.<br />
Verdi öyleyse daha önce ne yaptı? İki düzine kadar opera yazdı ve<br />
bunlarda İtalyan operasının gelenek yığınını, kişisine özgü bir çalışmayla,<br />
işlemekten, geliştirmekten ve tanımak gerekir İd, doruğuna ulaştırmaktan<br />
pek az öteye gitti. Bu "pek az öteye gidiş"in belki tek örneği, 1851 yılında<br />
yazdığı Rigoletto’dut. Burada Verdi’yi, seçtiği oyunun olaylarım anlatırcasına,<br />
kişilerinin karakterlerini çizercesine müziği kullandığım görüyoruz. Fa-<br />
M&zik Tarihi, F.: 7 97
kat bir sonraki operasında, II Trovatore’üe Verdi gene, gelişmiş de olsa,<br />
bir bel canto’cuöuT. Aynı yılın üninü La Tmviata’âa karşımızda yaşayan insanlar<br />
değil, ancak oyunculukta usta opera şarkıcılarının az çok insan niteliği<br />
kazandırdıktan kuklalar vardır.<br />
Gene de, Verdi de, bütün yaratış hayatı boyunca, güdük kalmış bile<br />
olsa, kendini yer yer sezdiren bir sahne duygusunun varlığı, bestecinin seçtiği<br />
konularda gerçek olaylara doğru bir eğilim görülmesi, bu besteciyi İtalyan<br />
operasında verismo (gerçekçilik) adımının bir başlanası sayanlan haklı<br />
çıkarmaktadır. Am a Verdi’nin gerçek seçkinliği, ilk operalarından başlayarak,<br />
özellikle insan sesi için olağanüstü etkenliği ve sürükleyiciliği olan<br />
bir müzik yazmasmda ve bu müziği yalın ve görevsel bir orkestra müziğiyle<br />
desteklemesindedir.<br />
İtalyan operasında gerçekçiliğin asıl Amilcare Ponchielli’nin<br />
(1834-1886) La Gioconda’sıyla başladığı öne sürülür. İlk bakışta gerçi İtalyan<br />
gerçekçi operalan Wagner’in simgelerine ve Skandinav efsanelerinden<br />
alınmış konularına karşı bir tepki gibi görünür ama, Wagner bilincinin bu<br />
gerçekçilik akımım ortaya çıkardığı da yadsmamaz. Nitekim, gerçekçi İtalyan<br />
operalarında, bir Ruggiero Leoncavallo’nun (1858-1919) I Pagliaccisinde,<br />
ya da bir Pietro Mascagni’nin (1863-1945) Cavalleria Rusticana'sında<br />
bel canto’dan vazgeçilişi, recitativo’nun yerini ariosso’nun, recitativo ile<br />
arya arasında bir durumu olan, olayın akımım engellemeyen bir öğenin alışı,<br />
opera bestecilerinin libretto seçmede titiz davranmaları, orkestranın<br />
önemini yükseltmeleri, hep VVagner etkisinin sonuçlandır.<br />
Libretto seçmede büyük titizlik gösteren, bununla birlikte hiçbir zaman<br />
edebiyat açısından bir değeri olan libretto’lar üzerinde çalışma mutluluğuna<br />
erişemeyen Giacomo Puccini (1853-1924) İtalyan gerçekçiliğinin<br />
en büyük yaratıası diye gösterilebilir. Opera sanatım halkın en alt tabakalarına<br />
indirme uğruna bayağılıkların her türlüsüne başvurabilen Leoncavalle’nun<br />
ya da Macsagni’nin karşısında Puccini, her ne kadar halkın hoşuna<br />
gitme amacım gözetmişse de, bu yolda sanatının daha soylu değerlerine<br />
saygı göstermesini bilmiş, ayağım denk almıştır. Bir yandan da geleneğe<br />
başvurup şarkıcıların orkestraya üstünlüğünü gözeten ve insan sesi için yazısında<br />
kendisine asıl ününü sağlayan melodi zenginliğine ve etkileyiciliğine<br />
önem veren Puccini, öte yandan da eşlik orkestrasını saydam bir çalgılamayla,<br />
türlü tim birleşimleriyle beslemiştir. Madame Buttetfly., La Bohime,<br />
FanciuUa del West (Batılı Kız), II Tabam ve Turandot gibi operaları<br />
Puccini’nin sağlam işçiliğinin, esnek tekniğinin ve çağının akımlarına uygun<br />
davranışının en başardı örnekleridir.<br />
Puccini konularım seçerken, Fransız kaynaklarıyla yakından ilgilenirdi.<br />
Nitekim ünlü operalarından ikisi Fransız yazarlarının romanlarından<br />
konularım almışlardır Manon Lescaut’sa Abb6 Prövost'dan ve La Boheme’i<br />
de Henri Murger’den... Tosca'sı da bir Fransız yazarından, Victorien<br />
Sardou’nun bir oyunundan alınmadır. Fransa'nın, aynı günlerde Puccini’-<br />
98
nin İtalya’da olduğu kadar ünlü bir bestecisi, Jules Massenet (1842-1912)<br />
de Prevost’dan alınmış aym konuyu Manon operasında işlemişti. Gerçeklerle<br />
ilgili konulara eğilim, şarkı partilerinde etkileyici, dokunaklı melodiler,<br />
orkestrasının yalın bir eşlik yerine dramatik yolda kullanılması Puccini<br />
ile Massenet arasında ortak yanlardır. Massenet birçok orkestra ve koro<br />
eseri de yazmış olmakla birlikte asıl ünü opera alanındadır. Bununla birlikte<br />
çnu, gerçekçiliğin güçlü bir temsilcisi saymak doğru olmaz. Çünkü İtalyan<br />
gerçekçiliği tarzındaki yapıdan da, doğrudan doğruya Wagner etkisini<br />
yansıtanlan da, bu yollara köklü bir inanışın sonucu olmaktan çok, bir<br />
özenti ürünüdürler.<br />
Her ne kadar gerçekçiliğin (r a s m o ’nun) ilk örneği diye Ponchielli’-<br />
nın 1876 yılında ilk oynanışı yapılmış "La Gioconda”sı gösterilirse de, İtalya<br />
dışında, Fransa’ya bir göz attığımızda bir yıl önce, 1875’te Paris’te Opöra-Comique’te<br />
oynanan bir operanın aynı yolu daha önce ve daha büyük<br />
bir başanyla açmış olduğunu görürüz. Söz konusu opera Georges Bizet’-<br />
nin (1838-1875) Carmen’idiı. N e var ki verismo İtalya’ya özgü bir davranıştır<br />
ve orada birbiri ardma aynı davranışı sürdüren operalar verilmiş, akım<br />
Fransa’da yeğinleşmemiş, türlü öğelerin etkisinde dağınıklaşmıştır. Bununla<br />
birlikte bir Gustave Charpentier’nin Louise’inde gene, Paris'in yoksul<br />
bir semtinde geçen bir olayın opera sahnesine çıkarıldığını, böylece Fransız<br />
lirik sahnesinin koyu bir gerçekçilikle akıma yeniden katıldığım görüyoruz.<br />
N e var ki "Louise'1ancak bu açıdan sözü edilmeye değer bir operadır.<br />
Tatlı melodileri dışında kalıcı bir müzik değeri taşımamaktadır. Nitekim<br />
daha şimdiden unutulmaya yüz tutmuştur. Bizet’ye gelince, "Carmen"iyle,<br />
'İnci Avcıları" operasının bir aryasıyla, bir de Alphonse Daudet’nin "Arlösienne"i<br />
çok yazdığı sahne müziğinden çıkarılmış süitlerle, demektir ki pek<br />
az sayıda yapıtla tanınan, biraz da ömrünün kısalığı yüzünden verimli olamamış<br />
olan bu besteci öyle görünüyor ki gelecek kuşaklarca hep bu birkaç<br />
yapıtıyla anılacaktır. Kişiliğinin, eserlerinde de yansıyan pek alelâde<br />
yanlan onun, müzik sanatının en büyük yaratıcılarıyla aynı katta yer almasına<br />
engel olmaktadır. Bizet de Wagner’in varlığının bilincine varmış, fakat<br />
Wagner büyüsüne kapılmamak için var gücüyle savaşan bir besteciydi.<br />
Gene de, şarkıları, piyano parçalan, orkestra müziği arada bir dinlemeye<br />
değer.<br />
Massenet ve Bizet’den önce Fransa opera sahnesinde pek çok besteci,<br />
pek çok yapıt görüyoruz. Daha önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz Meyerbeer’ler,<br />
Adam lar, Thomas’lar... Bu önemsiz yığının içinde az çok sivrilen,<br />
Charles Gounotfnun (1818-1893) Faust’u, bütün bayağılığına rağmerf,<br />
özellikle melodi açısından taşıdığı artamlarla günümüze kadar kalmıştır.<br />
Zola’nın "şehvetperest bir papaz" diye sözünü ettiği Gounod, kilise müziği<br />
alanında, sahne yapıtlarına kıyasla daha da seçkin birçok yapıt vermiş,<br />
kırk yaşma varana kadar da opera alanında üst üste gücünü denemiş, yazdıklarının<br />
hepsi başarısızlığa uğramış, sonuçta ancak Faust bestecinin adı<br />
99
nın tarihe geçmesini sağlamıştır.<br />
"Carmen"den iki yıl sonra oynanan bir Fransız operası, Camille Saint-Saens’m<br />
(1848-1921) Samson ile Dalila’sı, günün alışkanlıklarına aykırı<br />
olduğu için, hele Wagner etkisini gizleme gereğini görmeden yansıtan bir<br />
yapıt olduğu için, Fransız opera kurumlannca tepilmiş, buna karşı Liszt ilgilenmiş<br />
ve operanın ilk olarak Weimar’da sahneye konmasını sağlamıştı.<br />
Weimar’dan sonra ancak Brüksel’de, Rouen’de ve Paris’te Château<br />
d’Eau’da oynandıktan ve böyiece görmezlikten gelinmez bir saygınlık kazandıktan<br />
sonradır ki Paris operasının repertuvanna girebilmiştir. Saint-Saens<br />
yalnız opera alanında değil, besteciliğin her kesiminde, bütün ortamlarında<br />
verimli bir besteciydi. Duygu ve anlatım bakımından yüzeyde kalmış<br />
bir yaratıcı olmakla birlikte aydınlık, dengeli, ordntılı yazısıyla, kusursuz işçiliğiyle<br />
anılacak bestecilerdendir.<br />
Anlattığı duygularda içtenlik, hele derinlik arandığında, arayanın boş<br />
elle döneceği bir müzik de Edouard Lalonun (1823-1892) müziğidir. Operalarında<br />
o da Wagner’in yükü altındadır. A d ı en çok duyulan operası Le<br />
Roi dYs’i nasıl hazırladığını anlatırken Lalo "Lirik bir dram yazmak istedim.<br />
Ancak, birkaç ay düşündükten sonra bu yoldan geri döndüm. Çünkü<br />
karşımda Wagner denen dev vardı. Bu yolda yürümek isteyenlerin kimi<br />
acınacak duruma düşmüş, kimi de saygınca da olsa başarısızlığa uğramıştır.<br />
Bunun üzerine, düpedüz bir opera yazmaya karar verdim." diyor. Lalo’nun<br />
düpedüz operası, Wagner pençesinden yakasını iyice kurtarmış olmadığı<br />
gibi, Meyerbeer ve Gounod yankılan da taşıyan, güçsüz, soluk bir<br />
eserdir. Bu besteciyi bugün konserlerde sık sık çalınan sevimli ve taslamasız<br />
Symphonie Espagnole’u ile anmakla yetinebiliriz.<br />
Wagner’in müziğini dinledikten sonra müziğe başlamaya karar veren<br />
Emmanuel Chabrier (1841-1894) GtvendoHne operasında, Paris operası yöneticilerini<br />
dehşete düşüren bir Wagner etkisi ortaya koyuyordu. N e var ki<br />
Chabrier kişiliği, \Vagneriin iri sözlerinin, yüksekten atmalannın, büyüklük<br />
tutkusunun maymunluğuyla yetinemeyecek kadar başka türlüydü. Şen, kaba,<br />
takılgan, şakacı Chabrier’nin bugün konserlerde en sık çalınan yapıtlarına<br />
Espana adlı orkestra parçasına, Bourrie Fcmtasque'ma bakarsak,<br />
odun bir zamanlar Wagner’e gönül vermiş olduğu aklımızın köşesinden bile<br />
geçmez. Çok daha iyi tanınması gereken piyano parçalan arasında Wagner’i<br />
alaya alan bir parça bile vardır.<br />
Operalarından biri (Lakmi) günümüze kadar dağarlarda kalan bir<br />
Fransız bestecisi Leo Delibes (1836-1891) asıl bale müziğiyle önem kazanır.<br />
1870 yılında Coppilia bale müziğiyle Delibes, müziğe yepyeni bir ortam,<br />
"senfonik bale” diye adlandırabileceğimiz bir ortam getirmiş olmaktadır.<br />
O güne kadar önemli görülmemiş bir alana, baleye eşlik müziğine D e<br />
libes senfonik öğeleri getirmiş, müziksever düşünüşüyle dans sahnesine birlik,<br />
tutarlık sağlamış, müzik ile dansı birleştirmiştir.<br />
Çağm en başardı Fransız operasını, beklenmezscesine, bir başka alan<br />
100
da, hafif eğlence alanında ün yapan, gücünü operetlere harcayan bir besteci,<br />
Jacques Offenbach (1819-1880) yazdı. Contes d’Hofftnann ("H offmann’ın<br />
Masalları") Offenbach’ın ömrünün son yıllanmn ürünüdür. Yetilerini,<br />
gücünü eğlence müziğine boş yere harcamış olduğu inancına varan<br />
Offenbach, giderayak bir ciddi opera yazma isteğine kapılmış, bütün gücüyle,<br />
bütün varlığıyla ve kendiliğiyle çalışmaya koyulmuş ve tek operasını<br />
ortaya çıkarmıştır. Gerçek bir kişiyi, yaşamış bir kişiyi, şair -hem de müziksever<br />
ve opera bestecisi- E .T A . Hoffmann’ı konu seçmiş olmasına bakarak<br />
"Hoffmann’ın Masalları" gerçekçi opera sanılmasın. Çünkü bu operada<br />
başlıca kişi Hoffmann olmakla birlikte yansıtılan bir imgelem dünyasıdır,<br />
gerçeklerle ancak dolayısıyla ilintili bir dünyadır. Offenbach bu operayı<br />
yazmamış olsaydı yalnızca, bir Suppe, bir Johann Strauss, bir Milloeoker,<br />
bir LĞhar gibi hafif müzik bestecisi olarak kalacaktı.<br />
FRANSA’DA ULU SAL B İLİN Ç<br />
On dokuzuncu yüzyıl, bir yandan da müzik yaratıcılığında ulusal bilinen,<br />
halk melodilerine başvurmak yoluyla geliştiği, güç ve yeğinlik kazandığı<br />
bir çağdır. Daha önceleri halk müziği, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında<br />
olduğu gibi, yaygınlıkla, hem de bir türlü tutkuyla, sanat müziği bestecilerince<br />
ele almıyor ve işleniyor değildi. Franz Liszt’in halk müziğine verilen<br />
önemin artmasında büyük etkisi olmuştur. Nitekim Liszt birçok ülkeden<br />
öğrencilerinde hep, kendi ülkelerinin halk müziğiyle uğraşmalannı, bu<br />
müziği incelemelerini, yazdıklarında kullanmalarım salık verirdi. Öte yandan<br />
Napol6on savaştan da uluslann kimliğinin gelişmesinde, bu ara bestecilerde<br />
ulusal bilincin kökleşmesinde etkili olmuştur.<br />
Fransız ulusalcılığının gelişmesi ise, halk müziğine yönelerek değil,<br />
daha soyut, daha intellectuel bir yüzeyde olmuştur. Fransız ulusalcılığının<br />
dar görüşlülüğü, chauvinisme’i doğrudan doğruya müziğin kendisini etkilememiş,<br />
düşünce yüzeyinde, sözde, beğenilerin seçilmesinde kalmış, bir de<br />
öbekleşmelere, bir "bayrak” altında toplanmalara yol açmıştır. N e var ki,<br />
ulusal bilince doğru böyle dar görüşlü, yeğin ve savaşsever tutumlu bir yaklaşım<br />
olmasaydı Fransız müziği olduğu yerde saymaya devam edebilir, belki<br />
de başka Auber’ler, Thomas’lar, Adam’lar tarih boyunca birbirini kovalardı.<br />
Fransız müziğinin yabancı baskılardan, özellikle Alman etkisinden<br />
kurtarılmasını sağlamak amacıyla kurulan Soctete Nationale de Musıque<br />
(Ulusal Müzik Kurumu), "ars gallica" parolasıyla çalışmalarına girişti. G ö<br />
zetilen, Fransız sanatı davasını savunmak, bunun için de bütün ciddi Fransız<br />
yapıtlarının icrasına ve halka tanıtılmasına başlamaktı. Kurucular arasında<br />
Franck, Massenet, Duparc, Faurö, Dubois gibi Paris’in müzik hayatıma<br />
ileri gelen kişileri vardı; başkan, konservatuvann şarkı hocası Henri<br />
Bussine, başkan yardımcısı ise Camille Saint-Saens idi. İlk konser 25 Ka-<br />
101
sim 1871’de verildi ve programda Franck’ın liçlü’sU de vardı. C£sar<br />
Franck (1822-1890), kurumun başarısının somut bir örneğidir O sıralarda<br />
Franck elli yaşma ulaşmış ve henüz önemli bir yapıt vermemiş, çıraklık çağım<br />
aşmamıştı. Bunun sebebi de yazdıklarının halk karşısına çıkmasının<br />
b< steciye sağladığı dürtüden Franck’ın yoksun olmasıydı. Nitekim kurum,<br />
b şka Fransız bestecileri için olduğu gibi, Franck’ın yazdığı her müziğin<br />
d çalınacağı güvencini sağlayınca, besteci, bu dürtüyle, birbiri ardına, en<br />
olgun, en derin yapıtlarım vermeye başladı. Böylece Paris Konservatuvan<br />
’nın gölgede kalmış, içine kapanık org öğretmeninin gelecek günlere kalabilecek<br />
yetiler taşıdığı anlaşıldı.<br />
Biçim ve kuruluş açısından C6sar Franck, dönemsel biçimi (forme<br />
cyclique) geliştirmiş olmasıyla "düşünce çekirdeği" diye adlandırabileceğimiz<br />
tek bir düşünüden bütün melodik konularım ortaya çıkarıp bunları yapıtın<br />
son bölümünde tekrarlamasıyla anılır. Chabrier ve Faurö ile birlikte<br />
yirminci yüzyıl Fransız müziğinin başlıca davranışlarının temelim hazırladığı<br />
da tanınabilir. Öğretici olarak Franck, yetiştirmekle ödevlendirildiği kişilerin<br />
birtakım yöntemlere, reçetelere zorla uymalarım istemek yerine, onlara<br />
müzik sevgisini ve saygısını aşılayan, moda akımlardan, kolay başarılardan<br />
kaçınmalarım salık veren bir yaratış yönelticisiydi.<br />
Franck, ulusal Fransız okulunun önderlerinden biri olmakla birlikte<br />
o da bir Wagner’ciydi. Öğrencileri gerçi bir süre, inatla, Franck’m Wagner<br />
etkisinde olmadığı görüşünü savunmuşlardır ama ortada Franck müziğinin<br />
gerçeği vardır, ö t e yandan Franck’ın Belçikalı olması, Alman ve Felemenk<br />
gelenekleri içinde büyümesi, kişiliğindeki Fransız özelliklerinin serpilmesine<br />
engel olmuş ve besteciyi Alman kimliğinin en belirli simgesi<br />
VVagner’e doğru sürüklemiştir. N e var ki bu eğilim Franck’ın Wagner boyunduruğu<br />
altma girmesi, VVagner tutsağı olması sonucunu da vermiş değildir.<br />
Bir re minör senfoni, ya da bir fa minör beşli, Beyrutlu ustanın kromatik<br />
dilini ve kalın, şişkin yazışım Fransız hafifliğine aşılamış, Fransızlara<br />
daha yoğun bir çoksesliliğin, daha koyu bir yazının tadım vermiştir Fransız<br />
müziği Wagner’den ancak, C£sar Franck’ın aracılığıyla -b ir de, daha<br />
sonra, Debussy’nin açtığı savaşm sonuçlarıyla- yararlanmış olmaktadır<br />
Franck çevresinde, özel durumda bir öğrenci topluluğunun ortaya<br />
çıktığım görüyoruz. Özel durum şuradadır ki, bu öğrencilerin hepsi müzikle<br />
önceleri 'amatörce" ilgilenip, teknik yolunda .beceri edinmeye somadan<br />
karar vermiş kişilerdir. Bunların başlıcalan Henri Duparc (1848-1933), Ernest<br />
Chausson (1855-1899) ve Vincent dlnd/dir (1851-1931). Duparc, hukuk<br />
eğitimini tamamladıktan soma Franck’tan ders almaya başlamış, ne<br />
yazık ki kırk yaşma varmadan inmeli olmuş, seksen yaşma kadar yaşamışsa<br />
da yaratış hayatı pek kısa sürmüştür. Gene de Duparc adı on beş kadar<br />
şarkısıyla, bu ara Chanson İriste Phidylâ gibi melodileriyle, ölümsüzler araşma<br />
geçebilmiştir. Chausson da hukuk eğitimini bitirdikten soma müziğe<br />
başlamış, onun da yaratış hayatı, kırk dört yaşındayken bir bisiklet kazası<br />
102
sonunda ölümü yüzünden pek kısa sürmüş, bununla birlikte bu kısa hayat<br />
başarılı geçmiş, bu ara si bemol senfonisi müzik çevrelerinde hayranlık kazanmış,<br />
keman ve orkestra içn poemini ünlü kemana Eugene Ysaye dört<br />
bucağa tamtmıştı. Franck’ın öbür öğrencileri arasmda verimliliğiyle ve bilimsel<br />
çalışmalarıyla da tanınmış Arthur Coquard’m (1846-1910), subaylıktan<br />
aynhp kendini müziğe adayan ve bu yolda ancak beş yıl kadar çalıştıktan<br />
sonra genç yaşında ölen Alexis de Castülon’un (1870-1894), kısacık<br />
ömründe küçümsenmez yeteneğini ortaya koyan Guillaume Lekeu’nün<br />
(1870-1894), folklor çalışmalarıyla da tanınan ve 1894’te d’Indy ile Schola<br />
Cantonım’u kuran Charles Bordes’un (1863-1909), hukuk eğitimini bırakıp<br />
önce Massenet ve Dubois’mn, sonra da Franck’ın öğrencisi olan, müziğinin<br />
özellikle gizemci yanıyla bilinen Guy Ropartz’ın (1864-1955) adlarım<br />
sayabiliriz.<br />
Vincent d’Ind/ye gelince, aydınlık, saydam, fakat kaba değeri olmayan<br />
bir müzik yazan bu besteci, Franck gibi öğretim alanında da önemli<br />
çalışmalar yapma fırsatı eline geçmişken, çevresinde Franck’ınkine benzer<br />
bir öğrenciler topluluğu kurulmuşken, katı, dar görüşlü ve kıskanç bir öğretim<br />
yolu tutması, öğrencilerinin kişisel özelliklerini ve imgelemlerini beslemek<br />
ve geliştirmek yerine, kısırlaştırması yüzünden, bir Chausson, bir<br />
Duparc -daha da gidelim, bir d’Indy b ile - yetiştirememiştir. Bir Marcel<br />
Labey, bir Pierre Coindreau, bir Ren6 Castöra, bir Jean Cras adlan önemle<br />
anılacak kişiler değildir. Bunlara kıyasla sözü daha sık edilen Alberic<br />
Magnard (1865-1914) ise müziğe yeni bir şey getirecek güçten yoksun olduğunu,<br />
bunun için seçtiği bir geleneğe, Wagner etkisine boyun eğmeyi uygun<br />
gördüğünü açıkça söyleme korkusuzluğunu göstermiştir. D ’Indy’den<br />
ders alan besteciler arasmda ancak bir Albert Roussel, önce uzun bir süre<br />
öğretmeninin "maddeci" eğitiminin etkisinde kalıp kupkuru bir müzik yazdıktan<br />
sonra kişiliğini bulmuş, Edgar Var&se ise daha başlangıçta d’Indy<br />
öğretimine başkaldırmış, kendine başka yollar aramıştır. Roussel de, Varese<br />
de yirminci yüzyıl müziği bölümünde konumuz olacaktır.<br />
Geleceğin Fransız müziğinin hazırlanmasına en güçlü etkisi olan bir<br />
besteci, Gabriel Faurd (1845-1924), asıl melodici yanıyla tanınır. "Melodici"<br />
derken yalnız şarkılarını değil, öbür biçimlerdeki, oda müziği, orkestra<br />
ve koro alanlarındaki yapıtlarının melodik niteliklerini de anlatmak istiyoruz.<br />
Özellikle bu açıdan müziğinde, Grek ülküsünü gözetişinin bir sonucu<br />
olduğunu çoğu tenkitçinin tanıdığı, bir arılığa, bir yalınlığa, bir saydamlığa,<br />
hem de orantı ve denge kusursuzluğuna, yapı sağlamlığına ulaşmaya<br />
çalışmıştır. Müziği armonik açıdan da yenileyiçi olarak görülür.<br />
Faur6 konservatuvarda değil, Niedermayer okulunda yetişmiş bir müzikseverdir.<br />
Sözkonusu okul, din müziği eğitimi sağlayan ve konservatuvann<br />
tersine, klasik tonalite içinde bir eğitim vermek yerine kilise makamlarım<br />
öğreten bir okuldur. Denebilir ki, Faur6 öğrenimini bu okulda yapmamış<br />
olsaydı, armoni diline belki de, bu konuya başka bir açıdan yakmlaş-<br />
103
manın sağladığı yenilikleri getiremeyecekti. Faurfe’nin daha sonra konservatuvar<br />
öğretmenliğine ve yöneticiliğine atanması, öğrencilerine, konservatuvar<br />
geleneğine uygun bir eğitim yanında, klasik tonalite dışında kalan<br />
bir müzik gramerinin tadım tattırmasına da fırsat verdi. Bununla birlikte<br />
Faur£ öğrencilerine şu ya da bu dili inatla öğreten, onları sınırlayan bir öğretici<br />
değildi; öğrencilerinin kişiliklerine saygı gösterir, her şeyden önce onların<br />
kendi yaratılışlarına, kendi yergilerine uyan bir yolda ilerlemelerini<br />
gözetirdi. Hem, Faurfe’nin kendi evrimine göz atarsak onun da, katı, kesin,<br />
dar inançların ve günün geçerlikteki etkilerinin ve baskılarının dışında<br />
gelişmiş olduğunu görürüz.<br />
Faur6’nin müziğinin değeri üzerinde bugün tartışmalar süregelmektedir.<br />
Fransa dışında bu besteci büyük bir ilgi görüyor sayılamaz. Müzik tarihinin<br />
dönüm noktasında yer alan bir besteci olması sebebiyle müziğinde<br />
-inandırıcı, tutarlıklı bir bütün içinde yer almış bile olsalar- çelişik öğelerin<br />
bulunması, armonik yeniliklerin Gounod'ya, Lalo’ya bağlanabilir bir<br />
dil içinde gelişmesi ve bu ileri öğelerin inatçılığı, çarpıcılığı olmayan uysal<br />
ve soğukkanlı bir anlatımın aracı olması Faur6’nin ilk bakışta bir ilerici<br />
olarak tanınmasını güçleştirmektedir<br />
Faur£’nin yalan dostu ve Niedermayer Okulundan arkadaşı AndrĞ<br />
Messager (1853-1929) ise hafif, tatlı, sevimli melodileriyle seçkinleşen bir<br />
komik-opera ve operet bestecisidir. Bu alanlarda "ars gallica" ülküsünü<br />
gerçekleştiren taslamasız, büyüklüksüz bir yaratıcıdır.<br />
RUSYA’DA ULUSAL M Ü Z İK<br />
On dokuzuncu yüzyıldan önce Rusya’nın üstünde önemle durulacak,<br />
kendine özgü bir sanat müziği yoktu. İtalyan ve Fransız operacıları, A l<br />
man konser müzikseverleri Rusya’nın müzik hayatını dışardan besliyorlardı.<br />
Bu ara Catterino Cavos adlı bir Venedikli de Rus folklorundan yararlanarak<br />
bir opera bestelemişti. İlk ulusal Rus müziğini yazan besteci diye<br />
Mihayl İvanoviç Glinka (1804-1857) gösterilir. Glinka, John Field’den aldığı<br />
piyano dersleri dışında kuram dersleri de almışsa da, müziği daha çok<br />
kendi kendine öğrenmiş, hele bestecilik alanında kendi çabalarıyla bir tekniğe<br />
ulaşmıştır. Glinka’dan önce de gerçi Rusya doğumlu birkaç besteci<br />
ulusal bir müzik yolunda birtakım çalışmalar yapmışlardı. Fakat onların<br />
deneylerini, görgülerini daha tutarlıklı bir bütün içinde birleştiren ve ulusal<br />
Rus müziğinin temelini atan Glinka’dır. Çar İçin Bir Hayat ve Russian<br />
ile Ludmilla operaları, Rus konularım işleyen ilk operalar olarak gösterilebilir.<br />
Berlioz, Glinka’nın yetilerini övenlerin başında gelir ve özellikle bestecinin,<br />
seçtiği konunun özelliklerine uygun bir müzik yazmaktaki başarısına<br />
dokunur.<br />
Rusya'nın bir yandan olağanüstü zenginlikteki halk müziği, öte yandan<br />
da eski makamların ve puta tapılan günlerin kalıntısı bir dinsel tören<br />
104
müziği vardı. Napolfeon savaşlarının etkisiyle, uyanan ulusal bilinç, edebiyatta<br />
Puşkin, Dostoyevski, Gogol ve Turgenyev’in yapıtlarında folklora<br />
doğru bir eğilimi geliştirdiği gibi, müzikte de Glinka ve Aleksander Dargomiyski’yi<br />
ülkenin halk müziğine yöneltmiştir. Glinka ve Dargomiyski’yi de<br />
"Rus Beşleri" adıyla anılan öbek izlemiştir.<br />
öbeğin kurucusu M ili Balakirev (1837-1910), öbür üyeler arasında<br />
sağlam müzik eğitimi görmüş ve müziksever olmak için hayata hazırlanmış<br />
tek kişiydi. Ulusal müzik savım sürdürme ödevine GÜnka’ıun etkisi altında<br />
inanmış, çevresini alan gençlere bir yandan batı müziğinin öğelerini, Öte<br />
yandan da Rus halk müziğinin kullanılış yöntemlerini öğretmiştir. Düzenlediği<br />
konserlerde gçrek kendi yapıtlarının, gerekse çevresindeki bestecilerin<br />
müziğinin çalınmasını sağlamış, böylece yeni Rus müziğinin topluma<br />
yayılmasına da önayak olmuştur. Biraz da, müziğin kamuya ulaştırılması<br />
yolunda yaptığı uygulayıcı çalışmaların doğrudan doğruya bestecilikle uğraşmaktan<br />
kendisini alıkoyması yüzünden, Balakircf in yapıtları sayıca az,<br />
değerce tutarlıksızdır. Thamar senfonik şiiri ve Islamey adlı piyano parçası<br />
bugün en çok tanınan yapıtları arasındadır.<br />
Beşlerin basın temsilcisi, çocukluğunda gördüğü müzik eğitimini bir<br />
yana bırakıp askerî mühendislik yoluna giden, sonra beşlere katılan C£sar<br />
Cui (1835-1918) yazılarıyla yeni Rus müziğinin batı dünyasında tanınmasında<br />
önayak olmuştur. Operalarında kendine özgü melodik çizgiler ve armonik<br />
buluşlar varsa da Cui, beşlerin en önemsiz üyesidir.<br />
Müzikte ulusalcılığın, teknik yetersizliğin bir özürü olamayacağım savunan<br />
Nikolai Rimski-Korsakof (1844-1908) deniz subayı olarak eğitim<br />
görmüş, kendi kendine müzik de çahşmış, Balakiref i tanıdıktan sonra besteciliği<br />
hayat yolu diye seçmişti. Sonra, St. Petersburg Konservatuavn’nın<br />
bestecilik öğretmenliğine atanan Rimski, böyle bir ödevin gerektirdiği teknik<br />
yetkiyi taşımadığım görmüş, kendi kendini yeniden yetiştirme yolunda<br />
sıkı bir düzene girmiş ve bunun sonucunda beşlerin en usta bestecisi olarak<br />
yükselmiştir. Capriecio Espagnol, Şehmzcıt, Rus Paskalyası Uvertürü gibi<br />
yapıtlarının da gösterdiği gibi, müziği özellikle çalgılama ustalığı açısından<br />
ilgi çeker. Rimski, hem de, Kar Kızı gibi, Sadko gibi ulusal Rus operasının<br />
demirbaşları araşma girmiş sahne yapıtları da bestelemiştir.<br />
Rimski, orkestralama ustalığım, beşlerin arasındaki büyük deha Modest<br />
Musorgski’nin (1839-1881) yazdıklarının yeniden orkestralanmasında<br />
da kullanmıştır. Kimi tenkitçi, pek yerinde olarak, böyle bir düzeltmenin<br />
gerekmediğini, bu ara Musorgski’nin en başarılı operası Boris Gudunofnn<br />
el değmemiş durumunun, bütün kabalığına, bütün acemiliğine rağmen, daha<br />
etkileyici olduğunu öne sürer. Nitekim Musorgski, bütün büyük besteciler<br />
arasında, teknik yeteneği en zayıf olanıydı ama, bu yetersizlik hiçbir zaman<br />
bestecinin kendini anlatmasma engel olmamıştır. Seçtiği gereçler ve<br />
bunları kullanışı, anlatım amaçlarına uygundur. Musorgski’nin müziğinde<br />
hiçbir duygu, işçilik kusuru yüzünden açıklanamamış değildir. Musorgski,<br />
105
anlatım ortamlarını da çoğaltmak istememiş, yalnızca ya kendi içinden sezdiği,<br />
ya da dışardan kulağına gelen "duygu çığlıklarım" müziğin aracılığından<br />
yararlanarak sunmak istemiştir. Musorgski’nin güçlü kişiliği ve kendine<br />
özgü anlatımı yanında teknik sorunları pek önemsiz, pek küçük sorunlar<br />
olarak kabr. Bugün, Musorgski’nin bıraktığı az sayıda yapıtm, bir Çıplak<br />
Dağda Gece’nin, bir Boris Godımofnn, bir Sergideki Resimler1in Rimski’nin,<br />
ya da Ravel’in, ya da Şostakoviç’in teknik ustabğuun sonucu "düzeltilmiş,<br />
cilalanmış" durumlarda dinleyiciye ulaştırılması herhalde Musorgski<br />
kişiliğinin küçük bir oranda bile olsa, dinleyiciye ulaşmasma engel olmaktadır.<br />
Daha saf, daha yalın, daha gerçek bir Musorgski, Sergiden Tablolarım<br />
piyano için yazılmış durumunda, Boris Godunofun pek seyrek sunulan<br />
ve doğrudan doğruya bestecinin kaleminden çıkmış, el değmemiş durumunda,<br />
özellikle de şarkılarında belirir. Hele şarkılarında Musorgsi, müziğe<br />
olan gerçekçi yaklaşımım insan sesinin, özellikle konuşmanın doğallığıyla,<br />
konuşmadaki melodik öğelerle biçimlendirdiği için, bu ortam, bestecinin<br />
kişiliğinin en belirli bir yankısını sağlar<br />
Musorgski, askerlikten ayrüıp müziğe kapılanmıştı. Beşlerin beşinci<br />
üyesi Aleksander Borodin (1833-1887) ise bir yandan asıl mesleği kimyacılığı,<br />
öte yandan da besteciliği sürdürüp götürmüştür. Kimyacılıkta da başarı<br />
kazanmış olmakla birlikte bugün herkes Borodin’i kimyacı diye değil<br />
de, Prens Igor'undakı, Orta Asya Steplerinde’ki, re majör dörtlüsündeki melodilerle<br />
anar. Bununla birlikte kimyacılık hayatı, yapıtlarım hızla bitirmesine<br />
engel olmuş, bu ara "Prens Igor"un bestelenmesi yirmi yıl sürmüş ve<br />
bu opera bir türlü tamamlanamamıştır. Rus beşlerinin çoğu gibi Borodin<br />
de az sayıda yapıt vermiştir. Bir Musorgski gibi, müzik dilinin yenileyidsisayılamaz.<br />
Fakat Rus müziğini zenginleştirmek ve dünyaya yaymak yolunda<br />
bu az sayıdaki bestenin görevi çok büyük olmuştur.<br />
Beşlerin çağdaşlan arasında Anatol Lyadof (1155-1914) ve Aleksander<br />
Glazunof (1865-1936), birincisi senfonik şiiriyle, öbürü özellikle keman<br />
konçertosuyla ün kazanmışlardır. İkisi de Rimski’nin öğrencisi, ikisi<br />
de öğrendikleriyle yetinen, gelenek yolunda yürüyen, müzik sanatına<br />
önemli hiçbir şey kazandırmamış bestecilerdir.<br />
Beşler öbeğinin çok daha seçkin bir çağdaşı Piyotr İlyiç Çaykovski’yi<br />
(1840-1989) Rus ulusalcılığım yansıtmayan, yabancı eğilimlerin, özellikle<br />
Alman etkisinin simgesi bir besteci diye göstermek alışkanlık olmuş çıkmıştır.<br />
Bu görüş ancak, Çaykovski’nin, beşlerindekinden ayrı eğitimi açısından<br />
doğrulanabilir. Yoksa Çaykovski de Rus halk müziğinden yararlanmıştır,<br />
Çaykovski de müziğinde Almanlığm ya da İtalyanbğın değil, Rusluğun<br />
ulusal kimliğini yansıtır. Bir yandan beşler, yetersiz tekniklerini amaçlarının<br />
gerektirdiğince geliştirmeye çalışıp, bir Rus müziği, halka yönelmiş ileri<br />
bir Rus müziği yolunda çalışmalar yaparken öte yanda da iki kardeş müziksever,<br />
Anton ve Nikola Rubinstein, tepkici denebilecek bir yolda, A l<br />
man ve genel olarak Avrupa klasikçiliğinin öğelerinin öğretilmesini göze<br />
106
ten bir eğitim çalışmasına girişmişlerdi. Çaykovski’yle beşler arasındaki<br />
başlıca ayrılık işte bu öğrenim kaynağı ayrılığında kendini göstermektedir.<br />
Yoksa Çaykovski’nin müziği, bestecinin gördüğü öğrenime rağmen, öğretmeni<br />
Anton Rubinstein’ın kendi müziğinin tersine, kaskatı bir geleneğin<br />
ürünü değildir. Tepkici, gerici olmaktan çok uzaktır. Öte yandan Çaykovski’nin<br />
aşın duygulu bir kişi olması da geleneklerin kısır sınırlan içine kapanmasına<br />
engeldi.<br />
Çaykovski’nin müziği üzerindeki görüşler çatışır. Kimi, Çaykoski’nin<br />
anlatımım bayağı görür ve bu müziğin etkisini özür dileyerek tanımak zorunda<br />
kalır. Kimi de onu, müzik yaratıcılığının en büyük ustalanyla bir tutar.<br />
Genellikle müzik bilginleri ve tenkitçileri değil, orta dinleyici Çaykovski’nin<br />
değerini daha iyi anlamıştır. Bununla birlikte günümüzde, Stravinski<br />
gibi saygın bir bestecinin Çaykovski’yi bir üstün usta sayması, "seçkin” çevrelerde<br />
de Çaykovski’ye hoş görür bir gözle bakılmasını sağlamıştır. Denebilir<br />
ki, bu bestecinin müziğinde çoğu kere bayağı" diye tanıtılmaya çalışılan<br />
anlatım, Slav irkirim niteliklerinin bir belirtisi diye görebileceğimiz, bir<br />
duygu yoğunluğunun sakıncasızca ortaya konmasının sonucudur. Çaykovski’de<br />
bayağılık diye gösterilen sayfalarla bir batılı bestecinin soğukkanlı ve<br />
amaçlı bayağılıkları arasındaki nitelik ayrılığı bu görüşü doğrulayabilir.<br />
Çaykovski’nin müziğindeki ilkel duyguların, tutkuların, çapraşık yollara<br />
sapmadan, dosdoğru, korkusuzca anlatılması, bu bestecinin müziğine olağanüstü<br />
etkileyiciliğini sağlamaktadır. Son üç senfonisinin köklü kötümserliği,<br />
Romeo ile Juliet’inin yoğun aşk duygulan, Fındıkkıran bale müziğinin<br />
taşkın sevinci herhalde, kendi başlarına, küçümsenecek, kötülenecek duygular<br />
değildir. Bu duyguların ustaca bir teknikle sunulduğu da unutulmazsa<br />
Çaykovski’yi nesnel açılardan kötülemek güçleşir. Çaykovski'nin bu artamlanna,<br />
Evgeni Onyegin gibi, Maça Kızı gibi operalarında sunduğu dramatik<br />
durum bilincini de ekleyelim. Tek piyano için yazdıklarının ve oda<br />
müziklerinin, giderek şarkılarının, pek de önemli olmadıktan görmezlikten<br />
gelinmese bile, orkestra müziklerinde (senfonilerinde, konsertolannda, bale<br />
müziklerinde, senfonik şiirlerinde) Çaykovski’nin hem işçilik, hem de<br />
anlatım bakımından gelmiş geçmiş bütün müzik yaratıcılarının en seçkinlerden<br />
biri olarak yükseldiği yadsınamaz.<br />
Çaykovski’nin doğrudan doğruya etkisi altmda kalmış besteciler arasında<br />
Sergey Taneyef (1856-1915), Arton Arenski (1861-1906), Mihayl İvanof<br />
(1847-1927) yanında özellikle Sergey Rahmaninofun yirminci yüzyılda<br />
yaşadığı yıllar, bir önceki yüzyıldakilere kıyasla gerçi daha çoktur. N e ki<br />
Rahmaninof, hele 1930’ dan sonra yazdıklarının şurasında burasında "modem"<br />
bir besteci sayılmasına olanak sağlayan bir davranışın belirtilerini<br />
vermişse de, müziği on dokuzuncu yüzyıl Rus romantizminin bir simgesidir<br />
Piyano konsertolannın (özellikle ikinci ve üçüncüsünün), senfonilerinin,<br />
"Paganini Temi Üzerine Rapsodisinin de gösterdiği gibi Çaykovski’-<br />
den bu yana hiçbir Rus bestecisi, Rahmaninof kadar duygulu, etkileyici,<br />
107
dokunaklı bir müzik yazmamıştır. Yalnız bu kadarla değil, Rusya henüz<br />
Rahmaninof öneminde bir besteci yetiştirmemiştir. Bütün dünyada katına<br />
güç erişilir bir piyano virtüözü olarak da ün yapan Rahmaninof, yorumcu<br />
olarak da, besteciliğinin değeriyle uyumlu bir müzikseverdi. Rusya’daki<br />
Bolşevik devriminden sonra yurduna dönmeyen, Amerika’ya yerleşen Rahmanınof<br />
un duygularına yurt özlemini bir başka bestecinin, Chopin’in müziğine<br />
daha da benzeten bir öge olmuştur. Rahmaninof un tutucu bir besteci<br />
diye bilinmesi, müziğin en geç 1920’lerin sonlarına değin süren ilerici<br />
akımlan açısından doğrulanabilirse de, 1930’lar boyunca yaygınlaşan gerici<br />
tutumlar açısından Rahmaninofun, o çağın sözde "modemlerinden hiç<br />
de gen kalmadığı, hele anlatımındaki özgünlükle yükseldiği tanınmalıdır.<br />
Ç E K İSPANYO L VE SKAND İNAV O K U LLA R I<br />
Bohemya’nın (bugünkü adıyla Çekoslovakya’nın) ulusal müziğinin kurucusu<br />
Bedrich Smetana’dır (1824-1884). Komik operası Satılmış Nişanlı,<br />
Beethoven’in ünlü operasına olan benzerlikleri dolayısıyla "Bohemya Fidelio’su"<br />
diye adlandınlan Dalibor’u, Ma Vlast (Vatanım) adı altmda toplanmış<br />
altı tane senfonik şiirlik dizisi Smetana’ya ulusal besteci olarak özel<br />
bir önem kazandırmıştır. Müzik dünyasına, Alman-İtalyan operalan arasındaki<br />
çatışma dışında da bir şeyler yapılabileceğini, "ulusal opera" diye adlandırılabilecek<br />
bir türün de söz hakkı olabileceğini öğretenlerin başında<br />
Smetana gelir.<br />
Bununla birlikte, bir yandan Wagner ile Liszt’in Smetana’nın müziğindeki<br />
ezici etkisi, öte yandan daha yüksek, daha soyut bir müzik ülküsünün<br />
ulusal ülkülerin verdiği kaçınılmaz safdillik ve gözüyaşlılık içinde boğulup<br />
gitmesi yüzünden Smetana, bir ulusal müzik öncüsü olmaktan daha<br />
ileri bir seçkinliğe ulaşamamıştır. Ulaşmış olabileceği seçkinliğin parıltılarını<br />
ancak yer yer oda müziklerinde, hele (piyano, keman ve viyolonsel için<br />
yazdığı) üçlü’de görüyoruz. Y o l gösterdiği vatandaştan arasında özellikle<br />
Antonin Dvorak (1873-1904), yurdunu daha büyük bir başarıyla temsil etmiş<br />
bir bestecidir. Dvorak, yeni bir yol aramayan, yeni bir dil geliştirmeye<br />
çalışmayan, içine doğduğu gibi, yalın, girdisiz çıktısız, duygusal bir müzik<br />
yazmak isteyen bestecilerdendir. Yapıtlannda yalnız yurdunun halk müziğini<br />
yansıtmakla kalmamış, Amerika’da geçirdiği yıllarda yeni dünyanın halk<br />
müziğiyle de ilgilenmiş, bu ara 'Y en i Dünya’dan" adıyla tanman senfonisinde<br />
Amerikan folklorundan yararlanmış, böylece hem de bir ulusun müziğinin<br />
ille de o ulusun, o toplumun yetiştirdiği sanatçılarca yazılması gerekmediğini<br />
göstermiştir. Dvorak’m Amerika’da yazdıkları, on dokuzuncu<br />
yüzyılın Amerikan bestecilerinin yapıtlarına kıyasla çok daha başarılı, hem<br />
de çok daha "ulusal" bir Amerikan müziğinin örnekleridirler.<br />
"Bohemya’nın Musorgski’si" diye anılan Leos Janacek’e (1854-1928)<br />
bu yakıştırma, Janacek’in de Musorgski gibi, operalarında ve şarkılarında,<br />
108
konuşmanın melodik ve ritmik çizgilerini müziğin bir öğesi olarak kullandığı<br />
için uygun görülmüştür. Moravya köylü müziğinden yararlanan Janacek,<br />
en ünlü operalarından ikisinde, Jenufa’da ve Ölüler Evinden’de bu yeni<br />
dili başarıyla kullanmış, çalgı müziklerinde bile konuşma dilinin özelliklerinden<br />
beste dilinin öğeleri olarak yararlanmıştır.<br />
İspanya’da ulusal bilinci uyandıran Felipe Pedrell (1841-1922), geleneksel<br />
şarkıları, kilise müziğini, lavta müziğini ve çingene müziğini baştan<br />
başa taramış, böylece İspanyol bestecilerinin yararlanacaktan bir gereç dağan<br />
ortaya çıkarmıştır. Pedrell ile birlikte Francisco Barbieri (1823-1894)<br />
ve Federico Olmeda (1865-1909) da çağdaşlarına, ulusal bir İspanyol müziğinin<br />
ne yolda gelişebileceğini göstermişlerdir. Bu çalışmalar en başanlı<br />
ürünlerine, İspanyol halk müziğini, yirminci yüzyılı hazırlayan yeni yöntemlerle<br />
birleştiren Isaac Albeniz’in (1860-1909), İspanyol halk müziğinden<br />
çıkma bir piyano üslûbunun kurucusu Enrique Granados’un (1867-1916)<br />
ve Pedrell’in öğrencisi Manuel de Falla’nın (1876-1946) yapıtlarında ulaşmıştır.<br />
Fransız izlenimcilerinin, özellikle Debuss/nin etkisinde tekniğini<br />
geliştiren Falla, yirminci yüzyıl başının evrimci çalışmalarına üslûbunu<br />
açık tutmuş olması bakımından, bir yirminci yüzyıl bestecisidir. Üç Köşeli<br />
Şapka, Büyü ile Aşk gibi bale müziklerinin, Pedm Ustanın Kukla Oyunu ve<br />
Kısa Hayat gibi operalarının, İspanya Bahçelerinde Geceler adlı piyano ve<br />
orkestra müziğinin yanında özellikle 1926 yılında yazdığı klavsen konsertosu,<br />
Falla’nın biçim ve çalgılama alanlarındaki deneylediğinin bir örneğidir.<br />
Kuzey ülkelerine gelince, 1870 yılında Liszt Roma’da Edvard Grieg<br />
(1843-1907) ile tanıştığında, ona da yurdunun halk müziğini araştırmasını,<br />
incelemesini ve eserlerinde kullanmasını salık vermişti. Bilinçli ulusalcılık,<br />
Norveçli Grieg’in müziğinde en etkileyici anlatımlarından birini bulur. A l<br />
manya’da edindiği sağlam bir teknik görgü, piyano konsertosunun, Peer<br />
Gynt sahne müziğinin, Norveç halk danslarının da tanımladığı gibi, Grieg’de<br />
halk müziği tadıyla ve şiir dolu, geniş imgelem türünü bir anlatımla<br />
birleşmiştir. Norveç’in öbür ulusal bestecileri arasında Christian Sinding’in<br />
(1856-1941), Johann Svendsen’in (1840-1911) adlarını sayıp geçebiliriz.<br />
İsveç, Grieg çapında bir besteci yetiştirmiş değildir. Ulusal okulun<br />
kurucusu sayılan Johann Andreas Hallen (1846-1925), ulusal bilinci Wagner<br />
etkisiyle gerçekleştirmeye çalışmıştı. Onun yolundan yürüyen İsveçliler<br />
arasında ancak Hugo Aliven (1872-1960), senfonilerine, senfonik şiirlerine<br />
ve özellikle İsveç Rapsodilerine dayanarak uluslararası bir üne ulaşmıştır.<br />
Danimarka’da da ulusal akımlar, asıl bir yirminci yüzyıl bestecisi diye görmemiz<br />
gereken Cari Nielsen’e varana kadar ancak Niels Gade’nin<br />
(1817-1890) tatlı romantizminde bir yol bulabilmiştir.<br />
Finlandiya’da ulusal bilinç Jan Sibelius’un (1865-1957) müziğinde<br />
uluslararası bir sözcü bulmuştur. Ulusalcılığı yanında Sibelius, hem de romantik,<br />
klasik ve izlenimci tanımlarına da uyan bir müzik yazmıştır. Senfonik<br />
şiirlerinde Fin destam Kalevala'dan yararlanan Sibelius, senfonilerinde<br />
109
daha çok biçim çalışmalarıyla seçkinlik kazanmıştır. Yirminci yüzyılın ortalarına<br />
kadar yaşayan Sibelius, yüzyılımızın ilerici akımlarına sırt çevirmiş,<br />
kimi tenkitçinin haklı olarak bayağılıkla suçlandırdığı bir müzik yazmış,<br />
hem de yüzyılız) ilk çeyreğinden sonra çalışmalarım durdurmuş, bununla<br />
birlikte bütün dünyada gittikçe artan bir ün yapmış bir besteciydi Ün ve<br />
önemleri Sibelius’ünkiyle kıyaslanamayacak öbür Fin bestecileri arasında<br />
Kari Collan (1828-1871), Erkki Melartin (1875-1937) ve Selim Palmgren’in<br />
(1878-1951) adlarını sayabiliriz.<br />
A M E R İK A ’DA R O M A N TİZM<br />
Avrupa örneklerine uygun müzik Amerika’da on sekizinci yüzyılda<br />
bestelenmeye başlanmış, bir yandan William Billings (1746-1800) ve F]ranris<br />
Hopkinson gibi Amerikan doğumlu besteciler, öte yandan İVilliam Tuckey<br />
(1708-1781), Alexander Reinagle (1756-1809) gibi Avrupadan göç<br />
edenler, Avrupa müziğini yeni dünyada yansıtan yapıtlar vermişlerdir. On<br />
sekizinci yüzyılda olduğu gibi, on dokuzuncu yüzyılda da Amerika’da sayılan<br />
gittikçe artan bestecilerin yazdığı yapıtların çoğunluğu, Avrupa'nın soluk<br />
bir kopyasıdır ve Avrupa’da büyük ustaların gölgesinde kalmış sayısız<br />
bestecinin yazdıklarından daha öteye gidememiştir.<br />
Bununla birlikte, bir yandan Avrupa'nın müzik kültürü Amerika’ya<br />
taşmaduruıken, bir yandan da Amerika’yı müzik yaratıcılığı haritasına yerleştiren<br />
birkaç besteci de on dokuzuncu yüzyılda Yeni Dünya’da boy vermeye<br />
başlamışlardır. H er ne kadar William Henry Fry (1813-1864) ya da<br />
John Knowles Paine (1839-1906) gibi bestecilerin müziği, bu bestecilerin<br />
çağlarındaki ünlerine rağmen bir büyük ülkenin gitgide Avrupa müziğinin<br />
gelişmişliğine yaklaşan müziğinin örneği diye gösterilemezse de, her ne kadar<br />
bir Louis Moreau Gottschalk (1820-1869) çağında piyanist olarak<br />
Liszt’inkine yakınlaşan bir ün yapmış ve yazdıkları büyük ün kazanmışsa<br />
da, Yeni Dünya’mn ilk - v e on dokuzuncu yüzyıl akımlan içindeki tek -<br />
önemli bestecisi olarak Edward MacDovvell müziğinde her ne kadar arasıra<br />
folklora, özellikle Kızılderili folkloruna ("Indian" süitinde ya da piyano<br />
parçalarında olduğu gibi) yönelmişse de, bir ulusal besteci olarak gösterilemez.<br />
MacDowell ulusal bir müziğe inanmadığı, ulusalcılığın salt sanat anlayışı<br />
içinde hiçbir yeri olamayacağım öne sürdüğü gibi, müziği de, Fransa<br />
ve Almanya’da gördüğü eğitimin de etkisiyle, müziğin evrensel yöntemlerinin<br />
ve değerlerinin bir yankısıdır, özellikle piyano için yazdığı iki konserto,<br />
taşıdıkları üslûp benzerlikleri dolayısıyla luyaslayabUeceğimiz Liszt ve<br />
Grieg konsertolannın yanında yer alabilecek değerde yapıtlardır.<br />
110
BRAHMS, M AHLER VE STRAUSS<br />
On dokuzuncu yüzyılın sonu bir bakıma da müzik sanatının evriminde<br />
bir çağın sonu, fakat aynı zamanda da yeni bir çağın başlangıcıdır. Yüzyılın<br />
ikinci yansının üç bestecisi, çağ sonunun bu özelliklerinin simgesidirler.<br />
Brahms, kesin olarak, müzik sanatının o güne kadarki geçmişinin bir<br />
özetini yapmaktadır. Öteki iki besteciyse, genel durumlan bakımından yüzyıl<br />
sonunu yansıtmaktaysalar da, bir yandan da müziğin gelecekte geçireceği<br />
serüvenlerin bir önsezisini vermektedirler.<br />
Bir olaycık anlatılır: Brahms ile Mahler bir gün kırda dolaşıyorlar ve<br />
sanatları üzerinde konuşuyorlar. Brahms yakınıyor. Diyor ki, müzik sanatı<br />
Bach ile Mozart ile Beethoven ile Schubert ile doruğuna varmıştır; bu artık<br />
bir daha tekrarlanması beklenmeyecek bir olaydır. Mahler karşı durmaktadır,<br />
Brahms’m bu görüşüne. Onun kötümserliğini paylaşmamaktadır.<br />
Tartışmalarım sürdürüp götürüıken iki dost bir çağlayanın yarımdan<br />
geçerler. Mahler birden durur. Çağlayanı gösterir: "İşte, der, son damla<br />
bu gördüğümüz öyleyse..." İki bestecinin görüşlerini, kişiliklerini, hem de<br />
sanatlarına karşı tutumlarım çok iyi anlatan bir küçük öykü.<br />
Gerçekten Johannes Brahms (1833-1897), kendinden önceki ustaların<br />
müzik sanatım ulaştırdıkları yerden söz ederken bir yandan da bu sanatın<br />
evrimini kendisi kadar hiç kimsenin anlamamış olmasıyla da övünürdü.<br />
Brahms yalnızca bu övünmeyle kalsaydı, görüşünü kendi müziğinde yansıtmasaydı,<br />
görüşüne düşünceler yüzeyinde küçük bir önem verir, geçerdik.<br />
N e var ki Brahms’m müziği de görüşlerine uymaktadır. Kendinden önce<br />
yaşamış olan büyük ustaların müzik sanatına kazandırdıklarından çıkabilecek<br />
bütün sonuçlar Brahms’m müziğinde bütün anlamlarıyla, bütün gerekleriyle<br />
ele alınmış, birleştirilmiş, özetlenmiştir. Bu bakıma Brahms artık,<br />
müzik sanatının eyriminin kendi gününde varmış olduğu durum içinde bir<br />
"sonsöz" söylemiştir ve noktayı basmıştır. Artık yeni bir çağ açılmak üzeredir.<br />
Brahms’tan sonraki besteciler, romantik, klasik ya da klasik öncesi çağlatın<br />
geleneklerine sırt çevirmek, bu tümü yeni sonuçlara varmak amacıyla<br />
ele almaktan kaçınmak zorundadırlar. Çünkü, söz konusu tümden gelerek,<br />
bulabilecekleri yeni bir anlatım gereci, geliştirebilecekleri yeni bir biçim<br />
kalmamıştır. Brahms, yapılacak her şeyi yapmış, söylenecek her sözü söylemiştir.<br />
Bu açıdan, yirminci yüzyılın yeni klasikçilik akımının müzik sanatına<br />
önemli bir yeni öge getirmemiş olduğu söylenebilir. Müziğin gerçek yeni<br />
klasiği, Johannes Brahms’tır. ö y le ki, Brahms örneği yirminci yüzyıl bestecilerini<br />
konserto yazmaktan, senfoni yazmaktan, dörtlü yazmaktan kaçınmaya<br />
zorlayacak kadar güçlüdür. Bu ortamlarda ya da Brahms’a varana<br />
kadarki müziğin daha başka ortamlarında müzik yazacak olan besteciler,<br />
Brahms’m karartıcı gölgesinin içinde küçülüp gitmekten kurtulmak için,<br />
söz konusu ortamların geleneklerle belirli hiçbir ilintisi olmayan gereklerini<br />
arayıp bulmak zorundadırlar.<br />
111
Brahms, yirmi altı yaşındayken Leipzig’de, birinci piyano konsertosunu<br />
ilk olarak çaldığında, yapıt protestolarla karşılanmıştı. Öne sürülen görüşlerin<br />
başında Brahms’m bağımsızlıkla biçim araştırmalarına girişmiş olduğuydu.<br />
Çoğunluğun o zamanlar göremediği, Brahms’m bağımsızca değil,<br />
fakat konserto biçiminin özelliklerini gözeterek, onlara bağlanarak bu<br />
müziği hazırlamış olduğu, ama bu biçimin verilerinin daha nelere yol açabileceğini<br />
araştırmaktan geri kalmamasıydı. Bu konsertodaki piyano yazısının<br />
hafif ve akıcı olmaması, gösteriş gözetmemesi, yapıtta genel olarak kolay<br />
etkileyiciliğin denenmiş yöntemlerinin uygulanmamış olması, karşıt görüşlere<br />
yol açmıştı. Yoksa Brahms, geleneğin verilerini, sonraki yapıtlarında<br />
da örnekleyeceği gibi, bir yandan yapı sağlamlığı ve kuruluş tutarlılığı,<br />
öte yandan da iç anlamın gerçekleştirilmesi ve iletilmesi uğruna kullanmıştı.<br />
Nitekim Brahms, müziğini hep, yerleşmiş biçimlerin sağladığı temel<br />
üzerine kurmuştur. Tonalite ilintilerinden kaçmamış, ritmlerinde ve müziğin<br />
genel biçilişinde kendinden önceki örnekleri gözönünde tutmuş, onlardan<br />
ayrılmamıştır. Bunun için Brahms, bir devrimci değildir. Biçim üzerinde<br />
elde edilecek egemenliğin daha büyük bir özgürlüğe yol açacağını öne<br />
süren Schumann’ın görüşüne uyan Brahms, biçimler üzerinde sağladığı üstün<br />
egemenlikle anlatım özgürlüğünün, romantik anlatımın doruğuna ulaşmıştır.<br />
Brahms için, müziğin biçimle, dille ilgili gereçlerinde bir yenilik yalnız<br />
gereksiz değil, aynı zamanda kaçınılması gereken bir davranıştı. Müziğinin<br />
yüceliği ve amacının büyüklüğü karşısında Brahms’ı bu açıdan yermek<br />
doğru olmaz. Kendinden önceki ustaların hepsinin başarısını, hem de<br />
onların kendi yollarında, kendi sınırlan içinde aşmak gibi çetin bir işe girişmiş<br />
bir sanatçının başka bütün kaygılara yan çizmesini değil yalnız hoş<br />
görmek, üstelik de gerekli bulmak uygun düşer.<br />
Brahms klasik ustalığın doruğuna varmış olduğunca, romantik anlatımın<br />
da üstün, derin ve soylu bir simgesidir. Bununla birlikte Brahms'ta romantik<br />
davranışın birtakım dış görünüşleri yoktur. Özellikle, edebiyattan<br />
esinli müzik yazmak, müzik dışı olaylan ve görünüşleri anlatmak, "program<br />
müziği” yazmak Brahms’ı ilgilendirmemiştir. Birkaç şarkısında, kullandığı<br />
şiirin anlamlarını müzikle çizmesi dışında müziğinde -senfonileri,<br />
oda müziği eserleri, koroları- hep, romantik davranışın yüzeysel görünüşlerini<br />
değil, soyut anlatımların, derin duyguların süreli coşkuların, feylesofça<br />
düşünüşlerin gelişmiş bir biçim çalışması içinde sunulmasını gözetmiştir.<br />
Brahms’m tek bir opera bile yazmamış olması, romantizmin dış görünüşlerine<br />
karşı olan ilgisizliğinin bir tanıtıdır. Somut, gerçek olayları anlatmak<br />
zorunda olan bir müzik, onun amacı değildi. Gerçi Brahms, opera<br />
yazmak istemiş, birkaç libretto’yu gözden geçirmiştir ama, sonuçta tiyatro<br />
sahnesini kendi müzik eğilimlerini gerçekleştirebilecek bir ortam saymamış<br />
ve opera yazmaktan vazgeçmiştir, içe dönük, kendi başına düşünen,<br />
112
yalnız kişi Brahms, sahnenin dışt anlığını, tiyatro sahnesinin kendi somut<br />
gerçeklerini huylarına, görüşlerine aykırı saymış, salt ve soyut bir müzik<br />
anlayışına bağlanmayı seçmiştir.<br />
Kendini herkesten üstiin tutma huyu, Brahms’ı, senfoni ortamına biraz<br />
geç götürmüştür. Karşısındaki Beethoven örneğinin yanında küçük düşmekten<br />
kaçınma kaygısı, orkestra aracına ve senfoni düşünüşüne iyice egemenlik<br />
sağlayacak bir olgunluğa varmadan senfoni yazmaktan Brahms’ı alıkoymuştur.<br />
Nitekim, Brahms ilk senfonisini ortaya çıkardığı zaman kırk yaşım<br />
aşmıştı. Bu ilk senfoni, o güne değin yazılmış ilk senfonilerin en başarılısı<br />
olması bir yana, Beethoven’in dokuz senfonisinin topuna birden taş<br />
çıkartan bir yapıttır. Brahms, orkestra müziği alanındaki ilk deneyini yirmi<br />
altı yaşındayken yazdığı serenade’lannda yapmıştı. Fakat bestecinin senfonilerinden<br />
önce orkestra ortamındaki en önemli eseri, Haydn'm olduğu sanılmış<br />
bir tem üzerine, Antonius korali üzerine yazdığı orkestra çeşitlemeleridir.<br />
Çeşitleme (variation) biçiminde Brahms daha önce iki tane koskoca<br />
piyano yapıtı vermişti. Biri Haendel’in, öbürü de Paganini’nin birer temine<br />
dayanan çeşitlemeler... Yalnız bu yapıtlar bile Brahms’ın bir temi,<br />
türlü görünüşlere, türlü duygulara büründürmek yolundaki olağanüstü hünerinin<br />
örneğidirler. Hem Brahms senfoniyi denemeden önce çoğunlukla,<br />
kendi çalgısı için, piyano için müzik yazmayı bir sakınca gereği olarak görmüş,<br />
bununla birlikte piyano müziğinde de orkestra yazısının özellikleıine<br />
yaklaşan bir yazıyı, hele büyük biçimleri denemiştir. Piyano sonatları<br />
Brahms’ın kendini senfoniye nasıl hazırladığım incelemek isteyen çözümcülere<br />
yeterince veri sağlarlar. Bu bakıma, önemsiz yapıtlarım olsun, önemlilerinin<br />
tasfaklannı olsun yok eden Brahms’ta yaratıcı oluşumun ne yolda<br />
geliştiğini incelemek isteyenler ancak, bestecinin tümlenmiş yapıtlarına bakarak<br />
bu yolda bilgi edinebilirler.<br />
Brahms’ın, gençliğinde kendini senfoniye hazırlıksız sayması, bir yandan<br />
önce bir senfoni olarak tasarladığı ilk konsertosunu sonradan daha iyi<br />
tanıdığı bir ortama, piyano konsertosuna çevirmesini gerektirdiği gibi, öte<br />
yandan da piyano sonatlarında olsun, oda müziği yapıtlarında olsun, onu<br />
Beethoven’den daha üstün bir duruma yükseltecek olan hazırlığım, yöntemli<br />
ve bilinçli olarak adım adım ilerletmesine yol açmıştır. Oda müziği<br />
ortamının, gene Brahms’a kadar belirmiş özellikleri, demektir ku bu ortamın<br />
gerektirdiği anlatım içtenliği, üslûp arıklığı ve kullanılan çalgıların sayısının<br />
az olmasının gerektirdiği gereç tutumluluğu, Brahms düşünüşüne tıpatıp<br />
uyan şeylerdi. Bu yüzden Brahms'ın oda müziği ürünlerinin tümünü,<br />
bu bestecinin kişiliğinin yapışım tam bir uygunlukla yansıtan yapıtlar olarak<br />
sayabiliriz. Bu yapıtların tümünde Brahms, bir yandan kuruluş sağlamlığıyla,<br />
orantı uygunluğuyla, öte yandan da anlatım yeğinliğiyle ve imgelem<br />
genişliğiyle, demektir ki sanatçı kişiliğini nitelendiren öğelerin bütün belirlilikleriyle<br />
ortaya çıkarılmış olmasıyla kendini gösterir. Denebilir ki<br />
Brahms başka hiçbir şey yazmamış olsaydı bile oda müziği yapıtlarında<br />
Müzik Tarihi, F.: 8 113
müzik tarihindeki özel durumunu edinmiş olabilirdi.<br />
Oysa Brahms, oda müziklerindeki başarısını senfonilerinde de, piyano<br />
müziğinde de, koro müziğinde de, şarkılarda da tekrarlamıştır. Koro<br />
müziği alanında Brahms HEine Deutsches Requiem"inde (Alman Requiem’i),<br />
kullandığı metinlerin bağımsızca seçilmiş olması ve anlatılan duyguların<br />
kişiselliğiyle, din müziğinin geleneklerine hiç uymamış bir besteci olarak<br />
görülebilir ve bu açıdan bir devrimci sayılabilir. Şarkılarına gelince, bu<br />
ortamda da Brahms, kendinden önceki bütün büyük şarkı bestecilerinin,<br />
özellikle Schubert ile Schumann’ın en azından yarımda yer almaya hak kazanmıştır.<br />
Brahms’ın ve Alman şarkısının daha önceki büyük yaratıcılarının yatımda<br />
yer alabilecek önemde bir lied bestecisi olan Hugo VVolf<br />
(1860-1903), VVagnertn küçük ayrıklıklar dışında yalnız opera yazması gibi,<br />
yalnız şarkı yazmıştır. Bir Wagner izleyicisi olmasının sonucu, dev operacının<br />
etkisi, özellikle armoni dilinde, kromatisminde, VVolf un şarkılarına<br />
uzanmıştır. N e var ki kromatik grameri VVolf, VVagner’den daha da ileri<br />
götürmüştür. M elodi çizgisini biçimlendirirken, konuşma dilinin doğal vurgu<br />
ve biçimlenişini gözetmesi, şarkılarının çoğunda piyano bölümünü özgür<br />
bir piyano parçasıymış gibi gerçekleştirmesi başlıca özellikleridir. Piyano<br />
bölümünün özgürlüğüne rağmen VVolfun şarkılarının kuruluşla ilgili<br />
görevleri ancak, piyano ve ses bölümleri birlikte incelendiğinde belirir.<br />
VVolf, türlü diziler içinde toplanmış (Mörike-Lieder, Spanisches Liederbuch,<br />
Italienisches Liederbuch vb.) şarkıları yanında bir opera (Der Comegidor),<br />
bir yaylı dörtlü ve küçük orkestra için İtalyan Serenadı gibi, şarkı ortamı<br />
dışında kalan az sayıda yapıt da yazmıştır.<br />
VVagner’i tanrı gibi gören bir başka besteci, Anton Bruckner<br />
(1824-1896), çağında, işte bu VVagner hayranlığı yüzünden hor görülmüş,<br />
yazdıkları çaldırılmamış bir senfoniciydi. VVagner’e yöneltilen eleştirilerin<br />
bir bölümü Bruckner’e yaraşık görülmüş, bestecinin üçüncü senfonisine<br />
"VVagner senfonisi" adım vermesi hor görmeleri tiksinme katına ulaştırmıştı.<br />
Hem de Brahms’a karşı bir izleyici çıkarmak için, VVagner de Bnıckner’i<br />
"Beethoven’den bu yana yetişmiş en büyük senfonici" diye tanıtmıştı.<br />
Dokuz tane senfonisi yamnda din müziği yapıtları ve bir de yaylı beşli yazmış<br />
olan Bruckner’in biçimciliği, orkestra dilinin kendine özgülüğü ve anlatımının<br />
değerleri üzerinde kuşkulu tartışmalar henüz süregelmektedir. .Gene<br />
de Bruckner'in bir Brahms’la kıyaslanacak çapta bir besteci olmadığı<br />
güvenle söylenebileceği gibi, çağın bir başka senfonicisi yanında, öğrencisi<br />
Gustav Mahler’in (1860-1911) yanında bile, hele Mahler!in yirminci yüzyıldaki<br />
bazı gelişmelerin kaynağı olduğu gözönünde tutulur ve Bruckner’in<br />
senfonilerinin ilk bölümündeki etkisiz biçim oyunları dışmda, yenileyici<br />
olarak herhangi bir durum, olmadığı hesaba katılırsa, önemi iyice küçülür.<br />
114
Mahler, Bruckneriden bir şeyler öğrenmiştir. Bruckner’den olduğu gibi,<br />
Schubert’ten de, Beethoven’den de etkilenmiştir. Senfonici olduğu kadar<br />
şarkıcıdır da... Bu yandan Mahler, bu alanların her birindeki üstün durumu<br />
bakımından, adı Beethoven’le de, Schubert’le de birlikte anılabilecek<br />
bir bestecidir. O da değeri üzerinde tartışmaların henüz süregeldiği<br />
bir bestecidir. Bugün özellikle Mahler’i tutanlarla Bruckner’i tutanlar çatışırlar.<br />
Bir gerçek, Bruckner’in yalnızca çağının bestecisi olmakla kaldığı,<br />
müziğin evrimine önemli bir şey getirmediği halde Mahler’in ileriyi göstermiş<br />
bir besteci olduğudur. Çağdaş Viyana Okulunun kaynaklarından biri,<br />
başlıcası, Mahler’dir.<br />
Gene de Mahler’i kötüleyenlerin savlarında tanıtlanabilir yanlar vardır.<br />
Evet, Gustav Mahler çok kere bayağılığa düşen bir bestecidir. Denebilir<br />
ki, özeleştiri yetisi onda gelişmemiştir. Çok kere, tek bir cümlede anlatabileceği<br />
bir şey için sayfalar harcar. Sonra, kimseyi ilgilendirmeyecek anılarına<br />
pek bağlıdır. Gençliğinde, yaşadığı kasabada bir garnizon varmış da<br />
Gustav hep, orada çalman borazanların seslerini dinlermiş. Bu yüzden senfonilerinde<br />
sık sık "askeri" fanfarlar, trafiği kesen bir resmi geçit gibi "hayatın<br />
akımını" engellerler. N e var ki Mahler, yalnız uzunluk, yalnız bayağılık,<br />
yalnız safdillik, yalnız tutarsızlık değildir. Bütün besteciler için olduğu gibi<br />
Mahler’i de müziğinin en iyi sayfalarına bakarak yargılamak zorundayız.<br />
Nedir Mahler? Bir kere, alçakgönüllü bir kişidir. Böyle bir niteliğin,<br />
bir sanatın evrimi içinde bir sanatçının durumunu nasıl belirtebileceğim<br />
anlatalım. Brahms’la aralarında geçen konuşmayı analım bir kere daha.<br />
Brahms’m müzik sanatım artık doruğuna varmış olarak görmesine karşılık<br />
Mahler, çağlayanı göstermiş, geçen dalganın son dalga olmadığım, çağlayanın<br />
akaduracağım söylemişti. Bu görüşü Mahler’in, aşılmaz sanılan bütün<br />
sınırlan aşmak ödevini sanatçıya tanıdığını ve bu görüşünü alçakgönüllülükle<br />
anlattığım gösteriyor. Gerçekten de Mahler, kendini herkesten üstün<br />
tutma kaygısını bir yana bırakarak, bir sanat adamının ileriyi hazırlama,<br />
çağlayaıun akadurmasım sağlama ödevini yerine getirmeye çalışmıştır.<br />
Mahler, onu tanıyanların, dinleyenlerin anlattığı, eşine seyrek rastlanır<br />
bir orkestra yönetmeniydi. Çoğu geçitleri kusursuzluğa ulaştırmak amacıyla<br />
üstüste çaldırmak, kesinliği ve saydamlığı sağlamak, böylece bestecinin<br />
anlatmak istediğini bütün seçildiğiyle dinleyiciye ulaştırmak için saatler<br />
harcardı. Yönetici olarak gösterdiği titizlikten çıkarak Mahler’in sanatının<br />
en önemli yanlarından birinin, orkestra yazısındaki 'aydınlığın, seçildiğin<br />
nedenini anlayabiliriz. Nitekim Mahler, orkestra kürsüsüne çıktığında<br />
kusursuz bir yönetici olduğu kadar, masa başına, nota kâğıtlarının karşısına<br />
oturup da müziğini yazmaya başladığında da o kadar titiz bir oıkestralayıcıydı.<br />
Ama, Mahlerîn orkestra yazışım yalnızca, yapıtm kendisinden,<br />
kuruluşundan özgür bir orkestralama ustalığının ortaya konması diye görmek<br />
yanlış olur. Çünkü Mahler, orkestra çalgılarının tınılarını yalnızca tim<br />
uğruna, ses rengi özellikleri uğruna değil, hem de müzik düşünüşünün, he<br />
115
le çokses yapısının bütün ayn çizgilerinin tam bir seçildikle duyulması, böylece<br />
eserinin soyut yapısının bir gerçek anlam kazanması için kullanmayı<br />
gözetirdi. Orkestralarken Mahler çalgı renkleri yanında, her bir çalgının<br />
bireyliğini de elde tutmak isterdi. Orkestralama tekniğini bu yönden ele<br />
alışı Mahler orkestrasının çoğu kere bir solo çalgılar topluluğu olarak belirmesini,<br />
sonuçta da, en kalabalık kadrolu orkestrasının bile bir oda müziği<br />
topluluğu gibi tınlamasını sağlamıştır. Mahler’in yenileyici olarak durumunun<br />
asıl önemi işte oıkestra yazısını bu yönden ele akşındadır. Nitekim<br />
Schoenberg’in oda orkestrası için yazdığı yapıtlar olsun, Anton W ebem ’in<br />
çalg tınılan yoluyla çokses düzenini gerçekleştirme tutumu olsun, önceliğini<br />
Mahler orkestrasında bulmaktadır. Mahler’in orkestra çalgılarının gerek<br />
tim ve gerek "anlatımcı” özelliklerini müziğin soyut yapısıyla birleştirrhe<br />
amacı onu, Beethoven’in dokuzuncu senfonisini yeniden orkestralamaya<br />
bile götürmüştür. Bu ilgi çekici çalışma, ne yazık ki bugün konser programlarında<br />
hiç yer almamaktadır. Oysa, dokuzuncu senfoninin Mahler orkestralaması<br />
arada bir çalınsa, bir yandan Beethoven'in bu açıdan solaklığını<br />
ve kayıtsızlığım, öte yandan Mahler’in ustalığım belirtmek için, herhalde<br />
yararlı olur.<br />
Mahler anlatıcı bir müziğin, program müziğinin savunucusu değildi.<br />
Mahler’i böyle bir tamtış şaşırtıcı olabilir, "öyleyse neden Mahler, senfonilerinde<br />
bile insan sesine, bir söz söyleyen insan sesine başvurmuştur?" sorusu<br />
akla gelebilir. Belirtelim ki Mahler, "sözün anlatmadığını müzik anlatır"<br />
görüşünün bir bakıma tersine, müziğin anlatamadığını söze bırakmış,<br />
daha doğrusu müziği soyut yüzeyde bırakarak, müziğe anlatımcı görevler<br />
yüklemeyerek, söylemek istediklerini doğrudan doğruya insan seslerine anlattırmıştır.<br />
On bir senfonisinden beşinde Mahler’in insan sesine ve söze<br />
başvurması biraz da, Beethoven’in dokuzuncu senfonide tuttuğu yolda daha<br />
da ileriye gitmesinin bir sonucudur. 'Mahler’in on bir senfonisi" dedik.<br />
Sayılarına bakılırsa Mahler'in on tane senfonisi vardır ve onuncu da, upuzun<br />
bir adagio (yavaş tempolu bölüm) ve kısa, fakat şaşırtıcı derecede ileri<br />
bir scheızo dışında, tamamlanmış değildir. İngiliz besteci Deıyck Cooke’un,<br />
Mahler’in bıraktığı taslaklara dayanarak verdiği son biçimle bu yapıt,<br />
Mahler’in en etkileyici yapıtlarından biri olarak yeni bir hayat kazanmıştır.<br />
Mahler’in dokuzuncu senfonisi bugün konserlerde dokuz sayısıyla<br />
sunulan değil, Das Lied von der Erde (Yeryüzü Şarkısı) adını taşıyan kontralto,<br />
tenor ve orkestra için yapıtıdır. Sekiz senfoni bitip de sıra dokuza<br />
geldiğinde Mahler, Beethoven’in dokuzuncu senfoniden öteye gidememiş<br />
olduğunu düşünerek, ölüm korkusunun verdiği bir saplantıyla, yapıta dokuz<br />
sayısını vermekten kaçınmıştı. Bugün Mahler’in çok yerinde olarak en<br />
sevilen, en büyük rağbeti gören yapıtları arasında başta, bu sözkonusu senfoniyle<br />
birlikte birinci ve dördüncü senfoniler gelir. Şunu da belirtelim ki,<br />
bu üç eser, Mahler’in en kısa senfonileridir, gene de her biri bir saate yakın<br />
sürçr. Öbürlerinden her biri bir konseri baştan sona kaplayacak uzun-<br />
116
hıktadır. Bunların arasında, solo sesler ve koronun da katıldığı ikinci senfonisi<br />
gitgide artan bir ilgi görmeye başlamıştır.<br />
Yirminci yüzyılın ortasına kadar yaşamışsa da Rıchard Strauss<br />
(1864-1949) diliyle ve yöntemleriyle, bir on dokuzuncu yüzyıl sonu bestecisidir.<br />
Strauss’un, "modem" diye tanıtılmış bestecilerin hemen hemen hepsinin<br />
karşısında, halk çoğunluklarının büyük rağbetini kazanmış bir besteci<br />
olması da müziğinin, 49 yılım yaşadığı yüzyılın akımlarım yansıtmayışı yüzündendir.<br />
Hem, Strauss’da bugün en büyük ilgiyi gören, en sık çalman yapıtları<br />
da, on dokuzuncu yüzyılın sonunda yazmış olduklarıdır. Bu durum<br />
biraz da Strauss’un yüzyıl dönemecinden soma yaratış gücünden çok şey<br />
tüketmiş olduğu konusunda yanlış görüşlere de yol açmıştır. Hem Strauss’a<br />
yöneltilen eleştiriler çoğu kere, müziğinin kendi özelliklerine değil,<br />
müzik dışı gerçeklere dayanır. Richard Strauss’un çökmekte olan bir müzik<br />
anlayışının simgesi olduğu konusundaki görüşler daha yüzyıl sonlarında<br />
belirmeye başlamıştı. Also Sprach Zarathustra ("Zerdüşt Dedi ki...”)<br />
senfonik şiirinde konu olarak Nietzsche'yi seçmiş olması müziğe anarşik<br />
bir davranış getirmesi olarak yorumlanmış, daha sonra da bestecinin Hitler<br />
rejimini tanıması ve Nazi Almanyasında kalıp çalışmalarını sürdürmesi<br />
de saygınlığının tükenmesine yol açmıştır. Öte yandan Don Quixote'sinde<br />
rüzgâr makinesine başvurması da bestecinin kötü beğenisinin bir belirtisi<br />
olarak gösterilmişti.<br />
Strauss, kötülenmek istendiğinde öne sürülecek nedenler herhalde<br />
Nietzsche’den esinlenmesi, Nazisme boyun eğmesi, ya da rüzgâr makinesine<br />
başvurması gibi ya önemsiz ya da müzik dışı olaylar olmamalıdır. Nitekim<br />
Strauss’un müziği, bestecinin kötü beğenisi, özeleştiri yetisinden yoksunluğu,<br />
aşırılıklara olan eğilimi suçlandırmaları desteklemek için birkaç<br />
tanıt verebilir: Boş görkem, özsüz gösteriş, ağız kalabalığı, gürültücülük...<br />
Strauss, başlıca üç dalda müzik yazmıştır: Senfonik şiirler, şarkılar ve<br />
opera... Senfonik şiirlerinin en önemlileri arasında, yukarda adlarım verdiğimik<br />
iki yapıttan başka, konusu kendi hayatının müzikle anlatılması olan<br />
Ein Heldenleben ("Bir Kahramanın Hayatı”), Till Eulenspiegels Iustige Streiche<br />
( T i l l Eulenspiegel’in Şen Serüvenleri") ve Tod und Verklaenmg Ç ö <br />
lüm ve Değişim") başta gelir. Richard Strauss’un Wagner’e olan aşın hayranlığının<br />
yankılarım taşıyan bu yapıtlar hem de, bestecinin, bir yandan<br />
senfonik şiirin geliştiricisi Liszt’e, öte yandan da orkestralama ustası Berlioz'a<br />
olan borcunun da tamdandır. Strauss’un bunlardan soma yazdığı orkestra<br />
müzikleri, diyelim ki Alpensymphonie (1915) ya da Fesüiches Praeludium<br />
(1940) bestecinin ne tekniğinde, ne de yaratış gücünde bir çöküntü<br />
örneği gibi gösterilemezler. Strauss’un yüzyıl dönemecinden önce yazdığı<br />
o ünlü ve saygın senfonik şiirler, kapanmakta olan bir çağın son ürünleriydi.<br />
Sonra yazdıklarıysa artık kapanmış bir çağın amsı olmaktan öteye gidemediler.<br />
N e var ki, müziğin üslûp akımlan ve yenilikleri içindeki durumu,<br />
Strauss’un yaratıcılık gücünün ve işçilik yeteneğinin kötülenmesi için bir<br />
117
veri olarak kullanılamaz.<br />
Şarkılarına gelince, bu ortamda Rıchard Strauss, kendinden önceki<br />
büyük lied yaratıcılarıyla aym katta bir besteci değildir. İki yüze yakın şarkı<br />
yazmış olmakla birlikte bugün bunların ancak bir düzinesi resital programlarında<br />
yer almaktadır; bu da, şarkıcıların payına gereksiz bir unutkanlık<br />
sonucu değildir. Gerçekten Strauss’un ortamlarını ancak on iki, bilemediniz<br />
on beş şaıkısı yansıtır. Geri kalanları, ya anlatım bayağılığı yüzünden,<br />
ya kötü şiirlerin üzerine yazılmış olmaları yüzünden, ya da yapılarıyla<br />
ilintili türlü dengesizlikler yüzünden unutulma yargısını giymişlerdir. Unutulmayan,<br />
ölümünden bir yıl önce yazmış olduğu, orkestra eşlDdi "Son<br />
Dört Şarkı"da ulaşmış olduğu anlatım arılığı ve içtenliğidir. Gene geçmiş<br />
anıları gerçi, ama iri sözlerden uzak, duru ve dokunaklı anılar...<br />
Operalarında karşımıza daha başarılı, daha tutarlıklı, kendini daha<br />
seyrek tekrarlayan, hem de ilerici davranıştan olan bir Richard Strauss çıkar.<br />
Salor„e (1905) ve Elektna’sıâaki (1909) "anlatımcı" (expressioniste)<br />
eğilimler Strauss’a yüzyıl başının müziğindeki bir akımın içinde yer vermektedir.<br />
Buna karşı Der Rosenkavalier (1911) Strauss’un, Mozart'a ve<br />
"Figaro'nun Düğünü"ne bir saygı anlatımı olarak görülebilen, Viyana’nın<br />
hafif müziğinin yankılarım taşıyan bir operadır. Strauss operalannm çoğunu<br />
(yukarda son adı sayılan iki operadan başka Ariadne auj Naxos, Arubella,<br />
v.s.) Hugo von Hoffmansthal’ın libretto’lan üzerine yazmıştır.<br />
Strauss’lann, Mahler’lerin, Brahms’lann çağdaşı Alman bestecileri<br />
arasında adlan arasıra anılan iki besteci, Max Reger (1873-1916) ile Hans<br />
Pfitzner (1869-1949), biri sanatmın "maddi" yanında egemen, yer yer büyük<br />
romantik davranıştan olan, fakat ne yaratıcı, ne de yenileyici olarak<br />
önemli, öbürü de Wagner izleyicisi, ilerici davranışlara karşıt ve ulusala kişilerdi.<br />
118
YİRMİNCİ YÜZYIL: DENEYLER ÇAĞI<br />
Sonuna yaklaşadurduğumuz bir evrede yirminci yüzyılın artık, müzik<br />
tarihinin en canlı çağı olarak saptanmış olması gerekir. İleriye doğru büyük<br />
atılmaların yanında beklenmedik gerici tutumların da yer aldığı çelişmeli<br />
yüzyılımız öncelikle devrimci aşamalarıyla değerlendirilmelidir. N e ki,<br />
müzik tarihinin ilerleyişini durduran tutucu akımların olumsuz etkilerini<br />
de görmezlikten gelemeyiz. Bunlara konumuz ilerledikçe değineceğiz ve<br />
"sanat müziğindeki evrimin sonu mu geldi?" sorusunun kaçınılmaz olduğunu<br />
göreceğiz.<br />
Yirminci yüzyıl hem de, çoğaltma ve yayma araçlarının, iletişim ortamlarının<br />
gelişmesiyle, müziğin sınırlı çevreler içinde kalmayıp, yeıyüzünün<br />
dört bucağına yayılma olanağım kazandığı bir çağdır. Anlatıldığı gibi<br />
artık, bir günler Bach’ın Buxtehude’yi dinlemek amacıyla bir kentten öbürüne,<br />
hemde yürüyerek gitmesi gibi bir zorunluluk bugünün müzikçisi için<br />
kalmamıştır; radyo programlarım izlemesi, plak kataloglarına başvurması,<br />
başka yerlerdeki, başka ülkelerdeki müzikçilerin çalışmalarım izleyebilmesi<br />
için yeterlidir. Müzik sanatı bugün, her ilgili kişinin evinin, odasının içindedir.<br />
Hiçbir çağda müzik, yirminci yüzyılda olduğunca, yığınlara ulaşabilme<br />
olanağuıı kazanmış değildir. Am a yığınlar bu olanaktan yararlanıyorlar<br />
mı? Bu da ilerde ele alacağımız bir konu.<br />
Yaratış alanında, yirminci yüzyıl müzik sanatında hızlı ilerleyişlerin,<br />
yeni yolların, yeni yöntemlerin çağıdır. Yaratıcı oluşumun bir yüzyıldan<br />
ötekine değişmemiş olduğunu tamsak bile, müziğin doğrudan doğruya gerekçeleriyle<br />
ilgili olarak çağımızın bestecilerince getirilen yenilikler, önceki<br />
bütün yüzyılların getirdiklerinin toplammdan daha çoktur. Müzik dili ve<br />
grameri yenilenmiş, bir yapıtta tek bir tonalite kullanma yerine aynı anda<br />
birden fazla tonalitenin kullanılmasına başvurulmuş, bununla yetinilmemiş<br />
tonalite düzeninden aynimmiş ve kromatik dizideki on iki notadan her birinin<br />
yalnızca bir diğeriyle ilintisine dayanan ve bunun dışında önceden belirli<br />
bir düzene bağlı olmayan özgür bir yazı gelişmiş, sonra da yıkılan bir<br />
düzenin yerine yenisini koymak amacıyla tonalite dışı yazı kurallara bağlanmış,<br />
tonliteden aynlınması sonucu armoni kuralları, akorlann ilerleyişi<br />
L19
ve zincirlenişini yönelten kurallar geçerlikten düşmüştür. Ritm alanında,<br />
ayrı ölçülerin ve bunların koşulladığı ayn ritmlerin "üstüste", aynı anda kullanılmasma<br />
gidilmiştir, ö te yandan, eski biçimlerle yetinilmemiş, sonat kalıbı<br />
iyice kırılmış, sonat bilincinden uzaklaşılmış, yeni, özgür biçimler araştırılmış,<br />
hazır kalıplara uymayan bir yapı anlayışı gelişmiştir. Çalgılama alarunda,<br />
denenmemiş tim birleşimlerine yönelinmiş, çalgıların olanakları zorlanmış,<br />
bunların gözetilen amaçlara yetmemesi üzerine elektronik gereçlerden<br />
yararlanılmıştır. Kısacası, yirminci yüzyıl müzik yoluyla anlatıma yeni<br />
ufuklar açmıştır, yeni ortamlar, yeni gereçler sağlamıştır ve bu yandan çağımız,<br />
müzik tarihinin en zengin çağıdır.<br />
N e var ki bu zenginlik, müzik çoğaltma ve yayma araçlarındaki gelişmelerden<br />
gerektiğince yararlanamamış, müzik çoğaltıcıları, bir yandan kendi<br />
istekleri, öte yandan da çoğunluk beğenilerini yönelten kişilerin etkisi<br />
yüzünden, çağımızın müziğine yabancı kalmış, müzik sanatı sınırlı çevrelerin<br />
içine kapanmış, gene "aristokrasi", soydan, kandan gelen bir "aristokrasi"<br />
değildir. Sınıfı, görgüsü, çevresi, eğitimi ne olursa olsun, isteyen her kişi,<br />
bu "asilzadeler" sınıfına girebilir. Girebilmek için de istemek yeter. Böyle<br />
bir kişi, istediği anda, kendini soylular sınıfının içinde bulur. N e ki milyarlarca<br />
insan, böyle bir açık kapının varüğını bilmemektedir.<br />
Türlü etkilerle, (bu ara sanatsever davranışlar, toplumu çağdaş müziğe<br />
yöneltme uğruna girişilen savaşlar, müziği yayan büyük firmaların vergi<br />
kaçırmak amacıyla, satmayacağım bile bile çağdaş müzik yayınlamaları,<br />
Devletin "ulusal" sanatı dış ülkelerde tanıtmak için arasıra çağdaş müziği<br />
de propaganda programına alması vb.) yirminci yüzyıl müziği konserlerde<br />
arada sırada çalınmakta, plak üstünde ya da radyoda yayınlanmaktadır.<br />
Bu gidişle belki günün birinde yirminci yüzyıl müziği, çağımızın çoğaltma<br />
ve yayma araçlarım, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl müziğiyle eşit<br />
orantılarda paylaşabilecek, bir yandan bugün yaygınlıkta olan müziğin etkisiyle,<br />
öte yandan da, konservatuarlarda bile, müzik eğitiminin henüz tonal<br />
düzene uyan yöntemlerle yapılması yüzünden, kulakları pek sınırlı bir yolda<br />
koşullanmış olan kişiler, yepyeni ses dünyalarının bilincine ve beğenisine<br />
varabilecek midir? Bu konuda pek umutlu olamayız.<br />
Yirminci yüzyılın ses dünyasında neler olup bitmektedir; bu dünyayı<br />
yaratan kişiler neler yapmışlardır? Buna bir göz atalım.<br />
DEBUSSY VE İZ L E N İM C İL İK<br />
H er ne kadar yaratış hayatı on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar arasında<br />
bölünmüşse de Claude Debussy (1862-1918) her yanıyla ve kesin olarak<br />
bir yirminci yüzyıl bestecisidir. Giderde, Debussy, çağımızın müziğinin<br />
temel atıcısıdır. 1918’den bu yana ileri atılışların, yeni akımların çoğunun<br />
kaynağının Debussy’de olduğunu söyleyebiliriz. Ömrünün son yıllarında<br />
yazdığı üç tane sonatla yeni klasikçilik akımına yol hazırlayan odur. Ten-<br />
120
kidri Virgil Thomson, Debuss/nun 1912’de yazdığı Jeuc’nün çatışan kromatiklerine<br />
bir kulak verilmesini, tonalite bağlarından kurtulmak için en<br />
güçlü çabalardan birinin bu yapıtta gerçekleştiğini söylüyor; sonra, kakışmaların<br />
(dissonances) Stravinski’de bile Debuss/de olduğunca kıyasıya<br />
kullanılmamış olduğunu belirtiyor. Müziğin bir "tını olayı" diye ele alınmasına<br />
ilk Anton VVebem ve Edgar Varfese’de rastladığımızı sanıyoruz ama,<br />
Webem’deki ses-renk kavramının ve Varöse’in "düzenlenmiş ses" anlayışının<br />
önceliğinin nerede olduğunu herhangi bir Debussy çalgılaması ortaya<br />
koyar.<br />
Gene de Debussy, kendinden öncekilerden yararlanmıştır. Orkestralaması<br />
Berlioz’a dayanır. Piyano yazısı Chopin’den gelir. Melodisi, arıtılmış<br />
Massenet, biraz da halk müziği karışığıdır. Çokses yazısında Mozart’a<br />
yaklaşır. Fakat biçim konusuna gelince, bu alanda Debussy’nin örnek seçtiği,<br />
etkilendiği bir besteci yoktur. İzlenimci (impressioniste) resim ve simgeci<br />
(şymboliste) şiir Debussy müziğinin biçim özelliklerinin kaynağı olarak<br />
görülebilir. Fakat bu alanda Debussy*nin müzik sanatında bir öncesi, bir<br />
beslendiği kaynak yoktur. Mozaik! "Debisşy’de biçim” deyince akla bu sözcük<br />
gelir. Nitekim Debussy müziğinin biçimsel yanım, mozaik kuruluşuna<br />
benzetebiliriz.<br />
Debussy müziği armoniye değil, melodi, ritm ve tını parçacıklarının<br />
düşey ve yatay birleşimlerine dayanır. Yanlış anlaşılmasın,' Debuss/de armoni<br />
önemsizdir" denmek istenmiyor. Yalnız şu var ki, armoni onda yapıtım<br />
hara olmaktan kurtulmuş, anlatıma atanmış, her yapıtında yeni bir varoluşa<br />
ulaşmıştır. Debussy, duragelmiş gelenekleri sorguya çeken, onlardan<br />
sıyrılmayı gözeten, durmadan yeni eylemlere girişen, müziği yepyeni<br />
bir duruma ulaştırmış bir bestecidir. Tekrarlayalım: Debussy, her yanıyla<br />
günümüzün bestecisidir ve ondan önceki bütün besteciler geçmiş çağlarındır.<br />
On dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru, Paris’in sanat ve düşünce hayatında<br />
başlıca eğilim, Auguste Comte felsefesinden yola çıkanlardan, gerçekçilerden,<br />
gerçekleri bilim adamı soğukkanlılığıyla gözleyenlerden uzaklaşmaya<br />
doğruydu. "Bilinmeyenin karşısında, bilim adamı yerine şairimiz<br />
olsun, daha iyi" deniyordu. Yeni sanat duygucuydu, şehvetperestti, hazaydı.<br />
Müzik uygun bir anlatım ortamı olarak görülüyordu. Nesnel dünya, evrensel<br />
gerçeğin ancak bir simgesi olabilirdi. Anıştırmalarla, çağrışımlarla,<br />
müziğe de başvurarak işte bu evrensel gerçek anlatılmalıydı. Müzik tanrısı<br />
da Wagner'di. Debussy, simgeciliğin öncüleri olan Baudelaire, Rimbaud<br />
ve Verlaine’i incelemiş, hele Wagner’m müziğini yakından tanımıştı. La<br />
Demoisdle ilue kantatı, başlangıçtaki dört motifin özellikleri ve bunların<br />
"leitmotiv” tekniğine uygun olarak kullanılması bakımından Wagner’in<br />
"ParsifaT'ine yakınlaştırılır. Yapıt, bilgiç çevrelerce "fazla bulanık” yargısını<br />
giydi ve Debussy’ye "izlenimci" yaftasının takılmasına da böylece başlanmış<br />
olundu. Debussy’nin bu yapıtıyla gelecek günlerini hazırladığı görülü<br />
121
yordu. İnce, saydam bir doku, tedirgin ton değişmelerine başvurarak duraksayan<br />
tonalitelerden kaçış, duygu balonundan -çağın sanat hayatına<br />
bu bakımdan özelliğini veren - şehevî davranış.<br />
DebusyyLyi etkileyenlerden söz açılmışken, Musorgski ve Uzakdoğu<br />
müziği etkilerine de değinelim. 1889 yılında Paris’te açılan uluslararası sergiye<br />
Rimski Korsakof da gelmiş ve Rus müziğinin çalındığı iki konser sunmuştu.<br />
Debussy daha önce de Rus müziğini tanımış, fakat bu tanıma<br />
Rimski ile Borodin’den pek öteye gitmemişti. Rimski’nin Paris’te yönettiği<br />
konserler, Rusya ile Fransa arasında bir müzik alışverişinin başlaması ve<br />
bu alışverişin Debussy’yi olsun, başka Fransız bestecilerini olsun etkilemesi<br />
bakımından önemlidir. Sergi asıl, Afrika’dan, Arabistan’dan, Uzakdoğu’dan<br />
gelen halk müziği topluluklarının gösterileri bakımından ilgi çekici<br />
olmuştu. Cava’nın "gamdan” orkestrasını dinleyen Debussy’nin bu müzikten<br />
aldığı izler Pagodes adlı piyano parçasında, bundan başka birçok yapıtında<br />
beş tamsesli gamın kullanılmasıyla kendini gösterir. Uzakdoğu müziğine<br />
yönelme bakımından Debussy, ölümünden otuz yıl kadar sonra batı<br />
müziğinde yeğinlikle kendini gösteren bir akınım, Uzakdoğu müziğiyle<br />
esinlenme akımının öncüsü olmaktadır. Debussy, Musorgski’nin müziğini<br />
daha geç tamdı. Bununla birlikte, "Boris Godunof'un partisyonunu gördükten<br />
sonra, "İşte bizi Wagner etkisinden kurtaracak olan budur" dediği<br />
doğrulanmaz. Nitekim Debussy’nin, mektuplarında, Musorgski kabalığının,<br />
Wagner şişkinliği kadar Fransız ruhuna aykırı olduğunu belirtmiştir.<br />
İkisinden de kaçınmıştır, ama Debussy, Musorgski’yi de, Wagner’i de çok<br />
beğenirdi. Fakat güçlü kişiliğinin gölgesinde bu izlere yepyeni bir görünüş,<br />
yepyeni bir anlam verdiği de tartışılamaz.<br />
Debussy ömrü boyunca esin kaynaklarını, genel tutum olarak, hep<br />
müziğin dışmda, edebiyatta, resimde, doğa görünüşlerinde aramıştır. Salt<br />
müzik yapıttan, dörtlüsü, ya da sonatlan, diyelim ki Mallarmö’nin bir şiirinden<br />
izlenerek yazdığı L ’Aptis-midi d'un faune’a ya da Maeterlinck’in<br />
oyununu libretto olarak kullandığı PeUâas et Milisandre operasına kıyasla,<br />
daha az önemli kalır. Bütün opera tarihinin en başta gelen altı yedi yapıtı<br />
arasında bir yer alabilecek değerde ve önemde bir opera olan "Pellöus" da<br />
Debussy her şeyden önce usta bir dramatist olduğunu ortaya koymuştur.<br />
Olayların, kişilerin, ruh durumlarının müzikle anlatılması sözle müziğin<br />
kaynaşması bakımından Debuss/ye gelene kadar hiçbir besteci -başlıca<br />
amacı bu olduğu halde Wagner b ile - onun başarısını gösterememiştir.<br />
Operasından sonraki büyük çapta yapıtı La Mer (Deniz), bir doğa görünüşünün,<br />
denizin, besteciye verdiği duyguların, izlenimlerin anlatılmasıdır.<br />
Debussy, kırk yaşma varana kadar piyano için birçok parça yazmış olmakla<br />
birlikte, yenileyici tutumunu 1903 yılında verdiği Estampes’dan başlayarak<br />
piyanoda yansıttı. Daha önce Debussy, çığır açıcı davranışı orkestra<br />
müziğinde, hele şarkılarında ortaya koyuyordu.<br />
Debussy’nin müziğinde bütün teknik yanlarıyla ilk defa görülen izle-<br />
122
ilimci (impressioniste) müziğin yöntemleri şöyle özetlenebilir: Belirli tonalitenin<br />
dışında kalan akorlann kimi kere parçanın daha ilk ölçüsünde sunulması<br />
ve böylece tonalite duyusunun silinmesi; akorlann, klasik armoni<br />
kurallarının tersine, koşut (muvazi) olarak ilerlemeleri ve bu ara koşut beşinci<br />
ve dördüncülerin kullanılması; tam aralıklı ses dizilerin in kullanılması<br />
ve bu tutumun bir sonucu olarak dış ülkelerin, Uzakdoğunun, özellikle<br />
Çin ve Japon müziğinin, hem de Ortaçağ müziğinin ses dizilerine başvurulması;<br />
kromatik (yarım sesli) dizinin, tonalite kurallan içinde çözümlenemez<br />
gibisinden kullanılması ve böylece atonalite ve on iki nota müziğinin<br />
hazırlanması.<br />
ÖBÜR İZLE N İM C İLE R<br />
Debussy yirminci yüzyıl bestecilerinin tümünü etkilemiştir. O kadar<br />
ki, yirminci yüzyılda, davranışlarını, çalışmalarını, düşünüşlerini Debussy<br />
bilinci içinde yöneltmemiş müziksever yoktur denebilir. Debussy’nin izlenimci<br />
yöntemlerinin doğrudan doğruya etkisi altında kalan besteciler de<br />
pek çoktur. Bunlann başlıcalannı sayalım.<br />
Ingiltere’de Frederick Delius (1863-1934), Debussy ile birçok ortak<br />
yanı olan, izlenimci anlatımı yanında İngiliz halk müziğini de yansıtan bir<br />
besteciydi. Amerika’da yıllarca yaşayan Delius "Florida’da doğayla ilgilenmek,<br />
etkilenmek, izlenmek yoluyla kendimi buldum," diyor. Piyanoda doğaçtan<br />
(irticalî) çalış, müziğinin ana kaynağı sayılabilir. Delius’ta armoni,<br />
Debussy’de olduğu gibi, kural dışı ve anlatıma uyruktur. Armoniye olduğu<br />
gibi çalgı tınılarına da eğilimli bir besteci olan Delius’ün durgun, duygulu,<br />
kesin ritmik çizgileri olmayan müziği özellikle armoniye ve çalgı renklerine<br />
dayanır. Yapıtlarının adlan: (Nehir Üstünde Yaz Gecesi, Gün Doğmadan<br />
Önce Bir Şarla, Tepelerin Üstünde ve ötelerde, v.s.) bu bestecinin müziğinin<br />
özelliğini sezinletebilir.<br />
Delius yanında Ralph Vaughan VVilliams (1872-1958) hem de bir İngiliz<br />
ulusalcısı olarak tanınır. Purcell’den sonra İngiltere’de bestecilik tam<br />
bir karanlığa gömülmüş, romantik çağda Sir Edward Elgar’a (1857-1934)<br />
varana kadar sözü edilmeye değer, İngiliz müziğinin Avrupa'nın öbür ülkelerindeki<br />
ilerlemelere ayak uydurmasını sağlayan bir besteci çıkmamıştır.<br />
Yirminci yüzyılda I ngiliz müziği yeniden canlanmıştır. Bu canlanışı sağlayan<br />
ilk besteci olarak da Delius’le birlikte, Vaughan Williams gösterilebilir.<br />
Müziğindeki izlenimci özellikler yanında Vaughan Williams, hem de<br />
İngiliz geleneklerini, İngiliz ruhunu yansıtan bir bestecidir. Ulusal bilinç<br />
Vaughan Williams’ın müziğinde, yaratış hayatının bütün bölümlerinde görülür.<br />
Üslûp eğilimleri bakımından müziğinin henüz kesinlikten uzak olduğu<br />
gençlik yıllarında besteci, yurdunun halk müziğine yöneliyordu. Daha<br />
sonraları bestecinin İngilizliği yalnızca halk müziğiyle kalmamış, yurdunun<br />
müzik geleneklerinin bütün kapsamına uzanmış, hem de bestecinin geli<br />
123
şen kişiliğiyle beslenmiştir. N e var ki Vaughan VVilliams’m biçim kaygılan<br />
onu, hem izlenimcilikten, hem de ulusalcılıktan uzaklaşmaya doğru götürmüştür.<br />
Dördüncü senfoniyle başlayarak yazdığı altı senfoninin evrensel dili<br />
ve anlatımı buna örnektir.<br />
İngiltere’nin ileri gelen öbür izlenimcileri arasında, yaratış hayatının<br />
sonlarına doğru yalın ve katı bir çizgisel yazıya doğru yönelen ve bu bakıma<br />
The Plemets (Gezegenler) süiti gibi yapıtlarının renkçiliğine karşıt bir<br />
yol tutan Gustav Holst (1874-1934); anlatıcı, yansıtıcı, imgesel bir müzik<br />
yazan ve kuramlarla ilgilenmeyen, buna karşı İrlanda halk müziğinde zengin<br />
kaynaklar bulan Sir Am old Bax (1883-1953); daha az önemli besteciler<br />
arasında da Cyril ScoU, John Ireland, Eugene Goossens adları verilebilir.<br />
Amerika’da izlenimciliğin en önemli temsilcisi Charles Tomlinson<br />
Griffes (1884-1920) önceleri Alman etkisinde bir müzik yazmış, sonraları<br />
Debussy izlenimciliğini benimsemiş ve bu yoida kişisel anlatımına ulaşmıştır.<br />
Roma Skeçleri adlı piyano parçalar dizisi, tanınmışlığa ömrünün ancak<br />
son yıllarında kavuşan Griffes’in üslûbunu iyi tanıtır. Yapıtları sayıca az olmakla<br />
birlikte ona, izlenimci müziğin üst katında bir yer sağlayacak önemdedirler.<br />
Alsace doğumlu Charles Martin Loeffer (1861-1235) yaratış hayatının<br />
tümünü Amerika’da geçirmiş olması bakımından bir yeni dünya bestecisi<br />
sayılır; yoksa hiçbir bakımdan bir Amerikan ulusalcısı olarak gösterilemez;<br />
Amerikan halk müziğiyle de ilgilenmiş değildir. Loeffler’in izlenimciliği,<br />
Debussy’nin bıraktığı yerden alıp sürdürdüğü ve bıi yolda en son nereye<br />
kadar gidilebilirse oraya kadar gittiği görüşü, bir yandan bu bestecinin<br />
küçümsenemez önemini aşırı derecede büyütmek, öte yandan da müzikte<br />
izlenimci davranışın soluğunu pek kısa saymak gibi sınırlı bir görüşün<br />
ürünüdür. Bir başka Amerikalı, en ünlü yapıtı Skyscrapers (Gökdelenler)<br />
bale müziğinin de gösterdiği gibi, izlenimci yöntemleri caz diliyle birleştirme<br />
çabasını gösteren John Alden Carpenter’dir (1876-1951). Çalışmalarına<br />
izlenimciliğin sınırlan içinde yer verilen bir başka Amerikalı, İsviçre<br />
doğumlu Emest Bloch (1880-1959) asıl ırk bilinci içinde yazdığı yapıtlanyla.<br />
Yahudiliğini yansıtan müziğiyle ün yapmıştı.<br />
İtalya’da Ottorino Respighi (1879-1936), Debussy etkisinin başlıca<br />
temsilcisidir. Puccini yanında, yüzyıkn ilk çeyreğinin en önemli İtalyan bestecisidir.<br />
Bununla birlikte, yaratıcı gücü ve kişiliği, benimseme yeteneğinin<br />
yamnda sönük kaldığı için, hem de amaçlarında ve ülkülerinde’yücelik olsun,<br />
direnme olsun göstermediği için, Roma Çamları, Roma Çeşmeleri gibi<br />
orkestra yapıtlarının da gösterdiği gibi, müziği çok kere kolay etkileyicilik<br />
uğruna daha soylu niteliklerden uzak düşmüştür. Öte yandan gizemci<br />
(mystique) yanı Respighi’yi Gregor melodileriyle ilgilenmeye ve bunlara<br />
müziğinde yer vermeye götürmüştür. Bir başka İtalyan, Alfredo Casella<br />
(1883-1947) Mahler ve Strauss yolunda bir romantizmden yola çıkıp izlenimcilikten<br />
geçmiş, sonra da İtalyan klasiklerine yönelerek yeni-klasik akı-<br />
124
mrna katılmıştır.<br />
Polonya’da Karol Szymanowski (1883-1937) hem de çağdaş Polonya<br />
ulusal okulunun kurucusu ve en önemli bestecisidir. Bir yandan Alman<br />
müziğine, öte yandan Fransız izlenimciliğine olan ilgisi onu "romantik izlenimci"<br />
diye tanıtmıştır. Doğu felsefesi ve gizemciliğiyle olan ilgisi de Szymanowski’yi<br />
Hafiz’uı Aşk Şarkıları ve "Mevlâna' senfonisi gibi yapıtlarım<br />
bestelemeye götürmüştür. Hamasie balesi, Polonya halk müziğinden yararlandığı<br />
yapıtların başhcası olarak gösterilebilir. Polonya müziği geleneğinin<br />
doğrudan doğruya Chopin’e bağlanmasını salık veren Szymanowski,<br />
kendi yapıtlarında da, özellikle piyano müziğinde, bu görüşünü yansıtmıştır.<br />
Chopin etkisi altında müzik yazmaya başlayan, hem de gizemciliğe<br />
ve doğu felsefesine yönelen bir başka romantik-izlenimci, Rus bestecisi<br />
Aleksander Skıyabin (1872-1915), Debussy gibi, armoni kurallarının sınırlan<br />
içinde kalmayan ve yapıtlarım çoğunlukla dördüncü aralıklara dayanan<br />
akorlar üstüne kuran bjr deneyciydi. Prometheus gibi bir orkestra parçası<br />
ya da yedinci piyano sonatı, dördüncü aralıklarla sıralanmış altı sesten<br />
kurulan ve "gizemsel akor' diye tanman temel üstünde yükselmiş yapıtlardu.<br />
Dördüncü aralıklara dayanan bir armoni yöntemi tonalite duyusunu yitireceği<br />
için, Skıyabin’in uğraştandır. Nitekim, Prometheus'unun ses ve<br />
renk birleşimiyle sunulmasını tasarlamış, Rimington adlı bir İngilizin bulduğu<br />
"clavier â la lumifere" (renk yayan klavye) adlı bir gereçten yararlanmıştır.<br />
Skıyabin, bütün sanatların birleştirilip din kulluğuna atanmasını istiyordu<br />
ve bu amacı gözeterek hazırladığı yapıtın ilk bölümünü ancak bitirmişti<br />
ki ömrü de bitti. 1960’larda Skıyabin’in müziğinin gördüğü ilgi yükselmeye<br />
başlamışsa da sonralan bu ilgi ne yazık ki tavsamıştır. Oysa Skryabin,<br />
özellikle yirminci yüzyıl piyano müziği dağarına çek önemli katkılarıyla<br />
daha iyi tanınmalıdır.<br />
Macaristan’da gençlik yıllarında Debussy etkisinde bir müzik yazan<br />
Bela Bartok’un yamnda bu ülkenin iyi bilinen önemli bestecilerinden Zoltan<br />
Kodaly da (1882-1967) asıl çalışma alanı olan folklordan edindiği gereçleri<br />
izlenimci yöntemlerle işlemiş, fakat hiçbir zaman büyük çağdaşı<br />
Bartok’un katmda ve öneminde bir yaratıcı olmamıştır. En başarılı- eseri<br />
Hary Janos operetinden çıkartılmış ünlü konser süitidir.<br />
RAVEL VE ÖTESİ<br />
Romantik izlenimcilere karşı Maurice Ravel (1875-1937) bir klasik izlenimci<br />
olarak gösterilebilir. Müziğinde nesnellik, öznel duygulan bastırır.<br />
Bu bakıma usta bir sanatçının alçakgönüllülüğü ve kendine güveniyle çalışmış,<br />
işçilik bakımından örnek diye gösterilen dosdoğru, apaçık, aydınlık yapıtlar<br />
vermiştir. Daha yüksek bir yüzeyde, Ravel’in müziği, Mendelssohn<br />
ya da Saint Saens'ı akla getirebilir. Ravel’in müziğinde öz bakımından<br />
125
eksiklikler seziliyorsa, bunlar olsa olsa, ruh hayatının karanlık köşelerini<br />
yansıtmaya kalkmamasından ileri gelir.<br />
Sonraki Fransız bestecilerinin birçoğu, farkında olsunlar, olmasınlar,<br />
Ravel'i örnek almışlardır Poulenc, Jolivet, Rivier, hatta genç on iki notacılar...<br />
Ravel’ın verdiği, öbürlerinin de uyduğu ömek, aydm, görgülü, iyi bir<br />
öğrenimden geçmiş, eğitimi ve görgüsüyle işçiliğinde ustalığa, hünere erişmiş<br />
bir besteci türüdür.<br />
Yirm i bir yaşma varana kadar Ravel, pek az sayıda yapıt vermişti.<br />
N e var ki, kendini amansızca eleştiren, kılı kırk yaran bir besteci olduğunu<br />
anmak gençliğindeki verimsizliğini haklı göstermeye yeter. Ravel, yirminci<br />
yüzyılın en büyük bestecilerinden biri olarak tanınmadan önce, özellikle<br />
eleştirmenlerin ve akademik çevrelerin saldırılarına göğüs germek zorunda<br />
kalmıştır. Roma ödülü (Prix de Rom e) sınavında ancak ikinciliği<br />
kazandı. Daha sonra birkaç kere daha aynı sınava girdi ve ikinciliği bile<br />
alamadı. Yalnız Fransa’da değil, dünyanın her yerinde öğreticiler, bilgiciler,<br />
gerçek yaratıcıyı çok kere anlayamamışlardır. Ravel gibi, sanatı bilgiye,<br />
nesnel değerlere dayanan bir yaratıcıyı bile...<br />
Ravel’in gençlik yıllar inin Fransa'sında başlıca etki kaynaklan, bir<br />
yandan A^agner, öte yandan da Rus bestecileriydi. Ravel kendini Wagner<br />
etkisinden uzak tuttu. Yerine, Ruslara yanaştı.Orkestra yazısındaki Rimski<br />
Korsakof etkisi, piyano yazısındaki Liszt yankılan yanında, ömrü boyunca<br />
görülecektir. Ravel’in tüm kişiliğini ortaya koyduğu ilk yapıt, 1901 yılında<br />
yazdığı Jeux d’eau (Su Oyunlan), Debuss/nin piyano yazısında ve piyano<br />
çalış tekniğinde çığır açan yapıtlarından önce bestelenmiştir ve Debussy*-<br />
nin bu parçayı dikkatle incelediği bilinir. N e var ki Ravel’deki Debussy etkisi<br />
çok daha belirlidir. Histoiırs naturettes adlı şarkı dizisinin ilk icrasından<br />
sonra eleştirmenler, Ravel’in tann gibi taptığı Debussy’yi kopya etmiş<br />
olduğunu ileri sürmüşlerdi. Gerçi Ravel, Debussy’yi gerçekten bir tann gibi<br />
görürdü ama, etkilenmesi hiçbir zaman kopya derecesine varmamıştır.<br />
Ravel’in klasikçiliği de, izlenimciliği de piyano müziğinde, orkestra<br />
yapıtlarına ya da operalarına kıyasla daha büyük bir seçildikle görülür.<br />
Klasikçiliğine bir örnek, piyano için sonatinidir. Bu yapıtında Ravel, klasik<br />
biçimleri, klasik öncesine, hele Rameau gibi, Couperin gibi Fransız klavsencilerinin<br />
üslûplarına bir yönelmeyle işlemiştin iki konulu ve gelişmeli<br />
bir sonat bölümü, sonra trio’su olmayan ve bu bakıma klasik öncesi menuetto’lanna<br />
yaklaşan bir "mouvement de menuet", bir de virtüöz gösterişi<br />
amacıyla yazılmış bitiş bölümü... Yapıt, sonat kelimesine küçültme ekinin<br />
takılmasını doğrulayan, hafif, sevimli bir müziktir. Öte yanda beş parçadan<br />
kurulmuş Mimirs, Ravel’in hem izlenimci yarımı, hem de piyano yazışırım<br />
yerleşmiş, kesinleşmiş durumunu yansıtmaktadır. Yapıt hem de, konulu<br />
müzik olmasının sağladığı koşullar gereği, orkestra özelliklerine yaklaşmaktadır.<br />
''Jeux d’eau", piyano ortamında gerçekleştirilmiş dosdoğru bir izlenimcilik<br />
olduğu halde "Miroirs", senfonik şiiri akla getiren bir tutumla<br />
126
sunulmuş izlenimciliğin örneğidir. Bu yapıt olsun, RavePin daha önemli<br />
bir piyano yapıtı, Gaspard de la nuit olsun, Liszt’in orkestra müziğini, senfonik<br />
şiirlerini andıran bir kapsamda yapıtlardır. Nitekim Ravel’in piyano<br />
yapıtları orkestraya aktarıldıklarında etkilerinden hiçbir şey kaybetmezler.<br />
"Gaspard"da piyano yazısının olgunluğu yanında, orkestralanmaya hazır,<br />
bu gereği duyuran bir müziktir.<br />
Ravel’in büyük bale yapıtı, Dafiıis He Kloe'ye gelince, besteci, bu müziği,<br />
'üç bölümlü koregrafîk senfoni” diye adlandırmıştı. Yapıt, kelimenin<br />
yerleşmiş anlamına göre gerçi senfoni değildir. Fakat, geleneksel bale müziği<br />
biçimlerine göre de yazılmamıştır; demektir ki, "pas seul, pas d’action,<br />
variation, coda, v.s." gibi dans biçimlerine uygun bölümlere ayrılmış değildir.<br />
Yapı düzeni, kesin bir ton ilintileri düzenine uymaktadır ve bu bakıma<br />
olsun, tema gelişmeleri açısından olsun, senfoni çehresi taşımaktadır.<br />
Ravel yapıtı, büyük bir orkestra ve koro için yazmıştı. Bugün de genellikle,<br />
baştan sona değil, bütünden çıkarılmış iki ayrı süit halinde çalınır ve<br />
ikinci süit daha çok tanınmıştır.<br />
Ravel’in iki operası vardır. Bunlardan biri, Colette’in iibretto’su üzerine<br />
yazdığı L ’Enfant et les sortiliges (Çocuk ve Büyücüler) yirminci yüzyılda<br />
lirik sahne için yazılmış en önemli yapıtların arasında yer alabilecek değerdedir.<br />
ötekiyse, L ’Heure Espagnole (Ispanyol Saati), "müstehcen) sayılmış<br />
konusu dışında, ilgi çekmeyen, Ravel’i temsil etmeyen, tatsız bir opera...<br />
Birinci Dünya Savaşından sonra Ravel, bir eleştirmenin "zevk ve sefa<br />
diyarı, valsler beldesi Viyana’da seferberlik emrinin uyandırdığı kargaşalık...<br />
Bir çağın bir daha geri gelmemek üzere sona erişi..." diye tanıttığı La<br />
Valse koregrafîk şiiriyle, izlenimci orkestra müziğinin en kalıcı örneklerinden<br />
birini verdi. Fakat Ravel’e dünya çapında eşsiz bir Un sağlayan parçası,<br />
Bolero’su oldu. Denebilir ki, yirminci yüzyılda bestelenmiş hiçbir ciddi<br />
yapıt, "Bolero"nun gördüğü ilgiyi görmemiştir. Tek bir melodinin değişen<br />
orkestra renklerinin ve sürekli bir yeğinlik artışının (crescendo) sağladığı<br />
türlü lük öğesine rağmen, ardarda tekrarlanması ancak, kendine gerçekten<br />
güvenen bir ustanın, büyük bir sanatçının göze alabileceği bir korkusuzluktur.<br />
Ravel’in çağın müziğine olan ilgisi onu, 1920’lerde, caz müziğiyle de<br />
ilgilenmeye götürmüştür. Keman sonatının blues bölümü, hele piyano için<br />
konsertolan, Ravel müziğinde caz etkisinin örnekleridir. Fakat "La Valse'de<br />
Viyana valslerini işleyişinde olduğu gibi, konsertolannda da caz öğelerine<br />
başvurması, doğrudan doğruya bir benzetme amacı açısından değil,<br />
valsin ve cazın izlenim yoluyla anlatılması açısından görülmelidir. Ravel<br />
ne koregrafik şiirinde bir Johann Strauss, ne de konsertolannda bir Fletcher<br />
Henderson olma amacını gözetmiş değildir.<br />
Başta Debussy*nin sonra da Ravel’in yeğin kişiliklerinin açtığı yolda<br />
birçok Fransız bestecisi yürüdü. Bunların sayısı pek çoktur ve çoğunun yaratın<br />
yetisi de pek yüksek değildir. Gene de birkaç ad aralanndan sivrilive-<br />
127
ir. örneğin Paul Dukas (1865-1935)... Apprenti sorcier (Çırak Büyücü) adlı<br />
orkestra parçasıyla, müzikle ilgili herkesin tanıdığı Dukas, Debussy izlenimciliğiyle<br />
etkilenmişse de daha çok Franck - d’Indy yolunun yolcusudur.<br />
Sonra Florent Schmidt (1870-1958)... Hiçbir zaman bir Debussy’nin<br />
ya da bir Ravel’in yanında yer alabilecek çapta güçlü bir kişiliğin belirtisini<br />
veremeyen Schmitt, orkestra düşünüşünün oda müziği ortamına aktarılmasının<br />
sonucu olan küçük topluluk yapıtlarıyla, hem de orkestra müziğiyle,<br />
din müziğiyle en azından usta ve esnek bir işçiliğin örneklerini vermiştir.<br />
Ateşli bir Debussy hayranı Andre Caplet (1879-1925), Debussy etkisindeki<br />
bestecilerin en seçkinlerinden biridir; anlatımı, alaycılıktan gizemciliğe<br />
kadar uzanır. Genç yaşında ölen Lili Boulanger’nin (1893-1918) müziği<br />
de Debussy yankılan taşır; ne var ki, bu çelimsiz, hasta kız, kısacık ömrü<br />
boyunca hep ölüm bilinci içinde yaşamış ve bu da yapıtlarına pek âz bestecide<br />
rastlanan dokunaklı bir anlatım içtenliği vermiştir.<br />
Çağında olduğu gibi bugün de yeterince tanınmayan önemli bir yeni-<br />
Ieyıci, A bel Decaux’dur (1869-1943). Kişiliği hem izlenimcilikle, hem simgecilikle<br />
(synıbolisme), hem de, müziğini bilenlerin onu "Fransız Schoenberg'i<br />
diye tanıtmalarının da belirttiği gibi, bir atonalite öncüsü olmasının<br />
kazandırdığı kimlikle koşullanmıştır. Tek bir roman yazmış romancılar vardır<br />
gerçi ama Decaux gibi tek bir yapıt: "Ay İşıklan” (Clairs de lune) adlı<br />
piyano parçalan dizisi. Decaux, Paris’te Sacrö-Coeur kilisesinde orgcu olarak<br />
çalışmış, sonra yıllar boyunca Amerika’da Eastman müzik okulunda<br />
org öğretmenliği yapmıştı. Kendisini Eastman’dan tanıyanlar bile onun<br />
besteciliğini biliyor değildirler. Decaux’nun, yaratıcılığına gösterilen ilginin<br />
yetersizliği nedeniyle besteciliği bıraktığı ya da yazdıklarını gizlediği öne<br />
sürülebilir.<br />
Debussy-Ravel çağdaşı bestecilerin önemlileri arasında özel bir seçkinlikle<br />
yükselmesi gereken Albert Roussel (1869-1937) çoğunlukla gereksizce<br />
savsanır. Roussel, d’Indy’nin öğrencisidir. Fakat kendini d’Indy’nin<br />
kısırlaştırıcı etkisinden kurtarmış tek bestecidir. Gene de ilk yazdıkları<br />
kupkuru bir biçimcilikten öteye gitmez ve ilerde yeğin bir kişiliğin büyüyeceği<br />
konusunda hiçbir belirli vermez. Roussel’i özgürlüğe yönelten, doğada<br />
bulduğu uyumlu başıboşluk olmuş ve besteci artık müziğe kuramsal ve<br />
yapıcı yollardan yönelişin gerektirdiği kaskatı kesinliklerle yetinmemeye<br />
başlamıştır. O da izlenimciler gibi, anlatın müzik yolunu tutmuş, çalgı tınılan<br />
üzerinde araştırmalar yapmış, Uzak Doğu müziğiyle ilgilenmiştir. Gene<br />
de Roussel genellikle, izlenimciliğe karşıt bir besteci olarak gösterilir.<br />
Roussel’i bu türlü bir tanıtış her yönden kandırıcı değildir. Çünkü Roussel,<br />
bir yandan kişiliğinin eğilimlerine, öte yandan da çağının kaçınılmaz<br />
etkisine uymuş ve izlenimcilerle aym yolda çalışmıştır. N e var ki Roussel<br />
bir yandan da kendim klasik yapı kurallarından her bakıma sıyırmamış,<br />
d’Indy’nin öğrettiklerini işine geldiğince kullanmayı seçmiş, yapı kurallarını<br />
müziğinde tutarlılık öğesi olarak içinde gerçekleştirmiştir. Nitekim Ro-<br />
128
ussel, bütün izlenimciler gibi, kendi yurdu dışındaki konulara başvurduğunda,<br />
bu konulan belge kesinliğiyle müziğine aktarmayı düşünmez; doğa görünüşleri<br />
karşısında ulaştırmak istediği, bu görünüşün verdiği bir duygudur,<br />
bir izlenimdir. Gene de Roussel, olgunluk yıllam a varırken kendini<br />
nasıl d’Indy’nin öğrettiklerinden kurtarmaya çalışmışsa, çağının geçerlikteki<br />
üslûbu olan izlenimciliğin diline ve yöntemlerine de başkaldırmak istemiştir.<br />
Bu bakıma, yapıttan arasında üslûp tutarsızlığı görenler haksız değillerdir.<br />
Çünkü Roussel, çevresiyle uyumlu bir duruma düşmemek için<br />
yol değiştirmekte sakınca görmeyen bir besteciydi. Söz düşmüşken, en ünlü,<br />
en başarılı yapıtlarından biri olan Festin de I ’Aırıignec (örümceğin Şöleni)<br />
bale müziğini 'yüz kızamcı" saydığını da belinelim. Roussel’in doğu<br />
müziğiyle olan ilgisinin en başarılı anlatımı, doğunun tekses inceliklerine<br />
dayanan müziğiyle batının büyük yapı ve çokses kaygılarının ustaca bir birleşimi<br />
olarak tanıtabileceğimiz Padmavati adlı orkestra yapıtıdır. Roussel<br />
bugün gerçi bir Debussy ya da bir Ravel gibi, yalnız Fransa'nın değil, bütün<br />
bir müzik dünyasının geleceğini yöneltmiş yepyeni gelenekler kurmuş<br />
bir besteci değildir. Fakat yirminci yüzyılın en kendine özgü anlatıcılarından,<br />
en derin ve soylu kişilerinden biridir. Kimi çevrede onun Ravel'den<br />
üstün görülmesini, böyle bir görüşü gerekli saymasak bile, anlayışla karşılayabiliriz.<br />
SATİE VE "ALTILAR"<br />
Debussy1nin ölümünden sonra Fransa'nın müzik hayatı, hele bir sanat<br />
kesimindeki çalışmaları ve başarılan öbeklenmelerin, birleşmelerin ışığında<br />
değerlendiren dar ve yüzeysel görüşlüler için, bir dürtü gerektiriyordu.<br />
Debussy ölmüştü. Yerine yeni bir "put" bulmalıydı. Bu dürtüyü Les Six<br />
(Altılar) adıyla anılan öbek sağladı.<br />
Altılar öbeğine giren besteciler, Erik Satie’nin (1866-1925) müziğe<br />
karşı davranışlarında bir esin kaynağı buldular. Satie, alaycı, özgür, rastgele<br />
yaşayan, uyumsuz bir kişiydi. Kimi kere onu "müzikte mizahın babası"<br />
diye tanıtırlar. Satie, Paris konservatuarında müzik öğrenimine başlamış,<br />
fakat kayıtları koşullan çekemediği için kısa bir süre sonra konservatuarı<br />
bırakmış, kendi kendini yetiştirmeye koyulmuştu. Satie’nin mizahçı yam daha<br />
çok parçalarına verdiği adlarda (örnek: "Armut Biçiminde Parça") ve<br />
müziğine koyduğu anlatım işaretlerinde (örnek: 'Dişi Ağnyan Bir Bülbül<br />
Gibi...") belirir. Müziğinin kendisinde pek değil...<br />
Her ne kadar Satie uyumsuz düşünüşleriyle birçok besteciyi etkilemişse<br />
de, besteci olarak önemi tartışılır. N e var ki Debusşy’yi de yeni yollar<br />
aramaya götüren onun düşünüşleri, onun davramşlan olmuştur. Debussy<br />
yanında Satie, çağın birçok genç bestecisini etkilemiş, bu ara Altılar öbeğinin<br />
kurulmasına yol açmıştır. Ancak, öbeğin üyeleri arasında ortak yan yalnızca<br />
Satie’nin salık verdiği davranışlardı. Yalınlık, güldürücülük, alaycılık.<br />
Müzik Tarihi, F.: 9 129
kabare müziğine, dans müziğine, caz müziğine yönelme, müziği hafiften alma...<br />
Yoksa her bir bestecinin, kendi önemince ve gücünce, ayrı bir kişiliği,<br />
ayn bir yolu vardı. Bu bakıma Altılar adı altmda bir öbekleşme, sağlam<br />
estetik görüşlere dayanmıyordu. Nitekim, ayn ayn kişiliklerin bir araya<br />
gelemeyeceği kısa bir süre sonra anlaşıldı ve Altılar dağılıverdiler.<br />
Jean Cocteau’nun sözcülüğünü yaptığı bu öbeğin üyeleri, kendi başlarına<br />
kaldıklarında, yirminci yüzyıl müziğinde önemli izler bırakamadılar,<br />
öbekten ilk ayrılan Louis Durey (1888-1979) hemen unutuluverdi. Oysa<br />
bu bestecinin önce Debussy ve sonra Schoenberg etkisiyle gelişen, sonuçta<br />
da politik amaçlara adanmış çalışmalan incelenmeye değer. Durey 1936 yılında<br />
Fransız Komünist Partisine girmiş, ikinci savaş boyunca Nazi’lere<br />
karşı direnç örgütünde çalışmış, sonra l’Humanitö gazetesinin müzik eleştirmenliğini<br />
yapmış ve bütün bu süre boyunca toplumsal içerikli müzikler<br />
yazmıştı. Genellikle hafif, yüzeysel ve sevimli müziğine arada bir, ilerilik<br />
gereği, kakışmalar serpiştiren Germaine Tailleferre (1892-1983) yapıtlarında<br />
Fransız müziğinin geleneklerini yansıtmaya çalışan bir besteci olmakla<br />
birlikte, belki kadın olmasının da etkisiyle, ne Fransa içinde yeterince tanındı,<br />
ne de dışında. Kolay başarı yoluna girip film müzikleriyle (başta Moulin<br />
Rouge filminin melodisiyle) ün kazanan Georges Auric (1899-1983)<br />
bu tür dışındaki yapıtlarında seçkin bir duruma erişemedi. Önceleri Ravel<br />
ve Debussy etkisinde yazan, sonra Prokofiyefe eğilen Francis Poulenc<br />
(1899-1963) adını yaymak için paradan ve propaganda yöntemlerinden ustaca<br />
yararlandı ve reklamcıların öğrettiklerini kuşkuyla karşılamayan çevrelerde<br />
"büyük usta” diye tanınmaya başlandı. Müziğinde yer yer melodik etkenlik<br />
varsa da birçok yapıtı bir yandan bayağılık, öte yandan da ancak<br />
dıştan önemliymiş izlenimini veren davranışlarla değersizliğe düşer.<br />
A ltı besteci arasmda Honegger ile Milhaud, yılların geçmesiyle, daha<br />
bir önemle yükselmişlerdir. Arthur Honegger (1892-1955) bu sözde "derneğin"<br />
inançlarına katılacak, uyumlu, uysal bir kişi değildi. Başka bir yolu,<br />
başka bir görüşü vardı. Altılar’ın görüşüne uyarak, alaya tutumu ve eğlence<br />
müziğine doğru bir eğilimi yansıttığı seyrek yapıtlarından biri, piyano<br />
ve orkestra için konsertinosudur. Bunun dışında Honegger Alman geleneklerini<br />
Fransızlığa özgü nitelikleriyle birleştirmeye çalışan, ağırbaşlı, ciddi<br />
bir besteciydi. Belki de biraz fazla ağırbaşlı ve ciddi... Çünkü bu özelliği<br />
Honegger’i birçok eserinde iri sözler söylemeye götürmüş, hele senfonilerine<br />
ve Jeanne d’Arc ou bûcher gibi, Le Roi David gibi oratoryolarına bir<br />
"sahte şaheser" görünüşü vermiştir. Bu ara "Jeanne d’Arc"ında da Honegger’in,<br />
Altılar’ın tutumuna uyarak, yapıtın konusuyla ilginç bir çelişme içinde,<br />
eğlence müziğine yer vermiş olduğuna değinelim. Honegger’in izlenimci<br />
yanıysa en başarılı örneğini Pacific 231 adlı, lokomotifin besteci üzerinde<br />
etkisinin yansıtıldığı orkestra parçasında bulur.<br />
Ravel’in ölümünden sonra "Fransa’nın en büyük bestecisi" diye bir<br />
ün yapan Darius Milhaud’nun (1892) bu yolda kazandığı saygınlığın geçici<br />
130
olduğu birkaç yıl sonra anlaşılmıştır. Gerçi Milhaud, Honegger ile birlikte,<br />
Altılar’m en önemli üyesi sayılabilirdi ama gene de Ravel’m ardılı olma,<br />
onun tahtma oturma yetisini taşıyan bir yaratıcı değildi. Türlü üslûplarda<br />
müzik yazan Milhaud’yu belirli bir sınıfa sokmak gerekmez. Kullandığı türlü<br />
gereçler arasında, La Creation du monde (Dünyamn Yaradılışı) zenci<br />
balesinde sunduğu caz etkileri, Saudades do Brasil’mddki Güney Amerika<br />
müziği yankılan, Süite Française 'indeki Fransız halk müziği çizgileri başta<br />
gelir. Bundan başka, ırkının gereği, Darius Milhaud Yahudi müziği de yazmış<br />
ve bu alanda Emest Bloch üe hemen hemen aynı katta bir saygınlık<br />
kazanmıştı. Bütün bu çelişik yanlan arasında Milhaud’ya, gereçleri bakımından,<br />
tutarlıklı kişiliğini, birden fazla tonaliteye başvurma yolunda direnmesi<br />
verir. N e var ki "polytonalitö”, Milhaud’nun müziğindeki lirik eğilimi,<br />
melodik etkileyiciliği de güçsüzleştirmekten geri kalmış değildir.<br />
Altılar öbeği, üyelerinden çoğunun düştüğü önemsizliğe rağmen, tıirliğin<br />
sağladığı güce dayanarak çevreyi etkileme başansını göstermişti. Bunu<br />
görçn başka besteciler, kıskançlık dürtüsünün etkisiyle, aynı yola başvurdular.<br />
Yönetici olarak da gene Erik Satie’yi seçtiler. Böylece Arcueil<br />
okulu kuruldu. N e var ki, Altılar’m tarihe geçmesi önlenememişti ama,<br />
öbeğin derme çatma niteliği anlaşılmıştı. Bu yüzden Arcueil okulu hiçbir<br />
zaman, Altılar’ın ününü bile kazanamadı ve yeni öbeğe giren dört besteci,<br />
Roger Dûsormifere (1898), Manime Jacop (1906), Henri Cliquet-Pleyel<br />
(1894) ve Henri Sauguet (1901) bu yolla ölümsüzlüğe ulaşmış olamadılar.<br />
Yirminci yüzyılın ilk yansı Fransa’smda, Debuss/nin, Ravel’in,<br />
Staie’nin, Roussel’in, Altılar’m, Arcueil okulunun çağdaşı birçok bestecinin<br />
Charles-Marie W idor’un, Jehan Alain’in, Georges M igot’nun, Tony<br />
Aubin’in, Marcel Delannoy’nın, Henri Dutilleux’nün, Claude Delvincourt’un,<br />
Andre Jolivet’nin ve sayısız daha birçok adın arasında ancak bir<br />
Jacques Ibert (1890-1962) adını belik ölümsüzlüğe ulaştırabilecek yetiler<br />
göstermiştir. İyi işçilik, seçiklik, sevimlilik, denenmiş yöntemlere -b u ara<br />
Debussy üe Ravel’in müziğe kazandırdıklarına- başvurma yoluyla sağlanan<br />
etkileyicilik, en ünlü yapıtı Escales’m da gösterdiği gibi, Ibert’in başlıca<br />
özellikleridir. Ibert de, Louisville Concerto'sunda olduğu gibi, Altılar’m<br />
caz müziğine başvurma tutumundan, altılara kıyasla daha büyük bir başarıyla,<br />
yararlanmıştır<br />
Altüar’ın müziği yalınlaştırma, hafifleştirme, gereksiz ağırbaşlılıktan<br />
kurtarma yolundaki davranışlarının müzik sanatma bir taze hava getirdiği<br />
de gerçektir. Her ne kadar cazla ve eğlence müziğiyle ilgUenıue olsun, müziği<br />
hafiften alma ve mizah yoluyla sunma olsun, Altılar’m tekelinde davranışlar<br />
değüse de, bu yolda bir öbekleşme ve Cocteau gibi bir sözcünün etkisine<br />
başvurma, Altdar’ıh simgesi olmaya çalıştıkları değerlerin Fransa dışına<br />
da yansımasını sağlamıştır. İngiltere’de Sir İVilliam Walton (1902),<br />
Edith Sitwell’in şiirlerinin okunması için hazırladığı Façade adlı melodramında<br />
caz müziği öğelerine başvurmuştur. N e var ki daha sonra yeni kla<br />
131
sikçi bir yola doğru giden, ağırbaşlı senfoniler, konsertolar yazan Walton,<br />
bu yolda "Façade"ın ardından beklenenleri gerçekleştirememiştir. Am erika’da<br />
Virgil Thomson (1896) özellikle Satie’nin etkisinde bir müzik yazmış,<br />
daha çok eleştirmen olarak ün yapmıştır.<br />
Bir başka Amerikan bestecisi, George Cershwin (1898-1937) doğrudan<br />
doğruya eğlence müziğinin ve caz müziğinin içinde yetişmiş olması ve<br />
sonradan sanat müziğine yönelmesi bakımından, hafif müzik etkilerini "ciddi”<br />
yapıtlarında, Altılar’a kıyasla çok daha büyük bir başarıyla, hem de içtenlikle<br />
işlemiştir. Fransa’da edindiği görgü, An American in Paris (Pas’te<br />
Bir Amerikalı) adlı senfonik şiirini, Altılar’m simgesi olmaya çabaladıkları<br />
davranışın en başarılı örneği olarak yükselten bir etkendir. Geleneksel<br />
yolda bir öğrenim yapmamış olan Gershwin, sanat müziği yazma<br />
hevesine kapıldığında öğretici kitaplara başvurarak gerekli bilgiyi edinmeye<br />
çalışmış bir bestecidir. 1920’lerin cazından esirdi Rhapsody in Blue adlı<br />
piyano ve orkestra için parçasının kazandığı büyük başarı üzerine bir de<br />
piyano konsertosu yazması kendisinden istendiğinde, konserto biçiminin<br />
temel öğelerini bile bilmiyordu. Orkestralama bilgisi de yoktu. Bunun<br />
için, hafif müzik alanında kazandığı başarüann sağladığı para ile, bir orkestra<br />
tutmuş, yazdıklarının doğruluğunu ve yanlışlığım bu orkestraya çaldırarak<br />
anlama yoluna gitmiştir; gene de, konsertosunun orkestralama işçiliği,<br />
"Rhapsody in Blue"nun orkestralanmasını yapan bilgili orkestran Ferde<br />
Grofe’nin ortaya çıkardığı işe kıyasla kat kat daha başarılıdır. İlk olarak<br />
193S yılında oynanan operası Porgy ile Bess ise, zencilerin yaşadığı yoksul<br />
bir semtteki hayatı anlatışındaki gerçekçilik yanında, Gershwin’in müziğinin<br />
karakter çizmede Musorgski’yi andıran bir başarı göstermesiyle ve<br />
Gershvvin’in müziğini her zaman nitelendiren melodik etkileyiciliğiyle, yüzyılımızın<br />
en önemli operalarından biri sayılabilecek çapta bir yapıttır. Tanrı<br />
vergisi yetenekleriyle Gershwin, sınırlı bilgisinin engellerini yıkmayı bilmiş<br />
ve Amerika'nın kalburüstü bestecilerinden biri olarak müzik tarihine<br />
geçmiştir.<br />
C AZ M Ü Z İC İ VE DOĞAÇTAN ÇALIŞ SANATI<br />
On dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru Amerika'nın güney illerinde,<br />
Afrika’dan gelen zencilerin kendi müziklerini Avrupa müziğinden öğrendikleriyle<br />
birleştirmeleri sonucunda ortaya çıkan caz müziği, Avrupa müziğinin<br />
yüzyıllar süren evrimini yarım yüzyıl gibi bir süre içinde, benzer evrelerden<br />
geçerek izlemiş ve kendine özgü, kendi kendine yeten bir sanat müziği<br />
olma kimliğini kazanmıştır. Hem Avrupa bestecilerini etkilemesi, hem<br />
de ilkel bir halk müziğinin sanat müziği haline gelmesi gibi önceliği olmayan<br />
ve dünyanın başka hiçbir yerinde, hiçbir çağda rastlanmamış bir olayı<br />
simgelemesi bakımından caz müziği inceleme alanımıza girer.<br />
Caz, Amerikalı zencilerin dindışı müziğidir, özellikle çalgı müziğidir<br />
132
ve bu bakımlardan zencilerin din müziği olan "spirituaT'den ayrılır. Cazda<br />
zaman ölçüsü genel kural olarak dört zamanlıdır. Başka ölçüler (5/4, 3/4,<br />
vs.) kullanıldığında caz özelliğinin kaybolmaması için bu ölçülerin, dört zamanlı<br />
ölçünün ritm ve vurgu gereklerine göre yorumlanması gerekir. Dört<br />
zamanlı tempoda birinci ve üçüncü zamanların kuvvetli, ikinci ve dördüncü<br />
zamanların zayıf olduğu varsayımı cazda değerini kaybetmiştir. Cazda<br />
vurgular, zayıf zaman denen ikinci ve dördüncü zamanların zayıf olduğu<br />
varsayımı cazda değerini kaybetmiştir. Cazda vurgular, zayıf zaman denen<br />
ikinci ve dördüncü zamanlara vurulur. Zayıf zaman vurgulamasına icracının<br />
verdiği yumuşaklık, esneklik, sözlük anlamı bakımından "sallanış, hareket,<br />
esneklik ve canlılık" gibi anlamlara gelen "swing" kelimesiyle anlatılır.<br />
Yoksa swing, bir türlü gürültülü ve hızlı tempolu caz müziği değildir.<br />
Notanın cazdaki önemi, Avrupa'nın alışılmış müziğinde olduğu kadar<br />
büyük değildir. Çünkü cazcılar çoğunlukla, verilen temler üstüne, doğaçtan<br />
çalarlar. Bu bakıma caz, doğaçtan çalma (improvisation) sanatını müziğe<br />
yeniden kazandırmıştır. Müziği, önceden hazırlanmaksızın aynı zamanda<br />
hem bestelemek, hem de seslendirmek sanatı, müzik sanatının ana ilkelerindendir.<br />
Halk müziği de doğaçtan çalışa ve söyleyişe dayanır. Yazılı<br />
müzik eski Yunan’da yaygınlıkla uygulanırdı. Fakat Hıristiyanlığın ilk yıllarında<br />
artık geçerlikten düşmüş, unutulmuştu. Kilise müziği doğaçtan söyleyişe<br />
dayanırdı. Fakat zamanla, melodilerin saflığım korumak ve dinsel törenlerin<br />
tutarlılığını sağlamak amacıyla, notalama yöntemlerinin geliştirilmesi<br />
gerekti. Gene de kilise şarkıcıları, doğaçtan söyleme isteklerinden<br />
vazgeçmediler. Gregor melodilerinin doğaçtan söyleyişlerle süslenmesi, değiştirilmesi,<br />
çoksesliliğe yol açtı. Bununla birlikte, müziğin evrimine çoğu<br />
kere engel olan kilise, şarkıcıların dinsel müziği özgürce söylemelerini istemediği<br />
için on altıncı yüzyıl ortalarında Trent Konseyi, doğaçtan söyleyişi<br />
yasak etmek zorunda kaldı. Bir yandan besteciler de doğaçtan söyleyişi ya<br />
da çalışı engelliyorlar, müziklerinin icracüarca değiştirilmesini istemiyorlardı.<br />
On altmcı yüzyılın çokses bestecileri, nitekim, öylesine karmaşık bir<br />
müzik yazdılar ki doğaçtan söyleyiş olanaksızlaştı. On yedinci yüzyılda bir<br />
yandan çalgı müziğinin, öte yandan da operanın gelişmesiyle çalgıcı ve şarkıcılara<br />
gene kendiliklerinden müzik yaratma koşulu ortaya çıkmış oldu.<br />
Opera şarkıcısı doğaçtan söylemeye yalnız erkin olmakla kalmazdı; müziğe<br />
kendinden birçok şey katması beklenirdi de... Çalgı müziğinde de, özellikle<br />
klavsen çalgıcılığında, doğaçtan çalış müzik yaratıcılığının başlıca yolu<br />
olmuş çıkmıştı. N e var ki gene besteciler doğaçtan seslendirmeye karşı<br />
durdular-. Mozart çağında doğaçtan çalışa artık yalnız kadanslarda erkinlik<br />
verilmeye başlandı. Gene de Bach’ın, Haendel’in, Mozart'ın, Clementi’-<br />
nin, Beethoven’in, on dokuzuncu yüzyılda da Mendelssohn’un, Liszt’in.<br />
Franck’ın doğaçtan çalış ustaları oldukları bilinir.<br />
Cazda çalgıcıların doğaçtan çalışı, yakın yıllardaki deneysel çabalar<br />
dışında, seçilen temin ölçü sayısı ve akor dizileriyle sınırlanmıştır. Cazda<br />
133
doğaç ya tek olarak, öbür çalgıların kimi kere yazılı, kimi kere doğaçtan<br />
eşliğiyle ya da toplu olarak, kontrapunta durumunda yapılır. Fakat caz yalnız<br />
doğaçtan çalışa dayanmaz; yazdı müziğe de yer verir. Cazda müzik yazan<br />
kişiye, yersiz kullandan bir terimle, "düzenleyici" (arranger) denir. Oysa<br />
caz düzenleyicisi, doğrudan doğruya bestecidir. Düzenleyici diye başkasının<br />
yazdığı tümlenmiş bir müziği, bir ortamdan başkasına, diyelim ki piyanodan<br />
orkestraya, aktaran kişiye denir. Oysa caz bestecisi çoğunlukla,<br />
kendi teminin ya da başkasının teminin üstüne çeşitlemeler yazan AvrupalI<br />
besteciyle aynı işi görmektedir. Cazda kullanılan tem kalıplan ya on iki<br />
ölçülü ve armonik yapısı belirli blues biçimine ya da halk şarkısı (popular<br />
song) biçimine uyar. Bu sonuncular genellikle, sekizer ölçülük dört bölüme<br />
aynlnuş otuz iki ölçüden kurulmuştur. Bununla-birlikte değişik bölünüşlerde<br />
halk şarkıları da vardır.<br />
Armoni bakımından caz müziğe yeni bir şey getirmemiş, Avrupa’nın<br />
geleneksel armoni kurallarından yararlanmıştır. M elodi bakımından, Avrupa’nın<br />
majör ve minör modlanna başvurulmakla birlikte, bu gamların yedinci<br />
ve üçüncü derecelerinin (diyelim ki do majör gamında mi ve si notalarının)<br />
yarım nota pesleştirilmesiyle "blues" gamı ortaya çıkmıştır. Son yıllarda<br />
bir yandan majör ve minör dışındaki makamlara, öte yandan on iki<br />
nota dizisinin olanaklarına da başvurduğu olmuştur. Caza belirli özelliklerini<br />
veren, melodi-ritm ilintisinin cazda kazandığı görünüşlerdir. Temelde<br />
"tema ve çeşitlemeler" ana biçiminin kullanıldığı cazda "korus tümce" denen<br />
ve solo çalgıcının yalnız temanın armonik temeline ve ölçü sayısına dayanarak<br />
yepyeni melodik-ritmik kuruluşlar yarattığı ortam, Avrupa müziğinde<br />
tam karşılığı olmayan, bununla birlikte çeşitleme biçimine benzetilebilecek<br />
bir anlatım aracıdır. Ses nesnesi açısından da caz ile Avrupa müziği<br />
arasmda ayrılıklar vardır. "Vibrato" (ses titretme), "glissando ve portamento"<br />
(küçük ya da büyük aralıklı kaydırmalar), ’ grovvl" tekniği (çalgı sesini<br />
gıcırdatmak) gibi tmı ya da tümce biçimi özellikleri Avrupa müziğinde<br />
ya yoktur; ya da ayrı görünüşlerde vardır. Ancak son yıllarda, insan sesinin<br />
çalgılarla yansıtılması yoluyla ortaya çıkan seslendirme özellikleri, A v<br />
rupa müziğinin çalgı tekniğine yaklaşan bir seslendirme türünün etkisiyle,<br />
geçerlikten düşmüştür. Cazda kullanılan bütün çalgılar, Avrupa müziğinde<br />
de kullanılmaktadır. Fakat caz, gerek bu çalgılara verdiği öncelik, gerekse<br />
orkestra kuruluşu bakımından, Avrupa müziği çalgılamasından ayrılmaktadır.<br />
Cazda en çok üfleme çalgıları (kamışlı ve bakır çalgılar) kullanılır<br />
ama, bunların da hepsi değil. Obua, korno, İngiliz kornosu cazda pek seyrek<br />
kullanılan çalgılar, trompet, alto, tenor ve bariton saksofonlar, klannet,<br />
trombon, piyano, gitar (eskiden banco), kontrabas (eskiden tuba), davul<br />
ve vibrafondur. Yaylı çalgılara var arp’a pek seyrek başvurulur.<br />
Sanat dünyası cazı, on altıncı yüzyılın sonlarına doğru başlayıp 1865<br />
yılında sona eren tutsak tecimine borçludur. Batı Afrikalı zenciler AvrupalI<br />
tecimenlerce Güney ve Kuzey Amerika toprağıpa taşınmasalardı ve ora<br />
134
da kölelik boyunduruğu altında yapmasalardı bugün caz denen müzik belki<br />
de varolmayacaktı. K öle teciminin doğurduğu toplum koşullan ve bunların<br />
zenci ruhuna olan etkisi caza -müziğin özü bakımından- ayına özelliğini<br />
vermiştir. Caz, türlü müziklerin bir araya gelip kanşmasıyla ortaya çıkmış<br />
bir müziktir: Afrika halk müziği, Amerika’daki zenci kölelerin iş şarkılan,<br />
tarla çağrılan ve "blues'lan, Ingiliz din müziği, Fransız hafif müziği<br />
ve özellikle ”quadrilleTeri, gene Fransızların bando müziği, İspanyol Am e-<br />
rikası müziği... Bütün bunlar zencinin potasında eridi ve en bol, en etkileyici<br />
gereç, "blues", ortaya çıkan müziğe ayına çeşnisini verdi.<br />
Caz, köleliğin kalkmasından sonraki yıllarda yavaş yavaş biçimlenmeye<br />
başladı. Kölelik acısının yerini bu kere boyunduruktan kurtulmanın sevinci<br />
almıştı. N e ki zenci gene yoksul bir kişiydi. Önceleri zenci müziğinin<br />
insan sesine dayanmasının nedeni, zencinin çalgı alacak parasının bulunmamasıydı.<br />
Sonraları, hele Amerika'nın iç savaşının artığı bando çalgılarını<br />
ucuz ucuz eline geçirdiğinde zenci, "blues"larını bu kere doğaçtan, bu<br />
çalgılar üzerinde denemeye başladı. Kölelik yıllarında zenciye doğru dürüst<br />
bir müzik eğitimi verilmemişti. Bununla birlikte, bir eğitim görseydi<br />
zenci, yarattığı müzik Avrupa geleneklerinin baskısında kalacak, yaratıcılığında<br />
en büyük etkiyi gösteren ırk özellikleri bu geleneklerin altında belki<br />
de ezilecekti.<br />
Yeni müziğe beşiklik etme görevi, Birleşik Amerika'nın Güney topraklarının<br />
ve Mississippi deltasının-en büyük şehri olan Yeni Orlean’a düştü.<br />
Olayların akımı rasgetirip de zenci müziği tarlada, köyde kalmaya zorlansaydı,<br />
Amerikan zencilerinin müziği bugün "hillbilly" müziğiyle, kovboy<br />
şarkılarıyla aynı önemde bir folklor müziği olarak kalmaktan ileri gidemeyecek,<br />
sanat kimliği kazanamayacaktı. Köy "blues"unun sanat olabilmek<br />
için uyması gereken ilk koşul, şehir "blues"u olmaya başlamasıydı.<br />
Caz müziği, tarihinin ilk evresi olan ve on dokuzuncu yüzyıl sonundan<br />
1917 yılma kadar giden süre içinde, Yeni Orlean’m eğlence bölgesi<br />
Storyville’de gelişti. Yeni Orlean cazının çalgılanmasını, hem de melodi ve<br />
armoni yanlarından düzenlenişini kesinliğe ulaştıran ilk müzikseverlerden<br />
birinin trompetçi Buddy Bolden olduğu bilinir. Trompetin ana çizgiyi,<br />
trombonun kaydırmalar ve noktalamalarla karşıt çizgiyi çalması, klarnetinse<br />
süslemeler yapmasıyla ortaya çıkan kaba çokses, bu türün ana özelliğidir.<br />
1917 yılında Washington’dan gelen bir buyrukla Stoıyville kapatıldığında<br />
işsiz kalan çalgıcılar kuzeye göç etmeye başladılar. Böylece caz önce<br />
Amerika’ya, sonra da dünyaya yayümanın yolunu tuttu. Bu ara Şikago’da,<br />
zencilerin müziğini duyan beyaz müzikseverler onların üslûbunu yansıtma<br />
çabasına giriştiler. 1917 yılının Storyville’in kapatılması yanında ikinci büyük<br />
olayı da, ilk caz plaklarının doldurulmuş olmasıydı. Bu plakları "Original<br />
Dixieland Jass Band" adlı beyaz topluluk yaptı. Cazın dünyaya yayılmasıyla<br />
birlikte 'Caz Çağı" adıyla anılan bir çağ da başlamış oldu. 1920 yılla<br />
135
n, çalışmaları caza yaklaştınlmaya çalışılmış sanatçıların çağıdır. Edebiyatta<br />
T.S. Eliot, John Dos Passos, Sinclair Lewis, Jean Cocteau, Blaise Cendrars,<br />
Avrupa müziğinde Stravinski ve Fransız Altıları, resimde Picabia ve<br />
İtalyan "futurist'leri hep, cazla beslendiği, cazdan esinlendiği öne sürülen<br />
davranışların simgesi olarak gösterilirler. Caz üzerindeki türlü yanlış görüşler<br />
ve dayanaksız inançlar da kanaklanm o çağda bulur. Cazm, savaş sonrası<br />
dünyasının kargaşalığım yansıttığı, geleneklere karşı bir başkaldırmanın<br />
anlatımı olduğu gibisinden türlü görüşler ileri sürülmüştür.<br />
Amerika’da 1929 yılında başlayan ve 1933 yılında Başkan Roosevelt'in<br />
"New Deal"i hazırlamasıyla giderilmeye başlanan ekonomik bunalım<br />
süresi, işsiz zencilerin para kazanmak için çoğunlukların beğenisine boyun<br />
eğmek, bunalım içindeki halkın sıkıntılarım hafif, tatlı bir müzikle gidermek<br />
isteğine uymak zorunluluğu yüzünden, caza yeni öğeler getirmiştir.<br />
N e var ki, dış etkileri cazm bünyesine sindirmeyi genel olarak içgüdü<br />
yoluyla çok iyi becerebilen usta caz müzikseverleri, hafif müziğin en bayağı<br />
özelliklerine bile bir soyluluk kazandırmışlar ve bu etkiyi cazı zenginleştirmekte<br />
kullanmışlardır. Gene de terimsel yola gitmenin caza kötü etkileri<br />
olduğu yadsmamaz. Yakın yıllara değin caz orkestralarının şarkın kullanmak<br />
zorunda olmaları, cazla etkilenmiş hafif müziği çok kişinin caz sanarak<br />
dinlemesi bu etkinin olumsuz yanlarıdır. Bununla birlikte, terimselliğe<br />
yönelmenin olumlu bir sonucu da, halkın büyük dans orkestralarına<br />
gösterdiği ilginin, Count Basie, Duke Ellington, Jimmie Lunceford gibi<br />
müzikseverlerin çalışmalarıyla, cazda büyük orkestra yazısının ve çalgüanmasının<br />
kesinleşmesi, klasikleşmesi olmuştur. Amerikalıların yanılarak kullandıkları<br />
bir terimle "swing çağı" diye adlandırdıkları klasik çağ, daha önceki<br />
çağlarda beliren eğilimlerin, bir dengeye, bir olgunluğa, bir anlığa vardığı<br />
çağdır. Fransız yazar AndrĞ Hodöir’in sınıflamasına uyarak caz tarihini,<br />
1917’den önceki Yeni Orlean cazım "İlkel", 1917 ile 1927 arası evreyi<br />
"Eski", 1927 ile 1935 arasını "Klasik öncesi", 1935-45 evresini "Klasik" ve<br />
1945’ten sonrayı ise "Modem" diye bölümlere ayırmak uygun düşer.<br />
Caz müziği, birçok önemli yaratıcı yetiştirmiştir. Etkileri en büyük<br />
olanlar arasında Louis Armstrong, Roy Eldridge, Dizzy Gillespie, Miles<br />
Davis gibi trompetçileri, Coleman Havvlrins, Lester Young, Charlie Parker<br />
gibi saksofoncuları, Earl Hines, Fats VValler, Lennie Tristano gibi piyanistleri,<br />
Fletcher Henderson, Duke Ellington, Count Basie, Jimmie Lunceford,<br />
Eddie Sauter gibi besteci ve orkestra yönetmenlerini sayabiliriz.<br />
Caz müziği, sesini dünyaya duyurmaya başladığı günlerden bu yana,<br />
Avrupa geleneğinde yazan bestecilerin de ilgisini çekmiş ve onların yaratış<br />
çalışmalarını etkilemiştir. Caz etkisinde yazılmış ilk senfonik yapıt diye<br />
Gershwin’in "Rhapsody in Bhıe"su gösterilir. 1924 yılında bestelenen bu<br />
parça cazın ancak Broadway operetleri ve halk melodileri yoluyla senfonik<br />
müziğe aktanlışının sonucu olduğu için, aslına uygun bir caz anlayışının<br />
Avrupa müziğinde yer alması olarak görülemez. Üstelik cazın, Avrupa<br />
136
geleneğindeki bir yapıta olan etkisinin de ilk örneği değildir. Bir yıl önce,<br />
1923’te Fransız bestecisi Darius Milhaud La Criation du Monde (Dünyanın<br />
Yaradılışı) balesini bestelemiş, daha da önce Stravinski, 1918’de "Ragtime"<br />
adlı parçasını yazmıştı. Bunlardan başka Debusşy’nin 1906-1908 yılları<br />
arasında yazdığı "Gollhvog’s Cakewalk" ve T h e Little Niggar” adlı par.<br />
çalan da, caz ritmlerini etkileyen Cakewalk dansının ritmine uygun olarak<br />
bestelenmiş olmalan bakımından, doğrudan doğruya caz etkisinde yazılmış<br />
parçalar olarak görülemezse bile, bütün ileri ve yeni akımlarla ilgilenen<br />
Debuss/nin, cazın bütün dünyada iyice sesini duyurduğu yıllara kalsaydı,<br />
gelişmiş durumuyla cazı, çağdaşlarına kıyasla herhalde daha büyük<br />
bir anlayış ve ustalıkla ele almış olacağım düşündürebilir.<br />
Nitekim, başta Milhaud ve Ravel’inkiler olmak üzere, 1920’lerde bestelenen<br />
caz etkisindeki müzikler, bestecilerin cazı da yanlış kaynaklardan<br />
tanıdıklarını ya da gerektiği gibi incelemeden kullandıklarını göstermektedir.<br />
Copland’ın piyano için "Caz Konsertosu", Honegger’in piyano konsertinosu,<br />
Carpenter’in "Gökdelenler'! karşımıza hep o kulaktan dolma caz anlayışım<br />
çıkarmaktadır. 1930’den sonra AvrupalI bestecilerin caza olan ilgisi,<br />
bir "moda” olarak "caz çağı"mn artık kapanmış olmasıyla, sönmüş gitmiştir.<br />
Bununla birlikte kimi besteci arasıra cazla ilgilenmiştir. 19S4 yılında<br />
İsviçreli besteci R o lf Liebermann’ın yazdığı "Caz Orkestrası ve Senfoni<br />
Orkestrası için Konserto"da daha sağlam bir caz anlayışına rastlıyoruz.<br />
Bundan başka, caz bestecilerinin de Avrupa müziğiyle gitgide daha çok ilgilenmeleri<br />
ve öğrenimlerini Avrupa geleneklerine uygun olarak yapmaları,<br />
iki müzik arasındaki yakınlaşmayı hızlandırmış, fakat bu yakınlaşma kim<br />
i kere caz öğelerinden ve niteliklerinden vazgeçilmesi uğruna olmuştur.<br />
Avrupa müziğinin geleneklerine özellikle biçim bakımından uygun hem de<br />
cazın vazgeçilmez öğelerine -doğaçtan çalış, daha da önemlisi sürekli temp<br />
o - yer veren bir yapıt, Bili Smith’in Klarnet Konsertosudur.<br />
Cazla Avrupa müziğini birleştirme çabalan, cazcılann klasik yolda,<br />
klasik eğitimden geçmiş bestecilerin de caz konusunda, bilgi ve görgü yetersizlikleri<br />
nedeniyle, ayrıklıklar dışında, başansızlığa uğramıştır. Cazla<br />
klasik müziğin koşut evrimleri bir kavşağa varamamıştır. 1960’larda Omette<br />
Coleman’ın başlattığı “Free Jazz” (özgü r Caz) akımı, o yılların politik<br />
kaynaşmalannm, kurulu düzene karşı koyma eylemlerinin, özellikle zenci<br />
kimliğinin saptanması çabalarının müzik alanındaki başlıca simgelerinden<br />
biri olmuştur. Avrupa müziğindeki doğaçtan yaratış ve özgür biçim araştırmalarına<br />
koşut olarak gelişen özgür Caz, 1970’lerde tavsamaya başlamış,<br />
gitgide tümüyle yokolmuştur. Hem de, cazda yazılı müzikle doğaçtan çalışı<br />
birleştirme bakımından yeni yollar arayan Bob Graettinger, George Russell,<br />
T eo Macero, Charles Mingus, Gil Evans gibi önemli yaratıcıların öncü<br />
girişimleri gitgide izleyicilerden yoksul kalmış ve caz 1980’lerde, gene<br />
klasik müziğe koşut olarak, bir yandan kısır bir gelenekçiliğin, öte yandan<br />
terimsel müziğin, pop müziğinin en bayağı kalıplarına imrenen bir çıkarcı-<br />
137
Lığın tutsağı olmuştur. Bundan böyle ancak bir yeniden doğuş cazı birçok<br />
ölü müzikten biri olarak kalmaktan kurtarabilir.<br />
BARTOK VE K Ö Y M Ü ZİĞ İ<br />
Yirminci yüzyıl bestecilerinin, kendi dışlarındaki dünyaya taşmak istediklerinde,<br />
caza kıyasla çok daha sık başvurdukları bir ortam, halk müziği,<br />
büyük kentlerin dışındaki halk müziği olmuştur. Bu yolda Macar bestecisi<br />
Bela Bârtok (1881-1945) aynı yolu tutan bütün bestecilerce örnek alınmıştır.<br />
Bartok, yirminci yüzyıl müziğinde ulusalcılığın simgesidir. Macar köy<br />
müziğinin bilinmeyen birçok yanını gün ışığına çıkaran ve kendi yapıtlarını<br />
bu müziğinde geri kalmış bütün küçük ülkelerde ulusal müzik yaymak isteyen<br />
bestecilerin örneği olmuş, fakat ne yazık ki, ulusal bir bestecinin ne olması<br />
gerektiği yolunda Bartok’un yapıtlarıyla olsun, sözleriyle olsun ulaştırdığı<br />
bildiriyi bunlardan pek azı kavrayabilmiş, daha doğrusu, gerçekleştirebilmiştir.<br />
Bartok, ulusal müzik konusunda şunları diyor: "Ulusal bir bestecinin<br />
müzik dili, ana dili gibi olmalıdır. Oysa, kültürü henüz gelişmemiş olan ülkelerde<br />
müzik eğitimi, bu kendiliğindenliğin, bu doğallığın engelidir. Geleneksel<br />
ve yerleşmiş eğitim yöntemlerinin kullanılmasına gerçi karşı durulamaz<br />
ama, yerel denebilecek bir anlatımın edinilmesinde bu yöntemlerin<br />
yararlı değil, zararlı olduğu da bir gerçektir."<br />
'Dünyada pek çok küçük ülke, buna karşı pek az sayıda büyük besteci<br />
-yüzyıl başma on ya da on beş kadar- vardır. Bu küçük ülkelerin hepsinin<br />
büyük ulusal müzik vermeleri beklenemez. Eninde sonunda ancak<br />
güçlü, amaçlı ve kişiliği olan besteci yurduna haritada bir yer sağlayacaktır.<br />
Başka türlüsü düşünülemez bile...”<br />
"Halk müziğinin sağladığı gereçlerden yararlanılması, bunların ya oldukları<br />
gibi ya da benzetme yoluyla, evrensel ya da yabana eğilimleri olan<br />
eserlere rasgele serpiştiriimesi demek değildir. Amaç, bu gereçlerdeki özü,<br />
anlatımı, bestecinin kişisel üslûbuna sindirebilmesidir. Onun için bestecinin<br />
halk müziğiyle haşır neşir olması, bu müziğin dilini, anlatımını,kendi<br />
ana diliymiş, kendi öz anlatımıymış gibi rahatlıkla kullanabilecek hüneri elde<br />
etmesi gerekir."<br />
Bartok, Macaristan’ın gerçek halk müziğini aramaya 1905 yılında başladı.<br />
O yıla varana kadar Brahms ve Richard Strauss etkisinde bestelemiş,<br />
fakat bu etkilerin çıkar yol olmadığım anlamış, kendine başka kaynaklar<br />
aramaya koyulmuştu. Bartok, konservatuar arkadaşı Kodaly ile birlikte,<br />
gerçek Macar müziğinin, Liszt’in tanıttığı çingene müziğinden ayrılığını tanıtlamak<br />
amacıyla, köylere gidip Macar halk melodilerini toplamaya başladı.<br />
Halk müziği toplama yolundaki çalışmalarım Bartok daha sonra çevre<br />
ülkelerde de sürdürdü ve bu ara 1935 yılında yurdumuza da gelerek Andolu’da<br />
araştırmalar yaptı. 1905 yılında bestelediği Orkestra İçin Birinci Süit,<br />
138
u araştırmalarının ilk evresinin etkilerini taşır. Sonraki birkaç yıl içinde<br />
verdiği yapıtlar hem de Debussy izlenimciliği yolundadır. Birkaç yıl süreyle,<br />
hem batıdaki ülkelerde müziğin ne yolda geliştiğinden habersiz, hem<br />
de gerçek Macar köy müziğinin varlığını bile bilmeyen kentliler. Bartok’un<br />
müziğini tepkiyle karşıladılar.<br />
Müziğinin özellikle Debussy’ye ve Stravinskinin ilk yapıtlarına dayanması<br />
bakımından Bartok’u bir müzik dili yenileyicisi olarak görmek güçtür<br />
ama, Macar köy müziğiyle beslenen kişiliği Bartok’un müziğine aynca özelliğini<br />
ve üstün değerini vermektedir Bestecinin Amerika’ya göç etmeden<br />
önce yıllar yılı yaşadığı Orta Avrupa’da hayat güçlükleri, çevresinde olup<br />
bitenlerle müziği arasındaki ilintiler, Bartok’un çoğu yapıtına özle ilgili nitelikler<br />
kazandırmıştır. Umutsuz, bunalımlı, fakat gerçeklerin tanınmasından<br />
ve kaçamak yolları aramadan bunların yaşanmasından yeğinliğini alan<br />
anlatımı, Bartok’un müziğine öz bakımından soyluluğunu kazandırır. Bartok<br />
asıl, müziğin insansı yanıyla bir yirminci yüzyıl bestecisidir. Bunun yanında<br />
Bartok, teknik bakımından, yöntemleri bakımından, dili bakımından<br />
da çağdaş müziğin kalburüstü yaratıcılanndandır. N e var ki Bartok bu yönden<br />
bir öncü, bir bulucu değil, başka bestecilerin getirdiklerim kendi müziğinin<br />
gereklerine göre yorumlayan, böylece bü yeniliklerin, denenmiş olmaktan<br />
ileri gelen bir sağlamlıkla, yerleşmesini tanınmasını, daha yaygın<br />
bir geçerlik kazanmasını sağlayan bir aracıdır.<br />
Bartok’un folklorcu yamna bir göz atalım. Görürüz ki Bartok müziğinin<br />
ritm özellikleri doğrudan doğruya, ilkel müziğin, köy müziği ritmlerinin<br />
yorumuna dayanmaktadır. Bartok halk müziği toplamaya gerçi ulusala<br />
bir davranışla girişmiştir. Fakat yurdunu bu yolla sanat haritasına yerleştirmek<br />
gibi bir amaa yoktu. Macaristan eninde sonunda Bartok sayesinde<br />
dünyanm müzik haritasında üstün önemde bir yer kazandıysa da, bestecinin<br />
kendi sözlerinde de belirttiği gibi, yaratıanın kişiliği ile olmuştur. Bartok’un<br />
folklor araştırmaları şu gerçeği ortaya koymuştur: İlkel müzik, ritm<br />
bakımından, çoğunlukla, Avrupa'nın sanat müziğine kıyasla, daha zengindir.<br />
özellikle, bakışırhğı (symetrie) olmayan ritmler bakımından yepyeni<br />
bir görünüş taşıyan bu müzikten Bartok, kendi müziğinin yapısında yararlanmış,<br />
hem de birçok besteciyi bakışırhksız yapıya doğru götürmüştür. A r<br />
moni bakımından Bartok’un müziğindeki koşut yedinciler, dokuzuncular<br />
doğrudan doğruya Debussy’ye dayanmaktadır. Bundan başka artmış akorlar,<br />
üçüncü ve akmaların parça tonalitesinden özgür olarak, kromatik ilerleyişleri<br />
tonalite duyusunun dağıtılması yolunda görev kazanmaktadır. D e<br />
nebilir ki Bartok, çağdaş Viyana okulunun dizisel bestecilerinin tersine,<br />
ses götürme sorunlarıyla ve çokses sorunlarıyla ancak, ilkel ritmlerin vuruculuğunu,<br />
yeğinliğini belirtmek için uğraşmış ve kakışmaları da bu amaçla<br />
kullanmıştır.<br />
Yaylı dörtlüleri, Bartok’un sanat hayatınm bir özeti sayılabilir. Yirminci<br />
yüzyıl müziğinin bu ortamdaki baş yapıtları diye gösterebileceğimiz<br />
139
altı tane dörtlüsüne bakarak Bartok’un evrimini izlemek eldedir. 1907 yılında<br />
yazdığı ilk dörtlüde, bir yandan Wagner, öte yandan Debussy etkileri,<br />
bunların yanında, Kodaly’in sözüyle bir "psikolojik birlik" vardır. 1917<br />
yılında yazdığı ikinci dörtlüde, folklorun sağladığı ritm gereçlerini kişiliğine<br />
sindiren bir Bartok karşımızdadır. 1927 yılında yazdığı üçüncü dörtlüde<br />
Bartok bu kere, Schoenberg’in dizisel dilinin yapıyla ilgili sorunlarım yorumlamakla<br />
uğraşıyor; dört yaylı çalgının tınılarının araştınlışı, yazınm daha<br />
çok orkestra yazısına yakmlaşışı, yapıtın öbür özellikleridir. Bir yıl sonra<br />
yazılan dördüncü dörtlü, bir öncekinde girişilen araştırmaların geliştirilmiş,<br />
sağlamlaştırılmış durumu olarak görülebilir. 1934 yılında bestelenen<br />
beşinci dörtlüde Bartok’u "klasikleşme" eğilimleri içinde görüyoruz. İlk bölümde<br />
sonat biçimi, İkincide lied biçimine yaklaşış, üçüncüde halk müziğine<br />
dayanan bir scherzo... 1940 yılının ürünü altıncı dörtlüde besteci kendine<br />
özgü bir biçim denemesine girişmiştir: Yapıtın dört bölümü aynı konuya<br />
dayanıyor ve her bir bölümün başında bu konu, ayrı kılıklarda sunuluyor.<br />
Görmek gerekir ki Bartok’un biçim alanındaki araştırmaları genellikle<br />
olgun bir yeni biçim kavramına, sağlam bir "büyük biçim" sürekliliğine<br />
ulaşmış, bu bakımdan deney düzeyinde kalmıştır. Birçok müziğinde, artlarda<br />
dizilmiş kısa bölümlerden her biri, bestecinin öngördüğünden başka bir<br />
sıralamaya da uyabilirmiş izlenimini vermekte, böylece bunlar, bir sözün<br />
ardından bir başkasının gelmesindeki düşünce bağının kaçınılmazlığından<br />
yoksun kalmaktadır.<br />
Bartok, Macaristan'ın Nazilerle işbirliği etmesini hoş karşılamadığı<br />
için kendini sürgün etmek zorunda kalmıştı. Amerika’da geçim durumunu<br />
düzeltemedi. Columbia Üniversitesinin zengin folklor arşivini düzenlemek<br />
için aldığı ücret ve müziğinin getirdiği para zorla yetiyordu. Sağlık durumu<br />
gün geçtikçe kötüleşmeseydi kendini gene de mutsuz saymayacaktı.<br />
Gururlu bir kişi olduğu için de dostlarının, demeklerin yardım isteklerine<br />
de yanaşmıyordu. Amerika'da yazdığı yapıtların en önemlisi -çoğu eleştirmenin,<br />
dörtlüleri dışında, Bartok’un en önemli yapıtı diye gördüğü- Orkestra<br />
Konsertosu oldu. Son yazdığı, tamamlayamadan öldüğü üçüncü piyano<br />
konsertosu "acılan aşmış, öteki dünyanın eşiğine varmış bir insanın<br />
iç huzurunu..." yansıtır. Bu konsertoyu, Bartok’un yakın dostu ve öğrencisi<br />
Tibor Serly bitirmiştir.<br />
STRAVİNSKİ’N İN Ç E LİŞ İK DURUMU<br />
İgor Stravinskı (1882-1971) bugün müzik tarihindeki durumunu, yüzyıl<br />
ortasından kırk yıl kadar önce bestelediği iki yapıtıyla, Petıuşka ve -ö -<br />
zellikle- Le Sacre du Printemps (Bahar Töreni) bale müzikleriyle sağlamıştır.<br />
Geri kalan müziklerinin büyük bir çoğunluğu, hele 1920’den sonra<br />
yazdıkları, henüz sürüp giden tartışmaların konusudur.<br />
140
Stravinski de, Bartok gibi, izlenimcilikle ve folklorla işe girişmiştir.<br />
Ancak Starvinski, bir folklor bilgini olmadığı gibi, ulusal müzik amaçlan<br />
da yoktur. Nitekim sonralan, izlenimciliği de, ilkel müziğin dürtüsünü de<br />
bir yana bırakmış, geçmişteki büyük ya da küçük ustalara özenme yoluyla<br />
müzik sanatına yeni bir şeyler getirmeye çabşmıştır. Stravinski’nin önemini<br />
tartışma konusu yapan davranışı da işte bu eskiye yönelişidir.<br />
Stravinski "Petruşka ’yı, piyano ve orkestra için bir konser parçası olarak<br />
tasarlamıştı. Nitekim yapıta önce "Konser Parçası” adını vermeyi düşündüyse<br />
de baktı ki, bale sahnesi için hazırlanan bir müziğe böyle bir ad<br />
vermek, aldatıcılıktan uzak olması bakımından uygun düşmez, adı değiştirdi<br />
ve balenin konusu olan Rus kukla oyununun bahtsız kahramanının adını<br />
verdi. 1911 yılı yazında oynanan bale Stravinski’nin, bir yıl önce "Ateş<br />
Kuşu" balesiyle edinmiş olduğu ünü sağlamlaştırdı. Stravinski artık yeni<br />
müziğin peygamberi sayılıyordu. Bu ara "futuriste" Marinetti sokaklarda<br />
"Kahrolsun Wagner! Yaşasın Stravinski" yazıh levhalarla dolaşıyordu.<br />
Genç sanatseverler için "Petruşka", gelenek ve biçimcilik boyunduruğundan<br />
kurtuluş bayrağı Olmuştu.<br />
İki yd sonra ilk olarak sunulan "Le Sacre" ise, Stravinski’nin yenileyici<br />
çalışmalarım sürdürüyordu. Müzik dünyası artık bir seçme yapma durumundaydı.<br />
Y a yapıtı, dengesiz bir gencin gösteriş hevesi sayıp yadsımak,<br />
ya da devrimci bir yenilik sayıp baş üstünde tutmak. Yapıtın ilk çalmışında<br />
olup bitenler eninde sonunda müzik dünyasının "Le Sacre" karşısmda<br />
ikinci yolu seçtiğinin tanıtı olarak görülebilirdi. Dengesiz bir gencin saçmalıklarına<br />
gülüp geçmeliydi. Oysa 29 Mayıs 1913 günü Paris’in Champs-Elys£es<br />
tiyatrosunda çağımızın sanatının en büyük skandallarmdan biri koptu.<br />
Librettosunu Stravinski ile Nicolas Roerich’in hazırladığı, dekorlarım da<br />
Roerich’in yaptığı bu bale oyununun o akşamki ilk sunuluşunda orkestrayı<br />
Pierre Monteujc yönetiyordu. Perde açdalı birkaç dakika geçmiş geçmemişti<br />
ki yükses sesli protestolar, yuhalar, ıslıklar duyulmaya başlandı. Böyle<br />
bir müziğin, müzik sanatının köküne kibrit suyu döktüğünde inanan gericiler,<br />
bütün kinleriyle, bütün hınçlarıyla, müzik sanatım aslında yeni ufuklara<br />
doğru götüren başyapıtın üstüne kin ve nefret kusuyorlardı. Gürültü arttıkça<br />
artıyordu. Bu ara Saint-Saens "Stravinski bir dahidir" diye haykırıyordu.<br />
Avustuıya elçisi alaycı kahkahalarla gülüyor, Florent Schmitt buna karşı<br />
elçiye küfrediyordu. Bu patırtı arasında Debussy ise "lütfen gürültü etmeyiniz<br />
de şu nefis müziği dinleyeyim" diye çevresindekilere yalvarıyordu.<br />
29 Mayıs 1913 günü olup bitenler, Stravinski’nin sinirlerini altüst etti.<br />
Besteci İsviçre'ye dinlenmeye çekildi. Acaba müziğine olan güveni sarsdmış<br />
mıydı? Gerçi yapıt aynı yd Londra’da da sunulmuş, bu kere dostça<br />
karşılanmıştı. Bir yıl sonra ise Paris’te bir senfoni konserinde dinletildiğinde<br />
yuhalatın, ıslıkların yerini candan alkışlar almıştı. Gene de Stravinski’<br />
nin birkaç yd sonra "Le Sacre"daki davranışının tam tersi bir üslûpta yazmaya<br />
başlamış olması, 29 Mayıs 1913 gecesi olup bitenlere bağlanabilir.<br />
141
Stravinski "Le Sacre''da ne yapmıştı? Eleştirmen Guido Pannain bunu şöyle<br />
anlatıyor "Yapıt, Stravinski’nin yaradılışmdaki barbarlığın dışarı vuruluşunun<br />
sonucudur. Stravinski’nin müzik duyusu, bütün ilkellerde olduğu gibi,<br />
harekete, demektir ki ritme bağlıdır."<br />
O ilk gece boyunca ffatırtı koparanlar, kendi içlerindeki ilkelliğin kımıldanmaya<br />
başladığım sezdikleri için, utançlarından, bu yolda bir tepki<br />
göstermiş olabilirler. Belki Stravinski de aynı utanç duyguşuna kapıldığı<br />
için sonraları yol değiştirmeyi uygun görmüştür. Hele, Stravinski gibi konservatuar<br />
eğitimi olmayan, kendi kendini yetiştirmiş bir bestecinin, Paris<br />
gibi müzik çevrelerinin akademik görüşlere bağlılığı ile ünlü bir kentte bu<br />
yolda bir tepkiyle karşılaşmış olması sanatçının ruhunda bu yolda birtakım<br />
aşağılık duygulan uyandırabilirdi. Bu açıdan bakıldığında Stravinski’nin yaratış<br />
hayatındaki önemli günün, klasik yolda salt müzik yazmaya başladığı<br />
1923 yılı değil, 1913 yılının o Mayıs gecesi Olduğu görülebilir. Bir yandan<br />
akademik kalıplarla, öte yandan yüzyıllann birikintisi küflü gelenek artıklarıyla<br />
beğenileri koşullanmış kişilerin tepkisi Stravinski’yi bir gerçekle karşı<br />
karşıya getirmişti. Stravinski’nin 1913’ten sonra verdiği yapıtlar hep, bu bilinç<br />
içinde yazılmıştır. Stravinski bir üslûp kapısından ötekine koşmuş, gerçi<br />
hiçbir zaman güçlü kişiliğini, sanatçı şerefini hiçe saymamış, fakat "Le<br />
Sacre" çapında ve yolunda bir yapıt daha verememiştir. Bunların arasında<br />
bir köy düğününün anlatan Les Noces (Düğün) kantatı, gezgin tiyatro<br />
kumpanyalarının müziğini andıran Renard (Tilki) operası, bir asker kaçağıyla<br />
şeytanın çatışmasını anlatan Histoire du Soldat (Askerin Öyküsü) melodramı,<br />
ilk caz parçalatma benzemeye çalışan Ragtime, on sekizinci yüzyıl<br />
İtalyan bestecisi Pergolesi’nin müziğine dayanan Pulcinella balesi vardır.<br />
Stravinski, gitgide, eski ustalarının yansılayıcısı olmaya başlamıştır.<br />
Stravinski bugün "Petruşka" ve "Le Sacre" ile kendisine yakıştırılan<br />
"devrimci" tanıtımını da üstüne almak istememektedir. Ama, yeni davranışı<br />
Stravinski’yi halka daha çok yalanlaştırmış mıdır? Bu soruya besteci "hayır"<br />
cevabını veriyor ve diyor ki: "Dinleyicilerim, müzik düşünüşümün ilerleyişini<br />
izlemeyi beceremiyorlar. Bunu istemiyorlar bile. Beni heyecanlandıran,<br />
bana tad veren şeyler onları ilgilendirmiyor. Onları ilgilendiren şeylerse<br />
artık beni çekmiyor. Bu yüzden dinleyicilerimle aramda bir ruh uyuşması<br />
hemen hemen hiçbir zaman olmamıştı diyebilirim. Bir sanatçı, kişiliğini<br />
korkusuzca açıkladığında, anlaşılması olanağı azalır. Buna karşı, kendisine<br />
yabana olan, kendinde olmayan şeyleri tuttukça, halkın çoğunluğuyla uzlaşma<br />
kolaylaşır ama bu da aslmda, kaçınılması gereken bir yoldur, tehlikeli<br />
bir yoldur." Bu sözleri söyleyen bugünün Stravinski’sidir. Oysa sanılabilir<br />
ki bu sözleri söyleyen, "La Sacre”ın ilk temsili bittikten sonra konuşan<br />
bir Stravinski’dir. Nitekim "Le Sacre"da kendi dışmda kalan etkileri<br />
en aza indirmiş, bunları da güçlü kişiliğiyle örtmeye çalışmıştır, yepyeni<br />
sözler söyleyen, müzik sanatına yeni bir dil getiren bir sanatçı olarak halkın<br />
karşısma çıkmıştır. Anlaşılmayacağı, tepki göreceği kestirilebilirdi. N i<br />
142
tekim gördü de... N e var ki, tarihin verdiği sayısız örneğe bakarak şu da<br />
kestirilebilirdi: Böyle bir sanatçının ergeç anlaşılacağı... Bu da oldu. Oysa,<br />
ilk adımda ağzı yanan Stravinski geleneklere yönelmiş, bu yönelmeyi hem<br />
de çoğu kere gelenekleri doğrudan doğruya yineleyerek yapmıştır. Pulcinella’dan<br />
bu yana Stravinski’yi (arasıra aynı yapıtın içinde, Bach’ı, M o<br />
zart’ı, Rossini’yi, Weber’i, Gesualdo’yu, Beethoven’i, Çaykovski’yi, Schoenberg’i,<br />
W ebem ’i izlerken görüyoruz. N e var ki taktığı bütün maskelerin altında<br />
Stravinski kişiliği hep kendini göstermiştir, ö y le bir maske düşününüz<br />
ki, onu takan kişinin yüzünü gizleyemesin, 1920’den sonra Stravinski<br />
müziği işte böyle yabansı, çirkin bir görünüşün ta kendisidir. Son yıllarda,<br />
bir zamanlar kötülediği bir yolda, Schoenberg’in dizisel dilinde yazması<br />
Stravinski’nin, o ilerlemiş yaşmda, henüz aranmakta olduğunu gösteriyordu.<br />
Gerçi seçtiği bu yeni yolun, Stravinski kişiliğini gölgeleyici bir etkisi olmamıştır.<br />
Fakat bu yolda da Stravinski, müzik tarihinde çığır açan ilk<br />
önemli etkisini tazelemiş değildir<br />
Stravinski’nin gelenek konusunda bir aşağılık duygusu içinde olduğunu<br />
görmezlikten gelemeyiz. Kendi yurdunun, Rusya’nın batı ülkelerindeki<br />
zengin müzik geleneğinden yoksun olduğunu düşünmesi nedeniyle, gitgide<br />
içinde yetiştiği Rus müzik çevresini ve bu çevrenin önemli kişilerini hor<br />
görmeye başlamış, kendini batıdaki ülkelerin müzik geleneklerine yamamaya<br />
çalışmıştır. Rusya'nın sanat müziği alanında gecikmiş bir ülke olduğu<br />
doğruysa da, Çaykovski gibi tek bir önemli bestecinin bile bir büyük geleneği<br />
başlatmaya yeter olduğunu Stravinski düşünememiş, görememiş ya<br />
da tanımak istememişti. Stravinski*ye büyük etkisi olan Çaykovski’nin ardından<br />
Tetnışka"nın, "Le Sacre'ın Stravinski’sinin gelmesi artık, başta<br />
Stravinski’nin kendi olmak üzere, Rus bestecilerinin Alman, Fransız ya da<br />
İtalyan geleneklerine özenmelerini gerektirmeyecek oranda güçlü bir Rus<br />
müzik geleneğinin kurulmuş olduğunu tanımalarını gerektiriyordu. Bu geleneğin<br />
bir önder geliştiricisi olan Stravinski’nin hem kökenini, hem de kişiliğini<br />
biçimlendiren en önemli öğeleri küçümseyip, başka geleneklerin kapışım<br />
aşındırması ve bu çabasının ürünü olarak da, yüzyılımızda bir önemli<br />
bestecinin yazdığı en kötü yapıtları birbiri ardına vermesi gerçi ilginç,<br />
ama ilginç olduğunca üzüntüyle karşılanacak bir durumdur.<br />
H1NDEMITH VE YE N İ K LA S İK Ç İLİK<br />
Yeni klasikçilikten anlaşılması gereken, eski üslûpların benzetme yoluyla<br />
eski bir çağdan yenisine aktarılması değil de, geçmiş günlerin üslûplarındaki<br />
ve biçimlerindeki anlamların yansıtılmasıysa, yüzyılımızda Stravinski<br />
değil Hindemith bu yolun en önemli simgesi olarak gösterilmiştir. Yalan<br />
yıllarda bir Stockhausen’in belirmesine değin yüzyılımızın en seçkin,<br />
hem de en verimli Alman bestecisi sayabileceğimiz Paul Hindemith<br />
(1895-1963), türlü kollan olun bu dinin peygamberi değilse bile, ileri ge<br />
143
len iki üç önderinden, yol göstericisinden biridir<br />
Genel olarak yeni klasikçilik akımı ve Hindemith’in bu yolda varlığı,<br />
İtalyan bestecisi ve piyano virtüözü Ferruccio Busoni’nin (1866-1924) görüşlerine<br />
bağlanır. Bununla birlikte, iki bestecinin durumları arasında bağlantı,<br />
hem Busoni’nin, hem de Hindemith’in açısından yanlış anlaşılmalara<br />
yol açabilir. Unutmamalı ki Busoni’nin görüşleri, Hindemith’inkinden<br />
apayrı bir yolun yolcusu olan Varbse’i de koşullamış, giderek elektronik<br />
müziğin düşünce temeline bir katkıda bulunmuştur. Hindemith gibi geriye<br />
dönük bir bestecinin, hayal gücünü ileriyi gözeten bir serüvenin buyruğuna<br />
bağlamak yerine geçmiş günlerin biçimlerinin ve düşünüşlerinin rahatlığına<br />
sığındırmayı seçmiş bir işçinin, Busoni’yle doğrudan doğruya ilintisi<br />
olabilir? Bu sorunun karşılığım Busoni'nin çok yanlı bir düşünür olmasında<br />
ve görüşlerinin ilerici yanının kendi müziğinde bir yankı bulmamasında<br />
arayabiliriz. Busoni müziği her türlü insansı ilişkiden sıyırmak, iyice soyutlaştırmak<br />
isterdi. Giderek müziğin dinlemek için değil, okumak için olduğunu<br />
bile söylediği olmuştur. Oysa Hindemith’in müziği, Busoni’nin görüşlerini<br />
yansıtıyor sayılamaz. İnsana, sıcak, taşıdığı anlam nota sayfalarını<br />
aşan, kulağa, zihne ve duygulara uzanan bir müziktir Hindemith’inki. Busoni’nin<br />
kurduğu türden müziği bir başka Alman, Max Reger (1873-1916),<br />
hem geriye dönük, hem de salt müzik ülküsü adına doğaya, edebiyata, müzik<br />
dışı esinlere sırt çevirmiş besteleriyle çok daha iyi gerçekleştirmiştir.<br />
Çizgi yazışma dayanan, eski kontrapunta biçimlerine uzanan, kupkuru bir<br />
bilgitaycılığm örneği olan Reger, gerçi giydiği genel yargıyı olumlu yönde<br />
yalanlayabilecek yapıtlar vermiştir (Requiem’i, piyano konsertosu). Ama<br />
bunlar, müziğinin genel nitelikleri içinde ayrık olarak kalmaktadırlar. Müziğindeki<br />
coşku kıtlığı, buluş gücü darlığı, yaşantı yokluğu, bestecinin seçtiği<br />
yolun kaçınılmaz sonuçlan değil, her şeyden önce yaradılışının yükselttiği<br />
engellerin görünüşleri olarak yorumlanabilir. Oysa Hindemith’in, Busoni<br />
açısını savunmak için verdiği yapıtlarda bile, Reğer’de kusur diye gördüğümüz<br />
özellikleri taşımayan bir müzik yazmış olması, daha kişisel ve daha<br />
az nesnel bildirisi olan bir bestecinin önlenmez taşkınlığının ürünüdür.<br />
Bütün bunlar Hindemith’i bir büyük besteci olarak görmemize yetiyor<br />
mu? Müziğinde üstün bir güzellik bulmamıza elveriyor mu? Bir başka<br />
çağda, Hindemith’in kendini güven içinde bulduğu eski günlerde, belki yeterdi.<br />
Oysa yirminci yüzyılın müzik dilindeki aşamalarının getirdiği yeni<br />
bir duyarlığın açısından Hindemith’i, yapıtlarının büyük bir çoğunluğunda,<br />
bu yolda nitelendirmek elde değildir.<br />
1921 yılında, sonradan yurdumuzdaki çalışmalarıyla yakından tanıdığımız<br />
kemana Liko Am ar ile birlikte kurduğu, çağdaş müziğin yayıcılığını<br />
yapan Amar-Hindemith dörtlüsüyle Milletlerarası Çağdaş Müzik Demeği’nin<br />
Salzburg toplantısında çalınan Op. 16 yaylı dörtlüsü, Hindemith’in<br />
yaratış hayatının dönüm noktalarından sayılabilir. Bu yapıttan önce Reger,<br />
Strauss ve Mahler etkileri Hindemith’in yaratıalığını esinlemiştir. Sonra<br />
144
Hindemith, romantizmden uzaklaşmış, çizgi yazışma dayanan bir üslûba<br />
yönelmiştir. Bununla birlikte Hindemith için, romantizmin dış görünüşlerinden,<br />
genellikle taşkınlık sayılan davranışlarından uzaklaşmak, duygudan,<br />
anlatımdan uzaklaşmak demek değildi. Hindemith’in, yaratış hayatının<br />
bu evresi, Almanya'nın içinde bulunduğu savaş sonrası durumunun<br />
korkunç bunalımlarım, yoksulluğunu, kararsızlığım yansıtan, kimi kere<br />
alaya, kimi keire küskün, kimi kere öfkeli, genel olarak umutsuzluğu mizahla<br />
ve zoraki eğlendiridlikle örtme çabasını taşıyan yapıtlarla sona erer.<br />
O yılların toplum koşullan, ülkenin geleceğe umutsuzlukla baktığı günler,<br />
Hindemith’in Oda Müziği No. 1 gibi, üçüncü dörtlü gibi, 1922 adını taşıyan<br />
piyano süiti gibi yapıtların esin kaynağı olmuştur.<br />
Hindemith’in romantizmden ayrılıp daha nesnel ve "işe yarar" bir müziğe<br />
yönelmesini çevresinin koşullan çabuklaştırmıştı^ Hindemith’in Gebrauchmusik<br />
("yararlı müzik” diyebiliriz) görüşü, o günlerin a a görgülerinin<br />
bestecide bıraktığı izlerin bir sonucudur. Hindemith’e göre "müzikte bugün<br />
arz ile talep arasında esef edilecek bir uyuşmazlık” vardır. Tartışılmaz<br />
bir gerçek. Bu durumda besteci ancak ne amaçla, ne için, kimin için, kimin<br />
isteği üzerine yazdığım bilerek bestelemek zorundadır. Yalnız bestelemek,<br />
yalnız yaratmak amacıyla beste yapıldığı günler artık, belki de bir daha<br />
geri dönmemek üzere, tarihe kanşmıştır. Nitekim Hindemith "yararlı<br />
müzik" alanında birçok yapıt vermiştir. Piyanda (mekanik piyano) için<br />
Toccata, radyo için türlü müzikler, ilkokullarda bile oynanabilecek Bir Şehir<br />
Kuralım adlı çocuk operası, müzik yaymalarının isteklerine uygun, türlü<br />
çalgüar için yapıtlar, vb.<br />
Hindemith’in müziğinde ilk yumuşama belirtileri, 1932 yılında Wilhelm<br />
Furtwaengler’in Berlin Filârmoni Orkestrası için yazdığı "Filârmonik<br />
Konserto" da ve bir yıl sonra bestelediği yaylı üçlü’de görünür. 1933 yılı<br />
Almanya’da Hitler boyunduruğunun başladığı yıldır. Artık Alman müziği,<br />
ikinci Dünya Savaşının sonuna kadar sürecek olan bir karanlığa gömülecek,<br />
Nazi rejimi, çağımızın bütün dikta rejimlerinde olduğu gibi, ileri sanatı,<br />
uyumcu olmayan sanatı, kişiliğini, bireyliğini elde tutmak isteyen sanatçıyı<br />
susturacaktır. Bu ara Hindemith’in müziği yasak edilecek, dostu Furtwaengler’in<br />
savunması işe yaramayacak, Hindemith özgürlüğü seçecek, A l<br />
manya’dan uzaklaşacaktır. Nazi partisinin ileri gelenlerini öfkelendiren yapıt,<br />
Mathis derMaler (Ressam Mathis) operası olmutur. Nazi büyükleri yapıtı<br />
yasak etmişler ve sebep olarak da müziğin "romantik olmamasını" öne<br />
sürmüşlerdi. Oysa "Mathis", Hindemith’in yumuşama evresinin simgesidir<br />
ve Brahms’ın romantik-klasikçiliği türündedir. Nazileri öfkelendiren gerçek<br />
nedenin, bu operanın librettosu olduğu bilinmektedir. Operada başha<br />
kişi, on beşinci yüzyıl Alman ressamı Mathias Grüneıvald'dır. Operanın<br />
konusu, Brandenburg Başpiskoposu AIbrecht’in saray ressamı Mathias<br />
Grünevvald’ın reform hareketlerine katılmak ve Köylü Savaşında köylüler<br />
yanında savaşmak için saraydaki ödevini bırakışıyla ilgilidir. Konunun,<br />
Müzik Tarihi, F.: 10 145
1934 yılı Almanya’sına olan yakınlıkları ortadadır. Nazi Kültür Odasını öfkelendiren,<br />
librettoda tehlikeli bir konunun, Köy Savaşı sırasında Alman<br />
özgürcülüğünün yenilişinin, ele alınmış olmasıydı. Hindemith, önce Türkiye’de,<br />
batı yöntemlerine uygun bir müzik eğitimi yolunda Atatürk’ün girişmiş<br />
olduğu yolda düzenleyici çalışmalar yaptı; sonra Amerika’ya gitti, Yale<br />
Üniversitesinin bestecilik bölümü başkam oldu ve birçok Amerikan bestecisi<br />
yetiştirdi. Ancak savaş bitip de Almanya durumunu düzelttikten sonra<br />
ana yurduna döndü.<br />
1932’den bu yana Hindemith müziğinin yeni ruhu, bestecinin daha<br />
durgun, daha uslu davranışı artık değişmemiştir. Hindemith’in çokses sevgisi,<br />
zengin armoniler ve orkestra renkleriyle, hem de müziğinin genel "dramatik"<br />
özellikleriyle birleşmiş ve orta dinleyici için, eski yapıtlarına kıyasla,<br />
daha çekici olmaya başlamıştır. 1932’den sonra Hindemith artık haşan<br />
bir avcmt-gwde besteci değildir. Giderek geçmişçiliği çoğu zaman birçok<br />
gelenekçi bestecinin, bu ara gerici Amerikan ya da Sovyet bestecilerinin,<br />
halk dalkavukluğu katına inmiştir.<br />
Yirminci yüzyılın bu büyük "işçi"si, duyguya ve esine değil de zihin çalışmasına<br />
dayandığı öne sürülen yaratıcısı, aslında, işçiliğin, meslek bilgisinin<br />
ve hünerinin gerekli olduğunu tanımakla birlikte, yaratış olayının en<br />
önemli öğesi olarak esini görür. Onca tekniğin, konservatuarlarda öğretilenin<br />
dışmda bir kapsamı, bir anlamı vardır. Hindemith’e göre bestecilik<br />
her türlü müzikle içli dışlı olmayı, sabah akşam müzikle uğraşmayı gerektirir.<br />
N e var ki bir besteci müzik yazarken bu işi, teknik bilincinden uzak<br />
olarak yapmalıdır. "Bir büyük romancı asla gramer, sentaks, retorik üzerinde<br />
düşünmez" diyor Hindemith. Ona göre, yirminci yüzyılın ilk yansında<br />
büyük devrimler yapılmış, kırılmadık put kalmamıştır; fakat bu, bestecinin<br />
söyleyeceği yeni bir sözün, açacağı yeni bir kapının kalmadığı anlamına<br />
gelmez. Hindemith’in, parlak bir meslek hayati boyunca, bu görüşünü doğrulayan<br />
yapıtlar verdiği olmuştur.<br />
SCHOENBERG VE D İZİSEL Y A Z I<br />
Yirminci yüzyılın müzik sanatma getirdiği en önemli dil yeniliği, önce<br />
tonal düzenin yıkılması, sonra da yıkılan düzen yerine yeni bir düzenin,<br />
on on iki nota düzeninin kurulmuş olmasıdır. Tonaliteyi yıkan ilk kişi değilse<br />
bile Am old Schoenberg (1874-1951) dağıtılan düzen yerine yenisini<br />
kuran kişidir. Aynı sıralarda bir başka AvusturyalI, kuramcı ve besteci Josef<br />
Matthias Hauer de kromatik gamın on iki notasını 'Tropen” adı verdiği<br />
bölüklere ayırmış, fakat Schoenberg her ne kadar Hauer’in çalışmalarını<br />
"derin ve kendine özgü” diye nitelendirmişse de Hauer’in kuramları hiçbir<br />
zaman Schoenberg’inkiler kadar etkileyici olamadığı gibi besteci olarak<br />
da Hauer, pek de gereksiz olmayarak, unutulmuş gitmiştir. Herhalde<br />
Schoenberg’i on iki nota yönteminin kurucusu saymakta hiçbir sakınca<br />
yoktur.<br />
146
Schoenberg önce tonal düzen içinde müzik yazmış, sonra tonaliteden<br />
ayrılmış, sonuçta da tonal düzene bağlanmadan müzik yazmayı kolaylaştıran<br />
on iki nota düzenini geliştirmiştir. N e var ki geliştirdiği yeni dili eski<br />
biçimlere uygulamış, eski duygulan anlatmış, eski davranıştan tekrarlamıştır.<br />
Bu bakıma Schoenberg bir on dokuzuncu yüzyıl çocuğudur, bir romantik-klasik’tir.<br />
Gramer açısı bir yana, ömrü boyunca, ilk yapıtlarında söylediklerinden<br />
başka bir şey söylememiştir. Fakat, söylediği ne olursa olsun,<br />
bunu güçlü bir kişisel anlatışla dinleyiciye ulaştıran Schoenberg, bir sanatçı<br />
olarak, kurduğu yeni düzen yarımda asıl, duygularıyla, anlatımıyla, kişiliğiyle,<br />
müzik sanatının en büyük yaratıcılarından biri olarak anılacaktır.<br />
Bu konuda Schoenberg şöyle diyor "Bir besteci, içinden geldiği gibi,<br />
candan, gönülden yazmazsa, iyi müzik veremez, ömrüm boyunca hiçbir zaman<br />
bir kurama saplanıp kalmadım. İçime ne doğarsa onu yazarım. T o <br />
nal, Politonal ya da poliplanal müzik yazdığımda bunu bilinçli olarak yaptığımı<br />
sanmayınız. İçimdeki duyguyu kâğıt üzerine dökerim, o kadar... Hem,<br />
başardı bir sanat ürünü, ne türlü bestelendiğini sezdirmeyen, hele bir zihin<br />
çalışması sonucu olduğu izlenimini vermeyen yapıttır."<br />
Nitekim Schoenberg’in müziği, sözünü doğrular. Tonalite bağlarım<br />
koparmış, on iki nota gibi yüzyılların en önemli kuramsal çalışmasını başarmış<br />
bir kişi olmasına rağmen, ömrünün son yıllarında tonaliteye dönmekten<br />
çekinmemiş, fakat bunu yanıldığım açıklamak için yapmamış, çünkü<br />
tonal müzik yazdığı sıralarda sırası geldikçe, içine öyle doğdukça gene<br />
on iki nota düzeniyle yazmıştır. Tonal müziği, on iki nota düzenine kulaklarım<br />
alıştırmamış dinleyicilerin hoşuna gitmek için yazmadığı gibi, on iki<br />
nota düzenine dönülerini de kendini yanım tutanların hayal kırıldığım gidermek<br />
için yapmış değildir.<br />
Schoenberg müziğin kuramsal yanım, Viyana’nın saygın müzikseverlerinden<br />
Alexander von Zemlinsky’den aldığı kontrapunta dersleri dışında,<br />
kendi kendine, bir ansiklopediden öğrenmiştir. Gençliğinde para kazanmak<br />
için başka bestecilerin operetlerim oıkestralamak gibi gereksiz işler<br />
yapardı. Bu yüzden, ilk önemli yapıtlarından Curre Lieder1in bitirilmesi geciktikçe<br />
gecikmiştir. Bu yapıtı olsun, yaylı altılı için yazdığı VeHdaerte<br />
Nacht (Aydınlanmış Gece) olsun, Wagner’i akla getiren, fakat Beyrut azmanının<br />
müziğine kıyasla çok daha içten, çok daha az şişkin yapıtlardır.<br />
"Gurre Lieder" 1911 yılında bitirildiğinde Schoenberg müzik sahnesinde<br />
bir devrimci olarak tanınmaya başlamıştı bile... Schoenberg, tonal<br />
müzik ilintilerinden kurtulmak yolunda Op. 9 Oda Senfonisi’nde ve Op.<br />
10 Dörtlüde belirli çabalar göstermişti. Çağın, geleneklerle koşullanmış<br />
dinleyicileri içinse bu çabalar, Op. 10 ikinci Yaylı Dörtlü’nün son iki bölümünde<br />
sopranonun söylediği Stefon Georg şiirlerinde bir mısrada dendiği<br />
gibi "başka gezegenlerin havasım koklamak" gibi bir şeydi. Schoenberg’in<br />
yeni bir gramer arama çabalan onu, armonik ilerlemelerde, dördüncüler<br />
üzerine kurulmuş bir armonik düzene götürdü. Dördüncülere dayanan<br />
147
akorlar kromatik gamın her bir notasını aynı önemde değerlendirme eğilimini<br />
gösterdiğinden tonik-dominant ilintileri kalktı ve on iki notanın herbiri<br />
özgürlük kazanmaya başladı. Schoenberg deyince akla ilk gelen yapıtlardan<br />
biri olan Pierrvt Lunaire bestecinin "atonal" evresini örnekleyen bir<br />
müziktir.<br />
Getirdikleri dil yeniliği yanında bu yapıtlar anlatımcılığın (expressionisme)<br />
müzikteki karşılığı sayılırlar, ö ze lik le Orkestra İçin Beş Parça, bilinçaltını<br />
araştıran bir müzik olduğu samsun verişiyle, bir yandan Freud<br />
Viyana’sının simgesi sayılmakta, öte yandan Kokoschka’nın, Kirchner'in,<br />
Klimt’in resimlerine yakınlaştınlmaktadır. İlk olarak 1912 yılında çalman<br />
bu yapıtın bölüm adları bile, bu müziğin özünü belirtmeye yeter Önseziler,<br />
Geçmiş Günler... İlk çalmışın program notlan pek yerinde olarak bu<br />
müziği şu sözlerle anlatıyordu: ...bir rüyada geçenleri, bilinçaltımızı anlatıyor<br />
sanki... Bir ritmi var, fakat fırtınanın, denizin de tonalitesi var... Arm o<br />
nileri var, fakat yakalayamıyoruz, çözümleyemiyoruz bunlan..." O günlerin<br />
anlatımcı resmi ve edebiyatı gibi, insanın iç dünyasının derinliklerinde<br />
olup bitenleri yaratış oluşumunun "maddi" yamyla ilgili engeller en aza indirilmiş<br />
olarak, ortaya döken bu yapıtıdır, denebilir ki Schoenberg’in "atonal"<br />
çağının en başarılı yapıtıdır.<br />
Schoenberg bu yolda son yapıtını 1914 yılında yazdı. Sonra besteciyi<br />
artık, dokuz yıl süren bir sessizlik çağında görüyoruz. Bu sessizliği Schoenberg’in<br />
bir bunalım içinde bulunmasına verebiliriz. O yıllar süresince Schoenberg,<br />
onu yirminci yüzyılın en büyük kuramcılarından ve öğreticilerinden<br />
biri yapan on iki nota düzenini geliştirdi. Böylece artık tonalite dışı yazı,<br />
gereksin gerekmesin, kurallara bağlanmış oldu. On iki nota düzeniyle<br />
yazan bir besteci, tonal müzikte yaptığını yapmaz. Belirli bir tonalite seçmek<br />
ve yazışım tonal armoninin önceden belirli kuramlarına, nota ilintilerine<br />
göre hazırlamak yerine, kromatik gamdaki on iki notayı istediği gibi<br />
dizer. Ana kurama göre on iki notadan her biri, diğer on bir nota geçmeden<br />
bir kere daha geçemez. Besteci on iki notalık diziyi geriden tekrarlayabilir,<br />
her bir notanın bir öbürüyle olan aralığını ters çevirerek yeni bir dizi<br />
kurabilir; bu diziyi de sondan başlayarak bir kere daha dizebilir. Böylece<br />
her bir dizinin dört ayrı görünüşü olduğu anlaşılmaktadır: 1) Ana dizi. 2)<br />
Ana dizinin sondan başa dizilmiş durumu. 3) Ana dizinin çevrilmiş durumu.<br />
4) Çevrilmiş dizinin sondan başa dizilmiş durumu. Dizide, tonal ya da<br />
modal müzikte olduğu gibi, çekim gücü olan notalar yoktur. Bir notanın<br />
bir diğer nota ile olan doğrudan doğruya ilintisinden başka, notaların hareketini<br />
başka hiçbir çekim ilintisi düzenlemez. Demektir ki, dizisel müzikte,<br />
tonal armoninin, yedinci derece birinci derecede (tonik’te) çözülür; altıncı<br />
derece beşinci dereceye (dominant*a) düşer, vb." gibisinden bağlantıları<br />
yoktur.<br />
On iki nota düzeniyle yazılmış ilk parça, Schoenberg’in 1923 yılında<br />
bestelediği Op. 23 Piyano İçin Beş Parça’nın beşincisi olmuştur. Baştan so<br />
148
na dizisel ilk yapıtsa, Op. 25 Piyano SUiti’dir. Bu bestede klasik öncesi süitin<br />
dans biçimlerinin kullanıldığım görüyoruz: Preludio, Gavotte, Musette,<br />
Menuetto, Trio, Gigue... Op. 26 Nefes Çalgıları Beşlisi, Schoenberg’ın yeni<br />
bir dili eski günlerin biçimleriyle birleştirme çabasının yeni bir örneğidir.<br />
Bu kere besteci dört bölümlü klasik-romantik sonat biçimi içinde çalışmaktadır.<br />
Yedi çalgı için Op. 29 Süit’te ve Op. 30 Üçüncü Dörtlü'de Schoenberg<br />
gene sonat biçimine başvurmuştur. Bütün bu yapıtlar, yeni geliştir<br />
rilmiş bir dilin tanıtlanması amacım gözeterek yazıldıkları için olacak, kuru,<br />
yavan, yorucu müziklerdir. Schoenberg’in bugün henüz süregelen olumsuz<br />
ünü, duygulu bir sanatçı olmayıp bir matematikçi gibi kafayı, beyni gözeten<br />
bir müzik yazıcısı olduğu görüşü ancak, Op. 25’ten Op. 30'a kadar<br />
yazdığı on iki nota yapıtlarıyla doğrulanabilir. Yoksa besteci, Op. 31 Orkestra<br />
İçin Çeşitlemelerinde yeni grameri artık esneklikle kullanmaya ve<br />
anlatımın emrine koşmaya başlamıştır.<br />
ALBAN BERG<br />
Schoenberg’in müziğine kıyasla Alban Berg’in (1885-1935) müziği<br />
çok kişiye daha cana yakın gelmektedir. Hem Schoenberg’in öğrencisi<br />
Beıg’i "Schoenberg’in en iyi yapıtı" diye gereksiz bir nükteyle tanıtmak isteyenler<br />
de vardır. Berg, romantik şairlere benzetilmiş, duygulu kişi, ince<br />
kişi diye tanıtılmıştır. Ona "Alman romantizminin çocuğu" denmiştir. Müzik<br />
beğenilerinde hep müzik dışı yaftalar arayan büyük çoğunluk bunlara<br />
kapılıp Berg’i "modem canavarların” en az korkunçlarından biri saymıştır.<br />
Oysa Berg’in müziği, öğretmenine kıyasla, çok daha kapalı, çok daha bulanık,<br />
çok daha ağırdır.<br />
Berg çağdaş müzikte, VVagner romantizmi ve Debussy izlenimciliği<br />
ile dizisel müziğin daha genç bestecilerinde raslanan aşın biçimcilik arasında<br />
bir köprü saydır. Berg’in gençliğinde müziğin yanında edebiyatla uğraşması,<br />
özellikle Ibsen, VVilde ve yüzyd sonu Alman edebiyatıyla ilgilenmesi<br />
müziğini yöneltmiş saydabilir. Müziği kendi kendine öğrendi. On beş yaşındayken<br />
ilk bestelerini yazdı. On dokuz yaşındayken Schoenerg’le tanıştı.<br />
Her şeyi bir yana bıraktı, besteciliği hayat yolu seçti, Schoenberg’ten ders<br />
almaya başladı. Üslûbu Schoenberg etkisinde bir yol buldu ve sonuçta kendine<br />
özgü bir anlatıma ulaştı.<br />
Berg’in besteleri bir çırpıda, birkaç satır içinde sayılacak kadar azdır.<br />
Fakat bunların hepsi önemli yapıtlardır. Kimi kaybolmuş, kimi unutulmuş<br />
gençlik eserlerinden sonra Berg, Schoenberg ile çalışmaya başladığında ilk<br />
olarak Yedi Şarkı’yı yazdı. Schumann, VVagner, Debussy ve genç Schoenberg<br />
etkilerini birleştiren bu yapıtı Berg, yıllar sonra yeniden tezgâhına almış,<br />
piyano eşliğini oıkestralamıştır. Opus numarası taşıyan ilk bestesi, piyano<br />
sonatı, geçmişe bağlı olmakla birlikte, Berg’in geleceğinin belirtilerini<br />
de taşımaktadır. Wagner’i andıran bir kromatism bu tek bölümlü sona<br />
149
tın armonik dilidir. Sıkı bir doku, teinleri, motifleri geliştirmekte genç<br />
Berg’in gösterdiği hüner, yoğun, sıcak bir duygu akımı, başlıca özellikleridir.<br />
Op. 2 şarkılarında kendini tonalite bağlarından az daha sıyıran Berg,<br />
Op. 3 Yaylı Dörtü’de on iki nota düzeninin gerektirdiği yapı özelliklerine<br />
doğru yönelmeye başlamıştır. Artık armoniler kontrapuntadan doğmakta,<br />
bağımsız çizgilerin çatışmasıyla ortaya çıkmaktadır.<br />
Op. 4, Viyanalı şair Paul Altenberg’in posta kartı şiirleri üzerine bestelenmiş<br />
beş şarkı, ilk seslendirilişinde dinleyicilerin tepkisiyle karşılanmasından<br />
beri pek seyrek dinletilmiştir, 1960 yılında plağı yayınlanmış olmakla<br />
birlikte notası o geç tarihte bile henüz yayınlanmamıştı. Oysa "Altenberg<br />
Lieder" Berg’in en başarılı yapıtlarından biridir ve orkestra yazısı,<br />
çağdaş Viyana okulunun (Schoenberg, Berg ve W ebem ’in) orkestra yazışırım<br />
simgesi sayılan tını özellikleriyle (yaylı tremololan, flütün dil titretmeleri,<br />
vs.) doludur. Klarnet ve Orkestra için Op. S Dört Parça’da besteci,<br />
her bir parçanın kısalığı içinde, dört bölümlü sonat biçimini uygulamış, daha<br />
doğrusu yorumlamıştır. Op. 6 Orkestra için Ü ç Parça ise Berg’in bir<br />
yandan kontrapunta, öte yandan orkestra renkleri arama yolundaki buluşlarının<br />
sonucudur. Orkestreda artık sesler çiftlenmemekte, çalgıların tını<br />
özellikleri gözetilmekte, âkorlann her bir sesi bir başka çalgıya verilmektedir.<br />
Berg’in ayırtı katlan üzerindeki titizliği, yepyeni denebilecek bir açıklık-koyuluk<br />
anlayışı ortaya çıkarmaktadır.<br />
Berg, sözü geçen orkestra parçalarının İkincisini Wozzeck operasına<br />
hazırlık saymıştı. 1914 yılında yazdığı orkestra parçalarından 1921 yılına kadar<br />
bu opera üstünde çalışmaktan başka bir şey yapmış, başka bir yapıt<br />
vermiş değildir. Aynı sürede Schoenberg’in de on iki nota düzenini geliştirme<br />
çalışmalan dışında başka hiçbir müzik yazmadığını görüyoruz. On dokuzuncu<br />
yüzyılın ilk yansında yaşamış Alman şairi ve oyun yazan Georg<br />
Büchner’in aynı adlı oyununu libretto seçen,^oyunun yirmi beş sahnesini<br />
on beşe indiren Berg, müzik bakımından geleneksel biçimleri işlemektedir<br />
Süit, sonat, scherzo, rondo, vb. Berg operası için şunlan söylüyor<br />
"Wozzeck’i bestelemekle opera sanatında reform yapmak ya da bir okul<br />
kurmak, başka bestecilere örnek olmak istemiş değilim. İyi müzik yazmak,<br />
Büchner’in ölmez oyununun şiir özünü müzikle anlatmak, bir de tiyatroya<br />
doğasında bulunan bir şeyi, daha da yeğinlikle vermek istedim. Demektir<br />
ki, müziğin tiyatroya karşı olan sorumluluğunu unutmadan besteleme amacını<br />
gözettim. Dinleyici, bu operadaki müzik biçimlerini ne kadar yakından<br />
tanırsa tanısın, bu biçimlerin kuruluşunu, işlenişini çözümlemekte ne<br />
kadar görgülü ve bilgili olursa olsun, perde açıldıktan kapanana kadar o<br />
dinleyicinin, salondaki öbür dinleyiciler gibi, herhangi bir dinleyici gibi,<br />
müzikteki biçim çalışmasının farkına varmamasını, yalnız ve yalnız opera<br />
kavramının bilinci içinde kalmamasını istiyorum. Bana öyle geliyor ki bunu<br />
da başardım."<br />
"Wozzeck"ten sonra Berg, iki tane çalgı müziği yapıtı verdi. 1923-25<br />
150
yıllan arasında bestelediği keman, piyano ve nefes çalgıları için Oda Konsertosunda<br />
henüz on iki nota tekniğine yanaşmış değildir. Bununla birlikte,<br />
Schoenberg’in yönteminin bazı özelliklerini konsertoda görüyoruz.<br />
Özellikle, ilk bölümde temi kuran notalann ikinci çeşitlemeden tersine dizilmesi,<br />
üçüncü çeşitlemedeyse çevrilmiş olarak sıralanması... 1926 yılında<br />
bestelenmiş, yaylı dörtlü için "Lirik Süit"te ise Berg ilk olarak on iki nota<br />
yazışım kullanmıştır. Bununla birlikte yapıtın tümü, on iki nota dizisine dayanmamaktadır.<br />
Berg’in tümünde on iki notayı kullandığı ilk müziği, 1929<br />
yılında bestelediği Der Wein (Şarap) adlı, soprano ve orkestra için konser<br />
aryasıdır.<br />
Berg’in son müziği Keman Konsertosudur. Besteciyi bu müziği yazmaya<br />
götüren duygu, yakın bir dostunun, Gustav Mahler’in dul karısının<br />
kızı Manon Gropius’un ölümü oldu. "Bir Meleğin Anısına" diye bir sunu<br />
taşıyan konsertoyu Berg, Manon için bir ağıt olsun diye besteledi ama yapıt<br />
sonuçta bestecinin kendi ağıtı oldu. İki ana bölümü olan yapıtta bir konu,<br />
bir "program” izlenmektedir: Genç kızın saflığı, canlılığı, sevinci, ölümle<br />
savaşı, can çekişmesi, sonuçta kendini ölüme bırakışı... On iki nota dilini<br />
kullanışında Berg’in bu yapıtta gösterdiği hüner, tona armoniye bağlanabilecek<br />
sonuçlara varması bakımından önemlidir. Böylece Berg’in, atonal<br />
müzikle tonal müzik arasında bir bağ kurma çabasında olduğu, dizisel yapıyı<br />
tonal müzik gereklerine uydurmak istediği görülmektedir.<br />
ANTO N VVEBERN<br />
İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana, çeyrek yüzyıla yakın bir<br />
süreyle, genç bestecilerin en çok ömek aldıkları besteci Anton Webern<br />
(1883-1945) olmuştur. O kadar ki 1945’ten sonrasına "Webem çağı" adı verilebilir.<br />
Webem’in yapıtlarının aşın kısalığı, dış görünüşlerindeki aşın yalınlık,<br />
gençleri bu örneği seçmeye götürmüştür. VVebem çağının artık tarihe<br />
kanşmaya başladığı bugünlerde bile bestecilik alam, VVebem’in kişiliksiz<br />
kopyalanma doludur. Pierre Boulez gibi, Luigi Nono gibi, W ebem ’den<br />
aldıklarım kendi kişilikleri içinde eritmeye çalışanlar ve sonra yeni yollara<br />
yönelenler pek azdır.<br />
Ömrü boyunca W ebem ’in ilgi görmemesinin nedeni, yazdıklannın<br />
pek seyrek çalınmış olmasıdır. Hele ömrünün son on yılında politik nedenler<br />
yüzünden W ebem ’in müziği -h ele anayurdunda- hemen hemen hiç<br />
dinletilmemiştir denebilir. Ancak 1945’ten, Nazilerin politika alanından silinip<br />
gitmelerinden sonradır ki müzik dünyası, çağımızın bu büyük yenileyicisinin<br />
müziğini yavaş yavaş tanımaya başlamıştır. Amerika'da Columbia<br />
firmasının Webern’in (sonradan bulunan unutulmuş yapıtlar dışmda) bütün<br />
yazdıklarını dört tane uzun çalan plak üstünde toplayıp yayınlaması<br />
(bugüne kadar hiçbir bestecinin varamadığı ergi) müziğinin artık bütün<br />
dünyaya yayılma olanağım sağlamıştır. Kuşku yoktur ki bestecilerin büyük<br />
151
ir çoğunluğunun bütün yapıtlarım birkaç plaklık tek bir albüm içinde toplamak<br />
olanaksızdır. Wagner’in tek bir operasının altı tane plak gerektirdiğini<br />
hatırlamak yeter. W ebem ’in yapıtlarının kısalığı bu ergiye yol hazırlamıştır.<br />
Gereksiz süslerden, gereksiz tekrarlardan kurtulmuş, anlatılmak isteneni<br />
en kestirme yoldan anlatmış olan bu müzik, W ebem ’in ileriyi gösteren<br />
çalışmalarının yalnız bir yanıdır.<br />
W ebem ’in opus numarası taşıyan ilk yapıtı, 1908 yılında yazmış olduğu,<br />
Brahms, VVagner, Strauss ve Schoenberg etkileri taşıyan "Passacaglia"-<br />
dır. W ebem bu müziği bestelemeden dört yıl önce Schoenberg ile tanışmıştı.<br />
"Viyanalı Üçler", Schoenberg ile iki öğrencisi, Berg ve Webem, her<br />
gün buluşurlar, çalışırlar, tartışırlardı. O yılların, atonalitenin geliştiği yıllar<br />
olduğunu bir kere daha hatırlatalım.<br />
Tassacaglia" W ebem kişiliğinin önemli çizgilerinden birçoğunu taşımaktadır.<br />
Özellikle motif, tim ve ayırtı çeşitlemeleri... Bestecinin sonraki<br />
çalışmaları hep bu çeşitleme (variation) öğesine dayanacaktır. Bir düşünüşü<br />
geliştirmek, büyütmek değil, geliştirmek, W ebem ’in müziğinde başlıca<br />
özellik olmuştur. "Passacaglia” henüz tonal müziktir. Fakat Webem, Op. 3<br />
şarkılarından başlayarak atonal alana girecektir. Bir yandan da eski biçim<br />
anlayışından, özellikle bakışımlardan (symetrie) kaçınacak, melodik-ritmik<br />
hücrelerin sonat gereklerine göre değil kontrapunta yöntemlerine uygun<br />
olarak gelişmesi üzerinde çalışacaktır. Çalgı tınılan bakımından Webem,<br />
çizgilerin türlü çalgılar arasında parçalanması, dağıtılması bakımından Schoenberg<br />
ve Berg’den çok daha ileri gitmiştir. Bu bakıma Webern’i, resimdeki<br />
noktacılara benzetenler vardır. Doğru değil. Çünkü W ebem’de çizgilerin<br />
parçalanması bir "noktalama” değil, "zincirleme” ortaya çıkarmaktadır.<br />
H er halkası aynı renkte bir zincir... Bundan başka, resimdeki noktacılann<br />
tersine Webem, müziğinde, ister ince olsun ister kalın, bir doku kurmayı<br />
gözetmemiştir.<br />
W ebem ’in Op. 9 Bagatelleri, Op. 10 Orkestra İçin Beş Parça’sı, Op.<br />
11 Viyolonsel ve Piyano İçin Ü ç Parçası, en kısa yapıttan arasındadır. Bu<br />
müziklerdeki on dört parçadan her biri ortalama kırk saniye kadar sürer.<br />
W ebem ’in kısalık kaygısı yalnızca, romantik müziğin uzunluklarına karşı<br />
bir tepki sayılmamalıdır. Besteci, tek bir düşünüşü anlatmak, Schoenberg’in<br />
VVebem için dediği gibi "bir nefeste bir roman anlatmak” için kısa<br />
olmak istemiştir. Gerçi kısalık kaygısına Schoenberg’te de raslıyoruz ama<br />
bu besteci Op. 19 piyano parçalannda birkaç saniyelik süreler içinde “romanlar<br />
anlatma” başansına erişmişken, sondaki yapıtlannda Brahms’m kullandığından<br />
ayrı olmayan bir zaman ölçüsüne dönmüştür. Oysa Webern kısalıktan<br />
hiç ayrılmamıştır. Bundan başka Webern kısa parçalannda, büyük<br />
biçimleri, kısaltılmış, özetlenmiş olarak sunmuş değildir, yepyeni, kendine<br />
özgü biçimler işlemiştir Webem'in müziği yalnız kısalığıyla değil, sessizliğiyle<br />
de dikkat çeker. Denebilir ki hiçbir besteci, NVebem kadar, susmayı<br />
değerlendirme başansını göstermiş değildir.<br />
152
Bestecinin on iki nota düzenine ilk başvurduğu yapıt, 1925 yılında<br />
yazdığı Op. 17 'Geleneksel Ü ç Koşuk'tur. Soprano ve çalgılar için yazılmış<br />
olan bu yapıtta yeni düzenin gerektirdiği yeni bir ritm anlayışı kendini<br />
göstermektedir. Op. 17’ye gelene kadar, armoniye dayanmayan bir çoksesiıı<br />
gerektirdiği özgür bir ritm anlayışının sonuçlarından biri olan üçlemeler<br />
(triolet’ler) türlü birleştirmeler ve hızlarda, başka bestecilerin tek ve<br />
çift ritm birliklerinden faydalanmalarım andırırcasına kullanılmaktadır.<br />
O p..l7de, Schoenberg’in ilk on iki nota müziklerinde görüldüğü gibi, nota<br />
tekrarlarından ileri gelen ve kimi inceleyicinin "mors alfabesi ritmi" diye<br />
adlandırdığı bir ritm anlayışı belirtmiştir.<br />
VVebern, Op. 11 ile Op. 19 arasındaki bütün yapıtlarım insan sesi<br />
için yazmıştır. Hem, bestecinin yazdıklarının büyük bir çoğunluğu "vokal"<br />
müziğidir. Op. 20 Yaylı Üçlü, Op. 11 viyolonsel parçalarından bu yana yazdığı<br />
ilk çalgı müziği olmuştu; demektir ki Webem, 1914’ten 1927’ye kadar<br />
-çalgı eşliğiyle de olsa- yalnız insan sesi için müzik yazmıştır. On iki nota<br />
dizisini, tonal müziğin ve geleneksel armoninin yarattığı biçimlere uydurmaya<br />
çalışan Schoenberg’e karşılık Webern, salt ve toptan çeşitleme ortamını<br />
seçmiştir. Tek bir ayrıntı, söz konusu üçlü’dür. Bu yapıtta Webem’i,<br />
Schoenberg’teki gibi bir uyumlulukla değilse bile, gene de klasik biçimlerin<br />
içinde görüyoruz. Bununla birlikte çeşitleme düşünüşü gene de<br />
eksik değildir. Op. 21 Senfoni ve Op. 22 Dörtlü’de ise W ebem başka bir<br />
klasik öğeyi ele almıştır: Yinelemeleri. N e var ki klasik ustalardan beri hiçbir<br />
bestecide kuruluş oranlan, yinelemeleri bu yapıtlarda olduğunca gerekli<br />
ve görevsel duruma getirmemiştir.<br />
W ebem yalnız yapıtlarının içindeki sessizlik sürelerine değil, bir yapıtıyla<br />
öbürü arasındaki sessizliğe de önem vermiştir. Bu bakıma W ebem ’in<br />
her bir eseri, hele trio’dan sonra yazdıkları, bestecinin yeni araştırmalar süresinde<br />
"başından geçenleri" değil, doğrudan doğruya araştırmama sonucunu,<br />
amacım, kendisini yansıtır. W ebem 1908’den 1943’e kadar 31 yapıt vermiştir.<br />
Demektir ki her bir yıla, ortalama uzunluğu beş dakika olan tek<br />
bir yapıt düşüyor. Op. 20 Üçlü’den sonraki yapıtlar arasındaki süre kimi<br />
kere üç dört yıl kadar uzamaktadır.<br />
Piyano için ve orkestra için yazdığı çeşitlemelerde ve yaylı dörtlüsünde<br />
Webem, çokses anlığının sınınna varmış sayılabilir. Koro eserlerinaeyse<br />
besteci, bu anlık yanında, belki çalgı müziğinde olduğundan daha da<br />
çokses güzelliği, tim güzelliği araştırmaktadır. Bundan başka bu yapıtlar,<br />
özellikle kantatları, W ebem ’in dramatik müzik yazma isteğinin tanıtlarıdır.<br />
Bestecinin doğa sevgisi de bu yapıtlarda en güçlü anlatımım bulmuştur.<br />
153
VARESE VE YENİ SES DÜNYALARI<br />
W ebem de, müzikte son sözü söylemiş değildi. Gerçi yeni bir müziğin<br />
kapışım aralamıştı ama, batı müziğinin artık gereksizleşmiş, işe yaramaz<br />
geleneklerinden daha birçoğunun yerine yenileri konmalıydı. Oysa<br />
Webem, genellikle, gelenekler içinde çalışmıştı. Getirdiği en önemli yenilik,<br />
belirli yükseklikleri olan sesleri bir yandan yeniden yorumlanmış çokses<br />
yöntemleri içinde, öte yandan gelişmiş bir tim bilinciyle, sonuçta düşey<br />
yazıyı da, yatay yazıyı da aşan yeni bir görev anlayışına uyarak yapıyla ilintili<br />
amaçlar için kullanmaktı. N e var ki Webern ritm sorunlarıyla olsun,<br />
doğrudan doğruya akustik sorunlarıyla olsun, aynı orantıda ilgilenmemişti.<br />
Eşit aralıklı (tempreri) düzeni de sorguya çekmiş değildi. Başlıca yapıtlarından<br />
birçoğunu 1920’lerde, demektir ki VVebern’in on iki nota yazısına<br />
yeni bir görünüş kazandırmaya başladığı sıralarda veren Edgard Varöse<br />
(1885-1965) dizisel yazı ile hiç ilgilenmemiş, doğrudan doğruya söz konusu<br />
sorunlara, müzik sanatının ana öğesi olan "ses nesnesinin daha somut<br />
bir yolda kullanılışıyla ilintili sorunlara eğilmiştir. Vardığı sonuçlar Webem<br />
sonrası dünyasını yöneltmektedir ve Varese, müzik yaratıcılığında yalnızca<br />
çalgıların sağladığı sınırlı bir tını dünyası ile yetinilmeyip çevremizdeki<br />
bütün seslerden yararlanılması yolunda girişilen ve elektronik gereçlerden<br />
yararlanarak müzik yapılması sonucuna varan çalışmaların öncüsüdür.<br />
Bugün belki hiçbir çağdaş bestecinin yirminci yüzyıl toplumundaki<br />
durumu ve müzik piyasasındaki başansımn katı, çağımızda müzik yoğaltıcılarının<br />
beğeni geriliğini, Edgard Varöse’in durumu ve tecimsel başarısızlığı<br />
kadar iyi anlatamaz. Varfese, orta dinleyicinin anlayış ve benimseme yetisini,<br />
öbür çağdaş ustalara kıyasla çok aşan ilericiliği yüzünden bu duruma<br />
düşmüştür. Bugün ancak sınırlı bir çevre Varöse’in sanatına ilgi ve saygı<br />
göstermektedir. Bununla birlikte varöse’in müziğinin, sınırlı çevrelerde saygınlık<br />
kazanmadan önce, her çalındığı yerde, ister bestecinin yanında ister<br />
ona karşıt olsun, yeğin tepkilerle karşılaşması, orta dinleyicinin bu müziğe<br />
hiç olmazsa ilgisiz kalmadığının tanıtıdır.<br />
Varese’in müziğinin çok seyrek çalınması bir kere, alışılmış çalgılar<br />
için müzik yazmamasından ilen gelir. Yapıtları arasında piyano ya da keman<br />
müziği, şarkı resitallerinde yer alabilecek parçalar, sahne müziği vb.<br />
yoktur ki çalgıcılığın ve şarkıcılığın geleneksel kesimlerinde onun yapıtlarına<br />
bir yakınlık gösterebilsin. Bundan başka Varese’in müziği, diyelim ki<br />
Schoenberg’in dizisel düzeni gibi, müzik öğretiminde yer alabilecek kurallar<br />
ve kuramlar da vermemektedir. Başvurulan ses gereçlerini akustik niteliklerine<br />
dayanan bu müzik kuram olarak ancak sesbilimle ilgili olanları<br />
düşündürmektedir ki bu yolda bir öğretim için de konservatuarlar kendilerini<br />
henüz görevli saymamaktadırlar.<br />
Varfese’in müziği görünürde bütün gelenek bağlarım kopartmıştır.<br />
"Görünürde" demek gerekir, çünkü yapıtları gene de Fransız müziğinin<br />
154
soylu geleneklerine, özellikle Leonninus ve Perotinus gibi ortaçağ ustalarına,<br />
sonra Berlioz’a, Satie’ye ve Debussy’ye bir şeyler borçlu olduğunu sezdirmektedir.<br />
N e var ki "gelenek” söz konusu olduğunda Edgar Varese asıl,<br />
yepyeni bir geleneğin başlanası olarak önem kazanır. Oysa Varfcse’in akademik<br />
çerçeve içinde sağlam bir müzik eğitimi görmüş olması bakımından,<br />
yaratıa kişiliği müzik tarihinin en büyük devrimcilerinden biri olarak<br />
kazandığı durumun tam karşıtı bir yolda gelişseydi bu olağan sayılabilirdi.<br />
N e var ki her öğretileni körükörüne tanımaktan kaçman, gereksizliklere<br />
başkaldırmasını bilen, varsayımları sorguya çeken Varfese daha Paris’te Schola<br />
Cantorum’da Vincent d’Indy’nin öğrencisiyken, d’Indy’nin kişilik kurutucu<br />
öğretimine başkaldırmış, buna karşı Roussel ile Widor’un öğrettiklerinde<br />
kimliğine daha yakın yanlar bulmuş, Debussy, Massenet ve Romain<br />
Rolland’ca korunmuş, bunlann yamnda Mahler, Richard Strauss ve Busoni<br />
gibi çağın ileri gelen müzik düşünürleri genç Varfese’in ilerici davranışlarım<br />
candan desteklemişlerdi. Varöse’in o günlerde ne türlü bir müzik<br />
yazdığı konusunda elde bir tanıt yoktur. İlk dünya savaşı sırasında Berlin’de<br />
bestecinin ilk yapıtlarından birçoğu yanmış, elde kalanları da besteci<br />
kendi yok etmiştir. Varfese bunlann, 1921 yılından sonra Amerika’da<br />
yazdığı yapıtlarda beliren üslûbunun bir simgesi olamayacağım, eski şeyleri<br />
saklamanın gereksiz olduğunu söylüyor.<br />
1921’den 1965’e kadar Varfese katalogundaki yapıtların sayısı yalnızca<br />
on dörttür. 1937 yılından başlayarak ikinci savaş sonuna kadar müzik yazmayı<br />
bırakmıştı. Çünkü eldeki gereçlerin istediği türden bir müziği engellediğine<br />
inanıyordu. 1938 yılma varana kadar eldeki gereçlerle, demektir ki<br />
çalgılarla, ne yapılabilirse yapmıştı. Burada jıe 'yapılabilirse yapmıştı” gibi<br />
önem küçültücü anlam rengi olan bir deyişin kullanılması yanıltmasın; çünkü<br />
Varöse’in çalgı müziği alanmda verdiği yapıtlar müzik sanatının evriminin<br />
en ileri durumunun örneği olmuşlardır. Çalgıların düşünülmemiş, araştırılmamış<br />
olanaklarım son sınıra kadar araştırma ve uygulama çabasını<br />
gösteren Varfese bu ortamı beklenmedik bir zenginliğe ulaştırmış ve çalgı<br />
müziğinden çıkan veriler yeni bir çağın, elektronik ve "somut" müzik çağlımı<br />
temeli olmuştur.<br />
Varfese çalgıların tim özelliklerini, başka bestecilerin tonaliteyi kullanmaları<br />
gibi kullanır. Varfese’in müziği için geleneksel anlamda armoniden<br />
söz edilemez. Çünkü onun müziğinde armoni kavramı, türlü çalgıların türlü<br />
alanlarda çıkardıkları seslerin birleştirilmesi yönünden ele alınmalıdır.<br />
Varese notaları, tınılardan ayrı olarak düşünmemiştir. Diyelim ki klarnetin<br />
ses alanındaki üç "re" notası birbirlerinden başkadır; klarnetin en alt "re"si<br />
ile trombonun aynı yükseklikteki "re" notası, akustik özelliklerinin ayrılığı<br />
açısından, aynı görevi dolduramaz. Octandre gibi, Integmles gibi yapıtları<br />
hep Varesein tını araştırmalarının ufuk açıcı sonuçlandır. Bunlann yanında<br />
Varfese, ortalama (tempferfe) düzeni de, belirli nota yükseklikleri olmayan<br />
çalgılar için, vurma çalgılan için yazdığı Ionisation ’da sorguya çekmiş,<br />
155
u çalgıların yanında iki tane de canavar düdüğü kullanarak söz konusu<br />
düzenin sınırlarına bilinçle başkaldırması gerektiğini anlatmıştır.<br />
Ancak şu var ki Varfese, bütün soylu yaratıcılar gibi, gereçlerim amaç<br />
saymamış, her şeyden önce anlatımı gözetmiştir. Bununla birlikte müziği<br />
"fizik" etkisi çoğu kere dinleyiciyi, bu müziğin anlamına ulaştırmaktan alıkoyan<br />
Fransız eleştirmen Emile Vuillermoz’un da belirttiği gibi "her dinleyişte<br />
bu yapıt gittikçe artan bir saygı ve hayranlık uyandırıyor, yapıtı inceledikçe,<br />
çalgıların kullanılışındaki değişiklikten çok müziğin özü, güzelliği ilgi<br />
çekmeye başlıyor." Eleştirmen Tntögrales'dan söz etmektedir; fakat dedikleri,<br />
Varöse'in bütün yazdıkları için doğrudur. Yalnız değişik bir teknik,<br />
yalnız yeni gereçler bir besteciyi büyük yapmak için yeterli değildir.<br />
Varfese’in büyüklüğü de, nitekim, değişik ortamları, değişik gereçleri, yeni<br />
biçimleri hep özün, kişisel anlatımın hizmetine koşmasındadır.<br />
Varöse yıllar önce "gün gelecek, bestecilerle mühendisler elele verip<br />
çalışacaklar" demişti. Bu işbirliğinin gerçekleşme oranı üzerinde tartışılabilirse<br />
de kestirinin bir ölçüde doğrulandığım görüyoruz. Nitekim, ikinci savaştan<br />
önce, hem eldeki gereçleri gözettiği amaçlar için yeterli bulmadığından,<br />
hem de o yılların gerici etkenlerinin yaygınlığı nedeniyle müziğine<br />
gösterilen ilgisizliğin karşısında kırgınlığa düştüğü için bestelemeyi bırakan<br />
Varöse, ikinci dünya savaşı sırasında manyetik şerit üzerine ses kaydetme<br />
tekniğinin gelişmesi üzerine, bu ortamın sağladığı kolaylıklardan yararlanıp<br />
yeniden bestelemeye başlamış, "manyetik şerit müziği" ortamında<br />
-kendi deyimiyle son organist (düzenlenmiş ses) ortamında- iki yapıt<br />
vermiştir: Çalgılar ve manyetik şerit için Deserts (Çöller) ve 1958 Brüksel<br />
Sergisinde Philips pavyonu için mimar L e Corbusier’nin işbirliğiyle bir "sanatlar<br />
birleşimi" (mimarlık-müzik-resim) olarak hazırladığı Poeme Electronique...<br />
Özellikle bu ikinci yapıt, on beş kanaldan stereofonik olarak yayınlanıp<br />
dinleyiciyi çepeçevre sarması ve ışıkla, hareketle, renkle ve mimarlıkla<br />
birleşmesi bakımından bestecinin müziği hem de uzay (espace) içinde<br />
varolan bir olay diye görüşünün örneğidir. Hangi ortam için yazmış olursa<br />
olsun Varöse, bütün yapıtlarıyla, günündeki bestecilerin en önemlisi, en<br />
büyüğü, en güçlüsü durumundaydı, ölümünden, 1965’ten bu yana ise müziğinin<br />
evrimi, Varöse’den alınacak derslerin bitmediğini göstermektedir.<br />
156
ELEKTRONİK VE "SOMUT" MÜZİKLER<br />
Genel anlamında elektronik müzik tammı, her türlü elektronik gereçten<br />
yararlanarak besteleme ya da seslendirmenin bütün alanlarını kapsar.<br />
Bununla birlikte, manyetik şeridin gelişmesinden önce elektronik çalgılarla<br />
yapılan müziğin konumuzla ilgisi olmaması gerekir. Çünkü bu çalgılar<br />
(Theremin, Hellertion, Trautonium, Ondes Martenot, vb.) orkestra çalgılannınkine<br />
kıyasla değişik tınılar sağlamış olmakla birlikte, geleneksel çalgıların<br />
yanında yer alamadıkları gibi, müzik yaratıcılığına yeni bir yol açabilme<br />
olanaklarını da sağlayamamışlardı. Bugünün sayılan gitgide artan<br />
elektronik çalgılan, bireştireçleri (synthesizers) de, eski günlerin elektronik<br />
çalgılan gibi, sağladıklan yeni olanakların yanında, hele geleneksel çalgıların<br />
seslerini, diyelim ki trompeti ya da kemanı ya da piyanoyu, yansıtma<br />
amacıyla kullanıldıklarında, ses dağarına, zenginlik bir yana, yozluk ve kısırlık<br />
getirmiş sayılabilirler. Bu çalgılar, elektronik ortamda çalışan besteci<br />
için gerçi ses kaynağıdırlar, ama bunlarla sunulan çalgı müziği, elektronik<br />
müzik değildir. Çünkü elektronik müzik bir besteleme ortamıdır.<br />
Bu ortama uygulanan sınırlı bir tanımla elektronik müzik, yalnız<br />
elektronik ses üretme gereçlerinden yararlanarak gerçekleştirilen müziği<br />
anlatır, özellikle Almanya’da Kolonya radyosunun •stüdyosunda çalışan<br />
besteciler topluluğu bu yolda önemli çalışmalar yapmışlardır. Kolonya okulu<br />
bestecilerinden kullandıkları ses kaynaklan bakımından aynlanlar, hem<br />
gerektiğinde elektronik kaynaklı sesleri hem de mikrofon aracılığıyla toplanan<br />
doğa seslerini, çalgı seslerini kullanmışlardır. Bunlar, yaptıklan müziğe<br />
türlü adlar vermişlerdir. Örneğin Edgard Varfese, bu yolda yaptığı müziğe,<br />
yukarda da değindiğimiz gibi, "son organisâ" (düzenlenmiş ya da örgütlenmiş<br />
ses) diyordu. New York’t a Columbia Üniversitesinin, somadan Columbia-Princeton<br />
Electronic Music Çenter adım alan laboratuvannda çalışan<br />
Vladimir Ussachevsky ile Otto Luening, tape music (manyetofon müziği<br />
ya da ses şeridi müziği deyimiyle yetiniyorlardı. Fransız radyosunun<br />
stüdyolarında Pierre Schaeffer önderliğinde çalışan bestecilerse müziklerini<br />
musigue concr&te (sout müzik) deyimiyle anlatıyorlardı. Yılların geçme<br />
157
siyle, ses kaynağına göre yapılan bu gereksiz ayırım geçerliğini yitirmiş,<br />
kullanılan ses kaynağı ne olursa olsun, ses şeridi üzerinde bestelenen ve<br />
ses şeridinden (ya da oradan plağa geçirilmiş olarak) dinletilen müzikler,<br />
"elektronik müzik" olarak adlandırılmıştır.<br />
Elektronikle ilintili kaynakları müzik yaratıcılığı ortamı olarak kullanma<br />
ancak, manyetofonun 1945’ten sonra bir yaygınlığa ulaşması nedeniyle<br />
ikinci dünya savaşından sonra gerçekleşebilmiştir. Bununla birlikte İtalyan<br />
piyanist ve bestecisi Ferrurio Busoni, elektroniğin müzik yaratıcılığında<br />
kullanılmasından söz etmişti. Bestecileri elektroniğin olanaklarım araştırmaya<br />
götüren nedenler, bir yandan çalgıların sınırları, öte yandan da müzik<br />
yorumcularının (şarkıcıların, orkestra yönetmenlerinin) bestecinin isteklerini,<br />
düşüncelerini asbna uygun olarak, bozmadan, değiştirmeden çoğu<br />
kez yansıtamamalandır. 1948 yılında Pierre Schaeffer, gürültülerden yararlanarak<br />
düzenlediği bestelerle bir konser sunmuş, 1951 yılında Fransız<br />
radyosu özel olarak gereçlenmiş bir stüdyoyu Schaeffer’e ve onunla birlikte<br />
çalışanlara ayırmış, birkaç ay sonra da Almanya’da, Kolonya radyosundaki<br />
stüdyo kurulmuştur. Amerika’da Luenning ile Ussachevsky elektronik<br />
müzik üzerindeki ilk deneylerini 1951 yılında yapmışlardır.<br />
Pierre Schaeffer’in (1910) önderliğindeki bestecilerin yaptığı türde<br />
elektronik müziğe tnusique concrite (somut müzik) denmesinin nedeni,<br />
gerçekte, bu bestecilerin doğa ve çalgı sesleri kullanmaları, önceleri elektronik<br />
seslerden kaçınmaları değildir. Nitekim Schaeffer, sonraki yapıtlarından<br />
birinde, 1975 yılının ürünü Le Tridre fertile’âe yalnız elektronik ses<br />
kaynaklarından yararlanmıştır. Schaeffer’in, yeni müziğin en etken, en<br />
önemli öğreti kitaplarından biri olarak bilinmesi gereken Traiti des objets<br />
musicaıoc (Müziksel Nesneler Üzerine Bilimsel İnceleme) adlı çalışmasında<br />
da belirttiği gibi somut müzik, alışılmış müzikten, somut olarak yaratılmasıyla<br />
ayrılır. Oysa alışılmış müzik önce nota kâğıdı üzerine, soyut olarak<br />
yazılır; sonra, yorumcularca seslendirildiğinde, somutlaşır. Gerçi elektronik<br />
müzik bestecisinin, düşünüşlerini, izleyeceği işlemleri saptamak amacıyla<br />
notaya başvurduğu olur ama, bir elektronik yapıt somut olarak gerçekleştiğinde<br />
nota gereksiz kalır. Yapıt, ses şeridi üzerinde, dinletilmeye hazırdır;<br />
onu yeniden seslendirecek bir yorumcu düşünülemez<br />
Yapıtlarım hazırlarken bestecilerin başvurdukları ana yöntemler şunlardır:<br />
l ) Alman seslerin yüksekliğini, manyetofonun hızını yavaşlatarak ya<br />
da hızlandırarak, değiştirmek (Pierre Schaeffer bu iş için, "phonogfene" adını<br />
verdiği bir gereç kullanırdı; bu gereçte şerit üzerine kaydedilmiş sesler,<br />
kromatik gamın derecelerine göre dönüş hızı ayarlanmış olarak çalınır ve<br />
yeniden kaydedilir); 2) Sesin çıkmasını sağlayan ilk darbeyi (attcıque\) kesip<br />
atmak ve sesin yalnız gövdesinden yararlanmak; 3) Sesi manyetofonda<br />
tersten çalarak kullanmak; 4) Seslerin armoniklerini süzmek ya da bunların<br />
büyüklük aralarını değiştirmek; 5) Yankılandırmak, Manyetofon müziğinin<br />
geleneksel çalgılarla birlikte kullanıldığı da olmuştur. Örneğin Lue-<br />
158
ning ile Ussachevsky’nin "Rapsodik Çeşitlemelerimde ya da "Poem"inde<br />
manyetofon müziği, orkestra eşliğiyle çalınır. Varese’in Deseıts’inüe ise orkestra<br />
ve "düzenlenmiş ses" bölümleri birbirini izler. İki ortamı birleştiren<br />
yapıtların sayısı son yıllarda artadurmaktadır.<br />
İster doğrudan doğruya elektronik seslerden, ister doğa seslerinden<br />
yararlanılarak yapılsın, elektronik müziğin besteciye çok geniş olanaklar<br />
verdiğ, bundan başka gerçekleşmek, ses koşuluna ulaştırılmak için yorumculara<br />
uyruk olmayan "tümlenmiş" müzik yapıtları yaratma erkinliğini sağladığı<br />
bir gerçektir Nitekim elektronik müzik, tıpkı resim sanatında olduğu<br />
gibi, yaratıcıyı gereçlerinden tam bir özgünlükle ve kesinlikle yararlanma<br />
ve ortaya, "icracı-yorumcu" denen bir aracıya başvurma zorundan kurtulmuş,<br />
dinleyiciye doğrudan doğruya ulaştırabilen yapılar çıkartmakta etkinleştirmektedir<br />
Bir yandan çalgıların sınırlarım aşma çabalan, öte yandan elektronik<br />
müzik ortamının sağladığı zengin ses kaynaklannın işlenişindeki kurallar,<br />
birçok besteciyi yeni yöntemler, yeni kuramlar geliştirme yolunda esinlemiştir.<br />
Bunların arasında iki Fransız önemle yükseliyor, önceleri, sofuluğunun<br />
da etkisiyle, dinle ilgili konularda değeri pek de yüksek olmayan müzikler<br />
yazan Olivier Messiaen (1908), sonradan doğa seslerini, hele özellikle<br />
ilgilendiği kuş seslerini kesinlikle notalama çabasının ürünü olan ritm<br />
ve tını bağdaşımlarıyla yazılı müziğin sınırlarım genişletmiştir. Messiaen’ın<br />
elektronik ortamda bestelediği Tımbres-duries adlı kısa yapıt hem de tını<br />
ve süre ilişkileri üzerinde kuramsal bir çalışmanın örneklenmesi olarak<br />
önem kazanmıştır.<br />
Müziğindeki etkiler bakımından bir W ebem sonrası bestecisi olan,<br />
hem de kendini Debussy’nin ardılı olarak görmek isteyen Pierre Boulez<br />
(1925), dizisel yöntemleri yalnız nota yüksekliklerinin düzenlenmesine değil,<br />
ritmlere, tınılara ve ayrıntılara da uygulaması bakımından, kapsamlı,<br />
"toptan" bir dizisel bestecidir. Alışılmışın dışmda gereç arama kaygısı, bir<br />
yandan da Debussy etkisi Boulez’i, Le Marteau sarts maftre adlı yapıtında<br />
olduğu gibi, uzak doğu müziğiyle, özellikle İndonezya müziğyle ilgilenmeye<br />
götürmüş, hem de düşgeli (aliatoire) yöntemlerin örgütlenmesine yöneltmiştir.<br />
1952 yılında Pierre Schaeffer’in yanında, somut müzik alanmda<br />
iki Etüde besteleyen Boulez sonradan, biraz da kendisine yeterince aldırmayan<br />
bir müzik çevresinde patırtı kopararak ilgi toplama çabasıyla, Schaeffer<br />
okuluna kargaşacılık suçlamasıyla saldırmaya koyulmuş, bu da onu<br />
Fransız müzik çevrelerinde egemen bir duruma yükseltmeye yetmediğinde,<br />
yıllar boyunca dış ülkelerde orkestra yönetmeni olarak çalışmalarını<br />
sürdürmüş, özellikle New York Filârmoni’nin yönetmeni olarak büyük bir<br />
ün kazanmış, sonuçta "kendi yurdunda peygamber" durumuna erişmiş,<br />
1975 yılında Paris’te, müzikle akustiğin uyumu yolunda araştırmaların yapılması<br />
amacım gözeten IR C A M ’ı (Institııt de Recheıvhe et de Coondination<br />
Acoustique/Musique) kurmuştur. Oysa Pierre Schaeffer ve onunla bir<br />
159
likte çalışanlar, 1948’den bu yana sürdürdükleri çalışmaların yeni bir evresi<br />
olarak, 1958 yılında, Fransa radyosunda, Müzik Araştırmaları Merkezi’ni,<br />
G R M ’ı (Groupe de Recherches Musicales) kurmuşlardı bile. Böylece<br />
Paris’te IR C A M ile G R M , birbirlerine koşut, giderek yarışma durumunda<br />
iki örgüt olarak çalışmalarım ilerletmeye başlamışlardır. Bunlardan GRM ,<br />
hem bu örgütte süTekli olarak çalışan, hem de geçici sürelerle, bu ara konuk<br />
olarak, orada bestelemiş, Pierre Henıy, Luc Ferrari, Bemard Parmegiani,<br />
Ivo Malec, Guy Reibel, Jean Schwartz, Michel Chion ve 1966’dan sonra<br />
örgütü yöneten François Bayie gibi seçkin bestecilerin verdikleri birçoğu<br />
üstün önem taşıyan yapıtlarla, yalnız Fransız müziğini değil, çağdaş müzik<br />
yaratıcılığını bir doruğa yükseltmiştir. Oysa IR C A M , Fransız hükümetinden<br />
gördüğü yüklü para yardımına karşın, kurulduğundan bu yana süregelen<br />
kısırlığının da örneklediği gibi, bir çıkmaz içindedir. Boulez ise, orkestra<br />
yönetmenliğini bırakıp besteciliğe dönmesinden bu yana verdiği yapıtlarda,<br />
önceki yapıtlarının ışığında beklenen aşamalara ulaşmış değildir.<br />
Bestelemeye başladığı sıralarda Schaeffer’le çalışmış ve onun desteğini<br />
görmüş olmakla birlikte, Fransa’da yaşayan Yunan bestecisi Yannis Xenakis<br />
(1922), yapıtlarım hep duygulardan uzak, soyut, matematik bir yaklaşımla<br />
vermiştir. Oysa gerek elektronik, gerekse çalgı müziğinde Xenakis,<br />
bu yaklaşımıyla, güçlü ve ayrık bir kişiliğin ürünü, hem de somut değerlen<br />
çok yüksek yapıtlar ortaya çıkarmıştır.<br />
Verdiği çok az sayıda yapıt arasmda, pek seyrek çalman ama çağdaş<br />
müzik çevrelerinde sözü geçen bir piyano sonatı ve Schaeffer’le çalıştığı sıralarda<br />
ses şeridi üzerinde bestelediği bir de Etüde bulunan Jean Barraqu6<br />
(1928-1973), Hermann Broch’un Le Mort de Virgile (Virgile’in ölü <br />
mü) adlı romanma dayanarak yazadurmakta olduğu çok uzun ve türlü ortamlarda<br />
bölümleri olan bir besteyi bitiremeden ölmüştür, özellikle bir dizisel<br />
ortam bestecisi olan Barraque’nin müziğine gelecek günlerde yeni bir<br />
ilgi doğarsa, onun kimi eleştirmence yüceltilmesi belki doğrulanabilir<br />
Deneyciler arasında Jean Dubuffet’nin (1901-1985), çağdaş müziğin<br />
akımlan dışında kalan özel bir durumu vardır. Resim sanatının geçmişini,<br />
geleneklerini ve evrimini çok iyi bildiğini, ama bunlan unutmaya çalışarak<br />
resim yaptığını; oysa müzik bilmediğini, bu bakıma kazançlı sayılması gerektiğini;<br />
binlerce yıl öncenin ilkel insanı gibi kendini özgürce anlatmak<br />
için, canının çektiği gibi müzik yaptığını belirten bu seçkin Fransız ressam,<br />
ömrü boyunca ancak 1960 ve 61 yıllarında, birkaç aylık bir süre içinde, çalmasını<br />
bilmediği çalgılardan ve ses şeridinden yararlanarak, yoldamları bakımından<br />
elektronik müzik sayılabilecek, ama hiçbir bestecinin müziğine<br />
benzemeyen, bütün çağdaş akımlar ve okullardan ayn duran, tümüyle özgün,<br />
üstün önemde müzikler yaratmıştır.<br />
Başlangıçta Herbert Eimert, Gottfried Michael Koenig, Mauricio Kagel<br />
gibi bestecilerden de önemli öncü çalışmalar yaptıkları Kolonya Batı<br />
Alman Radyosu (W D R ) stüdyosu, özellikle Kalheinz Stockhausen’in<br />
160
(1928) güçlü kişiliğiyle çağdaş müzik belgelerinde bir yer almıştır. Kontakte<br />
ve Gesang derJünglinge (Gençlerin Şarkısı) gibi, elektronik müziğin başyapıtları<br />
arasında sayılan bestelerinden sonra Stockhausen, çoğu kez elektronik<br />
ses değiştirme gereçleriyle "canlı" müziği birleştiren ve kendi seçtiği<br />
yorumcularca, kendi yönetiminde seslendirilen birçok yapıt vermiştir. "Kişilerdeki<br />
Alfa dalgalarının niceliklerini değiştirerek, insanı, yeryüzünden ayırıp,<br />
uzaya, güneş dizgesinin ötesine yollama" amacını gözeten çalışmalara<br />
ve ömrünün geri kalan yıllarını, bittiğinde dinletilmesi bir hafta sürecek<br />
olan Licht (Işık) adlı bir yapıtm bestelenmesine adamış olan Stockhausen'in<br />
müzik yapıtları, düşüncelerinden, sözlerinden çok daha önemlidir.<br />
Bugün yalnız batı ve doğu Avrupa ülkelerinde değil, yeryüzünün birçok<br />
ülkesinde, çoğunlukla radyo istasyonlarında ya da üniversitelerde kurulmuş,<br />
pek çok elektronik müzik stüdyosu vardır. Bu ara Amerika Birleşik<br />
Devletlerinde yüzlerce üniversitede elektronik müzik stüdyoları kurulmuş,<br />
gitgide birçok besteci kendi özel stüdyolarını da kurmuşlardır. N e yazık<br />
ki, çağdaş sanat müziğinin yığınlara ulaştınlmaması, giderek günümüzün<br />
geçmiye yönelik "klasik" müzik çevrelerinde de kapalı kapılarla karşılaşması<br />
nedeniyle, elektronik müziğin artık çok zenginleşmiş ve içinde birçok<br />
önemli yapıtm bulunduğu dağan, yeterince tanınma ve değerlendirilme<br />
durumuna ulaşamamıştır. Böylece, bestecilik sanatma gerçek koşulunu<br />
sağlayan elektronik müzik, çağdaş müziğin karanlığa gömülmüş öbür kesimleri<br />
gibi, henüz gün ışığına çıkmayı beklemektedir.<br />
CHARLES IVES VE AM E R İK AN M Ü ZİĞ İ<br />
Amerikan bestecileri arasında etkisi özellikle Fransa’da, hele Boulez’in<br />
1950’lerde yıllarca yönettiği Domaine Musical konserleri çevresinde<br />
duyulan bir Amerikalı besteci, manyetofon müziğiyle yetinmeyip, ses dünyasının<br />
en akla gelmedik gereçlerinden yararlanmaya çalışan John Cage’-<br />
dir (1912). Cage adı özellikle "hazırlanmış piyano" buluşuyla anılır. Piyanonun<br />
telleri araşma lastik gibi, tahta parçası gibi, vida gibi türlü nesneler<br />
yerleştirip çalgının gerek tınılarını, gerekse notaların ses yüksekliklerini değiştirmesi,<br />
bundan başka türlü gürültüler (bu ara rasgele açılıp kapatılan<br />
radyolar) için hazırlandığı, sur (şans) işlemlerine dayanan parçaları Cage’i<br />
ilerici bestecilerin adı en çok geçenlerinden biri olma durumuna yükseltilmiş,<br />
etkisi gitgide bütün dünyaya yayılmıştır, öğrencilerinden biri. Morton<br />
Feldman (1926-1987) Cage’in deneylerini uygulaması yanında bir de, yorumcuya<br />
büyük özgürlükler sağlayan notalama yöntemiyle tanınır. "Graph"<br />
yöntemi diye tanınan bu notalama yönteminde her bir çalgının ancak ne<br />
türlü bir zaman ölçüsü içinde, belirli sürelerde çalgının hangi alanlarında<br />
çalacağı gibi sınırlı yöneltmeler belirtilmiş, gerisi çalgıcının kendine özgü<br />
eylemlerine bırakılmıştır. Feldman’m doğrudan doğruya geleneksel notalama<br />
yoluyla yazılmış yapıtları bu bestecinin yaratış gücünün tanıtları olmak-<br />
Müzık Tarihi, F.: 11 161
la birlikte "Graph" yöntemiyle yazdıktan, yaratış oluşumunun önemli bir<br />
bölümünü yorumcuya bıraktığı için, bestecinin kişisel özellikleri üzerinde<br />
bir yargıya vanlmasım güçleştirmektedir. N e var ki, çalgıcıyla bestecinin işbirliğini<br />
sağlayan yoldamlann gelişedurduğu bir çağda, bu yolda yargılar<br />
için yeni dayanaklar gerekir.<br />
Amerika'nın, çağdaş müziğin en büyük ustaları yanında yer alabilecek<br />
güçte bestecisi Charles Ives (1874-1954) hiçbir zaman ün kazanma,<br />
müziğini piyasaya sürme ve piyasanın gereklerine uyma amacım gözetmediği<br />
için besteleri ancak ömrünün son yıllarında tanınmaya başlamıştır. Yapıtlarının<br />
çoğunu 1915 yılından önce veren, sonraları birkaç şarkıdan başka<br />
bir şey yazmayan Ives, ömrünün ilk kırk yılında verdiği yapıtlarla yirminci<br />
yüzyıl müzik yaratıcılığının en önemli öncülerinden ve en kişisel anlatıcılarından<br />
biri olarak tanınmıştır, özgürlüğünü elde tutmak için besteciliği<br />
meslek seçmeyen Ives, sağlam bir müzik eğitimi gördükten sonra, sigortacı<br />
olarak hayata atılmış, ancak geceleri müzik yazmıştır. Ives’in kişisel<br />
özgürlük anlayışı, müzik anlayışında da kendini gösterir. Geçen yüzyıl<br />
sonu ve bu yüzyılın başlarında verdiği yapıtlar daha sonra başka bestecilerin<br />
yaydığı ve kuramlaştırdığı dil yenilikleriyle doludur. Birden fazla tonalite<br />
kullanılmasını Stravinski ve Milhaud’dan önce, atonaliteyi Schoenberg’den<br />
önce, halk müziğinin sanat müziği gereklerine göre yorumlanmasını<br />
Bartok’tan önce, çeyrek tonları Haba’dan önce uygulayan Ives’dir.<br />
Ives’in müziğindeki en önemli öge, birbirlerinden bağımsız düşünüşlerin<br />
birlikte sunulmasıdır. Hele bu özelliği Ives’in müziğinin çalmışım çok<br />
güçleştirir. Bağımsız düşünüşlerin birlikte sunuluşunu Ives, bir bando şefi<br />
olan babasının türlü bando topluluklarını ayrı yerlere yerleştirip her birine<br />
ayn müzikler çaldırmasının etkisiyle yönelmiştir. Özellikle akustik alanında<br />
durup dinlenmez bir araştırıcı olan baba Ives oğlunun müzik evrimini<br />
geniş ölçüde etkilemiştir. Bundan başka halk müziğinin dürtüsü de Ives’ı<br />
birbirlerinden ayn yüzeylerde, ayn melodik düşünüşler, ayn tempo ve<br />
ritm özellikleri içinde ilerleyen müziklerin "üstüste” konmasına götürmüştür.<br />
Gençliğinde dinlediği köy müziğinin, bestecinin bu yolda yönelişinde<br />
etkisi büyüktür. Amerikan kasabalarındaki halk müziği çalgıcılannın çoğu<br />
usta çalgıcılar olmadığı için yaptıktan müzik çoğu kere yanlış notalarla ve<br />
bir çalgıcının ötekinden daha yavaş ya da daha hızlı çalması gibi beraberlik<br />
yoksunluklanyla doludur. Ives bu sesleri kendine özgür bir yazınm ana<br />
öğelerinden biri olarak kullanmıştır. Bu bakıma Ives’m müziğindeki çoksesin<br />
bir "gerçek çokses" olduğu söylenebilir. Örneğin, The Unansvvered Question<br />
(Karşılıksız Kalmış Soru) adlı parçası ayn yerlerde, birbirlerinden<br />
ayn müzikler çalan iki orkestranın kullanıldığı, iki ayn yönetmen gerektiren<br />
bir müziktir.<br />
Charles Ives, ilk yapıtlarında, Alman romantizminin etkisindedir. İlk<br />
şarkılan, senfonileri, Schumann ve Brahms yolunda, fakat bu etkinin kişisel<br />
bir anlatışla ve bestecinin ilerde müzik diline getireceği yeniliklerin ilk<br />
162
elirtilerini taşıyan kakışmalarla, birden fazla tonalitenin kullandığı geçitlerle,<br />
ritm aksamalarıyla beslendiği ve değiştirildiği müziklerdir. Dış dünya<br />
görünüşleriyle, müzik dışı konularla izlenmesi bakımından İves bir izlenimci<br />
olarak da görülebilir. Central Park in the Dark (Karanlıkta Central<br />
Park) adlı parçası, dış dünya seslerinin verdiği izlenimlerin şiir dolu bir anlatımla<br />
sunulması bakımından bestecinin bu davranışının simgesi olarak sunulabilir.<br />
En ünlü ve ömekleyici yapıtı olarak, genellikle, "Concord, Mass"<br />
adım taşıyan ikinci piyano sonatı gösterilir. Her bir bölümünde, geçen yüzyılın<br />
Amerikan düşünüşlerinden birinin (Emerson, Thoreau, vb.) çevresinin<br />
ya da kişiliğinin besteci üzerindeki izlenimlerinin anlatıldığı bu yapıtı<br />
"en anlamlı, en derin, en başarılı Amerikan bestesi" olarak tanıtan eleştirmenler<br />
vardır. "Concord" sonatının gerçekten, yalnız yüzyılımızın değil,<br />
müzik yaratıcılığının bütün geçmişinin en önemli yapıtlarından biri olduğu<br />
yadsmamaz.<br />
Ives etkisi ancak lÇSCfden sonra, daha genç Amerikan bestecilerinin<br />
müziğinde görülmeye başlanmıştır. Bunların arasında seçkin bir durum<br />
edinen Elliot Carter (1908), Gustav Holst, Nadia Boulanger ve Walter Piston<br />
yanmda gördüğü geleneksel yoldaki sağlam eğitimden yalnızca gelenek<br />
sınırlan içinde bir müzik yazmakta yararlanmakla kalmamış, özellikle<br />
Ives’in "ilintisiz düşünceler" öğesini Ives’a kıyasla daha sağlam, daha tutarlıklı<br />
bir yapı sağlama yolunda kullanmıştır. Bir yaratıcı olarak Ives’m katına<br />
yükselememiş olmakla birlikte Carter’ın özellikle yaylı dönlüleri, bu<br />
ara 1952 yılında yazdığı ikinci dörtlü bu besteciyi çağdaş yaratıcılığın en<br />
saygın katma yükseltecek güçte yapıtlardır. Ives’m gösterdiği yolda yürüyen<br />
Heruy Brant (1713), ayn yerlere yerleşmiş ve birbirlerinden ayn müzikler<br />
çalan orkestralar için yazılmış besteleriyle ilgi çekmiştir. Bugünün<br />
ve geçmişin bütün üslûplannda deneyler yapmanın bir bestecinin evrimi<br />
için gerekli olduğunu belirten Brant her ne kadar "bir yapıtımla bir öbürü<br />
arasında yüzeyde hiçbir dü ve üslûp benzeyişi yoktur" demekteyse de ilintisiz<br />
düşünceler öğesinden çoğunlukla yararlanması yapıtlarım birbirine gitgide<br />
benzetmektedir. Sonraki kuşağın, müziği çok daha iyi tanınması gereken<br />
bestecilerinden George Ftynn (1937), Ives’ın özellikle piyano müziğinden<br />
esinli, hem de bir politik bilinç yansıtan, Wound (Yara), Kana gibi yapıtlarında,<br />
atılgan, giderek kavgacı ve saldırgan sayılan, ama özgen ve aydın<br />
bir yaratıcı kişiliğin örneklerini vermiştir.<br />
Brant başlıca öğretmeni olarak bir başka deneyciyi, tanınmışlığını<br />
özellikle 1920’lerdeki haşan davranışlarıyla sağlamış, Avrupa'da hem besteci,<br />
hem de piyano virtüözü olarak ün yapmış olan George Antheil<br />
(1900-1948)’i göstermektedir. Femand Löger’nin bir filmi için hazırladığı<br />
Ballet M4canique adlı parçasını dört piyano ve türlü vurma çalgılan yanmda<br />
iki tane uçak pervanesi ve elektrik zilleri gibi alışılanın çok dışında bir<br />
orkestra için yazmış olmasıyla çağımızın deneycileri arasında saygın bir yer<br />
edinen Antheil sonralan sürekli olarak ilgi çekici bir müzik yazma başansı-<br />
163
m gösterememiş, daha çok Hollywood filmleri için yazdığı art düzey müziğiyle<br />
ününü sürdürmüştür. Bununla birlikte Antheill'in bu "uslanma çağı"-<br />
nın, uyumlu yapıtlarının arasında, hele senfonilerinde, çarpıcı sayfalar eksik<br />
değildir.<br />
Dizisel müzik yazan orta kuşak Amerikalıların en önemlisi, gençliğinde<br />
Avrupa’da eğitim gördüğü sıralarda Schoenberg’in yapıtlarına karşıt<br />
bir davranış takman, bununla birlikte gitgide AvusturyalI ustanın yöntemlerini<br />
benimseyen Wallingford Riegger’dir (1885-1961). Riegger, dizisel yöntemleri<br />
artık, yalın bir yazıyla, sağlam bir kuruluş ve kişisel bir anlatım<br />
amacıyla başarıyla kullanan bir bestecidir. İleri gelen diziselcilerden bir<br />
başkası, Roger Sessions (1896-1985), Riegger gibi, artık yerleşmiş gelenekler<br />
arasında yer almış bir dili daha eski biçimlere uygulaması bakımından<br />
bir "ilerici" sayılamazsa da bugün, yukarda sayılan Amerikan bestecilerinin<br />
hepsi gibi, müzik yoğaltıcılarının çoğunluğunun beğenilerinde en azından<br />
yarım yüzyıl geride kalmış olmaları nedeniyle "aşın modem" sayılmıştır.<br />
Bu yolda bir nitelendirme (yahut, suçlandırma) teknik ustalığını öznel değerlerle<br />
birleştiren, müziğinin hırçın, sinirli ritmleriyle ilgi çeken William<br />
Schumann’a da (1910) yöneltilmiştir. Bunların yanında, özellikle piyano<br />
müziğinde çalgının telleri üstünde çalmak ya da tuşlara yumruk ve dirsekle<br />
dokunarak ton e düşten (ses salkımları) adı verilen akorlar dizmek gibi<br />
araştırıcı çalışmalar yapmış olan Henry Cowell (1897-1965) müziğinin<br />
öbür öğelerinde aynı deneyciliği gösterememiş, yapıtlarında çoğu kere anlamlı,<br />
tutarlıklı kuruluşlara ve olağan dışı anlatışlara varamamıştır. Gene<br />
>de Cowell’in piyano parçalarından birçoğu, bu ara pek seyrek çalınan piyano<br />
konsertosu, yirminci yüzyıl müziğinin en önemli yapıtları arasında gösterilmeye<br />
değer. Bir başka deneyci, Harry Partch (1901-1974), sekizinci<br />
aralığının geleneksel 12 ses yerine 43 sese bölündüğü bir dizge kurmuş, bu<br />
dizgpi kendi yarattığı ve yaptığı çalgılara uygulayarak bestelemiştir.<br />
Gelenekçi Amerikalılar öbürlerine kıyasla daha büyük bir ün ve saygınlık<br />
kazanmış durumdadırlar. Bunların arasında Samuel Barber<br />
(1910-1981) on dokuzuncu yüzyıl geleneklerinin başarılı bir sürdürücüsüdür.<br />
Aaron Copland (1900) Billy The Kid,.Appaladuan Spring gibi bale<br />
müziklerinde Amerikan folklorunu tonal yöntemlerle birleştiren, yapıtlarının<br />
büyük bir çoğunluğunda melodik güçten yoksun, alız ve kuru bir yazıyı,<br />
Stravinsky'den çıkma ritmik görünüşlerle birlikte kendine özgü bir üslûbun<br />
belirli nitelikleri olarak yükseltmiş bir bestecidir. Şu da var ki, Copland’ın<br />
sonraki yapıtlarından biri, "Bir Büyük Kent İçin Müzik” adlı senfonik<br />
parça, Özgür ve zengin bir imgelem ürünü olmasıyla, bu bestecinin önceki<br />
yapıtlarıyla saptanmış kişiliğine aykırı, değeri yüksek özellikler taşımaktadır.<br />
Copland yanında bir "bilgisel tepkici" olarak tanıtılan Walter Piston<br />
(1894) da önemi aşırılıkla büyütülmüş bir bestecidir. Gelenekçiler arasında<br />
sağlam yapılı, aydınlık, hafif müziğiyle Douglas M oore (1893-1969),<br />
birçok senfonisi kişilik çizgilerinden yoksun olmayan Roy Harris<br />
164
(1898-1979) ve müziğinin romantik etkenlik taşıyan yapraklarıyla Howard<br />
Hanson (1896-1981) seçkin bir durumdadırlar.<br />
Geleneğe bağlı Amerikan bestecilerinin en ünlüsü, denebilir ki, İtalya<br />
doğumlu Giancarlo Menotti’dir (1911). Menotti özellikle opera alanında<br />
tanınmış ve Konsolos Medyum, Telefon gibi operaları dağar klasikleri<br />
arasında yer almaya başlamıştır. Operalarının librettolarını da kendi yazan<br />
Menotti besteciliğinin ve edebiyatçılığının kendi başlarına değerlerinden<br />
çok, müzik ile tiyatroyu kaynaştırmakta gösterdiği, bütün opera bestecilerine<br />
örnek olabilecek olağanüstü başarıyla seçkinleşmiştir. Puccini’yi izleyen<br />
Menotti, İtalyan gerçekçiliğini ( veıismo’yu) sürdürmüş, geliştirmiştir. Bununla<br />
birlikte Menotti’nin sonraki operaları, adı geçenlerin yanında güçsüz<br />
ve önemsiz kalmaktadırlar.<br />
Bir yandan Birleşik Amerika'nın ülke büyüklüğü ve nüfus sayısı, öte<br />
yandan müziğin Amerika’da bestecilik dışında, özellikle bilimsel alanda ve<br />
icracılık alanında, bütün dünyaya örnek olabilecek bir gelişme, ilerleme ve<br />
bolluk göstermesi, doğrudan doğruya yaratıcılık alanındaki önemli kişilerin<br />
azlığına bakışları yöneltmektedir. Gerçi Charles Ives gibi tekil, yalnız,<br />
özgür bir büyük yaratıcı; hafif müzik alanındaki başarısına koşut olarak,<br />
eğitimsizliğine aldırmadan, sanat müziğinde de üstün yetilerini tanıtlayan<br />
bir George Gershwin; olağanüstü yaratış gücünü caz müziği alanında gerçekleştiren<br />
bir Duke Ellington (1899-1974); John Cage gibi büyük bir müzik<br />
feylesofu ve çoğu kişinin yapıtlarını dinlemeye katlanmak istemediği,<br />
gene de, toptan diziselliğe, tüm örgütlenmeye ve işitme yetilerinin araştırılmasına<br />
dayanan kurumlanna saygı gösterdiği bir Milton Babbitt (1916),<br />
çağdaş bestecilik alamnda Amerika’yı Avrupa'nın başlıca müzik ülkeleriyle<br />
boy ölçüşebilecek duruma yükseltmektedirler. Bununla birlikte, bolluk ülkesi<br />
Amerika’dan bu alanda da bolluk beklenmesi çoğu gözlemciyi eli boş<br />
çıkarmaktadır. Yalnız bolluk söz konusuysa Amerika, büyük bir çoğunluğunun<br />
söyleyecek önemli bir sözü olmayan, üstelik sayısı gitgide artan, onbinlerce<br />
bestecisiyle yeterinden pek çoğunu vermiştir. Yeniden beirtmek<br />
gerekir ki bu besteciler, başka ülkelerin çağdaş bestecileri gibi, seslerini<br />
duyurma, düşük ya da yüksek olsun gerçek değerlerini tanıtma yolunda büyük<br />
engellerle karşı karşıyadırlar.<br />
N e ki Amerika, 1970'lerden bu yana gelişen ve müziğin dil öğelerini,<br />
anlatım araçlarını en aza indirmeyi gözeten "minimalism" akımıyla, özellikle<br />
Philip Glass (1937) ve John Adams’ın (1927) müziğiyle uluslararası çapta<br />
bir büyük etki kaynağı durumuna yükselmiştir. Glass’ın, Adams’ın ve<br />
yeryüzünün çoğu ülkesinde onların yolunda giden sayısız genç bestecinin<br />
"minîmalist" müziğini, alfabenin ilk birkaç sayfasındaki sözcükleri yineleme<br />
yoluyla art arda dizip roman yazma gibi bir benzetmeyle anlatabiliriz.<br />
"Minimalisni’m yakınılması gereken yaygınlığı, müziğin olsun, bulaştığı<br />
öbür sanatların olsun evrimlerini durdurmakla kalmayıp, sanatları yüzyıllar<br />
önce bile düşünülmemiş bir geriliğe, ilkelliğe götürmüştür.<br />
165
SOVYET RUSYA’DA BESTECİLİK<br />
Sovyet Rusya’da Bolşevik rejiminin müziği halka indirme isteği, halkın<br />
anlamayacağı sandan her türlü deneyici davranışa set çekmiş, Sovyet<br />
bestecilerinin araştırıcı çalışmalarım engellemiştir. Başlangıçta Sovyet bestecilerine<br />
halkın müziğine yönelmeleri salık verilmiş, "çarlık çağının romantismine"<br />
sırt çevirmeleri istenmiş, böylece yaratış çalışmalarına boyunduruk<br />
takılmıştır. Bununla birlikte, halkın hoşlandığı müziğin gene de "çarlık<br />
çağının romantik müziği" olduğu görüldüğü için bu kere de bestecilere o<br />
yolda müzik yazmaları buyruğu verilmiş, Çaykovski gibi, Glazunof gibi,<br />
hatta Bolşevik Rusya’sına dönmek istemeyip kendini Amerika’ya süren<br />
Rahmaninof gibi bestecilerin müziği baştacı edilmiş, örnek gösterilmiştir.<br />
Ülkenin yöneticileri ileri gelen Sovyet bestecilerini arada sırada "çökmekte<br />
olan buıjuva biçimciliğine uyan" müzikler yazdıkları için azarlarlar.<br />
Bu gibi bir suçlandırmayla ne demek istedikleri apaçık anlaşılmamaktadır.<br />
Çünkü, azarlanan bestecilerin ülkenin büyüklerince hoşa giden müzikleri<br />
batının "çökmekte olan buıjuva" çevrelerinin de hoşuna gitmektedir, biçimciliğe<br />
gelince, aynı müzikler, söz konusu bestecilerin kötülenen müziklerine<br />
kıyasla batının gerici, tutucu biçimlerine çok daha uygundurlar. Sovyet<br />
bestecilerinin uğradıkları suçlandırmalardan sonra özür dilemek amacıyla<br />
yazdıkları müziklerin niteliklerine, öte yandan da Sovyet çalgıcılarının, şarkıcılarının,<br />
orkestra yönetmenlerinin çoğunlukla seçtikleri müziklerin türlerine<br />
bakarak bugün Sovyet Rusya'da rejimin bestecilere verdiği yaratıcılık<br />
reçetesini şöyle özetlemek eldedir: 1) Kolay anlaşılır ve söylenebilir melodiler<br />
yazmak, 2) Müzik dilinde her türlü deneyden kaçınmak, 3) Kakışmalı<br />
("dissonant") çoksesten ve atonal ya da dizisel dilden kaçınmak; 4) Rahmaninofunkinden<br />
daha ileri bir armonik dilden sakınmak, S) Sovyet yaşayışını<br />
konu alan operalar yazmak, 6) Daha çok şarkı ve koro müziği yazmak,<br />
ilgiyi genel olarak halkın şarkılarına çevirmek ve batıyı unutmak.<br />
ilk bakışta şaşırtıcı olan, bir sanatçının nasıl olup da yaratış hayatını<br />
bu türlü bir diktaya uydurabildiğidir. Alman yazan Thomas Mann da böyle<br />
bir soruyu karşılıksız bırakıyor. "Batılı bir yazar için Rusya’daki havayı<br />
anlamak güçtür, diyor. Onca, örneğin bir Şostakoviç’in, ülkenin yöneticileri<br />
önünde neden diz çöktüğünü anlamak çok güçtür. "Bununla birlikte ortaçağda<br />
sanatçılar kilisenin dogmalan altında yaşarlar ve kendilerini bir<br />
orantıda özgür sayarlardı. Bir sanatçı, çerçevesi aşılamayacak bir düşünüşün<br />
sınırlan içinde çalışabilir mi? Bilmiyorum."<br />
Thomas Mann bilsin bilmesin, gerçek ortadadır. Devletin yaratıcıya<br />
taktığı boyunduruğun savunuculuğunu yapan, azarlandığı zaman özür dileyen,<br />
hem de böyle bir ülkede yaşamayı seçmiş olan bir kişinin, yaptığı seçimin<br />
sorumunu yüklenmesinde ve sonuçlarına katlanmasında beklenmedik<br />
bir şey yoktur. Bununla birlikte Sovyetlerin ileri gelen bestecilerinde, yaratış<br />
hayatına yüklenen dogmaların dışına doğru taşma istekleri de arada bir<br />
166
sezilmektedir.<br />
Bu dogmaların henüz saptanmadığı evrede, devrimin ilk yılları boyunca,<br />
Sovyet müziği, öbür sanatlar gibi, ilerici bir yolda yürüyordu. Böylece,<br />
eskiyle bağlarım koparmış olması gereken bir devrim toplumunun gelişmesine<br />
koşut bir müziğin ne olması gerektiği tanımlanıyordu. Devrim yıllarında<br />
yazdığı yapıtlarla, özellikle ilk üç senfonisiyle ve Burun operasıyla Şostakoviç;<br />
Zavod ("Dem ir Dökmehanesi") ve piyano konsertosu gibi ilerici<br />
bir dilde yazdığı proleter müzikleri yüzünden Sovyet bürokratlarınca köylerde<br />
halk şarkıları toplama cezasına çarptırılan Aieksandr M osolof<br />
(1900-1973); atonal ve dizisel müzikler yazan, hem de yayınladığı bir dergiyle<br />
devrim müziğinin baş sözcüsü durumuna yükselen, ama sonradan, ilerici<br />
tutumunun cezası olarak Uzbekistan’a bir halk operası yazmaya gönderilip<br />
"hizaya getirilmesi” istenen Nikolai Roslavetz (1881-1944), devrim yıllarında,<br />
1929’larda, öncü Sovyet müziğinin seçkin yaratıcılarıydı. Devrimin<br />
büyük ozanı Vladimir Mayakovski’nin 1930 yılında, gerici buıjuva sanatının<br />
ilkelerine koşut olarak geliştirilen "toplumsal gerçekçi" dogmalann baskısına<br />
dayanamayıp kendini öldürmesi, Sovyet Rusya’da öncü ve ilerici bir<br />
devrim sanatının geliştirilmesi yolundaki çabaların sona ermesini belirten<br />
mutsuz bir olaydır.<br />
Çağdaş Sovyet bestecileri arasmda Sergey Prokofiyef (1891-1953) orta<br />
kuşağın üyesidir, özellikle İlya Mummetz senfonisiyle tanınan Reinhold<br />
Glifere Kafkas Skeçleri ile ün yapmış Mihayl İpolitof-İvanof gibi Bolşevik<br />
devriminden önce yetişmiş bestecilerle, Şostakoviç, Hacatuıyan, Hrenikof<br />
gibi "gençler" arasında yer alır. Prokofiyef, 1920’lerin, devrim yıllarının kaynaşmalarına,<br />
coşkularına, öncü atılımlanna yabancı kaldığı gibi, sanat görüşlerini<br />
sonradan "toplumsal gerçekçiliğe" uydurma yolunda da büyük bir<br />
çaba göstermiş değildir. Prokofîyefin 1917’den ister önce ister sonra olsun,<br />
yazdığı yapıtlara bir göz atınca bunların büyük bir çoğunluğunda bir<br />
amaç tekliği görülür. Bu amaç tekliğinin ne olduğunu Prokofiyef "daha yalın<br />
olmaya, daha çok melodi vermeye çalışıyorum. Toplum kakışmalardan<br />
usanmıştır. Daha yalın, daha melodik bir müzik istiyoruz. Kakışmaları<br />
Bach da kullanmıştı. Oysa başkaları tuzun yanında bibere de el attılar.<br />
Böylece müzik bir karabiber kutusu oldu çıktı. Kakışmanın artık müziğin<br />
öğelerinden yalnız biri olarak eski yerine dönmesini ve melodinin gereklerine<br />
uymasını istiyoruz” sözleriyle anlatmıştır. Böyle bir konuşma herhangi<br />
bir burjuva çevrede, "çağdaş müziğin aşırılıklarından” söz eden, beğenileri<br />
gelişmemiş kişilerin çevresinde kulağa çatınabilir. Nitekim, 'çökmekte<br />
olan buıjuva beğenilerine" göre batıda yazılan ilerici müziklerin batının<br />
burjuva çevrelerinde hiç ilgi görmeyip rejimin salık verdiği sözde "proletarya"<br />
müziğinin batı burjuvalarının gözdesi drumuna geçmesi de bugün Sovyet<br />
Rusya’da reçetesi verilen sanatın gericiliğinin, tepkiciliğinin bir tanıtıdır.<br />
Prokofiyef de, öbür yoldaş bestecilerin ileri gelenleri gibi rejimin iste-<br />
167
ğıne aykırı müzik yazmakla suçlandınlmıştır. Çünkü Prokofiyef te, yalınlık<br />
ve melodicilik eğilimleri yarımda, Sovyet estetiğinin kurallarına tıpatıp uymayan<br />
yanlar vardır. 1948 yılında Prokofiyef, Şostakoviç, Haçaturyan, M i-<br />
ya&kovski, Şebalin ve Popofla birlikte Politibüro’nun gözünden düştü ve<br />
yapıtları dağarlardan atıldı. Bunun üzerine Prokofiyef ve beş yoldaşı K o<br />
münist Partisi Merkez Komitesine "yola getirildikleri için" teşekkür ettiler,<br />
bir daha yapmayacaklarım söylediler. Kısa zamanda yeniden göze girdiler.<br />
Yedinci Senfonisi, Prokofiyefin yirminci yüzyıl ortasında değil de, on dokzuncu<br />
yüzyıl sonunda yazılmış olduğu sanısını veren diliyle bir "özür dileme"<br />
müziğidir.<br />
- Piyanist olarak Prokofiyef besteciliğinden ayrı bir meslek hayatı sürdürmemiş,<br />
resitallere ve orkestra konserlerine asıl kendi yapıtlarının yorumcusu<br />
olarak çıkmıştır. İlk piyano yapıtlarında Prokofiyef, kurallara başkaldıran<br />
bir "afacan çocuk" ünü yapmıştır. Nitekim konservatuar bilgiçliği<br />
hiçbir zaman onu ilgilendirmemiş, Prokofiyef konservatuar sıralan dışında<br />
tek bir fuga bile yazmamıştır; insan kulağının, bir arada çalınan üç melodiden<br />
çoğunu izleyemeyeceğine inanır. Onca kontrapuntada ana melodi dışında<br />
kalan sesler ancak bir fotoğrafın bulanık çizgilerine benzeyebilirler.<br />
Prokofiyefin önemli yapıtlarının ilki, 1914 yılında yazdığı İsküt Süiti,<br />
devrimden sonra, hele ömrünün son yıllarında yazdığı müziklere kıyasla<br />
çok daha ileridir. Devrimin ilk günlerinde yazdığı Klasik Senfoni’nin biçimciliğine<br />
karşılık aynı yıl bir Sümer efsanesi üzerine bestelediği Yedidirler<br />
Yedi adlı yapıtı kakışmalarla beslenmiş bir "aşın modem" müzik olması bakımından<br />
"Klasik Senfonf'nin tam karşıtıdır. Apaçık görülmektedir ki Prokofiyef<br />
kendine bir üslûp aramaktadır. Seçtiği, tonal ve modal armoni olmuş,<br />
kromatisme ancak yer yer işine geldiğince başvurmuş, izlenimcilikten<br />
kaçınmış, kakışmaları ancak müziğin "tadım tuzunu" arttırmak için kullanmış,<br />
özellikle melodiye önem vermiştir. A d ı geçen yapıtları yanında Eisenstein’ın<br />
filmi için yazdığı Aleksandr Nevski kantatı, Peter ve Kuıt çocuk müziği,<br />
Kül Kedisi bale müziği, Teğmen Kije süiti ve piyano konsertolanndan<br />
üçüncüsü özellikle ünlüdür<br />
Prokofiyef etkisi yanında Çaykovski, Mahler ve Sibelius’den de esinli<br />
bir müzik yazan Dimitri Şostakoviç’in (1906-1975) başlıca niteliği, müziğindeki-yapı<br />
mantığı ve orkestralama ustalığıdır. Yapıtları arasında on beş<br />
senfonisi özel bir yer tutar, bunların hemen hemen hepsi, bestecinin kendi<br />
kendini eleştirme niteliğinden yoksunluğunun tanıtı olarak gösterilebilecek<br />
aşın bayağılıktaki sayfaları yanında, başarılı bölümleriyle Şostakoviç’i<br />
yirminci yüzyılın ileri gelen senfonicilerinden biri olma durumuna yükseltmiştir.<br />
Gençlik yıllarında, 1920’lerin Almanya'sında geçerlikte olan eğilimlerle<br />
ilgilenen, çağdaşı Viyanalıların müziğe getirdikleri yeni dile kulak veren<br />
ve bunu uygulamaya çalışan, yukarda da belirttiğimiz gibi devrim müziği<br />
yolunda önemli yapıtlar da veren Şostakoviç, Mzensk’li Lady Macbeth<br />
operasıyla ve dördüncü senfonisiyle rejimin zılgıtını yedikten sonra yola<br />
168
gelmiş, beşinci senfonisiyle yeniden göze girmişti.<br />
Bir başka senfonici, Nikolai Miyaskovski (1881-1950) 27 tane senfoni<br />
yazmış, esin kaynaklarında öznelden nesnele doğru yönelmiş, Bolşevik devrimiyle<br />
birlikte esin kaynaklarını halkta aramaya başlamış, doğrudan doğruya<br />
rejim konularım müzikle anlatmaya pek yeltenmemişse de, içinde yaşadığı<br />
toplumun ömrü boyunca değişen sorunlarıyla etkilenen müziği romantizmin<br />
geleneklerine bağlı derin ve içten anlatımıyla seçkinleşir. Yapıtlarında<br />
bir yandan kendi toplumunun folklorunu, Ermeni halk müziğini,<br />
öte yandan da Çaykovski’ye bağlanan Rus romantizmi geleneğini yansıtan<br />
Aram Haçatuıyan (1903-1978), Gayne balesiyle bütün dünyada büyük bir<br />
ün kazanmıştır. Müziği halk melodilerine dayanan çekiciliği ve dinleyicisine<br />
kolayca ulaşan etki gücüyle seçkinleşir.<br />
Çağdaş müziğin evrim koşullan içindeki akımlarım kapı dışarı etme<br />
çabaları gene de birçok Sovyet bestecisinin ileri bir dilde müzik yazmalarını<br />
engellememiştir. Bu bestecilerin arasında Edison Vasiliyeviç Denisof<br />
(1929) kendini Prokofîyeflerin, Şostakoviç’lerin ardılı saymaktaysa da yeni<br />
müziğin evrensel diline yönelmiş, önce dizisel sonra da düşgeli yöntemleriyle<br />
müzik yazmıştır. İlk yapıtlarında geleneksel bir yazı türü tutturan A lfred<br />
Schnittke (1934), sonradan dizisel yazıyla ve tim araştırmalanyla ilgilenmiş,<br />
yeğinlik katlarının özel bir anlam kazandığı müziğiyle Sovyet Rusya'nın<br />
en önemli ilericilerinden biri olarak yükselmiştir.<br />
M A O Ç İN ’İ VE SONRASI<br />
Çin’deki kültür devrimi yıllarından az önce, 1956 yılında, M ao "yüz çiçek<br />
yarıyana açsın, yüz düşünce okulu birbiriyle yarışsın" demişti. Devrimini<br />
sağlam temellere oturtmuş, her bir üyesini devrim ideolojisiyle koşullamış,<br />
en kısa deyişle "yeni insan”ı yaratmış bir toplumda yüz çiçeğin yanyana<br />
yetişmesinden korkulmaz. Yoksa, yeryüzünün bütün burjuva-kapitalist<br />
toplumlannda olduğu gibi, yetişen yüz çiçeğin çoğu zehirli çiçek ya da asalak<br />
olarak büyür.<br />
Kültür devriminin önderliğini yüklenen, M ao’nun eşi Bn. Çiyang<br />
Çing ile üç yoldaşının burjuva aydım olarak gördükleri eğitimi ve bu yoldaki<br />
yaşantılarını gözönünde tutarsak, evrensel burjuva-kapitalist dizgede sanatlara<br />
ne türlü bir görev verildiği konusunda çözümcü gözlemlerden yoksun<br />
olmalarının, zehirli çiçekleri ve asalakları zehirsizlerden ve köksüzlerden<br />
ayıramayışlanmn, kültür devrimini herhangi bir ulusalcı (giderek faşist)<br />
nitelikteki sanat kalkınması çabasının dar görüşlü ve bürokratça güdümüne<br />
yaraşır yoldalarla yöneltmelerinin, giderek kapitalist ülkelerde bile<br />
görevini doldurup çürüğe çıkarılmış tuzaklara düşürmelerinin önemli bir<br />
nedenini anlayabiliriz.<br />
Bn. Çiyang’ın yönetiminde gerçekleştirilen örnek yapıttan devrimsel<br />
içerik açısından hor göremeyiz. Am a yalnız içerik açısından. Tiyatro ala<br />
169
nında, Bn. Çiyang’ın sözleriyle, "gereksiz geçmişi ansıtan oyunların yokedilmesi"<br />
önerisi, M ao’nun "cin, peri ve hortlak görüntülerini, imparatorları,<br />
soylu kişileri, generalleri, bakanlan, güzel kadın ve erkekleri çizen oyunların<br />
yasak edilmesi" yolundaki görüşüne uygundu. Müzik alalımdaysa, yabancı<br />
müziği yüceltmenin, eski müziği canlandırmalım, tarihin çarkım geri<br />
çevirme sonucunu doğuracağı belirtiliyordu. Bu görüşler, bütün devrim<br />
toplumlannda sanatlan yönelten temel düşünüşler olarak benimsenebilir<br />
Oysa Bn Çiyang’m örnek yapıtları, buıjuva kültürünün yaydığı ve yücelttiği<br />
köhne biçim ve dil öğelerine uygun olarak gerçekleştirilmişlerdi<br />
örneğin San Nehir Konsertosu, batımn terimsel kültürünün klasik müziği<br />
hem para kazanma amacıyla, hem de düşünce ve duygu deneti yolunda,<br />
sulandırıp, ballandırıp, yığınlara yutturmayı gözeterek geliştirdiği müzik<br />
türlerine, bir yandan Amerika’da ve birçok batı ülkesinde lokantalarda,<br />
asansörlerde, dükkânlarda, uçaklarda çalman ve Muzak denen hafif müziğe,<br />
öte yandan Hollyvvood filmlerinde bir zamanlar geçerli olan müzik türüne<br />
tümüyle uymaktadır. Kızıl Kadınlar Kolu ve Beyaz Saçlı Kız gibi balelerin<br />
müzikleri de benzer türdedir: Demek oluyor ki, hem Amerika’da,<br />
hem de 1930’dan bu yana Sovyet Rusya’da büyük geçerlik kazandırılmış<br />
olan ve on dokuzuncu yüzyıl sonu romantik müziğinin yalınlaştırılmış yoldamlanna<br />
dayanan bir müzik. Bale açısından da bu yapıtlar, romantik balenin<br />
diline ve yoldamlanna uygundur. Böylece Amerikan ve Sovyet düşmanı<br />
olması gereken M ao Çin’i, sanat politikasında, yeryüzüne gerici bir<br />
sanatı yaymak için el ele vermiş gibi görünen düşmanlarıyla birleşmek gibi<br />
korkunç bir çelişmeye düşmüştür.<br />
Oysa geleneksel Çin müziği, özellikle Pekin operasının müziği, batının<br />
ilerici sanat müziği açısından değerlendirilebilecek, yorumlanabilecek<br />
ses ve biçim öğeleri taşımaktadır. Devrimsel bir yaklaşımla bu öğelerden<br />
yararlanmak, geleneksel müziğin geçmişin yüküyle koşullanmış değişmeziğini<br />
dağıtmak, Pekin operasını şeytanlardan, tanrılardan kurtarıp devrimsel<br />
konulara kavuşturmak, hem de böylece uluslararası ilerici müziğe ve<br />
müzik-tiyatro birleşimine önemli bir katkı sağlamak, Çin kültür devriminin<br />
başlıca amaçlarından biri olabilirdi. Am a bunun için burjuva kültürü<br />
tutkusundan kurtulmuş olmak gerekirdi.<br />
Kültür devriminin örnek yapıtlarının birey yaratıcılarca değil de, Bn.<br />
Çiyang'ın yönetimindeki kurullarca ortaya çıkarılması bile, kapitalist ülkelerde,<br />
hele Amerika’da, büyük terime yönelik sanat dallarında, özellikle<br />
pop müziği ve sinema alanlarında, şirket yönetmenlerinin ve yapımcılarının<br />
yer aldığı bürokrat kurullarca, sanatçılara ne yapmaları, nelerden kaçınmaları<br />
gerektiğini buyuran örgütlerce uygulanan yapım işlemlerine çok<br />
benzemektedir<br />
Çin kültür devriminin yığınları ne türlü etkilemiş olduğunu, 1976 yılında<br />
Bn. Çiyang’m ve üç arkadaşının "Dörtler Çetesi” diye adlandırılıp "süpürülmelerini"<br />
izleyen ve gitgide Amerikan etkisiyle koşullanan yıllarda,<br />
170
kültür devriminin ilkelerine, öğelerine, öğretilerine halkın bir bağlılık göstermemesinden,<br />
devrimi hiç de benimsememiş olduğunu açığa koyan davranışlar<br />
göstermesinden anlıyoruz. 1970’lerin sonlarında Seiji Ozawa yönetiminde<br />
Boston Senfoni Orkestrası Pekin’de verdiği konserlerde, kültür<br />
devrimi yıllarında buıjuva kültür emperyalizminin simgesi olarak gösterilen<br />
Beethoven’in dokuzuncu senfonisini hem de Çinli çalgıcılarla ve şarkıcılarla<br />
birleşerek çaldığında, daha da ötesi, Amerikan bayrağını yücelten<br />
bir marşı, "Stars and Stripes Forever"i dinlettiğinde, Çinli dinleyicilerin<br />
coşkun kıvancı yüzlerinden okunuyordu.<br />
Bir devrim ülkesinde daha sanat kültürünün nereden nereye gittiğini,<br />
bilinçli amacı bu olmamakla birlikte, batıda müzik sanatınm yönelişini koşullayan<br />
köhnemiş değerlerin Çin’e egemen oluşunu belgeleyen bir ilimin<br />
adı çok iyi anlatmaktadır. Mao’dan Mozart’a.<br />
TÜ RLÜ ÜLKELERDE M Ü Z İK<br />
Bu bölümde, bundan önce sözü geçmemiş olan ünlü çağdaş bestecilere,<br />
uyruğu olduktan ya da doğdukian ülkelere göre ayrılmış bölümlerde<br />
değineceğiz.<br />
Almanya’da günümüzün en saygın bestecilerinden biri olan Cari O rff<br />
(1895-1982) ilkel müziğe yönelmiş, yalın ritmler ve melodilerle dinleyici<br />
üzerinde büyük bir etki gücü sağlayan bir müzik yazmıştır. Carmina Burana<br />
kantatı ya da Die Kluge (Akıllı K ız) operası O rffun üslûbunu en iyi<br />
simgeleyen yapıtlar arasında gösterilebilir. O rff hem de çocukların müzik<br />
eğitiminde ritme dayanan bir eğitim yönteminin kurucusudur ve bu yöntem<br />
yurdumuzda da uygulanmıştır.<br />
Cari Orff, müziğinin aşın yalınlığıyla, Nazi Almanya’sında büyük ün<br />
kazanmış, sanatlann evrimine karşı tutumuyla Alman müzik kültürünü kuraklaştıran<br />
Üçüncü Reich’ın gözbebeği olmuştu. 1945’ten sonra, öbür A v <br />
rupa ülkeleri gibi, Almanya da bırakılan yerden başlayıp ileri atılımlara giriştiyse<br />
de ancak iki bestecinin önderliğiyle uluslararası düzlemde bir yer<br />
edindi. Bu iki önderden başta gelenin, Stockhausen’in, yaratıcı kimliğine<br />
bundan önce (elektronik müzik bölümünde) değinmiştik. Öbürü, Hans<br />
W em er Henze (192b), Stockhausen’in gölgesinde kalmış olmakla birlikte,<br />
önceki kuşağın W em er Egk, VVolfgang Fortner ya da Boris Blacher’lerinden,<br />
kendi kuşağının Giselher Klebe ya da Wühelm Killmeyer’lerinden,<br />
genç kuşağın Aribert Reimann, Johannes Fritsch, Peter Ruzicka ya da<br />
Manfred Trojahn’lanndan önemi daha yüksek bir yaratıcıdır.<br />
Önceleri dizisel yolda yazan Henze, sonra özgür bir anlatım amacıyla<br />
bu yolu bırakmıştır. Boutevard Solitude, Elegyfor Young Lovers (G enç Sevgililer<br />
İçin A ğ t ), DerJunge Lord (Genç Lord) gibi operalarıyla uluslararası<br />
bir ün kazanmış, 1960’ların sonlarına doğru, öğrenci ayaklanmalarının<br />
da etkisiyle, politik konulan müziğinde yansıtmaya başlamış, 1968 yılında<br />
171
Che Guevara’ya ağıt olarak bestelediği Dos Floss der Medusa (Medusa’-<br />
nın Sah) adh oratoryosunun Hamburg’da karşılaştığı tepkileri yanıtlamak<br />
amacıyla, bariton ses ve oıkestra için bir de Versuch über Schweine (D o <br />
muzlar Üzerine Deneme) adh bir yapıt bestelemiştir. Verimli bir besteci<br />
olan Henze’nin politik konulu yapıtları, bu tür müziğe özellikle yaraşık sayılması<br />
gereten jleri, özgür, zengin ve ustalıkla kullanılmış bir müzik diliyle<br />
bestelenmiş olmakla birlikte, bu yapıtların sözleri, ulaştırdıkları politik<br />
bildiriler, anlaşılmak için okunması gereken, yer yer polemiğe de yönelen,<br />
müzikle birlikte dinlendiğinde kavranması güç özellikler taşırlar.<br />
Hanns Eisler, Paul Dessau ve özellikle Kurt Weill (1900-1950), A l<br />
man politik müziğinde Henze’nin öncelleridir. İlk yapıtlarında, Schoenberg<br />
ve Mahler etkileri yoluyla da yansıyan anlatımcı (expressioniste) yanını<br />
ortaya koyan Weill, en başarılı müziklerini Bertolt Brecht’le işbirliği<br />
ederek bestelemiştir. Bunlann arasında Der Dreigmschenoper (Ü ç Metelik<br />
Operası, 1928) ve özellikle operanın politik konulara ne denli uygun bir<br />
ortam olduğunu büyük bir başarıyla tanıtlayan Aufstieg und Fail der Stadt<br />
Mahagonny (Mahagonny Kentinin Yükseliş ve Çöküşü, 1927-1929) üstün<br />
önemde yapıtlardır. Nazi’lerden kaçıp Amerika’ya sığınan Kurt W eill orada<br />
bir Broadway ve Hollywood bestecisi olmuş, her biri sınırlı bir başarıya<br />
ulaşmakla birlikte hoşa giden birkaç ezginin ötesinde kalıa değer taşımayan<br />
müzikli oyunlar yazmıştır.<br />
öm rü boyunca hem dizisel müzik yazmış, hem, politik inançları gereği,<br />
yalın şarkılar bestelemiş, hem de ikisi arası yapıtlar vermiş olan Hanns<br />
Eisler (1898-1962) de Brecht’in birçok oyunu için sahne müziği yazmıştır.<br />
Schoenberg’in öğrencisi olan Eisler, 1920’lerin Almanya’sında politik sanat<br />
yolunda ilerlerken, Nazi boyunduruğundan kurtulmak için, 1933 yılında<br />
Amerika’ya sığınmış, bir süre Hollywood’da Charlie Chaplin’in müzik<br />
yardımcısı olarak çahşmış, öğretmenlik de yapmış, ne ki politik geçmişi<br />
Amerika’da kalmasına olanak vermemiştir. 1948’de Avrupa’ya dönen Eisler,<br />
Doğu Almanya'nın "resmi" bestecisi durumuna yükseltilmiştir.<br />
Nazi Almanyası’ndan kaçan bir başka besteci, Paul Dessau<br />
(1894-1979), 1930’larda ve savaş yıllarında Amerika’da yaşamış, sonra Doğu<br />
Berlin’de Brecht’le işbirliği edip yazarın oyunlarına müzikler bestelemiştir.<br />
Bu ara, askeri diktatörlükleri yeren Das Verhör des Lukullus (Lukullus’un<br />
Duruşması) adh operası, Doğu Almanya’da yasaklanmış, sansürden<br />
geçtikten sonra Die Verurteilung des Lukullus (Lukullus’un Yargılanması)<br />
adım almıştır. Gençliğinde dizisel yöntemlerle yazan Dessau, sonra<br />
yalın bir yazı türüne yönelmiştir.<br />
Gençliğinde çevresinin toplumsal konularına yabancı kalmayan, sonra<br />
Nazi Almanya’sından uzaklaşıp bir süre Viyana’da Anton W ebem ’le çalışan,<br />
bunun ardından Kudüs’te, konservatuarda, müzik kuramı öğretmenliği<br />
yapan, sonuçta da Amerika’ya yerleşen önemli bir Alman besteci, Stefan<br />
Wolpe (1902-1972), ömrünün son yıllarında New York’ta, özellikle<br />
172
CoLmbıa Ümversitesi’nin çağdaş müzik konserleri çevresinde yüceltilmiştir.<br />
Tonal ve tonal yazıyı bağdaştırma yolundaki birçok yapıtı özellikle ölçü<br />
değişikliklerine dayanan bir çapraşıklık ve seslendirme güçlüğü gösterir.<br />
VVolpe de Brecht’in oyunları için müzik bestelemiştir: 1953 ve 1960 yıllarında,<br />
yazarın birer oyunu için bestelediği müzikler.<br />
ikinci savaştan sonra yükselen Alman bestecileri arasında, birçok yapıtında<br />
özel yetisini tanıtlayan Bem ol Alois Zimmerman (1918-1970), yıldızı<br />
uluslararası düzeyde parlamaya başladığı sıralarda kendini öldürmüştü.<br />
* * *<br />
öbür ülkelerin müziklerine değinmeden önce, John Cage’in, bir H ollandalI<br />
bestecinin sorusunu nasıl yanıtladığını analım.<br />
HollandalInın sorusu: "Amerika’da, geleneklerin o denli uzağında,<br />
bestelemek güç gelmiyor mu size?"<br />
Cage’in yamtı: "Hollanda’da, geleneklerin o denli yakınında, bestelemek<br />
güç gelmiyor mu size?”<br />
Bu söyleşinin iki yanında da gerçek payı olduğu görüşündeysek, geleneğin<br />
artık bir yere, bir bölgeye, bir ülkeye bağlı bulunmadığını, evrenselleşmiş<br />
olduğunu tanımak zorunda kalabiliriz.<br />
Yer önemli olmadığına göre, zaman da mı değildir?<br />
1945 yılında, ikinci savaş sona erdiğinde, çağdaş Viyana okulunun üç<br />
büyük önderinden biri, Alban Berg, öleli ancak on yıl olmuştu; öbürü, Anton<br />
Webern henüz yaşıyordu (birkaç ay sonra, bir Amerikan askerinin kurşunuyla,<br />
öldürülmek üzere); üçüncüsü, baş önder A m old Schoenberg, daha<br />
altı yıl yaşayacaktı. Oysa, geleneğe hem yer, hem de zaman bakımından<br />
böylesine yakın Avusturya, kırk yılı aşkm bir süredir henüz bir büyük<br />
besteci yetiştirememiştir. Bu gözlemin ışığında, batı sanatının bundan böyle<br />
yer ve zaman tanımayan evrenselliği açısından, bir büyük bestecinin artık<br />
"coğrafi rasgelişle," yeryüzünün herhangi bir ülkesinde yetişebileceğini<br />
öne sürmekte sakınca görmeyebiliriz. Ancak, yetişen bestecilerin hem de<br />
evrensel düzlemde duyurulmalarım, değerlendirilmelerini büyük ölçüde engelleyen<br />
koşulların varlığım ve bunların yok edilmesi gerektiğini de bilmek<br />
zorundayız.<br />
• * •<br />
Avusturya’da Viyanah üçlerin başlıca izleyicisi Emst Krenek (1900),<br />
Nazi yıllan başladığında Amerika’ya yerleşmiştir. Krenek türlü üslûplar denemiş,<br />
önceleri romantik bir yolda yazmış, sonra caz etkisinde yazmış, sonra<br />
romantizme dönmüş, ortaçağ müziğiyle de ilgilenmiş, sonuçta dizisel yola<br />
girmiştir. Caz etkisindeki operası Jonny SpieltAuf! (Jonny Oyunu Yönetiyor),<br />
bu türün en yüzeysel, en çirkin örneklerindendir ve bugün pek seyrek<br />
oynanır; bununla birlikte gününde, 1920’lerin sonuna doğru, Krenek’e<br />
173
üyük ûn sağlamıştır. Krenek gibi Amerika’ya yerleşen, orada öğretmenlik<br />
yapan, hem de HoUywood’ta film müziği bestecisi olarak çalışan Emst<br />
Toch (1887-1964), Alman romantismine dayanan, orta dinleyicinin anlamakta<br />
güçlük çekmemesi gereken besteler yazmıştır. Savaştan sonra adlan<br />
duyulan Avustuıya’lı besteciler arasında operalarıyla uluslararası ölçüde<br />
pek de büyük olmayan bir ün kazanmış Gottfried von Einem'in, hem de<br />
orkestra yönetmeni olarak bilmen Michael Gielen ve Friedrich Cerha’nm<br />
adlan anılabilir<br />
İsviçre’de eski Kuşağın ulusal bestecileri arasında başta, besteciliğinden<br />
çok ritmik jimnastik yöntemlerinin kurucusu Jacques Dalcroze<br />
(1865-1950) ile halk müziği biçimlerini geleneksel sanat müziğinin büyük<br />
biçimleriyle'uzlaştıran Gustave Doret (1866-1943) gösterilir. Sonraki kuşaktan<br />
Hindemith, Roussel ve Honegger etkilerini müziğinde birleştiren<br />
Conrad Beck (1901) ve ünü İsviçre sınırlarını aşmış Frank Martin<br />
(1890-1974) İsviçre’nin kalburüstü bestecileri olarak sayılabilir. Hiçbir devrimci<br />
yanı olmayan bir üslûpta yazmaya başlayan Martin sonraları atonal<br />
ve dizisel yöntemleri benimsemiştir. Avrupa uygarlıklarının kavşağı İsviçre,<br />
tek bir büyük besteci bile yetiştirmiş sayılamaz.<br />
Belçika’da Jean Absil (1893-1974) çağdaş Viyana okulunun getirdiği<br />
yeniliklerle etkilenmiş, çarpıcı yanlan olan bir müzik yazmıştır. İkinci savaş<br />
sonrasının uluslararası öncü müziğinde adı bir süre en çok geçen besteci<br />
Henri Pousseur (1929) olmuştur. Onun ardından gelen genç Belçikalı<br />
besteciler arasında Philippe Boesmans, Pierre Bartholomee, Lucien Goethals<br />
ve Leo Kupper’in adlan anılabilir.<br />
Hollanda’lı besteciler arasında on beşinci yüzyılın Felemenk bestecilerinin<br />
çokses ustalığım sürdürmeye çalışan ve müziği, başka yanlarıyla değilse<br />
bile, çokses yapısı ustalığıyla ilgi çeken Willem Pijper (1894-1947) ile<br />
öğrencisi Henk Badings’in (1907) adlan verilebilir. Badings elektronik müzik<br />
alanında sınırlı bir ün kazanmışsa da seçkin bir yapıt vermiş değildir.<br />
Genç kuşağın bestecileri (W im de Ruiter, Diderik VVagenaar, Jan Willem<br />
Van Dormolen, vb.) henüz uluslararası düzlemde Hollanda’ya bir yer sağlamış<br />
değillerdir.<br />
İsveç’te Hilding Rosenberg (1892) Schoenberg etkisinden yararlanarak<br />
geleneklere körükörüne bağlanmaktan kurtulmuşsa da, verimliliğine<br />
ve yapıtlarının sağlam işçiliğine karşın, çağdaş müzik kürsüsünde önemli<br />
bir söz söylemiş değildir; hiçbir yanıyla, bir ilerici olarak da tanıtılamaz.<br />
Türlü ortamlarda müzik yazmış, bu ara din konularına saplanmış olan Rosenberg*in<br />
yamnda Gösta Nystroem (1890) özellikle bir senfoni bestecisi<br />
olarak tanınır. Daha genç bir besteci, Dag VViren (1905) yeni klasikçiliğin<br />
İsveç’teki başlıca simgesi olarak gösterilebilir. Daha ileri bir üslûpta yazan<br />
Lars-Erik Larsson (1908) ileri bir dil ile yeni-klasik ve yeni-romantik eğilimleri<br />
birleştirmiş bir bestecidir<br />
Yaşarken, İsveç’in ilerici müziğinin sözcüsü durumunda olan Kari<br />
174
Birger Blomdahl (1916-1968), bu Ülkenin bestecileri arasında kendine özgü<br />
bir müzik yazmakta en ileri gitmiş besteci olarak tanıtılabilir. Yeni-klasik<br />
müziğin, özellikle Hindemith’in etkisi yanında dizisel yöntemleri kendi<br />
kişiliğine sindirmiş ve ayrık nitelikleri olan bir dile ulaşmıştır.<br />
Danimarka’da çağdaş okulun kurucusu ve en önemli bestecisi Cari<br />
Nielsen (1865-1931) uzun bir süre tamnmışbğı gereksizce sınırlı kalmış bir<br />
besteciydi. Çağımızın büyük yaratıcıları arasında ön sallarda bir yer edinmeye<br />
hak kazanmış olan Nielsen’e gösterilen ilgi 1960’lardan bu yana yükselmeye<br />
başlamış ve özellikle senfonileri bu bestecinin üstün yaratıcılığım<br />
ortaya koymuştur. Sonraki kuşağın bestecileri arasında Niels Vigo Bentzon<br />
(1919) yeni klasikçilikten diziselliğe uzanan türlerde bestelemiştir,<br />
onun yanında Knudage Riisager (1897-1974) Fransız okulunun, özellikle<br />
Roussel ve Milhaud’nun etkilerini yansıtmıştır.<br />
İngiltere’de Benjamin Britten (1913-1976) bugün özellikle Peter Grimes<br />
gibi, The Tum o f the Screw (Vidanın Dönüşü) gibi operalarıyla ün<br />
yapmış bir bestecidir. Britten’i, Purcell’den bu yana, İngiltere’nin en önemli<br />
opera bestecisi saymak gerekir. Operaları, alışkanlıklara çok bağlı ve<br />
çağdaş müziğe yönelmek istemeyen opera kurumlarının bile dağarlarında<br />
yer alır. Opera dışındaki yapıtlannın değeri ve önemi büyük inişler Çıkışlar<br />
gösterir. "Gençlere Orkestra Kılavuzu" ya da Ceremony o f Carols gibi<br />
yapıtlan büyük ün kazanmıştır. Savaşa karşı güçlü bir manifesto etkisi bırakan<br />
War Requiem’in önemli bir yapıt olduğu yadsınamaz<br />
Britten’in öğretmeni Frank Bridge (1879-1941), özellikle 1920'den<br />
sonra yazdığı yapıtlarla, çok daha iyi tanınması gereken bir bestecidir.<br />
1922 yılında bitirdiği ve 1918 yılında Fransa’da savaş alanında ölen İngiliz<br />
bestecisi Ernest Bristovve Farrar’ın anısına sunduğu piyano sonatı, Bridge’i<br />
yerel bir İngiliz bestecisi olmaktan çıkarıp çağdaş müziğin evrensel<br />
düzlemde önemli yaratıcılarından biri olarak saptamıştır. Bu yapıtında besteci,<br />
savaşm korkunçluğu karşısındaki karamsarlığım Berg ve Schoenberg’in<br />
anlatımcılığını andıran bir dille sunmuştur.<br />
Olağanüstü karmaşıklıkta piyano müziği yazmış ve yazdıklarım kendi<br />
çalmış, özel durumda bir besteci, Kaikhosru Sorabji (1892), uzun yıllar<br />
müziğinin seslendirilmesini yasaklamıştı. Yayınlanmış yapıtlarının çalınması<br />
engellenemez idiyse de, biraz da bu yasağın etkisiyle, Sorabji'nin müziği<br />
pek az tanınır. Bu ara, Opus Clavicembalisticum adlı piyano yapıtının çalınmasının,<br />
yaklaşık dört saat sürdüğünü belirtelim.<br />
Öbür İngiliz bestecileri arasmda, eski İngiliz madrigallerıne yönelmiş<br />
olmasının sonucu bir çokses ustası olarak sivrilen Michael Tippett’in<br />
(1905), ikinci savaş sonrasının öncü müziği alanında İngiltere’nin adını duyuran<br />
Peter Maxwell Davies’in (1934) ve politik içerikli besteleriyle özel<br />
bir saygınlık kazanmış olan Comelius Cardew’nun (1936-1981) adlan sayılabilir.<br />
İtalya’da Gian-Francesco Malipiero (1882-1973), Rossini Verdî-Pucci-<br />
175
ni geleneğine sırt çevirmiş, eski İtalyan m&ziğinden, hem de İtalyan edebiyatı<br />
ve plastik sanatlarından esinli bir müzik yazmıştır. Bütün ortamlarda<br />
besteleyen Malipiero, önceki yüzyılann İtalyan operasına kıyasla çok daha<br />
yeğin bir dramatik gerçekçiliği olan yapıtlar vermiş, oda müziklerinde ve<br />
senfonilerindeyse, geleneksel biçimlere bağlılık yerine, izlenimci bir tutumun<br />
dürtüsüyle, özgür biçimlere yönelmiştir. Malipiero ile aynı kuşaktan<br />
bir başka besteci Ildebrando Pızzetti (1880-1968) de birçok opera yanında<br />
koro müziği ve orkestra yapıtları bestelemiş, genellikle din konularından<br />
ve İtalya tarihi ile ilgili konulardan esinlenmiştir. Dili gerici olmadığı gibi<br />
devrimci de değildir. Aydınlık, saydam, mantıklı bir lirizm ile özelliğini kazanır.<br />
Bir sonraki kuşağın bestecileri arasında Luigj Dallapiccola’nın<br />
(1904-1975) seçkin bir durumu vardır. Dizisel yazının yapıcı öğelerini eski<br />
Italyan müziğinin, özellikle Renaissance bestecilerinin ve klasik öncesi ustalarının<br />
yorumundan çıkan sonuçlarla birleştiren Dallapiccola, Hapishane<br />
ŞaHalan adlı koro ve çalgılar için yapıtının ya da keman ve orkestra için<br />
Tartiniana’&ının da gösterdiği gibi, dengeli, anlatım aşırılıklardan kaçınan,<br />
uslu bir müzik yazmıştır.<br />
Görülüyor ki, İtalya artık egemenliğini opera alanında sürdüren bir<br />
ülke olmaktan çıkmıştır. Rossini’lerin, Verdi’lerin, Puccini'lerin çağı sona<br />
ermiştir. N e ki, ikinci savaşın sonundan bu yana seslerini duyuran besteciler,<br />
İtalyan müziğini yeni bir yüksek düzeye ulaştırmışlardır. Bunlardan Luciano<br />
Berio (1925), gerek elektronik müzik alanında verdiği Momenti, Visage,<br />
Thema gibi yapıtlarıyla, gerekse insan sesi ve çalgı müzikleriyle büyük<br />
bir şöhrete ulaşmıştır. 1960’lann sonlarına doğru admın yaygınlaşmasıyla<br />
bestelerinin niteliklerinde belirli bir düşüşün koşut olarak ilerlediği<br />
Berio’nun yanında daha çok orkestra yöneticisi olarak tamnan Bruno Madema<br />
(1920-1973), en azmdan Berio kadar bir tanınmışlığa hak kazanmış<br />
olmakla birlikte daha çok mutlu azınlıklara sesini ulaştırmış özlü bir yaratıcıdır.<br />
Bu iki besteci hem de, dünyanın ileri gelen elektroik müzik çalışmalarından<br />
biri olan, Studio di Fonologia’yı kurmuş ve yönetmişlerdir.<br />
İkinci savaş sonrasının öbür İtalyan bestecileri arasında, önceleri Webem<br />
etkisinde an, yalın bir müzik yazan Luigi Nono (1924), sonralan daha<br />
yoğun, daha karmaşık dokulu kuruluşlara yönelmiş, hem de yapıtlannın<br />
politik bildirileriyle bu türün ileri gelen bestecilerinden biri olma durumuna<br />
yükselmiştir. Bu bestecilerin yanında adı ve müziği seyrek duyulan<br />
Niccola Castiglioni (1932), doku, çizgi, yeğinlik, boşluk, gerginlik, gevşeme<br />
gibi yapı öğelerini olağanüstü duyarlığının ürünü bir ustalıkla ve etki gücüyle<br />
kullanmış bir yaranadır. Ondan daha da az bilinen, ama yıldızı parlamaya<br />
yüz tutan Giacinto Scelsi (1905), Schoenberg etkisiyle tonalite bağlarının<br />
dışında müzik yazmaya başlamış, sonra Avrupa dışı ülkelerin,<br />
176
özellikle doğu ülkelerinin ses ve ritm dizileriyle ügisinin sonucu, kendine<br />
özgü bir besteleme dizgesi geliştirmiştir.<br />
ikinci savaştan sonra yükselen ulusal okulların arasmda belki en ilginci,<br />
Polonya’nınki olmuştur. Bir yandan geçmişinin böyle bir gelişmenin ön<br />
belirtilerini vermemesi, öte yandan bu yöneten rejimin ileri müziğe engel<br />
sayılmış bir tutumu örneklemesi bakımından Polonya'nın bir "avant garde"<br />
okul çıkartması ve uluslararası müzik sahnesine egemen durumlardan birine<br />
geçmesi beklenmedik bir olay diye görülebilir. Özellikle Krzystof Penderecki’nin<br />
(1933) müziğiyle ve Varşova radyosunda kurulan deneysel müzik<br />
çalışmalığının ürünleriyle örneklenen bu okul, yakın yıllarda bir Szymanowski’nin,<br />
daha önce bir Chopin'in (ve tarihin karanlıklarına gizlenmiş<br />
birçok bestecinin) simgelediği bir geleneğe, ancak çözümsel bir yaklaşımla<br />
belirebilecek bağlarla bağlıdır. N e var ki Penderecki, 1950 ve 60’lar boyunca,<br />
tim araştırmalarına, ses akımlarına, yarım sesten dar aralıklarla biçimlenen<br />
kümelere, yeğinlik karşıtlıklarına dayanan ve Threnos, Fluorescences,<br />
Dies ime gibi yapıtlarla örneklenen ilerici yazısından 1970’den bu yana geri<br />
dönmüş, biraz da batı Avrupa ve hele Amerika’nın tutucu çevrelerinde<br />
ün ve saygınlık kazanmak gibi çıkarcı bir amaçla, on dokuzuncu yüzyıl A l<br />
man müziği türü bir yeni romantizme yönelmiştir, ö t e yandan, önceleri,<br />
Polonya müzik geleneğinin pek de önemli sayılmaması gereken bir bestecisiyken<br />
1955’ten bu yana büyük bir gelişme gösterip "Henri Michaux’nun<br />
Ü ç Şiiri” gibi, yaylı dörtlü gibi, viyolonsel konsertosu gibi yapıtlarıyla öncü<br />
müziğin en önemli yaratıcılarından biri durumuna yükselen Witold Lutoslaıvski’nin<br />
(1913) sanatı, gelenek kavramının üstü kapalı ve öznel açıdan<br />
yapılmış yorumuna bir övgüdür. Bu iki besteci yarımda çok az taranan,<br />
ama küçümsenmemesi gereken bir başka PolonyalI besteci, Boguslaw Schâffer<br />
(1929), özellikle, seslendiriciye büyük yorum özgürlüğü tanıyan grafik<br />
nota yazısıyla ilgi çeker.<br />
İtalyan ve Polonya okullarının yükselişi, başka ulusların bestecilerince<br />
örnek alınmıştır. Bu ara Macaristan’da bir György Ligeti (1923) anayurdundan<br />
ayrılmış olmakla ve vatanıyla ilintilerinin gerginliği süregelmekle<br />
birlikte, çağdaş dilin önemli bir kesiminin, ritm, armoni ve melodi değerlerindeki<br />
gelenek kalıntılarının yok edilmesinin ve ses yığınlarının öğelerinin<br />
seçilmez duruma getirilmesinin baş temsilcisi olarak tarımmış, böylece M a<br />
caristan'ın Bartok’tan bu yana en önemli bestecisi kimliğini taşımaya başlamıştır.<br />
Yeni kuşağın György Kurtağ ve Zsolt Durko gibi üyeleri, Macar<br />
müziğinin ilerici müzik yolundaki evrensel çalışmalara katkısını sürdürmektedirler.<br />
Çekoslovakya’da Bohuslav Martımı (1890-1959) en azmdan bu ülkenin<br />
önceki büyük bestecilerinin, Smetana’nın, Dvorak’m, Janacek’in katında<br />
bir yaratıcıdır. Ulusal konulardan
listesine geçmiş olması onu bu seçkinliğe ulaştırmıştır. Martinu, Fransız<br />
müziğinin, özellikle öğretmeni Roussel’in etkisinde kalarak evrensel artamlanyla<br />
seçkinleşen bir kişisel dil geliştirmiştir.<br />
Yirminci yüzyılın en önemli dil yeniliklerinden birini geliştiren Alois<br />
Haba’nın (1893-1973) müziği Çekoslovakya dışmda, özellikle batıda, hemen<br />
hemen hiç tanınmamaktadır. Haba, nota aralıklarının yarım tondan<br />
daha aşağı; orantılarda, özellikle çeyrek orantısında bölünmeleri üzerinde<br />
çalışmış olmasıyla tanınır. Piyano müziğinin çalınması, özel olarak hazırlanmış<br />
piyanolar gerektirir. Çeyrek ya da altıda bir tonlan Haba piyanosunda,<br />
arp pedalleri gibi çalışan pedaller sağlar. Haba, çeyrek nota aralıklarını<br />
Ana adlı operasında, bflndan başka bu türlü bir bölünmeyi kolaylaştıran<br />
yaylı çalgılar için yazdığı yapıtlarda da denemiştir. Başka ülkelerde bu<br />
alanda yapılan ve pek yaygın olmayan deneyler sözkonusu olduğunda Haba’nın<br />
adı çoğunlukla anılmaz bile.<br />
Çekoslovakya'nın genç bestecileri arasmda Milan Slavicky (1947)<br />
hem yapıtlarının etkenliğiyle, hem de yeni Çek müziğinin bir sözcüsü olarak<br />
çalışmalarıyla seçkinleşmektedir.<br />
Romanya’nın adı evrensel düzeyde henüz hep George Enesco<br />
(1881-1953) ile anılır. Batı Avrupa’da çalışan birkaç Rumen bestecisi bu<br />
ülkenin müzik sanatım çağdaş alanda yeniden örnekleme yolunda henüz<br />
önemli bir katkıda bulunmuş sayılamazlar. Bulgaristan’sa özellikle, Fransa’da<br />
çalışan, Fransız uyrukluğuna geçmiş bir besteci ve müzik eleştirmenime,<br />
Andrö Boucourechliev (1925) ile bilinir. Yugoslavya’ya gelince, bu<br />
ülkenin Uç müzik elçisinin, Milko Kelemen (1924), Ivo Malec (1925) ve<br />
Vinko Globokar’m (1934) besteleri, batı Avrupa’nın çağdaş müzik çevrelerinde<br />
bir yaygınlığa erişmiştir. Bunlardan Ivo Malec, Fransız elektronik<br />
müziğine önemli katkılarıyla özel bir seçkinlik kazanmıştır.<br />
Yunanistan, çalışmalarım Fransa'da sürdüren (ve bundan önceki bölümlerden<br />
birinde sözünü ettiğimiz) Xenakis’le adım evrensel çapta duyurmuştur.<br />
Batı yöntemlerine göre eğitimin uygulandığı Yunan konservatuarlarının<br />
kurucusu Manolis Kalomiris’in (1883-1962) ya da Schoenberg’in öğrencisi<br />
Nikos Skalkotas’m (1904-1949) adlan ansiklopedilerde, besteleri<br />
belgeliklerde gömülüdür. Pop müziği türünde parçalanyla ve film müzikleriyle<br />
büyük ün kazanmış iki besteci, Manos Hacıkadis (1925) ile Mikis Teodorakis<br />
(1925) sanat müziği dalında da yapıtlar vermişlerse de bunların<br />
önemi genellikle pek büyük değildir. Özellikle politik müzik alanında uluslararası<br />
çapta tanınan Teodorakis, halk müziği türlerine öykünen, bununla<br />
birlikte üstün bir melodik yaratış yetisi taşımayan, yalın ve yüzeysel besteleriyle<br />
kazandığı ünü doğrulamış olmaz. Gene de, Pablo Neruda’nın şiirleri<br />
üzerine yazdığı Canto General’i, Çağdaş sanat müziği tutumuna yönelen,<br />
etki gücü yüksek bir yapıttır.<br />
Atlantiğin ötesine gelince, Meksika'nın en önemli bestecisi sayılan<br />
Carlos Chavez (1899-1978). Meksika Hintlilerinin müziği konusunda yaptı<br />
178
ğı incelemelerin sonuçlarından kendi de yararlanmış, böylece folklora dayanan<br />
bir ulusal Meksika müziğinin kurucusu olmuştur. Sinfonia India’suıda<br />
Chavez, yapıtın orkestrasında, Hintlilerin vurma çalgılarını da kullanmıştır.<br />
Genellikle Chavez’in müziği, kuru, asık suratlı, kötümser bir müziktir.<br />
A d ı yeterince duyulmamış bir başka MeksikalI, Silvestre Revueltas<br />
(1899-1940), yurdunun halk müziğinin ilkel özünü kendi güçlü kişiliğiyle<br />
birleştirmiş olağanüstü bir yaratıcıydı.<br />
Castro Küba’sı, ilerici sanat müziğini örtbas etmemiş bir sosyalist ülke<br />
olarak seçkinleşmiştir. ikinci savaş sonrasının' öncü müziği alanında deneysel<br />
çalışmaları olan, gitarcı olması nedeniyle de bu çalgıya zengin bir<br />
dağar sağlayan Leo Brouwer (1939) hem de Küba’da yeni müziğin gelişmesinde<br />
görev almış bir bestecidir.<br />
Güney Amerika'nın ileri gelen bestecisiyse Brezilyalı Heitor Villa Lobos’tur<br />
(1881-1959). Villa Lobos’un önemi yalnız dünyanın o bölgesinin sınırlan<br />
içinde kalmış değildir. Brezilya halk müziğine dayanan, Brezilya doğasının,<br />
özellikle Amazon ormanlarının izlenimlerini yansıtan bu müzik,<br />
bestecinin olağanüstü yaratış artamlanyla, çağımızın müziğinin kalburüstü<br />
değerleri arasında bir yer almıştır. Bach'ın müziğindeki yapı özelliklerinin<br />
verdiği izlenimlerin Brezilya halk müziğiyle birleştiği Bachianas Brasileiras<br />
adını taşıyan, orkestra ya da oda müziği toplulukları için yazılmış yapıtlar<br />
dizisi ve bunlar gibi Chorvslan, Villa Lobos’un sayısı iki bine yaklaşan,<br />
hepsi aynı değerde olmayan, fakat en başarılılarında yaratıcısının "deha"<br />
sözcüğüyle anlatılabilecek niteliklerini yansıtan yapıtlarının en tanınmışlarıdır.<br />
Daha genç Brezilyalı besteciler arasında henüz Villa Lobos yanında<br />
adı anılacak çapta bir yaratıcının adı duyulmuş değildir. Güney Amerika’<br />
nın düş ülkelerde müziği arasıra çalınan bestecileri arasında Arjantinli Alberto<br />
Ginastera (1916-1983), müziğinin yüzeysel çekiciliğiyle, büyüyecek<br />
bir ün kazanmıştı.<br />
Uzak doğu ülkelerinin bestecileri arasında İsang Yun (1917) Almanya’daki<br />
çalışmalarıyla Kore müziğini ‘hem de bu müziğin batı yoldamlanyla<br />
birleştirimini yaparak) evrensel düzeye sunmuştur. Japon bestecileri arasında<br />
Toru Takemitsu (1930), Debussy, Messiaen ve W ebem etkilerini, sırası<br />
düştüğünde de elektronik yoldamlan, Japon müziği öğeleriyle birleştirmiş,<br />
bestelerinin ozansı nitelikleriyle ikinci savaş sonrası Japon müziğinin<br />
önderi durumuna yükselmiştir.<br />
TÜ RKİYE’DE BESTECİLİK<br />
Türkiye'de Tazimat’tan bu yana özellikle aydın çevrelerde batının sanat<br />
müziğiyle iyi niyetli bir ilgilenme çoğunlukla gösteriş düzeyinde kalmış,<br />
toplumda batı müziğine karşı dirençli ilgisizlik süregelmiştir. Atatürk<br />
devriminden önce batı yöntemlerine uygun bir müzik eğitimi sağlayan tek<br />
bir kurum yoktur. Gerçi sarayda, haremlik ve selâmlık bölümlerine ayrılan<br />
179
oda orkestraları kurulmuştu ve harem orkestrası, yönetmeniyle birlikte,<br />
üyeleri yalnız kadın olan bir topluluktu; ne var ki bu orkestranın üyelerinin<br />
yöntemli olarak yetiştirilmeleri yolunda hiçbir olumlu eylem gösterilmemişti.<br />
Atatürk devrimine varana kadar da Türkiye’de batının sanat müziği<br />
çerçevesi içinde müzik yazan, adı anılmaya değer tek bir besteci yetişmemiştir.<br />
Cumhuriyetten sonra Atatürk’ün önderliğiyle batı yöntemlerine uygun<br />
bir müzik eğitimi yolundaki çalışmalar birdenbire hızlanmış, Devlet<br />
Konservatuarı kurulmuş, dış ülkelere öğrenim için genç müzikseverler gönderilmiş,<br />
aralarında yaratış yolunu seçenlerin de yetişmesi sağlanmıştır. Bu<br />
ilk kuşak bestecilerden birkaçı, Rus beşlerine özenti bir takma adla, "Tüık<br />
Beşleri" adı altında öbeklenmişlerdir. Aralarında en önemlilerinin Adnan<br />
Saygun ile Cemal Reşit Rey olduğu söylenebilir. Beş bestecinin ortak yanı,<br />
Türk halk müziğiyle ve "klasik" denen Türk müziğiyle ilgilenmeleri,<br />
halk melodi ve ritmlerini batı besteciliğinin yöntemleri içinde işlemeleri ve<br />
yerli konulara yönelmeleridir. Öğrenimini Paris’te Vincent d’Indy ve Eugfene<br />
Borrel yanında yapan Adnan Saygun (1906) yurt içinde yaygınlıkla,<br />
yurt dışındaysa bir sınıra kadar ilgi gören Yunus Emre Oratoryosu'yld, bu<br />
yapıtın mürik ile ilgili artamlanndan çok seçtiği konunun ilginçliğiyle ilgi<br />
gördüğü saygınlığa hak kazanmıştır. Saygun asıl, 1958 yılında AVashington’da<br />
Juilliard Dörtlüsü’nce ilk çalmışı yapılan ikinci yaylı dörtlüsüyle yaratış<br />
hayatmda yeni bir evreye erişmiş ve Türkiye sınırlarını aşıp dünya çapında<br />
bir önem kazanma yolunda olduğunu düşündürmüştür. Çiabriel Faur6<br />
ve Raoul Laparra öğrencisi Cemal Reşit Rey (1904-1985) yerli konuları<br />
Fransız müziğine özgü bir dil ile anlatmıştır. Karagöz orkestra süiti ya<br />
da Fatih senfonik şiiri bestecinin yerli konulara olan eğiliminin tanıtlandır,<br />
buna karşı en başarılı yapıtlarından olan Co\loque İnstrumental doğrudan<br />
doğruya Fransız etkisinde, genellikle Ibert’in müziğini andıran bir yapıttır.<br />
Beşlerin öbür üyelerine gelince, eğitimini Paris’te Nadia Boulanger<br />
yanında gören Ulvi Cemal Erkin (1906-1973) etki öğesini, Anadolu ritmlerinin<br />
ve melodilerinin çarpıcılığında bulur. Bestecilik öğrenimini Viyana’da<br />
Josef Manc’ın öğrencisi olarak yapan Ferit Alnar (1906-1978) da<br />
folklorun çekiciliğine güvenir. Viyana ve Prag’da yetişen Necil Kazım Akses<br />
(1908) yerli gereçleri çoğunlukla, yazışma kişiliğini sağlayan koyu orkestra<br />
renkleriyle, bulanık bir anlatımla ve solak bir yapıyla işler<br />
Eğitimini Paris’te Ecole normale de musique’de Jacques Thibaud ve<br />
Georges Dandelot yamnda gören Ekrem Zeki Ün (1910-1987), beşlerle aynı<br />
kuşaktan olmakla birlikte, gereksizcesine az tanmır. O da gereçlerinde<br />
halk müziğinden ya da "klasik Türk müziği” denen müzikten yararlanan<br />
bir besteci olmakla birlikte, yüzeyde kalmış bir ulusçuluğun saplantılarından<br />
uzak durması, çoğunlukla klasik biçimlere bağlı kalarak öznel bir anlatım<br />
araması onu bir bağımsız diye tanıtmıştır.<br />
Bir sonraki kuşağın ileri gelen iki bestecisi, Bülent A rel ile İlhan Us-<br />
180
manbaş’tır. Müzik öğrenimini Ankara Devlet Konservatuarında Necü Kâzım<br />
Akses’in öğrencisi olarak gören Bülent Arel (1919), aydın, uyanık,<br />
araştırıcı bir müzikseverdir. İlk eserlerinde bir yandan yüzyıl dönemeci<br />
Fransız müziğinin (Faur6, Ravel. ) öte yandan Stravinski ve Şostakoviç’in<br />
birbirleriyle çelişik etkilerinin altmdadır. Sonra dizisel müziğe yönelmiş,<br />
aynı sıralarda elektronik müziğin olanaklarıyla ilgilenmeye başlamış,<br />
1959’da aldığı bir Rockefeller bursunun yardımıyla N ew York’a giderek<br />
Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezi’nde bu ortama önemli katkılar<br />
sağlayan yapıtlar bestelemiş, ne ki sonradan, gözden uzak bir üniversitede<br />
(Nevv York Stony Brook üniversitesinde) öğretim görevi almasının<br />
da etkisiyle adı ve müziği geniş çarelerde neredeyse duyulmaz olmuştur.<br />
Dizisel yolda çalışmış olan İlhan Usmanbaş (1921) Devlet Konservatuarında<br />
Adnan Saygun ve Ferit Alnar’ın öğrencisiyken, yeni-klasik yolda,<br />
Bartok, Stravinski ve Hindemith etkileri taşıyan, bir konservatuar öğrencisinden<br />
beklenmeyecek olgunlukta yapıtlar vermişti. Fromm ödülünü kazanan<br />
ve Amerika’da plağı yayınlanan yaylı dörtlüsü bunlardan biridir. Daha<br />
sonra, özellikle Amerika’da Luigi Dallapiccola ile çalıştıktan sonra yazdıkları,<br />
bu ara keman ve piyano için çalışmalar, Ertuğrul Fırat'ın şiirleri üzerinde<br />
yazdığı Müzikli U ç Şiir, bestecinin çağdaş akımları yakından izlediğini,<br />
vardığı sonuçlan kişisel bir anlatımla ve sağlam bir işçilikle sunma başarısına<br />
ulaştığım tanıtlamaktadırlar. Yakın yıllarda, da vardığı yerde kalmaktan<br />
kaçman, evrensel aşamalardan öteye giden bir dil sunmuyorsa bile,<br />
dünyada olup bitenleri "günü gününe" izleyen, kendi deyişine, kendi kişiliğine<br />
sindirip sunan Usmanbaş, müziğinin dış ülkelerde kazandığı başarıyla,<br />
yeryüzü çapında bir Türk bestecisi olma durumuna yükselmiştir.<br />
Genç kuşağın bir başka üyesi, Devlet Konservatuarında Akses’in sınıfım<br />
bitirdikten sonra eğitimim Paris’te Honegger ve Nadia Boulanger’nin<br />
yarımda sürdüren Nevit Kodallı (1924), Van Gogh operası ve Atatürk Oratorosu<br />
ile, geniş ölçüde seçtiği konuların etkisinden yararlanan bir ün kazanmıştır.<br />
Aynı kuşağın üyesi Ertuğrul Oğuz Fırat, "resmi” bestecilerin adlarım<br />
ve müziklerim duyurma olanaklarından yoksun olması nedeniyle sesini<br />
pek sınırlı Ölçüde duyurabilmiştir. Yıllar yılı ceza yargıcı olarak bir meslek<br />
hayatı sürdüren Fırat (1923), belki biraz da profesyonel müzik çevrelerinden<br />
uzak kalmanın etkisiyle, kişisel bir anlatıma ulaşmış bir bestecidir.<br />
Hem de ozan, ressam ve üstün değerde bir müzik denemecisi olan Fırat,<br />
gerçek bir sanatçı olarak kimliğini saptamıştır.<br />
Bir sonraki kuşağın bestecileri, Türk müziğinin batıdaki ilerlemelere<br />
ayak uydurma çabasında ne kadar geri kaldığım, giderek Türkiye’de, bir<br />
genel akım olarak, bu yolda bir kaygının bulunmadığını doğrulamaktan<br />
öte bir görev dolduruyor değildirler. Geleneksel Türk müziğinden, bu ara<br />
özellikle halk müziğinden, tutucu yoldamlarla yararlanmaya yeniden yönelen,<br />
evrensel sayılan bir dille yanaşıklığında bile bunu köhnemiş bir yolda<br />
gerçekleştiren bu üçüncü kuşak, genelde, Türk sanat müziğinde bir geriye<br />
181
dönüşü ömeklemiştir. Gerçi bir İlhan Baran Türk halk müziğinin ritm değerlerini<br />
kakışmalara dayanan ilginç, özgen ve ileri bir yolda yorumlamıştır;<br />
devlet çatısı dışında besteleyen ve bağımsızlığı nedeniyle hemen hemen<br />
hiç tanınmamış bir A li Doğan Sinangil, ikinci savaş sonrasının evrensel<br />
öncü müziğinin yoldamlanyla ilgilenip o yolda çalışmalar yapmıştır.<br />
Ama, tümüyle, Usmanbaş-Arel kuşağının ardından gelen besteciler, Türk<br />
sanat müziğini ileri bir aşamaya götüren bir "okul" kurmuş değillerdir.<br />
Ayrık durumdaki bağımsızların tüm mutsuzluğu yanında, devlet çatışma<br />
sığınmış besteciler böyle bir korunağın sağladığı mutluluğa erişmiş sayılabilirlerse<br />
de, Türk bestecisini gene de mutsuzlaştıran nedenler arasında,<br />
hem Tüıkiye içinde, hem de özellikle dış ülkelerde tanınma sorunu<br />
başta gelir. Bir avuntu sağlayabilirse, şu ya da bu Türk bestecisinin yeryüzü<br />
çapında, diyelim ki Yeni ZelandalI bir Douglas Milbum’den ya da İzlandalI<br />
bir Pall Isolfson’dan, nitekim pek çok ülkenin sayısız bestecisinden,<br />
daha iyi tanındığını söyleyebiliriz.<br />
SANAT M Ü ZİĞ İN İN SONU MU?<br />
Türkiye’de sanat müziği bestecilerinin azlığı olsun, aralarında ilerleyen<br />
bir müziğin diline ve gereçlerine yönelenlerin daha da azlığı olsun, sanat<br />
müziğinin bütün dünyada gitgide yitirmekte olduğu geçerlik açısından<br />
bir gerçekçi durum gibi görünüyor.<br />
Türkiye’de nitekim, batının sanat müziği yolunda yaratan bestecilere<br />
hiçbir gereksinme duyulmadığı gerçeği artık tartışılmaz biçimde ortadadır.<br />
Y a başka ülkelerde durum nedir? Başka ülkelerdeki durumun, Türkiye’dekinden<br />
temelde ancak pek az aynldığmı belirtmek zorundayız. Onlarda sanat<br />
müziğine bir gereksinme olmadığı yolunda bir gözlem, Türkiye’nin durumundan<br />
ancak, bir tartışma konusu olabileceği yolunda ayrılır. Böyle bir<br />
gözlemi istatistiklerle doğrulamak gerektiğinde de ortaya çıkan gerçek,<br />
ikinci savaşı izleyen yıllar boyunca sanat müziğinin gördüğü ilginin gitgide<br />
gerilemekte olduğudur.<br />
Oysa kısa süreler için, bütünüyle sanat müziğinin olsun, bu bütünün<br />
içindeki özel kesimlerin (hele "modem” müziğin) olsun, yığınların ilgisine<br />
ulaştığının, bir "altın çağ" yaşamaya başladığının belirtileri görülmüştü.<br />
1950’den bu yana ses çoğaltma dizgelerinden "klasik" müziğin büyük ölçüde<br />
yararlanması ve yığınlara ulaşmaya başlaması, bu geniş çaptaki iletimin<br />
içinde yeni müziğin, özellikle elektronik müziğin, kısa bir süre için, geçmişte<br />
"modem” müziğin hiçbir zaman ulaşamadığı bir yaygınlığa varması gibi.<br />
Gerçi "klasik" müzik oldum olası "popüler" müzikle başa çıkamamıştı ama,<br />
müziğin demokratlaşmasının neredeyse sanat müziğinin yararına da sonuçlar<br />
sağlayacağı yolunda umut veren örnekler eksik olmamıştır.<br />
Derken, 1960 yılından sonra, "popüler" müzik beklenmedik bir yolda<br />
gelişmeye başladı ve bu gelişme, 1960’lann sonuna doğru, sanat müziğinin<br />
182
köküne kibrit suyu ekecek orana ulaştı. Elvis Presley ile Bili Haley’nin yolunu<br />
açtığı "rock and roll" denen bir tür "popüler" müzik, The Beatles’da<br />
en büyük tecimsel başansma ulaştı. Bununla da kalmadı, genç kuşakların,<br />
1960’larda yaşı henüz otuza varmamışların simgesi oldu çıktı. Amerikan sığır<br />
çobanı müziğini ve zenci halk müziğini İngiliz vodvil ve operet gelenekleriyle,<br />
sonra da gitgide türlü müziklerle (Hint müziği, elektronik müzik,<br />
barok müzik, Varfese ve Ives gibi bireysel yaratıcıların müziği) birleştirmeye<br />
çalışan bu Liverpool’lu rok topluluğu, bütün bu müziklerin denektaşlanna<br />
göre değersiz sayılması gereken ürünler vermiştir<br />
Beatles’ın açtığı yolu birçok topluluk izledi. Bunlar da rok müziğinin<br />
denektaşlanm belirginleştirdiler. Bu denektaşlanna göre de Beatles'm bir<br />
seçkinliğe varmamış olduğunun anlaşılması gerekirdi. Bu üstün şöhretli<br />
topluluk ancak "popüler melodi” ölçüleri içinde bir başarıya ulaşmış, Johan<br />
Strauss, Lehar ve Friml’den Gershwin, Kem ve Mancini’ye uzanan<br />
"eski moda" geleneğe bir katkıda bulunmuş sayılabilir.<br />
Başta Beatles olmak üzere, bütün rok toplulukları, bir kuşağın simgesi<br />
olarak çelişik bir durumun içindedirler. Rok müziği, 1960’lann genç kuşağının<br />
kurulu düzene karşı ayaklanmasının ve bu düzenin yaydığı değerlerin<br />
yerine kendi bağlandıkları değerleri yerleştirme savaşma girişmelerinin<br />
bayrağı olmuştur. Oysa kurulu düzen, kısa bir yadırgama süresinden sonra,<br />
rok müziğini bağıma basmıştır. Kurulu düzenin can kaynağı olan sermaye,<br />
plaklarının satışı milyonlarla sayılan Beatles’ı ve öbür rede toplulululdanm<br />
yok bilemezdi. Nitekim, genç kuşağın tutkularım, saplantılarını,<br />
düşkünlüklerini olduğu gibi müziğini de işletmeye, kullanmaya başlamakta<br />
gecikmedi.<br />
Popüler müziğin büyük bir evrensel yaygınlığa ulaşmasına ters oranda<br />
olarak sanat müziği gitgide yığınlar yatımdaki ilginçliğini yitiriyordu.<br />
Bütün dünyada, radyolarda "klasik" müziğe ayrılan saatler gitgide azalmakta,<br />
bazı plak şirketleri "klasik" plak yayınlamaktan tümüyle vazgeçmeyi düşünmekteydiler.<br />
Bu gerileme hem de, sanat müziğinin bunca yüzyıllık geçmişi<br />
boyunca ulaşamadığı önemde gelişmelerin yer aldığı bir çağda olmaktaydı.<br />
N e var ki müzik dinleyicilerinin gittikçe büyüyen bir çoğunluğu bütün<br />
bu gelişmelerden habersizdir. Giderek, "popüler" müzik dışmda bir<br />
müziğin varlığının farkında bile değildir. Çünkü bütün iletişim ortamlarında<br />
sanat müziğine, hele yirminci yüzüm ikinci yansındaki gelişmeler örnekleyen<br />
sanat müziğine verilen yer gitgide hiçe inmektedir.<br />
Sanat müziğinin yok olmaya doğru gitmesi, kendilerini bu müziğin diliminden<br />
sorumlu sayanlan özellikle eleştiritileri, eğitimcileri ve bir ölçüde<br />
bestecüeri, şaşkınlık içinde, birbirlerini suçlandırmaya götürmüştür.<br />
Eleştirmenler eğitimcileri genç kulaklan iyi müziğe alıştırma görevini yerine<br />
getirmemiş olmakla, eğitimciler eleştirmenleri kurulu düzenin sözcüsü<br />
olmaktan öte bir önem taşıyan ve yığın eğitimi açısından bir görev dolduran<br />
eylemlerde bulunmamış olmakla suçlandırmakta, arada bir de eleştir<br />
183
menlerle eğitimciler el ele verip besteciye, halkın benimseyebileceği müzik<br />
yazmış olmadığı için saldırmaktadırlar. Bestecinin ödevinin, halkın kolayca<br />
anlayacağı müzik yazmaktan çok ötelerde olduğu gerçeğini bir yana bırakırsak,<br />
eleştirmenlerin ve eğitimcilerin birbirlerini suçlandırırken öne sürdükleri<br />
dayanakların yersiz olmadığım görürüz. Popüler müzik yaygınlığı<br />
ve sanat müziğinin bu yaygınlık içinde yok olmaya doğru gitmesi her şeyden<br />
önce yeryüzü çapında bir eğitim başarısızlığının ürünüdür ve bunda<br />
hem eğitimciler, hem de öncelikle yığın eğitimcisi olarak görev doldurmaları<br />
gereken eleştirmenler suçludur. Müziğin demokratlaşmaya başlamasından<br />
bu yana, yalnızca, körleşmiş ve yozlaşmış alışkanlıkları sürdürmekten<br />
öteye gitmeden kurulu düzenin (orkestra ve opera kurumlan, radyo istasyonlan,<br />
plak şirketleri, konser düzenleyicileri) sözcülüğünü yapan müzik<br />
basım ve böyle bir düzenin değerlerini genç kuşaklara aktarmaktan ötesine<br />
akıllan ermeyen müzik eğitimcileri, sanat müziğinin bugün içinde bulunduğu<br />
ve günün birinde ölümle sonuçlanabileceği anlaşılan bunalımın<br />
başlıca sorumlularıdırlar. Durum üzerinde gözlemler öne sürerken bile<br />
içinde bulundukları koşullanmadan sıyrılamayan bu kişiler, bunalımın nedenini,<br />
iyi müzik seven kuşağın üyelerinin yılların geçmesiyle öledurmalannda<br />
ve yerine genç kuşaktan "taze kuvvetin" gelmemesinde aramaktadırlar.<br />
Duruma dışardan ve üstünkörü bakıldığında böyle bir gözleme gerçi<br />
varılabilir ama, eski kuşağın öleduran üyeleri aslında, müzik sanatının ilerleyişine<br />
yabancı, giderek düşman, müzik sanatını yalnızca bir müze olarak<br />
sunan ve müzenin dışındaki yaşantılarla ilgilenmeyen kurulu düzenin baş<br />
müşterisi kişilerdi: Bu bakıma yalnızca günün birinde nasıl olsa ölecek<br />
olan değil, hem de ölmesi, giderek öldürülmesi gereken kişiler. Bu yönde<br />
bir bilinçten ve bilgiden yoksun olduğu için, hedefini doğru seçmiş olsa bile,<br />
saldırışını yanlış silahlarla yapan genç kuşak, kurulu düzenin bir başka<br />
kesiminin, moda, görenek, uyumculuk ve yoğaltıcı tutkuları gibi değerleri<br />
sömürmekle uğraşan kesimin tuzağına düşmüş ve onun oyununu oynamaya<br />
başlamıştır.<br />
Kafaları tütsülenen, duygulan, coşkulan güdükleşen, beyinleri genç<br />
yaşta sulanmaya başlayan yığınların sözde aydın bir kesimine, çağdaş sanat<br />
müziği diye, nitekim, Steve Reich’ın, Philip Glass’ın, John Adams’m sayısız<br />
ülkede izinden giden pek çok bestecinin "minimalist” ve (doğru dürüst<br />
tanımı bile yapılmamış) "new age" yaftalı müzikleri yaraşırdı. Büyük yığınlarsa,<br />
yeryüzü çapında, özellikle Amerika’dan kaynaklanan ve her bir ülkenin<br />
yerli "pop" müziğinde de yankılanan rok müziğinin tüm tutkusu içindedirler.<br />
Bu evrensel yaygınlığın boyutunu anlamak için, Sovyet Rusya’da<br />
"hayatın anlamını" rok müziğinde (hele "heavy metal” denen türde), dinde<br />
ve uyuşturucu maddelerde arayan bir gençliğin türemiş olduğunu bilmek<br />
yeter.<br />
Yukarda, Türkiye’de sanat müziği bestecilerinin bir solukta sayılabilecek<br />
azlıkta olmasını, gerçeklere uygun bir durum olarak gösterirken, sanat<br />
184
müziğinin yığınlar açısından geçerliğinin bütün dünyada tükenedurmakta<br />
oluşunun Türkiye'de bulduğu yankılara işaret etmek istiyorduk. Böyle bir<br />
yıkıntı karşısında dünyada sayılan yüzbinleri bulan ve gittikçe de artan sanat<br />
müziği bestecileri, alıcısı olmayan bir malı üreteduran gereksiz kişiler<br />
olarak uğraşlarını sürdüredurmaktadırlar. Yığınlara seslerini duyurmalanna<br />
(v e bu yolla geçimlerini sağlamalanna) yararlı olacak bütün ortamların<br />
tıkandığını gördüklerinden, üniversitelerin ve meslek teşekküllerinin kabuğuna<br />
çekilmekten, uğraşlarım orada sürdürmekten ve birbirleri için müzik<br />
yazmaktan başka çıkar yol bulamamışlardır.<br />
Edgard Varfcse, "çağdaş besteci ölüme karşı koyuyor" diye bir bayrak<br />
açmıştı.<br />
Aradan geçen yarım yüzyılı aşkın süre boyunca bu bayrak hep dalgalarım<br />
ıştır.<br />
Çağdaş besteci, can düşmanlarını tanımak, bir ölüm kalım savaşı içinde<br />
olduğunun bilincini taşımak ve bu bilince göre eylem yolunu çizmek zorundadır.<br />
185
EK BÖLÜMLER: MÜZİĞİN TÜRLÜ<br />
ALANLARI, SORUNLARI, KONULARI<br />
M Ü Z İK B İLİM İ<br />
Müzik üzerindeki yöntemlendirilmiş bilgilerin tümü, müzik biliminin<br />
kapsam alanına girer. Bu bilgilere, bilimsel inceleme ve araştırma yöntemlerinin<br />
uygulanmasıyla erişilir. Müzik sanatının oluşumu ve evrimi, genel<br />
olarak insanın bu sanatla olan ilintisi, müzik biliminin başlıca inceleme konulandır.<br />
Müzik bilgini, bu bakımlardan müzik yaratısından (demektir ki<br />
besteciden) ve müzik seslendiricisinden (çalgıcı ya da şarkından) ayrılır.<br />
Bununla birlikte, müzik yaratıcısının müzik bilimine başvurmak, müzik bilimiyle<br />
ilgilenmek zorunda olmayışına karşılık, seslendirici, yorumlanılın üslûp<br />
gerçeklerine uygunluğunu sağlamak amacıyla... Müzik biliminden yararlanmak,<br />
daha da ilerisi, bir müzik bilgini gibi hazırlanmak zorundadır.<br />
Oysa müzik bilgini, müzik yaratıcısı olma zorunda değildir. Onun<br />
ödevi, yaratış oluşumunu, benzetiş yerinde sayılırsa, "laboratuvara getirmek,<br />
mikroskop altında incelemek”, bu oluşumun bilimsel çözümlenmesini<br />
yapmaktır... Besteci müzik dünyasında sanatçı, yaratıcı olarak tanımlanır<br />
ve nitelendirilir; oysa müzik bilgini (musicologue) sözkonusu dünyada<br />
bilim adamı, tarihçi, düşünür olarak yer alır.<br />
Müzik denen olaya bilginin uzanımı tüllü açılardan olabilir. Müzik<br />
bilgini konusunu doğrudan doğruya dıştan, nesnel bir açıdan ele alabilir.<br />
Demektir ki, seslerin doğasım inceler. Bu açıdan, müzik bilgini konusunu<br />
sesbilim (acoustique) açısından ele alıyor demektir. Vardığı sonuçlar o zaman<br />
doğrudan doğruya yaratış oluşumuyla ilintili değildir. Bilginin konusu<br />
daha çok, çalgıların yapımı ve gelişmesi, seslerin uyumlanması gibi alanlardadır.<br />
Bununla birlikte, Hermann von Helmholtz gibi bir ses bilgininin çalışmalarının<br />
laboratuvar sınırlarını aştığım, müzik yaratıcılığının çağdaş<br />
akımlarım etkilediğini tanımak gerekir.<br />
Bilgin ya da nıh-bilim (psyhologîe) alanına yönelir. O zaman, yalnızca<br />
bestecinin yaratış çalışması sırasındaki ruh durumunu kendine konu<br />
186
edinmekle kalmaz; seslendiricinin ruh durumunu ve bu konunun yükselttiği<br />
türlü sorunları da ele alır. Bestecinin olsun, seslendiricinin olsun ruh durumlarının<br />
incelenmesinin uygulamadaki geçerliği, özellikle eğitim alanında<br />
kendini gösterir. Müzik bilgininin bu yoldaki çalışmaları, hem bestecinin,<br />
hem de seslendiricinin eğitiminde uygulanan yöntemlerin belirmesini<br />
sağlamıştır<br />
Müzik bilgininin daha geniş bir çalışma alanı, genellikle tarih, özellikle<br />
müzik tarihidir. Tarih öncesi çağlardan başlayarak bugüne kadar müziğin<br />
evrimi üzerinde bilginlerin çalışmaları bugün, bu sanatın geçmişi üzerindeki<br />
bilgilerimizin başlıca kaynağıdır. Müzik bilgininin başvurduğu kaynaklar<br />
ile, öbür sanatların bilginlerinin kaynaklan arasmda önemli bir fark<br />
vardır. Müzik bilgini, yazılı ya da sesli kaynakların ancak, tarihin ilerlemiş<br />
çağlarında ele geçirmiştir. Diyelim ki, bir plastik sanatlar bilgini, mağara<br />
adamının ne türlü resimler yaptığı konusunda kaynak olarak doğrudan<br />
doğruya mağara adamının yaptığı resimlere başvurabilecek durumda olduğu<br />
halde, müzik bilgini mağara adamının kendisini seslerle anlatmak istediğinde<br />
ne türlü bir şarkı söylediği, ne türlü ritmlerin ortaya çıktığı konularında<br />
kaynaktan yoksundur. Edebiyat tarihçisi, hemen hemen yazının bulunduğu<br />
günlerden bu yana, bol bol kaynağa sahiptir. Oysa müzik tarihçisinin<br />
dayanağı olarak, bu türlü belgeler elde yoktur. Çünkü insanlar, sesleri<br />
kâğıt üzerine kaydetmeye çok geç başlamışlardır.<br />
Müzik bilimi (musicologie), bugünkü durumuna nasıl erişmiştir? Müzik<br />
bilgininin Öteki bilginler arasındaki durumu, tarih boyunca olduğu gibi,<br />
bugün de kesin çizgilerle belirmiş değildir. Bununla birlikte hiç olmazsa,<br />
çağdaş müzik biliminin temellerinin çok eski yıllarda atılmış olduğu<br />
söylenebilir. Gene de, bu temeller üstünde yapılan çalışmalar çok yakın yıllara,<br />
on dokuzuncu yüzyıl sonuna ve yirminci yüzyıl başına kadar birleştirilmiş,<br />
bir "çatı altında" toplanmış değildi. Almanların bu bilime verdiği Musifovissenschaft<br />
adı ya da Fransızların, İtalyanların, Ingiliz ve Amerikalıların<br />
kullandığı musicologie, musicologut, musicology terimleri, şunun şurası<br />
yüz yıllık geçmişi ya olan, ya olmayan terimlerdir.<br />
Tarih boyunca, sürekli bir evrim içinde değilse bile, yer yer, ayrı ayrı,<br />
müzik üzerinde bilimsel ve usçu yöntemlerle çalışmalar yapıldığını görüyoruz.<br />
M .ö . altıncı yüzyılda Pitagoras, sayı kuramlarını müziğe uygulayarak,<br />
ses aralıkları ölçülerindeki orantıları belirtmişti; bu orantıların bugün değişmiş<br />
olduğu henüz herhangi bir bilim adammca öne sürülmüş değildir.<br />
Bu bakıma Pitagoras’a ilk müzik bilgini demek yerinde olur. Müzik tarihi<br />
üzerindeki yazılara gelince, ilk çağlarda bu konudaki yazılar pek azdır. Plutarkos’un<br />
"Müzik Üzerine Denemecinde müziğin geçmişi üzerinde pek kısa<br />
birkaç söz vardır. Sonra on üçüncü yüzyıla varana kadar, bu konuda artık<br />
hiçbir yazıya rastlanmıyor. On üçüncü yüzyıldaysa, kim olduğu bilinmeyen<br />
bir İngiliz yazarmın bıraktığı yazılarda, müzik tarihi üzerinde birkaç<br />
söz göze ilişiyor, o kadar!<br />
187
Orta çağlarda, Avrupa’nın öğretim kurumlanna müzik öğreticileri,<br />
müzik uzmanı sayılan kişiler arasından değil, öbür konuların kuramcıları<br />
arasından seçilirdi. Bunlar, bugün konservatuarlarda raslanan öğreticiler<br />
gibi, aslında yaratıcı (besteci) ya da çalgıcı-şarkıcı kişiler değil, çoğunlukla<br />
aritmetik kuramcılarıydı. Bunların özellikle, ses aralıkları orantıları, aralık<br />
ilintileri, notalama kurandan, ses birleştirme kuramları üzerinde dersler<br />
verdiklerini biliyoruz. Bir bakıma bu öğreticileri müzik bilgini saymak, fakat<br />
hiçbir zaman müzik yaratıcısı ya da yaratıcıyı yönelten, yaratıcıyı yetiştiren<br />
kişiler olarak görmemek gerekir.<br />
Ses-bilimin müziğe uygulanması konusunda yazan ilk önemli kişilere<br />
on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda raslıyoruz: Tart ini, Sauveur, Euler,<br />
Tyndall, anılması gereken ilk adlardır. Bununla birlikte, daha önce, on yedinci<br />
yüzyılda Athannasius Kircher adlı cizvit papazı Musurgia ve Phonurgia<br />
adlı kitaplarında ses-bilimle müziğin ilintilerini incelemeyi denemişti.<br />
Bilimsel temellere dayanan müzik tarihçiliği ancak on yedinci yüzyılın<br />
sonlarında başlamıştır. Padre Giambattista Martini, Sir John Havvkins,<br />
Johann Nıkolaus JForkel adları, müzik tarihçiliğinde yeni yeni gelişmekte<br />
olan bilimsel bilincin simgeleri olarak ilk ağızda sayılabilirler. Bu bilimsel<br />
düzen, on dokuzuncu yüzyılda da gelişedurmuştur. Bununla birlikte, on<br />
dokuzuncu yüzyılın üniversitelerinde bile müzik bilgisine yer verilmiş değildi.<br />
Müziksever üniversitelere ancak, seslendirici ya da besteci öğrenci yetiştirsin<br />
diye alınırdı. Bu ayrıklık, Avustuıya üniversitelerinde müzik bilimine<br />
yer verilmesi olmuştur. Fransa ve Belçika’da Fetiş, Gevaert, Coussemaker,<br />
Van der Straeten gibi bilginler üniversite çerçevesi dışında çalışadururlaıken<br />
Viyana’da eleştirmen ve gazeteci Eduard Hanslick’e, Viyana<br />
Üniversitesinde müzik tarihi ve müzik estetiği profesörlüğü ödevi verilmişti.<br />
Gitgide, bütün Avrupa ve Amerika’nın başlıca üniversitelerinde müzik<br />
bilgisi kürsüleri kuruldu. Bununla birlikte bugün gene ünlü birçok müzik<br />
bilgini çalışmalarını üniversite dışında sürdürmektedirler. Çağımızda, üniversitelere<br />
bağlı ya da üniversite dışında çalışmış ünlü müzik bilginleri arasından<br />
Paul Henry Lang, Alex Hyatt-King, Thurston Dart, Jacques Chailley,<br />
Marc Pincherle, Cesare Valabrega, Alfred Einstein adlannı sayabiliriz.<br />
KONSERVATUARLAR<br />
İlk konservatuarlar İtalya’da kurulmuştu. Bunlann en eskisi, 1537 yılında<br />
Napoli’de kurulan Santa Mana di Loreta konservatuarıydı. Conseıvatorio<br />
sözcüğü İtalyancada "yetimevi" anlamına kullanılır. Nitekim ilk İtalyan<br />
konservatuarlarının çoğu,'yetimevlerine bağlı müzik okullarıydı ve yetimevlerindeki<br />
çocuklar bu okulların öğrencileriydi. İtalya'nın en eski konservatuarlarından<br />
biri de, 1615 yılında kurulan Palermo konservatuarıdır.<br />
Ülkenin diğer ünlü konservatuarları, çoğunlukla on dokuzuncu yüzyılda<br />
188
kurulmuştur. Bunların arasında, olağanüstü zenginlikteki kitaplığıyla tanınan,<br />
Bologna’daki Liceo Musicale Rossini 1864 yılında kurulmuştur. Roma’nın<br />
Santa Cecilia akademisinin Liceo musicaie’si ise Bologna konservatuanndan<br />
dört yıl sonra çalışalanna başlamıştır. Daha eski bir konservatuar,<br />
1807 yılında kurulan ve sonradan Giuseppe Verdi’nin adını alan Milano<br />
konservatuarıdır.<br />
Fransa’da müzik okulları, ancak, İtalya örneğim izleyerek gelişmeye<br />
başlamıştır. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki kilise, Hıristiyanlıın başlangıcından<br />
bu yana, bir yandan da müzik öğretimiyle uğraşmıştır. Gene<br />
de kilise, müziğin türlü dallarıyla geniş çapta uğraşamıyordu. Kilise eğitiminin<br />
kapsamına giremeyen dallar arasmda başta tiyatro müziği geliyordu.<br />
1669 yılında Fransa’da Penin adlı bir papaz bir müzik akademisi kurmuşsa<br />
da, ülkenin müzik hayatında çok daha önemli bir kurum, amacı tiyatro<br />
oyuncusu ve şarkıcı yetiştirmek olan, Krallık okuluydu.<br />
Paris Konservatuarının kurucusu, müziksever olmamakla birlikte,<br />
Fransız Devrimi sırasında, bando müzikseverlerini bir araya getirip bir<br />
Garde natioale bandosu kurma çabası gösteren Bemard Sarrette olmuştur.<br />
1792 yılında Garde nationale için bir müzik okulu kurulması işine girişen<br />
Sanette, bu okulda müziğin her dalında öğretim yapılmasını sağlamıştı.<br />
Bir yıl sonra, "Conservatoire" admı alan bu kurum, o gün bugün dünyada<br />
birçok müzik eğitim kurumunun örneği olmuştur.<br />
Bugün Paris Konservatuarının giderleri Devlet bütçesinden sağlanır.<br />
Fransa’daki öbür konservatuarların birçoğu, Paris konservatuarına bağlı<br />
sayılmakla birlikte aslında yönetim bakımından da Paris konservatuarının<br />
şubesi durumunda değildirler. Bunların giderleri çoğunlukla belediyelerce<br />
karşılanır. Bununla birlikte Devletin bu konservatuarlar üzerinde deneti<br />
vardır. Bu denet, Güzel Sanatlar Müdü/lüğünün denetçilerince yapılır. Öğretmen<br />
atanması da, belediyelerin öne sürmesi üzerine. Devletçe yapılır.<br />
Konservatuarların, yanında, ulusal müzik okulları da, tıpkı konservatuarlar<br />
gibi, Devletin denetine ve belediyelerin yardımına uyrukturlar. Bunların<br />
yanında bir de, yalnızca belediyelere uyruk, Devletle hiçbir ilintisi olmayan<br />
konservatuarlar ve müzik okullan da vardır. Fransız müzikseverleri ve<br />
eleştirmenleri genellikle, Devletin konservatuarlarla ve müzik okullarıyla<br />
gereğince uğraşmadığını, konservatuarlara belediyelerin olsun, Devletin olsun<br />
para yardımının çok sınırlı olduğunu, denetin etkileyici ve amaçlı olarak<br />
yapılmadığını, Fransa’da müzik eğitiminin, eğitimin öbür dallarına kıyasla<br />
dağınık ve yöntemsiz olduğunu öne sürerek yakınmaktadırlar.<br />
Devlet ve belediyelere bağlı konservatuarlar ve müzik okullan yanında,<br />
Fransa’da özel öğretim yapan pek az müzik okulu vardır Bunların arasında<br />
başta 1858 yılında kurulan ve din müziği öğreten Niedermayer okulu<br />
ve 1896 yılında kurulan Schola Cantorum gelir. Alfred Cortot’nun kurduğu<br />
Ecole normale de musique ile Piarre Lucas’ın kurduğu Conservatoire<br />
internationale de musique, Schola ile Niedermayer yanında, Paris’in<br />
189
aşlıca özel eğitim kuramlarıdırlar.<br />
Almanya’da konservatuarlar on dokuzuncu yüzyılda kurulmaya başlamış<br />
olmakla birlikte orada da kilise, geçen yüzyıla varana kadar, müzik<br />
eğitimi yüklenmiş başlıca kurumdu. Bunların arasında, Johann Sebastian<br />
Bach’ın kantorluğunu yaptığı, Leipzig’de St. Thomas kilisesi müzik okulu,<br />
Almanya’da kilise çerçevesi içinde müzik eğitiminin başlıca örneklerinden<br />
biridir. Aynı şehirde 1843 yılında Mendelssohn, Almanya'nın ünlü konservatuarlarından<br />
birini kurmuş ve Schumann gibi, Moscheles gibi, Ferdinand<br />
David gibi ünlü müzikseverler bu konservatuarda öğretmen olarak<br />
çalışmışlardır. Almanya’nın ileri gelen öbür konservatuarlarına gelince,<br />
Berlin konservatuarı 1850 yılında kurulmuş ve Hans von Bülow gibi ünlü<br />
kişilerin öğretiminden yararlanmıştır, 1846 yılında kurulan Münih konservatuarında,<br />
Hans von Bülow ve Felix Mottl, 1872’de kurulan Weimar konservatuarında<br />
Franz Liszt, öğretmenlik yapmışlardır. Almanya’nın başlıca<br />
şehirlerinden hemen hemen hepsinde, Avrupa'nın müzik eğitiminde önemli<br />
yeri olan bir konservatuar vardır. Almanya yanında Avusturya’nın Devlet<br />
konservatuarı ancak 1909 yılında kurulabilmiştir. Bununla birlikte Slazburg’da<br />
Mozarteuma’a bağlı bir müzik okulu 1880 yılından beri çalışmaktadır.<br />
'<br />
Amerika’da ülkenin her köşesinde birçok konservatuar vardır,ve bunlarda<br />
Avrupa’dan gelmiş birçok ünlü eğitimci öğretimle görevlidirler. Am e<br />
rikan müzik okulları daha çok üniversitelerin birer bölümü olmakla birlikte,<br />
bağımsız konservatuarlar da pek çoktur. Bunların arasında Filadelfiya’nın<br />
Curtis müzik enstitüsü ve New York’un Juilliard müzik okulu en<br />
ünlülerdendir. Müzik öğretiminin en ileri yöntemlerini uygulama amacını<br />
güden Juilliard konservatuarı 1905 yılında kurulmuştur. 1945 ile 1962 yılları<br />
arasında okulun yöneticiliğini yapmış olan besteci William Schuman<br />
okulun amaçlarım şu sözlerle anlatmıştır: "Her bir kuşak kendi gereksinmelerinin<br />
bilincine kendisi varmadıkça, geleneğin yükü ancak kısırlık yaratır;<br />
müzik dilinin evrimi yanında müzik bilimi ve müzik öğretim yöntemleri<br />
de gelişmiştir; Juilliard konservatuarı bugün, kurulduğu yıl olan 1905’e<br />
kıyasla çok daha değişik öğretim yöntemleri uygulamaktaysa da, Schun’ın<br />
sözleri, Juilliard için olduğunca, bütün ülkelerin konservatuarlarının,<br />
giderek konservatuar dışı okullardaki müzik eğitiminin içine düştüğü çıkmazı<br />
yansıtmaktadır. Yığınların, yeryüzü çapında, sanat müziğine, hele bu<br />
müziğin çağdaş evrimlerine yabancılaşmasının sorumu, nitekim, başta konservatuar<br />
kurumu olmak üzere, tümüyle müzik eğitim dizgelerindedir. N e<br />
ki bu dizgelerde söz konusu sorumun bilinci bile gelişmiş değildir. Bugün<br />
her yerde konservatuarlar, geleneğin yükü altında kısırlaşmış, yozlaşmış kurumlar<br />
olarak varlıklarım sürdüredurmaktadırlar.<br />
Yurdumuzda batı anlamında öğretim yapan ilk müzik okulu 1831 yılında,<br />
demektir ki birçok Avrupa konservatuarından daha önce kurulmuştur.<br />
Bu okul, Müzikai Hümayun Okuludur. Cumhuriyetten sonra, 1924 yı<br />
190
lında kurulan Müzik Muallim Mektebi, 1936 yılında kurulan Ankara Devlet<br />
Konservatuarının çekirdeği olmuştur. Alman besteci Paul Hindemith,<br />
Devlet Konservatuarının kurulmasında önemli çalışmalar yapmıştır. Ankara<br />
Konservatuarı yanında İstanbul ve İzmir konservatuarları da çalışmalarını<br />
sürdürüyorlar.<br />
Sayılan kurumlar yarımda Türkiye'de müzik eğitimi sağlayan başlıca<br />
iki okul, Askeri Mızıka Okulu, bir de Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’-<br />
nün müzik bölümüdür. Yülarca Eduard Zuckmayer gibi üstün yetide bir<br />
öğreticinin yönetiminde çalışan bu okul, Türkiye’nin müzik evriminde, başarılan<br />
pek seyrek anılmakla birlikte, önemli bir yer doldurmuştur.<br />
M Ü Z İK ELEŞTİRM ENLİĞİ<br />
Konuyu iyice yalınlaştırırsak, müzik eleştirmeni denen kişiyi, müzik<br />
olaylan karşısında, özellikle müzik yapıtlan ve seslendirmeleri karşısında,<br />
öznel tepkisini bildiren kişi olarak tanıtabiliriz. Demektir ki müzik eleştirmeni,<br />
bir besteyi ya da bir icrayı beğenip beğenmediğini söyleyen bir kişidir.<br />
Bu kişi beğenisini açıklamayı para kazanmak amacıyla yapıyorsa "profesyonel”<br />
müzik eleştirmeni olur. Öznel bir beğeni, hiçbir soruma uymadığına,<br />
"renkler ve beğeniler tartışılmaz" görüşüne sığdığına göre, müzik eleştirmeninin<br />
de bu bakıma hiçbir sorumu, hiçbir 'hesap verme" zoru yoktur.<br />
Bununla birlikte, müzik eleştirmeninin ödevi böylesine kolay, böylesine<br />
dümdüz, böylesine yalın değildir. Meslekten bir müzik eleştirmeni çoğunlukla<br />
bir gazetede beğenilerini açıkladığına göre, önce bir gazetecidir.<br />
Demektir ki, gazetecilik mesleğinin kurallarına uyacaktır. Ödevi, beğeni<br />
açıklamak yanında, hem de haber vermek, olay bildirmektir. Gazeteci olarak<br />
kendisinden gecikmeden, olayı doğrulukla, aslına uygun olarak bildirmesi<br />
istendiğine, sözünü ettiği olay da bir müzik olayı olduğuna göre, müzik<br />
eleştirmeninin, en geniş anlamında "müzik bilmesi" gerekir. Bu bakıma<br />
müzik eleştirmenliği, hem müzik biliminin, hem de gazeteciliğin bir kolu<br />
olur. Sonra, müzik eleştirisi yazan kişi, bir müzik olayı karşısındaki öznel<br />
tepkilerini "beğendim" ya da "beğenmedim" gibi tek sözcüktü anlatımlarla<br />
sunmayı kişisel saygınlığı açısından yeterliksiz sayacağı için, hiç olmazsa<br />
bir fıkra yazarmın "edebi" yetisine ulaşmak zorundadır. Yoksa, okuyucu<br />
karşısındaki durumu hiçe iner. Bu sakınca, müzik eleştirisini hem de edebiyatın<br />
bir kolu olma durumuna yükseltmiştir.<br />
Müzik eleştirmeninin ödevi ve durumu kısaca, bu türlü anlatılabilir<br />
ama, eleştirmenin görevi nedir? Müzik eleştirmeni kime yararlıdır? Herhalde<br />
seslendiriciye ya da yaratıcıya, doğrudan doğruya mesleklerinin uygulanması<br />
bakımından değil. Bir müzik eleştirmeninden, müzik sanatmın türlü<br />
dallarında söz etmek zorunda olduğu için, ilgilerini dağıtmış, çalışma<br />
alanına yaymış olması yüzünden, tıirlü dallarda çalışan müzik sanatçılarının<br />
her biri kadar onlann kendi dallarında yetili olması beklenemez. Öy<br />
191
leyse müzik eleştirmeninin müzik seslendiricisine olsun, müzik yaratıcısına<br />
olsun, daha da ilerisi -arasıra, görevi gereği, eleştirmek zorunda olduğu -<br />
müzik bilginine olsun, yararlı olması, onlara bir şeyler öğretmesi aşın bir<br />
istek olur, öyleyse eleştirmen bütün bu kişilere nasıl yararlı olacaktır?<br />
Böyle bir soruya verilecek yanıt gerçi eleştirmenin saygınlığım biraz düşürür<br />
ama, gerçeği konuşmaktan kaçınmayalım: Eleştirmen, müzik sanatının<br />
türlü dallarında çalışan kişilere ancak, gazete ya da dergi, ya da radyo gibi<br />
yayın ortamlarından yararlanarak, bu kişilerin adlarım ve çalışmalarım çevreye<br />
yaymakla, onları daha çok sayıda insana, başka bir anlatımla, yoğaltıcıya<br />
tanıtmakla yaradı olabilir. Bu bakıma, eleştirmen, gerçeklere boyun<br />
eğelim, bir reklâma durumuna geçer. Bununla birlikte, eleştirmene, müzik<br />
çevrelerinde gösterilen korkuyla kanşık saygı, eleştirmenin bu görevinin<br />
etkisinin, çoğu kere meslekten reklâmalannkine kıyasla çok daha yüksek<br />
olmasını sağlamıştır.<br />
Bir meslek olarak müzik eleştirmenliğinin on yedinci yüzyılın sonlarına<br />
doğru, ilk müzik dergilerinin yayınlanmasıyla başladığı söylenebilir. Bununla<br />
birlikte, müzik olayları üzerinde, öznel, kişisel tepkilerin geçmişi<br />
çok daha eskidir. N e var ki bu eskiliğin ne günlere kadar uzandığı kestirilemez.<br />
On sekizinci yüzyılda müzik eleştiricisinin ilgi çeken örnekleri arasında,<br />
Dr. Charles Bumey’in "Genel Müzik Tarihi"nde, öznel yargıların<br />
bol bol öne sürülmesi bakımından, geniş ölçüde müzik eleştirmenliği yapmış<br />
olmasını, on dokuzuncu yüzyıl Ingiltere’sinde Henry Fothergill Chorley*in<br />
Londra’da yayınlanan Athaneum dergisindeki yazılarının çağın en<br />
önemli müzik eleştiricileri arasmda sayılabileceğini belirtebiliriz. On sekizinci<br />
yüzyıl Fransa'sında Jean Jacques Rousseau, "Müzik Sözlüğü"nü, çağının<br />
müziği üzerinde öznel yargılarla doldurmuştur. Aynı sıralarda Almanya’da<br />
Johann Mattheson, Critica Musica adlı kitabım yayınlamış ve kendi<br />
deyişiyle "müzik üzerindeki, kimi gerçeklere uymadan düşünülmüş, kimi<br />
de düpedüz saçma kuramları" incelemiş ve yargılara bağlamıştı. Bir yandan<br />
da, Alman müzikli oyunun (Singspiel’in) kurucusu Johann Adam Hiller,<br />
ilk müzik dergilerinden birini yayınlamaya başlamıştı. Hiller, müziğin<br />
hemen hemen her dalında olağanüstü yetisi olan bir müzikseverdi; gazeteci<br />
olafak Hiller, çağın müzik akımlan ve besteleri üzerinde dergisinde durup<br />
dinlenmeden öznel yargılar sunmuş ve dergisini bu türlü yazılara hep<br />
açık tutmuştur. Hiller’in çağdaşlan arasmda, müzik gazeteciliğinin Almanya’daki<br />
öncüleri olarak, Christian Schubarth, Bach’m hayatım ilk yazan Johann<br />
Forkel, eleştirmenliği gündelik gazeteciliğin bir dalı yapan Johann<br />
Rellstab ve Johann Rochlitz sayılabilir.<br />
On dokuzuncu yüzyıl Almanya'sının önemli müzik eleştirmenlerine<br />
baktığımızda, aralarında ünlü bestecilere ya da şairlere raslıyonız. Şair<br />
E .T A . Hoffmann, besteciliği yanında eleştirmenlik de yapmış, Allgetneine<br />
Musicalische Zeilung'da Beethoven üzerindeki ilk önemli yazılan yazmıştı.<br />
Hoffmann, Beethoven’i romantizmin bir simgesi olarak sunan ilk eleştir-<br />
192
menlerdendir.<br />
Cari M ana von Weber, eleştiri yazılan da yazan önemli bestecilerin<br />
ilkidir. Bununla birlikte, çağının müzik düşünüşüne büyük etkisi olan bir<br />
eleştirmen-besteciye raslamak için romantik yüzyılda biraz daha ilerlemek<br />
gerekir. Karşımıza çıkan önemli kişi Robert Schumann’dır. Schumann 24<br />
yaşındayken, Neue Zeitschrifi fürMusik adlı dergisini kurmuş, on yıl süreyle<br />
derginin sahibi, yayınlayıcısı ve baş eleştirmeni olarak çalışmıştı. Yazılarında<br />
hep, çağdaş müziği, çağının genç bestecilerini tanıtmak, desteklemek<br />
amacım gözetmiştir.<br />
Fransa’da on dokuzuncu yüzyılın en önemli bestecı-eleştirmeni H e o<br />
tor Berlioz’du. Berlioz’un bir müzik dergisi çıkaracak parası yoktu. Olsaydı<br />
da bu yola gitmezdi belki. Çünkü Berüoz, gelirini arttırmak için müzik<br />
eleştirmenliğine başlamış, bu işten hiç hoşlanmadığım da sık sık açıklamıştır.<br />
Bununla birlikte, Berlioz’un yalnız Journal des Debats’daki yazılan bile<br />
onu besteciler arasındaki en büyük edebiyatçı durumuna yükseltmeye yeter.<br />
Çağın bir başka büyük bestecisi, Richard Wagner, müzik eleştirisi<br />
alanında çalışmıştır. Bununla birlikte bu alanda Wagner ancak, günün çok<br />
daha saygın bir başka eleştirmeninin, Eduard Hanslick’in gölgesinde anılır.<br />
Hanslick ile Wagner birbirlerini bir kaşık suda boğabilecek kadar düşmandılar.<br />
Wagner Meistersinger operasında Beckmesser tipiyle Hanslick’i<br />
gülünçleştirmek istemiştir, ö t e yanda İngiltere’de George Bemard Shaw,<br />
müzik eleştirmeni olarak, Wagner’ciliğin güçlü bir savunucusu olarak tanınmıştır.<br />
Bir başka besteci-eleştirmen, Hugo W olf, Brahms düşmanlığıyla<br />
ün yapmıştı.<br />
Fransa’da Claude Debussy, Berlioz gibi, eleştiri mesleğinden hiç hoşlanmamakla<br />
birlikte, Monseieur Croche anüdilettonte adlı kitapta toplanan<br />
eleştiri yazılarının da gösterdiği gibi, öznel, izlenimci eleştirinin en başarılı<br />
örneklerini vermiştir. Günümüzdeyse, besteci-eleştirmenlerin en saygım,<br />
en ünlüsü, Amerikalı Virgil Thomson’dur. Thomson’un besteci olarak geleceğe<br />
kalacağı sanılmazsa da, 1940 ile 1954 arasında New York Herald<br />
Tribüne gazetesine yazdığı müzik eleştirilerinin önemi yadsınamaz.<br />
YORUM CULUK, SESLEND İRİCİLİK<br />
Yaratıcıdan yoğaltıcıya ulaşırken bir aracının elinden geçme zorunda<br />
olması bakımından müzik sanatı bir özellik taşır. Müzik, bu bakıma bahtsız<br />
bir sanattır. Bununla birlikte son yıllarda, elektronik müzik, somut müzik<br />
ya da genel olarak "manyetofon müziği” adı verilen müzik türünün gelişmesiyle<br />
aracı ortadan kalkması olanağı doğmuş, yaratıcı yapıtını yoğaltıcıya,<br />
dinleyiciye, doğrudan doğruya sunma erkinliğini elde etmiştir.<br />
Gene de "manyetofon müziği”, yüzyıllar boyunca gelişedurmakta olan<br />
müiik sanatının pek küçük bir bölümüdür ve olgunluk çağma varıp varma-<br />
Müzik Tarihi, F.: 13 193
dığı henüz tartışma konusudur. G en kalan yapıtlann hepsi, dinleyiciye "yorumcu"<br />
dediğimiz kişinin aracılığıyla sunulur. Yorumcu, bir müzik yapıtım<br />
seslendiren ya da seslendirten; çalgıcı, şarkıcı ya da orkestra yöneticisi...<br />
Bir resme ya da bir heykele bakarken, bir başkasının gözlerinden yararlanmak<br />
zorunda değiliz. Bir şiiri ya da bir romam okumak için, onu birinin<br />
bize okuması gerekmez Tiyatro oyunlarını bile, sahnede görmeden, başkalarının<br />
o oyunu bizim için oynamaları gerekmeden, okuyarak, anlayabiliriz;<br />
hiç olmazsa "edebi" yanının tadma varabiliriz. Oysa, gereci ses olan bir<br />
sanata, müzikte, "manyetofon müziği" dışında, bir yapıtı ille de bir aracılım<br />
bize sunması gereklidir. Müzik göz için olmadığına göre, bir müzik yapıtım<br />
notadan okuyup bir ses olayı karşısında bulunduğumuzu taslamak,<br />
bu sanatın amacına ve olumuna aykırı düşmesi bakımından yersizdir, yanıltıcıdır.<br />
Bir notanın "grafik" yamnm tadma varmakla müzik yapıtı anlaşılmaz<br />
olmaz. Göz, kulağa olsa olsa, ufak bir yardımcıdır.<br />
Bestecinin düşüncesindeki, duygularındaki* ses dünyasını gerçekleştiren<br />
kişi, seslendirici, yalnızca kâğıt üzerinde gördüklerini uygulamakla yetinmez.<br />
Onlara kendinden bir şeyler katar. İşte bu "kendinden bir şeyler<br />
katma", genellikle, tanımı gereği, bestecinin öz duygu ve düşüncelerine saygısızlıkla<br />
sonuçlanır. Burada "saygısızlık” derken, seslendiricinin kendinden<br />
kattığı şeylerin değeri üzerinde bir yargıya varmış olmuyoruz. Tersine, bir<br />
gerçeği gözlemiş ve bildirmiş oluyoruz. Seslendiricinin kendinden kattığı<br />
şeyler, bestecinin anlatmak istedilderine, bestecinin düşüncelerine ve duygularına<br />
kıyasla, daha iyi ya da daha kötü şeyler olabilir. Sorun bu değildir.<br />
Sorun, bestecinin düşündüğü yapıtın, ister iyi, ister kötü yolda olsun,<br />
bozulması, değiştirilmesi, dinleyiciye kendi gerçeğinden ayrılan bir çehreyle<br />
sunulmasıdır. Öyleyse yapıtın kendi gerçeği nedir? Bunu kimse bilemez.<br />
Belki, yapıtm yaratıcısı bile..'. Yaratış oluşumunun belirli süreler içinde gelip<br />
geçen esintilerin doğurduğu imgelere dayandığım tanıyorsak, müzik yaratıcısının<br />
bütün yapabileceği bu imgeleri nota gibi sesle tümünde ilintisiz<br />
bir ortamdan yararlanarak kâğıt üzerinde tutmaktır. Oysa, diyelim ki edebiyatta,<br />
imgeler, sözcüklerle anlatılabilecek düşünce ve duygular halinde<br />
belirir. Bunlar tümcelenmiş olarak kâğıt üzerine yazıldığında yapıt kendini<br />
gerçekleştirir. Resimde imgeler, renk-biçim birleşimi olarak belirir ve ressam<br />
bunları, yakalayabildiğince, 'kâğıda" geçirir. Yapıt gene, gereken ya<br />
da gerekmeyen düzeltmeler dışında, gerçekleşmiştir. Artık yoğaltıcıya (okuyucu<br />
ya da seyirciye) olduğu gibi sunulabilir. Fakat müzikte öyle mi?<br />
Kâğıt üzerindeki çizgileri, noktalan, sözleri bir başka kişi, seslendirip dinleyiciye<br />
sunacaktır.<br />
Seslendirici bu işi, notaya, kâğıt üzerindeki çizgilere, noktalara, harflere,<br />
sözcüklere yüzde yüz bağlı kalarak yapamaz. Kendi duygulannı, kendi<br />
samlarını, kendi izlenimlerini, kendi düşünüşlerini işin içine katmak zorundadır.<br />
Çünkü notalama, ne denli ileri bir yöntemle yapılmış olursa olsun,<br />
kesinlikten çok uzaktır. Birkaç örnek, notalamada kullanılan sözcük<br />
194
lerdeki kesinlik yoksunluğunu belirtmeye yetecektir sanırım. Diyelim ki<br />
bir besteci yapıtının çalmış hızım anlatmak için andantino sözcüğünü kullanmış<br />
olsun. "Andantino"nun ne kerte hızlı bir tempoyu anlattığım, güveniniz,<br />
kimse bilmez. Giderek, ''andantino"nun, "andante”den daha mı hızlı,<br />
yoksa daha mı yavaş anlamına geldiği konusunda tartışmalar süregelmektedir.<br />
Nitekim, "andante" gibi, "allegro" gibi, "largo" gibi, tempo hızı anlatan<br />
sözcüklerin anlamı, çağdan çağa, daha doğrusu besteciden besteciye, daha<br />
da ilerisi, bestecinin bir serinden öbür eserine değişmiştir. Tıpkı bunun gibi,<br />
ayırtı katlarım anlatan piano, pianissimo, forte, fortissimo gibi sözcükler<br />
de kesin bir yeğinliği anlatmaktan uzaktır. Bu durumda seslendirici, kendi<br />
sezgilerine, kendi duygularına, kendi bilgilerine başvurmaktan başka ne yapabilir?<br />
İşte bunun içindir ki seslendirici, ister istemez yormcu durumuna<br />
geçtiği için, bu durum içinde çalışmasını güçlendirmek amacıyla, bir bilimadamı<br />
gibi hazırlanmak, sezgilerini, duygularını, az ya da çok bilimsel kesinliği<br />
olan gerçeklere bağlamak, türlü çağlarda, türlü bestecilerle ayırtı,<br />
hız ve -daha da önemlisi- tını anlatan sözlerin ne anlama geldiğini incelemek,<br />
bestecinin ruh durumunu, düşüncelerini, duygularını yansıtmaya sıra<br />
geldiğinde bunu, sorumsuzcasına, "kendinden bir şeyler katarak" değil,<br />
gene inceleme, araştırma yoluyla bestecinin ruh durumlarını, duygularını^<br />
düşüncelerini kavramaya çalışarak yapmak zorundadır. Hele notalamamn<br />
daha da az kesin olduğu eski çağların müziğinin seslendirilmesi gerektiğinde<br />
yorumcunun tam bir bilimadamı gibi çalışması gerekir.<br />
Beethoven’den bu yana bestecilerin, metronom sayılan kullanarak,<br />
yapıtlannın ne hızda çalınacağını kesinlikle göstermiş olmalan da, uygulamada,<br />
olumlu sonuçlar vermiş sayılamaz. Bugün konserlerde seslendiricilerin<br />
metronomla sahneye çıkmalan metronomu bestecinin bildirdiği hıza<br />
göre çalıştırıp tempoyu aldıktan sonra çalmaya başlamalan, raslanmış bir<br />
olay değildir. İkincisi, böyle bir yola başvurulsa bile, metronomun verdiği<br />
temponun seslendirme boyunca, yorumcunun doğası ve coşkularıyla ilintili<br />
türlü etkiler altında, değişmeyeceğine güvenilemez. Hele, yorumcunun, daha<br />
önceden metronom yoluyla edindiği tempo hızım seslendirme sırasında<br />
değiştirmeden vereceğine hiç güvenilemez. Metronom sayılarıyla hızlan<br />
belirtilmiş parçaların hemen hemen hepsinin türlü yorumlan arasındaki<br />
hız başkalıktan metronomun, müzik eğitimi dışında, pek de yararlı olmadığının<br />
tanıtıdır.<br />
Notalamamn kesinlikten uzak bir yam da, notalama yöntemlerinde<br />
çoğu kere kolaylık olsun diye, kısaltmalara gidilmesinin sonucunda belirmiştir.<br />
özellikle süslemelerde ve bazı ritmlerin yazılmasında kolaylık uğruna<br />
yanlış notalamaya gidilmiş olması, yorumculan yanlış seslendirmelere<br />
götürmüştür. Bugün bu kısaltmaların ne yolda çalınması gerekeceği bilimsel<br />
araştırma konusudur. Bu yolda inceleme yapmış olmayan bir yorumcunun,<br />
bestecinin duygularına kendi duygularım katma konusundaki en iyi<br />
niyetlerine karşın, ele aldığı yapıtı yanlış tanıtacağına kuşku olmaması ge-<br />
195
ekır.<br />
N e var ki, bütün bu güvenilmez yanlarına karşın seslendirici-yorumcu<br />
bugün, müzik dünyasının en önemli kişisidir. Dinleyici, bestecinin varlığı<br />
üzerinde ancak, orkestra yöneticisi bay filanca ya da piyanist bayan falancanın<br />
olumlu ya da olumsuz etkisinden kurulabildiğinde düşünür. Besteciler,<br />
yapıtlarını halka sunacak diye, seslendiricilerin kulu kölesi olurlar.<br />
Bunu hem de, yapıtlarının kimi kere göz göre göre yanlış tanıtılması pahasına<br />
yaparlar. Sevinmek gerekir ki, manyetofon müziğinin gelişmesiyle, bu<br />
gülünç durum sona ermiş değilse bile, besteciye hiç olmazsa bir kurtuluş<br />
kapısı açılmıştır. Artık besteci, bir ressam ya da edebiyatçı gibi, yapıtını<br />
doğrudan doğruya gerçekleştirebilir ve bir aracıya sığınmaksızın dinleyiciye<br />
sunabilir. N e ki dinleyici, değişmeyen görenekleri gereği, müziği hep o<br />
seslendirici-yorumcu denen kişilerden dinlemek ister, giderek, onları karşısında<br />
görmek ister.<br />
ORKESTRA YÖ N E TİC İLİĞ İ<br />
Orkestra yönetmeni denen kişi yalan bir çağda ortaya çıkmıştır. Daha<br />
önce, on dokuzuncu yüzyıla kadar, orkestraların başında, bir yandan<br />
klavsen çalıp armonileri dolduran ve bu işi genellikle doğaçtan yapan, elleri<br />
boşaldığında da, gene klavsen başından, çalgıcılara tempoyu veren bir<br />
yönetici vardı. Bugünün orkestra yönetmeni o günlefde yoktu. Beethoven’in<br />
gününde bile, bugünkü gibi çalışan orkestra yönetmenleri, müzik<br />
sahnesinde henüz belirmemişti.<br />
Konser dinleyicisi, orkestra yöneticisine dıştan baktığında, kürsüye çıkıp,<br />
müziğin hareketlerine uyarak elini kolunu sallayan bir insan görür. N i<br />
tekim, yönetmen denen kişinin gerçekten gerekip gerekmediğini, orkestranın<br />
yöneticisiz çalıp çalamayacağını soran dinleyiciler az değildir. Gerçi<br />
bir orkestra kendi başına çalabilir. Günümüzde bile bazı orkestralar yöneticisiz<br />
çalmayı denemiş ve başarmışlardır. Bununla birlikte, orkestralara<br />
"kişiliğini" veren, orkestra müziği seslendirmelerine ayına yorum özelliklerini<br />
sağlayan, doğrudan doğruya yönetmenin kendisidir. Yönetmen ile orkestra<br />
üyeleri arasında bir ruh bağlantısı bulunduğu bir gerçektir. Yönetmenin<br />
duygulan, amlan, bilgisi, düşünüşleri, kimi kere sözün ve el, kol—<br />
gövde hareketlerinin ulaştınalığı bile gerekmeden, yönetmen ile orkestra<br />
üyeleri arasındaki bu ruh bağlantısıyla, çalgıcüara ulaşır. Orkestra yöneticisinin<br />
çaldırdığı yapıtta bir geçidi unuttuğundan çalgıcıların, önlerinde nota<br />
olduğu halde, o geçidi çalamamalan gibi acayip görünen "ipnotik" olaylara<br />
pek sık raslanır. Bu bakıma bir orkestrayı koskoca bir "çalgı", yönetmeni<br />
de onun çalgıası saymak yerinde olur. Orkestranın iyi ya da kötü çalgıçlardan<br />
kurulmuş olmasının ortaya çıkan seslendirmeye etkisi, iyi ya da kötü<br />
yapılmış bir çalgının vereceği sonuçlara benzetilebilir. Demektir ki kötü<br />
bir orkestrayı yöneten iyi bir yönetmen, kötü bir piyanoda çalan iyi bir<br />
196
piyaniste benzetilebilir Tersi de doğrudur.<br />
Orkestra yöneticisinin nitelikleri arasında başta, önderlik yetisi gelir.<br />
Bir orkestra yöneticisi, orkestra üyelerini bilgisiyle ve yetkisiyle etkileyebil'»<br />
meli, yalnız işini bilmekle kalmamak, orkestranın üyelerini işini bildiğine,<br />
yaptığı işin doğru olduğuna inandırabilmelidir. Yönetmende bu yeti yoksa<br />
orkestrasının üyeleri onu küçümseyecek, onun istediği gibi çalamayacak,<br />
başarılı çalışlara belki de hiçbir zaman ulaşılamayacaktır.<br />
Piyano ya da keman çalmanın olduğu gibi, orkestra yönetmenin de<br />
bir tekniği vardır. Orkestra yöneticiliğinin teknik sorunları arasında başta<br />
tempo vurmak gelir. Tempo vurmanın türlü yöntemleri vardır. Bu bakıma,<br />
ünlü yönetmenlerden birçoğunun tempo vuruşu bilirine benzemez. Bununla<br />
birlikte, yönetmenin tempo vururken yaptığı el ya da değnek hareketlerinin,<br />
orkestra üyelerinin çalman parçanın hareket hızım açıkça görebilecekleri<br />
kadar açık ve belirli olması gerekir. Büyük ve kesin hareketlerle<br />
tempo vuran yönetmenleri çalgıcılar çoğunlukla beğenirler.<br />
Genellikle, orkestra yönetme tekniğinde, sağ elin tempo vurma, sol<br />
elinse yönetmenin anlatımla ilintili isteklerini orkestra üyelerine ulaştırma<br />
için kullanması, kuralcılarca tanınmıştır. Yöneticinin tempo ile ilintili hareketleri<br />
kendiliğinden, bu yönde yeğin bir düşünce çalışması gerektirmeden,<br />
tam bir erinçlikle yapılmalıdır ki, yönetmen düşünüşlerini müziğin daha<br />
önemli sorunlarına, çalgılarını tam zamanında çalmaya başlamalarına<br />
ya da susmalarına, ayırtı katlarının gerçekleşmesine, anlatımla ve üslûpla<br />
ilintili sorunlara yöneltebilsin. Demektir ki, orkestra yöneticiliği tekniğinin<br />
üstünde her şeyden önce tam bir egemenlik kurulması gereken ilkel sorunu,<br />
tempo vurma sorunudur.<br />
Teknik sorunlar dışında, orkestra yöneticisi, müziğin butun sorunları<br />
üzerinde gelişmiş bir kuramsal bilgiye ve bunları uygulama yetisine sahip<br />
olmalıdır. Yeni bir yapıtın notasını aldığında eserin yapısını, temlerin gelişimini,<br />
çalgı tınılarının dengesini, armonik, ritmik ve melodik yapının birbirleriyle<br />
ilintili özelliklerini görebilmeli ve orkestra kürsüsüne çıktığında<br />
bunlan uygulayabilmelidir. Belirtmek gerekir ki bütün bu sorunlar üzerinde<br />
orkestra üyeleri hiç düşünmezler ve her şeyi kendilerine yöneticinin anlatmasını<br />
belderler. Demektir ki orkestra yöneticisi, önderlik yetisi, teknik<br />
yeteneği, duygu ve düşünce ulaştırma yolunda "ipnotik" gücü yarımda, tam<br />
bir müzik bilgini gibi çalışmak ve bu çalışmanın sonucunu, orkestranın aracılığıyla<br />
vereceği yorumlarda gerçekleştirmek sonucunu, orkestranın aracılığıyla<br />
vereceği yorumlarda gerçekleştirmek zorundadır. Geniş bir dağarı olmak,<br />
program yapmasım bilmek de yöneticinin başlıca sorumları arasındadır.<br />
Programına koyduğu yapıtların birbirlerine olan ilintilerini ve karşıtlıklarım<br />
gözetmek ve bu bakıma dengeli bir program sunmak yönetmenin görevidir.<br />
"Yönetmenlik başarısının yüzde ellisi, dengeli programlar yapmaya<br />
bağlıdır" sözündeki aşırılık pek küçüktür.<br />
Bugünkü türden yöneticilerin ancak on dokuzuncu yüzyılda müzik<br />
197
sahnesinde görünmeye başlamış olduklarım biliyoruz ama, çalgıcı ya da<br />
şarkıcıları yöneten kişilerin eski Yunan’dan bu yana varolduğu da bir gerçektir.<br />
Eski Yunan tiyatrosunda koroyu, “choragus" adı verilen, çoğu kere<br />
yüksek bir yere çıkan, ayağına ses veren bir cisim bağlayan ve böylece tempoyu<br />
şarkıcılarına duyuran ya da parmaklarını şakırdatan bir yönetici vardı.<br />
Kilise müziğinde de, bugünün müziğine kıyasla çok daha yalın, çok daha<br />
önemsiz olan yorum sorunları ya da şarkıcıların beraberliğini sağlamayla<br />
ilintili sorunlar, yöneticinin el hareketleriyle, çoğunlukla ellerini öne ve<br />
geriye kımıldatmasıyla çözülmeye çalışılırdı. Bundan başka papazların, şarkıcıların<br />
ilgisini toplamak amacıyla, değnek, mendil (kimi kere de değneğe<br />
bağlanmış mendil) gibi araçlara başvurdukları bilinir. Bu türlü yönetim on<br />
altına yüzyıla kadar sürmüştür.<br />
On altına yüzyıldan romantik çağa varana kadar orkestra yönetialeri<br />
değnekle ya da Lully’nin yaptığı gibi, kalın, ağır bir sopayla yere vurarak,<br />
tempoyu gürültüyle verirlerdi. Berlioz bile, temponun böyle gürültüyle verilmesinden<br />
aa aa yakınmıştı. Bach da, orkestra yönettiğinde, klavsende<br />
hem çalar, böylece kendi bölümünü çalmayı ya da söylemeyi beceremeyen<br />
çalgıcı ya da şarkıalan klavsende onların melodilerini çalarak destek olur,<br />
hem de elleri boşaldığında el hareketleriyle çoğu kere de ayaklarıyla yere<br />
vurarak tempo verirdi. Aynı çağlarda klavsenci yöneticiler yamnda, kemancı<br />
yöneticiler de vaıdı. Kemana yöneticilere, on dokuzuncu yüzyılın ortasından<br />
beri artık pek raslanmamaktadır.<br />
Tempoyu el yerine, değnek yardımıyla vermek on dokuzuncu yüzyıldan<br />
günümüze kadar, kimi kere yaygınlıkla başvurulan, kimi kere de unutulan<br />
bir yöntem olmuştur. Beethoven, Mendelsohn ve Weber’in değnek<br />
kullanarak orkestra yönettikleri bilinir. Oysa Ludvvig Spohr Londra’da değnekle<br />
yönettiğinde, dinleyiciler yepyeni bir şey görmüş gibi şaşmışlardı.<br />
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında değnek kullanan yönetmenler azdı. Bununla<br />
birlikte yirminci yüzyılda değnek genellikle yeniden kullanılmaya<br />
başlanmıştır.<br />
Orkestra ve yöneticileriyle ilintili "deneyler" arasında, Wagner’in Beyrut<br />
temsillerinde denediği, seyirci gözünden gizli orkestrası ve yöneticisi;<br />
Hans von Bülow’un kimi kere yöneticisiz, kimi kere de notasız, ezbere çalan<br />
orkestrası; Rusya’da ve Amerika’da denenen yöneticisiz orkestralar, ilgi<br />
çekici örneklerdir.<br />
ORKESTRA<br />
Orkestra diye, ne türlüsünden olursa olsun çalgı topluluğuna diyoruz.<br />
Genel anlamında, orkestrayı kuran çalgıların sayısı da, türü de belirli<br />
değildir. Yalnız tek bir türden çalgıların yer aldığı orkestralar vardır. Örnek:<br />
Bali’nin Gamelan adı verilen vurma çalgı orkestraları ya da Rusların<br />
balalayka orkestraları... Uygulamada orkestra sözcüğü genellikle bando ke-<br />
198
İbnesine karşıt olarak kullanılır. Bu kullanışta, orkestrada yaylı çalgıların<br />
bulunması gerektiği anlaşılır. Çünkü bandoda çoğunlukla yalnızca nefes<br />
çalgıları vardır. Bununla birlikte bu karşıtlık da pek kesin değildir. Çünkü<br />
bandolarda da hiç olmazsa tek bir tür yaylı çalgı kullanıldığı olur: Kontrabas.<br />
Orkestra teriminin tanım sınırsızlığına karşı, senfoni orkestrası deyince,<br />
ne türlü çalgılardan ve aşağı yukarı kaç çalgıcıdan kurulmuş bir orkestradan<br />
söz edildiğini bildirebiliriz. Senfoni orkestralarının üye sayısı, 80 ile<br />
120 arasında değişir. Bununla birlikte, daha küçük orkestralarda 40-50 kişiyle<br />
yetinildiği de olur. Herhalde, bir senfoni orkestrası üyelerinin yarısından<br />
çoğu, yaylı çalgıları çalanlardır.<br />
Senfoni orkestrasmda çalgı öbeklerinin bir yönteme ve belirli amaçlara<br />
göre kurulmasına on yedinci yüzyılın ilk yansında başlanmıştır. Orkestra<br />
ilk, operaya eşlik için kullanılmıştır. Monteverdi, opera orkestrasmda<br />
yaylı çalgılan kullanan ilk besteci diye bilinir. Çalgılarda türlü ses etkileri<br />
arayan ve bu ara türlü yaylı çalgıların, keman, viyola, viyolonsel ve kontrabas<br />
öbekleri durumunda, yöntemli olarak kullanılması alanında hazırlayıcı<br />
çalışmalar yapan da odur. Geride kalmış sayfalarda, doğrudan doğruya<br />
müzik tarihiyle ilintili bölümlerde bu konuya daha geniş olarak değinilmiştir.<br />
On yedinci yüzyıl ortalarında Alessandro Scarlatti de dört bölüğe ayrılmış<br />
yaylılar için yazan ilk bestecilerdendir. Obua ve flütleri de Scarlatti,<br />
orkestrasında, başlıca üfleme çalgıları olarak kullanmıştı.<br />
Bununla birlikte, on sekizinci yüzyılın ilk yansmda bile, bugünün orkestrasının<br />
henüz kesinlikle biçimlenmemiş olduğunu görüyoruz. Haendel<br />
gerçi, bugünkü orkestrada kullanılan bütün başlıca çalgıları (klarnet dışında)<br />
kullanırdı ama, bugünkü birleştirmelere uygun olarak değil. Çünkü,<br />
Haendel çağında çalgı yapımı henüz, bugünkü ileriliğine varmış değildi.<br />
Bu durum, çalgılardan çıkan seslerin güçsüzlüğü sonucunu doğururdu. Haendel<br />
orkestrasında, bugünün orkestralarına kıyasla daha çok sayıda obua<br />
ve fagotlarının ses yeğinliklerinin, bugünkülere kıyaslj» çok daha düşük olmasıydı.<br />
Bu yüzden, daha güçlü bir ses elde etme amacıyla, bazı bölüklerde<br />
daha çok sayıda çalgıya başvurmak gerekirdi. Gene de, senfonik müziğin<br />
yavaş yavaş gelişmeye başlamasıyla, orkestra kuruluşunun bugünkü durumuna<br />
yaklaştığını görüyoruz. Bir örnek, yaylı çalgıların o zamanki kuruluşunun,<br />
bugünkü kuruluşa uymasıdır. Bir ayrılık, viyolonsele o zamanlar<br />
henüz, bugün verilen önemin verilmemesidir. Trompetler ve temballere<br />
gelince, bu çalgılara da ancak, parlaklık gerektiren geçitlerde başvurulurdu<br />
ve özellikle trompete, romantik çağda gösterilen ve melodi geçitleri<br />
atamak gibi davranışlarla beliren ilgi, orkestra yazısında pek gösterilmezdi.<br />
N e var ki, gereksiz bir genelleştirmeye kaçmamak amacıyla, on sekizinci<br />
yüzyılın birçok bestecisinin bu ara Vivaldi’nin, Telemann’ın, Jerejaiah<br />
Clarke’m solo trompet için müzik yazmış olduklarım belirtmek gerekir,<br />
ö t e yanda klarnetin, on sekizinci yüzyılın ilk yansmda henüz orkestraya<br />
199
girmemiş olduğunu görüyoruz. Trombon ve aıp, çoğunlukla operada kullanılır,<br />
doğrudan doğruya çalgı müziği yapıtlarında bunlara pek başvuru lmazdı.<br />
Klarnete senfoni orkestrasında bir yer veren besteci diye Mozart gösterilir.<br />
Bununla birlikte Gluck’un da, Haydn’m da operalarında klarnete<br />
başvurmuş oldukları biliniyor. Haydn 1759 yılında ilk senfonisini, yaylı çalgılar,<br />
iki obua ve iki kornodan kurulmuş bir orkestra için yazmıştı.<br />
Haydn’m orkestrada klarnet kullanması, Mozart'ın verdiği örnek üzerine<br />
olmuştur. Haydn’ın olgunluk çağı senfonilerinde, genellikle "ikili orkestra"<br />
diye anılan orkestrayı görüyoruz: Yaylılar ve iki flüt, iki obua, iki klarnet,<br />
iki korno, iki trompet, iki tagot... bu orkestraya Beethoven, "Eroica" senfonisinde<br />
bir üçüncü korno, dokuzuncusundaysa bir dördüncü korno eklemiştir.<br />
Bununla birlikte, daha önce, beşinci senfonisinde, bir piccolo (küçük<br />
flüt) ve üç trombon kullanmıştı Beethoven’in orkestrasını, bölüklenmesi<br />
ve kadrosu aşağı yukarı kesinleşmiş bir orkestra diye gösterebiliriz.<br />
Daha sonra, romantik yüzyılda, bu temel kadro üzerine besteciler, türlü etkiler<br />
için, türlü çalgılar eklemişlerdir. Genellikle, ikili yerine, "üçlü orkestra"<br />
-demektir ki, başlıca nefes çalgılarının üçer üçer kullanıldığı bir orkestra-.yaygınlaşmış,<br />
"alto obua" diye tanıtabileceğimiz İngiliz kornosu gibi,<br />
bas klarnet gibi, tuba gibi, saksafon gibi çalgılar nefes çalgıları arasında<br />
kimi kere yer almış, vurma çalgıların sayısı arttırılmış, piyano ve arp’a<br />
arasıra orkestra içinde de ödev verilmiştir.<br />
Orkestralama diye, bir müzik parçasını orkestra için düzenleme işine<br />
denir. Gözetilen başlıca amaç, türlü çalgıların tınılan arasındaki uyum ve<br />
karşıtlıklan, orkestralanan parçanın melodik, ritmik ve armonik halamlardan<br />
taşıdığı "soyut" özelliklere uygulamak ve bu özellikleri "somut" duruma<br />
geçirmektir. Genellikle "orkestralama" terimi, "çalgılama" terimine karşıt<br />
olarak kullanılır. Çalgılama deyince, her bir çalgının teknik özellikleri,<br />
alanı, tını nitelikleri, sınırlan ve birbirleriyle birleştiklerinde ne türlü sonuçların<br />
onaya çıkabileceği konusundaki bilgilerin tümü anlaşılır. Bu bakıma<br />
çalgılama bir bilim, oysa orkestralama bir sanat olarak gösterilir. Bununla<br />
birlikte orkestralamayı, çalgılamadan ayn bir konuymuş gibi ele almak<br />
doğru değildir. Çünkü çalgılama bilgisi olmayan bir orkestralayıcı müziğin<br />
temel kurallarım bilmeyen bir besteci kadar bile olumlu bir sonuca<br />
ulaşamaz.<br />
Orkestralama yöntemleri, on sekizinci yüzyılda Mannheim senfonicileriyle<br />
ve M ozan ile Haydn’la birlikte bir kesinliğe ulaşmıştır. Bu besteciler,<br />
senfoni orkestrasının temel kuruluşunu kesinleştirdikleri gibi, çalgı tınılarının<br />
birbirleriyle olan ilintilerinin dengeli bir tümlük halinde gerçekleştirilmesiyle<br />
ilgili yöntemleri de belirtmişlerdir. Orkestranın ve orkestralama<br />
sanatının daha sonraki evrimi, bu yöntemlerin sağladığı temele dayanmaktadır.<br />
"Oda orkestrası" tenmıne gelince, oda orkestrası, adının da anlattığı<br />
200
gibi, bir odaya ya da küçük bir salona sığabilecek kadar az çalgıdan kurulmuş<br />
yaylı çalgılara, nefes çalgılarına ya da ikisinin birleşimi topluluklara<br />
denir. Oda orkestralarında klavsen ya da piyano, pek seyrek olarak da vurma<br />
çalgılar bulunabilir. Bununla birlikte oda orkestrası terimi son yıllarda<br />
daha çok, çalman müziğin özellikleriyle ilintili olarak kullanılmaya başlanmıştır.<br />
Demektir ki, oda müziğinde aranan içtenlik, gösterişsizlik, herhangi<br />
bir oıkestra yapıtında kendini gösteriyorsa, o yapıtı çalan orkestraya<br />
oda orkestrası denebilir. Nitekim, küçük bir senfoni orkestrası kadrosunda<br />
oda orkestraları vardır. Bununla birlikte çalman müziğin taşıdığı oda müziği<br />
nitelikleri ne denli yeğin olursa olsun, yüz kişilik bir orkestra için yazılmış<br />
bir yapıta oda müziği, bunu çalan orkestraya da oda orkestrası denemez.<br />
ODA M Ü ZİĞ İ<br />
Başlangıçtaki anlamına göre, oda müziği, kilise ya da tiyatro müziğine<br />
karşıt olarak, soylu kişilerin sarayında, "odasında" çalınmak üzere hazırlanan<br />
müziğe denirdi. Bu bakıma oda müziği, toplumun "üst katının" üyelerinin<br />
özel eğlencesiydi. Bugünkü anlamına göre, oda müziği, orta büyüklükte<br />
bir odada, iki ya da daha çok kişinin çaldığı, bununla birlikte her bölüm,<br />
her "parti" için tek bir çalgıcının atandığı müziğe denir. Genel olarak<br />
tek piyano müziği ya da tek keman müziği oda müziği sayılmaz ama, bu<br />
müziğin özelliği nerede çalındığıyla belirecekse, tek piyano müziğini ya da<br />
tek keman müziğini, hem de eşlikli tek çalgı müziğini oda müziğinin sınırlan<br />
dışında tutmak için neden yoktur. Oda müziğinde, bir topluluğu kuran<br />
çalgılann üst sayısının ne olacağı da kesinlikle belirmiş değildir. Bu bakıma,<br />
oda müziği nerede biter ve oıkestra müziği nerede başlar, bu konuda<br />
bir anlaşma yoktur.<br />
İlk oda müziği yapıtlarında şarkı bölümü vardı. Bu yapıtlarda, özellikle<br />
İngiliz bestecilerinin yazmış olduklarında, ’Viyoller ve insan sesi için uygundur"<br />
kaydının bulunması bu yapıtların hem çatınabilir, hem de söylenebilir<br />
olduğunu, çalgı atanmasının kesinlikle yapılmamış bulunduğunu gösterir.<br />
Daha sonra, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, küçük çalgı toplulukları<br />
için yazılmış yapıtlarda insan sesine başvurmaktan vazgeçildi.<br />
Yüzyılımızda, böyle yapıtlarda yeniden, seyrek olmakla birlikte, insan sesi<br />
kullanıldı. Schoenerg’in "Pierrot Lunaire' i, soprano ses ve küçük oda müziği<br />
topluluğu için yazılmış olması bakımından oda müziğidir; Boulez’in<br />
'Marteau sans maître"i ya da VVebem’in oda müziği topluluğu eşlikli şarkıları<br />
da kolayca aynı bölüme girer.<br />
Oda müziği nerede, nasıl başlamıştır? Bu konuda kesin bilgi yoktur.<br />
Çünkü oda müziği konseri, bir kamu olayı değildi. Bu bakıma tarih kayıtlarına<br />
geçmemiş, özel çevrelerin gelip geçici olayları arasında kalmıştır. Bununla<br />
birlikte, elde kesin tarihler yoksa bile, ilk oda müziği seslendirmele-<br />
201
nnın İngiltere ve İtalya’da yapıldığı, çağın da on yedinci yüzyılın başlan olduğu<br />
biliniyor.<br />
Oda müziği topluluklarının en yaygını, en çok bestenin ortamı, yaylı<br />
dörtlüdür. İlk dörtlüyü 1582 ile 1652 yıllan arasmda yaşamış Gregorio A l-<br />
legri’nin yazmış olduğu da kesinlikle söyleniyor. Bununla birlikle, Allegri’nin<br />
kullandığ dört çalgı nedir? Bu konuda kesin bir anlaşma yoktur. Bilinen,<br />
Allegri'nin çağında viyolonselin bulunmadığıdır. Kestirilere göre bu<br />
bestecinin dörtlüsü, iki tiz, bir orta (ya da tenor) ve bir de pes viyol için<br />
yazılmıştır. Allegri’nin yapıtı bulunana kadar, ilk dörtlülerinin Alessandro<br />
Scarlatti’nın yazmış olduğu sanılırdı. Scrlatti’nin dörtlülerinin 1715 yılında<br />
bestelendiğ sanılıyor, öyleyse, çağn bir başka büyük bestecisi, Johann Sebastian<br />
Bach çağında dörtlü yazıldığın bilmiyor muydu? Böyle bir soru akla<br />
geliyor. Çünkü Bach, birçok oda müziği yapıtı yazmış olmakla birlikte,<br />
yaylı çalgı dörtlüsü yazmış değildir. Sanılara göre Bach, bu ortam için müzik<br />
yazılmış olduğunu bilm ediğ gibi, dört yaylı çalgı için yapıt vermeyi de<br />
düşünmemişti. Bach’ın saygı gösterdiği ve orkestra süitlerinden beş tanesini<br />
kopya ettiği Johann Friedrich Fasch (1688-1758) ilk dörtlülerden birini<br />
yazmış olmakla birlikte, Bach’ın bu yapıta raslamadığ anlaşılıyor.<br />
Johann Stamitz’in kurucusu olarak tamndığ Mannheim okulu bestecileri,<br />
orkestra müziğni geliştirmeleri, sonat biçiminin temel öğelerini kurmaları,<br />
bu ara büyük yapısı bakımından üç bölümlü olan bu biçime bir<br />
dördüncü bölüm, "menuetto" bölümü de eklemeleri ile iki büyük klasik ustanın,<br />
Mozart ile Haydn’ın müziğini hazırlamışlardır. Klavsin ile bir pes<br />
sesli çalgının birleştiği "basso continuo" yönteminden vazgeçmeleri de armoni<br />
ve kontrapunta yazısında pes sesin daha büyük bir özgürlükle işlenmesini<br />
sağlamıştır. Böyle bir ortam içinde, orkestra müziğinin olduğu gibi,<br />
oda müziğinin de gelişmesi doğaldı. Nitekim Mannheim okulu bestecileri<br />
yalnız orkestra müziğiyle değil, oda müziğiyle de uğaşmışlardır. Bunların<br />
arasında özellikle Johann Schobert, oda m üziğ topluluğu içinde ilk piyano<br />
kullanan besteci olarak tanınır. N e var ki Mannheim okulu bestecilerinin<br />
gerek oda müziğinde, gerekse orkestra müziğndeki başarıları, Haydn<br />
ve Mozart gibi iki büyük yaratıcının gölgesinde unutulmuş, ancak daha<br />
sonra, müzik bilimi çalışmalarının sonucunda aydınlatılmıştır. Haydn’ın<br />
'yaylı dörtlünün ve senfoninin babası” diye tanınmasının nedeni buradadır.<br />
Gerçekte Haydn, bu iki türün de kurucusu değildi. Mannheim okulunun<br />
hazırladığ temel üzerinde çalışıyordu; Stamitz’lerin, Richter’lerin, Holzbauer’lerin,<br />
Schobert’lerin hazırladığ ortamı, yaratış gücüyle genişletiyor,<br />
zenginleştiriyordu<br />
Haydn, sonat biçiminin -ilk bölüm biçimi anlamına sonat biçiminin,<br />
"sonat allegro" biçiminin- özellikle gelişme ("developpement") evresine<br />
kazandırdığ zenginliklerle seçkinleşir. Mannheim bestecilerinde bu evrenin<br />
Haydn’a kıyasla taslak durumunda olduğunu görüyoruz. Dörtlü yanında<br />
Haydn, "piyanolu üçlü’nün babası" diye de anılmaya hak kazanmıştır.<br />
202
Gerçi çağında piyano, yeni yeni gelişmekte olan bir çalgıydı. Bununla birlikte<br />
Haydn’m bu topluluk için, piyano, keman ve viyolonsel üçlüsü için<br />
yazdığı yapıtlar, Mozart’a, daha sonra Beethoven’e ve bütün romantik bestecilere<br />
örnek olmuş, piyanolu üçlü, dörtlü kadar yaygın ve bestecilerin ilgisini<br />
çeken bir ortam olmamakla birlikte, denebilir ki oda müziği topluluklarında<br />
dörtlüden hemen sonra gelen bir yer almıştır.<br />
On dokuzuncu yüzyılda hemen hemen bütün besteciler oda müziği<br />
için az ya da çok eser vermişlerdir. Yazmayanlar arasında, genel görüşe<br />
uyup şarkıyı oda müziği saymazsak, Berlioz’u, Liszt’i, Mussorgskyyi gösterebiliriz.<br />
Bunlarm yanında, oda müziği yazarı olarak tanınmayan besteciler<br />
bile küçük topluluklar için bir iki yapıt vermişlerdir. Operacı Wagner, klarnet<br />
ve yaylı dörtlü için bir adagio (ne ki bu kısa parçayı kim olduğu bilinmeyen<br />
bir başka bestecinin yazdığı da öne sürülüyor); bir başka operacı,<br />
Verdi, bir yaylı dörtlü; senfonici Bruckner ise bir yaylı beşli yazmıştır. Piyano<br />
bestecisi Chopin’de bile, önemsiz olmakla birlikte, viyolonsel ve piyano<br />
için bir sonat, bir de piyanolu üçlü görüyoruz. Bütün romantik besteciler<br />
arasında Beethoven’in oda müziği yapıtları, özellikle dörtlüleri, hele bunların<br />
sonuncuları, en üstün önemde yer tutar. Beethoven’in son dörtlüleri,<br />
bugün bile, dörtlü yazan bestecilerin örneği oladurmaktadır. Brahms’a gelince,<br />
kendinden önce bütün ortamlarda, bütün biçimlerde yapılmış çalışmalarının<br />
en üstün yüzeyde gerçekleşmiş bir özetini veren bu besteci, oda<br />
müziği dalında da, en azından Beethoven'inkilerin yanında yer alabilecek<br />
olgunlukta yapıtlar vermiştir.<br />
Yirminci yüzyılda, oda müziğiiıin geleneksel toplulukları için hemen<br />
hemen bütün besteciler müzik yazmayı sürdürmüşlerdir. Bununla birlikte;<br />
yirminci yüzyıl, oda müziği alanında asıl, alışılmamış çalgı topluluktan için<br />
yazılmış müziklerle ilginçleşmiştir.<br />
ÇALGILAR<br />
Mannheim okulundan ve Haydn’dan önce orkestra, bugün bildiğimiz<br />
orkestradan ayrıydı. İtalyan operasının ilk bestecilerinin sesle çalgı eşliği<br />
için kurduklan orkestra, lavta, lir, klavsen, viyoller, flajole (bugünkü flütün<br />
ilkel biçimi) gibi çalgılardan kurulmuştu. Günümüzün orkestrasından<br />
ayn olmakla birlikte bu orkestranın, daha sonra Mannheim bestecilerinin<br />
ve Haydn’m geliştireceği orkestranın kökü olduğu söylenebilir.<br />
Çağdaş orkestranın çalgılarına gelince, senfoni orkestrasının temel<br />
topluluğu yaylı çalgılar öbeğidir. Yaylı çalgdar bölümü, birinci ve ikinci olmak<br />
üzere bölünen kemanlardan, viyolalardan, viyolonsel ve kontrbaslardan<br />
kurulmuştur. Yaylı çalgılar, özellikle kemanlar üzerinde bilgi, daha önce,<br />
tarih bölümünde yer almıştır. Burada, orkestranın öbür çalgıları, özellikle<br />
üfleme çalgıları üzerinde duralım.<br />
Üfleme çalgılarının en eskisi flüttür Flütün en eskisinin de syrirve ya<br />
203
da "pan boruları" adıyla tanınan flüt olduğu bilinir. Bu flüte eski Mısır mezarlarında<br />
raslanmıştır. Syrirvc’in özellikle eski Yunan’da yaygın olduğu biliniyor.<br />
Flüt daha sonra, iki türde gelişmiştir Yandan üflenen ve uçtan üflenen<br />
flütler... Uçtan üflenen flütler 1700 yılına kadar yaygınlıkla kullanılmış,<br />
sonra yerini "Alman flütü" denen yandan üflenen flüte bırakmıştır.<br />
Uçtan üflenen flütler - k i bunlara Fransızca flageolet, Almanca Blockflöte<br />
ya da İngilizce ncorder denir- bugün gene, bir yandan eski müzik seslendirmelerinde,<br />
öte yandan müzik eğitiminde, yaygınlaşmıştır. Flüte 1677 yılında<br />
ilk anahtarı takan kişinin kim olduğu bilinmiyor. A lt seslerde parmak<br />
hareketlerinin aşırı güçlüğü yüzünden, sesi anahtar yardımıyla vermenin<br />
gereğine varan bu bilinmez bulucudan sonra ikinci anahtarı 1726 yılında,<br />
Büyük Friedrich’in flüt öğretmeni Ouantz’ın taktığı biliniyor. Yüz yıl<br />
kadar sonra, 1832 yılında Boehm, 14 delikli bir flüt yapmış, fakat 14 deliğidokuz<br />
parmakla (onuncu parmak çalgıya destek olmaya yarar) kapatmanın<br />
elde olmaması yüzünden anahtar sistemine başvurmuş, daha sonra, İS<br />
delikli ve 23 anahtarlı, maden flütü yapmıştır. O gün bugün, bütün flütler,<br />
Boehm'ün kurduğu mekanizma temeli üzerine yapılmaktadır.<br />
Kamışlı çalgılara gelince, çift kamışlı çalgıların başlıcası obua Avrupa’ya<br />
bundan bin yıl kadar önce doğudan, Haçlı Seferleriyle birlikte gelmiştir.<br />
Doğuda obua, yüzyıllar boyunca, türlü adlar altmda kullanılmıştı.<br />
Geçmişinin elli yüzyıla vardığı kestirilebilir. Bununla birlikte ancak on altıncı<br />
yüzyılda, İtalya’da orkestra tomurcuklanırken, böyle bir çalgının varlığı<br />
göze çarpfı. Çift kamışlı çalgıların hepsini ilk kullanan besteci olarak Johann<br />
Sebastian Bach gösterilir. Bach, "Haçlanma" müziğinde ("Passion'lannda)<br />
obuayı, sonraları İngiliz Kornosu diye tanınan daha pes sesli obuayı<br />
ve ondan da pes sesi olan fagotu toplu olarak kullanmıştır. Bununla birlikte,<br />
Bach’m kullandığı İngiliz kornosu diye tanınan daha pes sesli obuayı<br />
ve ondan da pes sesi olan fagotu toplu olarak kullanmıştır. Bununla birlikte,<br />
Bach’m kullandığı İngiliz kornosu bugünkünden ayrıdır. O zamanlar<br />
bu çalgıya oboe da caccia ("A v borusu" diye çevirelim) denirdi. Daha sonra,<br />
bu çalgıya kıyasla çok daha gelişmiş bir çalgı olan İngiliz kornosu, 1670<br />
yılında Ferlandis da Bergamo tarafından yapılmıştır. Ingiliz kornosu (cor<br />
anglais, English hom) adı, bir yanlış okunuşun ürünüdür. Fransızlar bu çalgıya,<br />
biçimine bakarak, cor anglâ (açılı boru) demişler, bu söz ağızdan ağıza<br />
cor anglais olmuş, böylece çalgının adı İngiliz kornosu olup çıkmıştır.<br />
Fagota (basson) gelince, bu çift kamışlı, pes sesli çalgıyı da ilk yapan,<br />
1540 yılında, Alfranio adlı bir Katolik papazıdır. Çift kamışlı bir maden fagot<br />
sayabüeceğimiz sarusafonu 1856 yılında Sarrus adlı Fransız bando yönetmeni<br />
yapmıştır. Bugün pek seyrek kullanılmaktadır.<br />
Tek kamışlı çalgılara gelince, bugün geniş bir ses alam olan klarnet,<br />
chalumlau adıyla anılan ilkel biçiminde, ancak tek oktav alam olan bir çalgıydı.<br />
1690 yılında Alman çalgı .yapıcısı Johann Christoph Denner klarneti<br />
geliştirdi ve iki oktav içinde kromatik olarak, yarım seslerle çalınabilen bir<br />
204
çalgı durumuna getirdi. Klarnetin anahtar yönteminin gelişmesi, flütün evrimini<br />
izledi. Boehm yöntemi geliştikten sonra, Fransız klarnetçisi Hyatinthe<br />
Klos&, on dokuzuncu yüzyıl ortasında bu yöntemi klarnete uygulayarak<br />
çalgıyı bugünkü durumuna getirdi. Como di bassetto diye t anman alto klarneti<br />
1770 yılında Passau’lu H om yaptı. Bugün orkestrada kullanılan "si-bemol"<br />
ya da "la" klarnetlere kıyasla daha pes sesi olan bu "fa” çalgıya pek<br />
seyrek başvurulmaktadır. Bununla birlikte Mozart, birkaç orkestra yapıtında<br />
bu çalgya yer vermiş, Mendelssohn ve Beethoven bu çalgı için müzik<br />
yazmışlardı. Si-bemol klarnetten bir oktav aşağıda ses veren bas klarneti<br />
1793 yılında Dresden’li Gresner yapmış, daha sonra Adolphe Sax çalgının<br />
mekanizmasını geliştirmiştir. Bugün alto klarnetin de, bas klarnetin de mekanizması,<br />
si-bemol, la ya da bandolarda kullanılan do ve mi-bemol klarnetlerin<br />
benzeridir.<br />
Belçikalı çalgı yapıcısı Adolphe Sax ilk saksofonu 1840 yılında yapmıştı.<br />
"Aile" halinde saksofonlar (soprano, alto, tenor, bariton ve bas) bugün<br />
özellikle cazda kullanılmaktadır. Bu bakıma saksofonlar caz orkestrasında<br />
yaylı çalgı yerini tutar. Bandolarda da saksofon başlıca çalgılardandır.<br />
Bandoda kemanların ödevini klarnetler görür. Soprano ve bas saksofonlar<br />
bugün cazda da pek seyrek kullanılmaktaysa da sopranonun yaygınlığı<br />
yakın yıllarda biraz artmıştır. "Aile"yi kuran saksofonlar öbürleridir.<br />
Saksofon da klarnet gibi tek kamışlı bir çalgıdır. Fakat klarnet gibi tahtadan<br />
değil, madenden yapılmıştır. Bütün delikleri de anahtarla kapanır. Oysa<br />
klarnette parmakla kapanan delikler vardır.<br />
Bakır çalgılara gelince, trompet, kornet ve fluegelhom’un, birbirlerine<br />
çok benzeyen bu çalgüann geçmişi eski yüzyıllara dayanır. 1815 yılım<br />
kadar orkestrada pistonsuz trompetler, bugünün borazanlarına benzeyen<br />
trompetler kullanılırdı. Pistonu trompete ilk o yıl, Blumel adlı çalgı yapıcısı<br />
uygulamıştır. Bugün orkestrada trompet, "bakır çalgüar" denen koronun<br />
en tiz sesli çalgısıdır. Trombon, bu pes sesli çalgı, on dördüncü yüzyıla varana<br />
kadar, büyük bir trompet olmaktan öteye gidememiştir. On dördüncü<br />
yüzyılda İtalya’da, adı bilinmeyen bir çalgı yapıcısı, trompet seslerinin<br />
ses dizisine uyumunu sağlamak için sürgü kullanırken, yalnız yapımda kullanılan<br />
bu aracı doğrudan doğruya çalgının bir parçası olarak kullanmayı<br />
denedi. Böylece sürgülü trombon ortaya çıkmış oldu Bugün sürgülü trombon<br />
genellikle kullanılmaktadır. Bunun yanında, Blumel’in trompete piston<br />
uygulamasıyla birlikte trombona da piston takılmasına başlanmıştır.<br />
Kornonun en ilkel biçimi, koç boynuzundan yapılan Yahudi çalgısı<br />
"şofar"dır. Kornonun bugün İngilizce konuşan ülkelerde, Fransız kornosu<br />
(Üye tanınması bu çalgı Fransız krallarınca avlarda kullanıldığı içindir. Kornoya<br />
piston, Blumel’in buluşundan sonra uygulanmaya başlanmıştır. Ancak<br />
on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında pistonlu korno, çok daha ilkel<br />
el kornosunun (sesin el yardımıyla yükseltilmesinin sağlandığı korno) yerini<br />
alabilmiştir. Tuba ailesindeyse, birçok çalgı vardır. Bugün genellikle kul-<br />
205
tanılan, trompetinkine benzer ağızlığın içine üflenerek çalınan ve çalgıcının<br />
elinde dik duran, pes sesli tubadır. Wagner tubası denen çalgı genetikle<br />
tuba değil, tenor ve bariton seslere göre yapılmış kornolar diye tanıtılabilir.<br />
Vurma çalgılar ailesinde, nota yüksekliği belirli, tembal, çan, vibrafon,<br />
ksilofon gibi çalgılar yanında, nota yüksekliği belirsiz davullar, tamtamlar,<br />
kastanyet, zil vb. vardır. Bu çalgılar da Avrupa’ya doğudan gelmiştir.<br />
Avrupa müziğinde zil (cymbale) kullanılması doğrudan doğruya Türk<br />
mehter müziği etkisiyledir. Vurma çalgılar orkestrada çoğunlukla tim etkileri<br />
için kullanılır. Bunların anlatım müzikte ödevi büyüktür.<br />
Yirminci yüzyıl teknolojisinin ürünü olarak yapımına başlanan elektronik<br />
çalgılar bir emekleme çağı geçirdikten sonra, önce elektronik org<br />
ve elektronik piyanolarla, 1970 ve 80’lerde de bireştireç (synthesizer) denen<br />
çalgılarla bir gelişme evresine ulaşmıştır. Çeşitli tınıların elde edilmesine<br />
olanak veren bireştireçler, özellikle müziğin anlatımsâl yanının gerçekleştirilmesi<br />
bakımından sınırlı olmaları nedeniyle çalgıcının kişiliğinin gerçekleştirilmesine<br />
engel olmaktadırlar. Hem de elektronik ses kaynaklarının<br />
çiğlini ve yapınlılığını açığa vuran bu çalgılar, önemli bestecilerin yazdığı<br />
müziklerle zenginleşmiş dağarlardan da yoksun olmaları nedeniyle, geleneksel<br />
çalgıların başlıcalannı kimlendiren öğelerden yoksun sayılmalıdırlar.<br />
Bireştireçlerden en elverişli, giderek gereği doğrulanabilir tek yararlanma<br />
yolu bunlara elektronik müzik çalışmalarında, başka ses kaynaklan arasında<br />
bir yer vermektir.<br />
BANDO M Ü ZİĞ İ<br />
Askeri bando müziği söz konusu olduğundan Mehterhane müziğine<br />
öncelikle değinmek uygun düşer. Çünkü Türk askeri müziğinin çok uzun<br />
bir geçmişi vardır ve bu müziğin, Avrupa'nın gerek sanat müziği, gerekse<br />
bando müziği üzerinde etkileri olmuştur. Bu konuda Mahmut Ragıp Gazimihal’in<br />
verdiği bilgiler şöyle özetlenebilir:<br />
İlk çağ uygarlıklarından daha önceki çağlarda ordular müzikten yararlanmaktaydı.<br />
Bu ara Türk askerlik tarihinde müziğin yeri üzerindeki anılar<br />
M .ö . dördüncü yüzyıla kadar inmektedir. Daha önceki çağlarda da Türklerin<br />
bir müziği olduğu sanılmaktaysa da, bu sanıyı destekleyecek kesin belgeler<br />
yoktur. Gazimihal, "Mehterhane" kelimesinin ve aynı anlama gelen<br />
Tapilhane" ve "Nakkarhane" sözcüklerinin öz Türkçe olmayışına bakarak,<br />
Mehterhane ocağının kaynağının Türk değil de Arap ya da Fars olduğunu<br />
sananların yanıldığım öne sürüyor. Bundan başka, Mehter takımlarında<br />
kullanılan çalgıların adlarının (zum, nefir, tabii, zil) aynı yanlış sanıyı uyandırabileceğine<br />
değiniyor. Bu adların aslında, Türklerin İslâmlığı tanımalarından<br />
sonra kullanılmaya başlandığını, oysa kurumun olsun, çalgıların olsun<br />
kaynağını Orta Asya Türklerinde bulduğunu belirtiyor Orhon<br />
206
Yazıtlarına (M.S. yedinci yüzyıl) ve Kaşgarlı Mahmut’un "Arapça İzahlı<br />
Türkçe Lûgatlar Divanı"na, Farabî ve Harezmî gibi bilginlerin müzik üzerindeki<br />
kuramsal yazılarına, Fars ve Çin kaynaklarına dayanarak Gazimihal,<br />
Tabdhane"nin kağanlar sarayındaki en eski adııun tuğ olduğunu, tuğu<br />
kuran çalgıların da yırağ (sonra bizde zamanla zumu adım alan çalgı), borguy<br />
(öbiır adlarıyla boru ya da bug Arapça adıyla nefir), küvrük (sonra bizde<br />
kös adım alan çalgı, büyük davul) tümrük (sonraki adıyla tabii ya da duhûl,<br />
bugünkü adıyla davul) ve çeng (zil, Fransızca adıyla cymbale; bundan<br />
başka gong kelimesi de buradan türemiştir) olduğunu belirtiyor.<br />
Çin kaynaklarına göre M .ö . ikinci yüzyılda Türk kağanının sarayına<br />
giden bir Çinli general orada tuğ takımım dinlemiş, dönüşünde tuğ çalgılarım<br />
Çin sarayına götürmüştü. Kağan sarayının Tuğ müziği daha sonra Hindistan’a<br />
da ulaşmıştı. Tabla adı verilen Hint el davulunun sonra tabii adım<br />
alan Türk tümrüğü olduğu, Çin sarayında kullanılan hu kya adlı nefes çalgısının,<br />
Avrupa trompetinin atası sayabileceğimiz Türk borguyu ile aynı<br />
çalgı olduğu kestirilebilir.<br />
Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru göç etmeleriyle tuğ takınılan<br />
da'dağılmamış, Türklerin sonraki uygarlıklarında süregelmiştir. Arap gezgini<br />
İbni Batuta, dolaştığı her ülkede tabilhane takımlarıyla karşılaştığını bildiriyor.<br />
Nitekim, İbn Batuta’nın çağma, on dördüncü yüzyılın ilk yansına<br />
varana kadar başlıca Türk uygarlıklarının her birinde, Selçuklularda, İlhanlIlarda,<br />
özbeklerde ve Memlûklarda tabilhane takımları vardı. Osmanlı<br />
Mehterhanesinin "kat" sayısı da, bu kurumun Orta Asya Türklerinin geleneklerini<br />
sürdürdüğünün bir tanıtıdır. "Kat" terimi, mehterhane müziğinde<br />
her bir çalgının sayısını anlatır. Demektir ki dokuz katlı takımda, her bir<br />
çalgıdan dokuz tane vardır. Kaşgarlı Mahmut, Balasagın Türkmenlerinde<br />
dokuz sayısının kutsal olduğunu belirtiyor; bu bügiyle, Osmanlı Mehterhane<br />
müziğinin tek sayılı katlan, (üç, beş, yedi, dokuz) bu ara dokuz katlı<br />
mehter takımlarının varlığı arasında bir ilinti kurulabilir. Osmanlı Mehter<br />
takınılan, sanıldığı gibi, yalnızca Yeniçeri kıtalarında kurulmuş değildi. OsmanlI<br />
ordusunun her sınıfında, her bölümünde, yaya olsun, bindirilmiş olsun,<br />
mehter takınılan vardı. Mehterhane, sivil hayata da ulaşmıştı. Her kasaba<br />
ve köyün mehter t akımlan olduğu gibi, esnaf loncalannın da mehter<br />
takınılan vardı. Bunların yanında Avrupa’daki Türk elçilikleri de kendi<br />
mehter takımlarım kurmuşlardı. Özellikle bu yolla, mehter müziğinin A v<br />
rupa bando müziğini yönetenlere etkisi oldu. Batı saraylanndan Türkiye’ye<br />
bu konuda inceleme yapmak üzere uzmanlar gönderildi. Bununla<br />
birlikte, Avrupalılann ilgisini asıl, mehter kurununum kendisi, örgütünün<br />
sağlamlığı ve genişliği çekmişti; mehter müziği, Avrupa’da gelişedurmakta<br />
olan ve bando müziğini de etkileyen çokses müziğinden bambaşkaydı. Bu<br />
bakımdan mehter müziği, Avrupa müziğiyle birleşemedi. Avrupa müziğine<br />
yalnızca geçici etkileri oldu. Beethoven’in dokuzuncu senfonisinin son bölümü,,<br />
"Atina Yıkıntıları" ve "Egmont" müziklerinin kimi bölümleri, M o <br />
207
zart’ın 'Türk konsertosu" adıyla anılan keman konsertosunun son bölümü<br />
ve La majör (çeşitlemeli) klavye sonatınm Rondo alla turca bölümü bu etkinin<br />
izlenim yoluyla gerçekleşmesinin başlıca örneklen arasındadır. M o<br />
zart’ın sözü geçen rondo’sunda sol el ritmi davul düm-tek’lerine, sağ el<br />
melodisi de zuma melodisine benzetilmiştir.<br />
Avrupa’da bando müziğinin ve genellikle nefes çalgıları orkestrası<br />
müziğinin evrimi, Orta Çağ boyunca, Avrupa’nın toplum koşullarına bağlı<br />
kalmıştır. On ikinci yüzyıldan önce Avrupa’da halk müziği gezgin çalgıcıların<br />
ve şarkıcıların elindeydi. Bunlar şenliklerde bir araya gelirler, çalarlar,<br />
söylerlerdi. Bu çalgıcılar trompet ya da büyük davul çalamazlardı. Çünkü<br />
prensler engel olurlardı çalmalarına. Prenslere göre trompet olsun, büyük<br />
davullar olsun ancak saraya bağlı müzikseverlerin, toplumun üst yapısında<br />
önemli bir yeri olan kişilerin çalabileceği çalgılardı. Bu çalgılar yalnız, "resmi"<br />
törenlerde ve şölenlerde kullanılırdı. İngiltere’de Sekizinci Henry’nin<br />
olsun, Kraliçe Elizabeth’in olsun, bandoları vardı. Elizabeth’in, 1587 yılında,<br />
saray bandosunda daha az sayıda başka çalgıların yanında, on tane<br />
trompet ve altı tane trombon olduğu biliniyor. 1680 yılında Saksonya Prensinin<br />
yirmi trompet ve Uç davuldan kurulmuş bir bandosu vardı, öbü r sarayların<br />
hemen hemen hepsinde trompet ve davul bölükleri kurulmuştu.<br />
Alman İmparatorluğunda kraUık trompetçileri ve ordu davulcuları bir de<br />
demek kurmuşlardı.<br />
Halk çalgıcılarının prensler önünde trompet ve davul çalmaları yasaktı<br />
ama bunlar, prenslerin gözünden uzak, çalışmalarını sürdürürlerdi. On<br />
üçüncü yüzyılda, çıkarlarının korunması amacıyla bir de dernek kurmuşlardı.<br />
Bu demeği kuranlar özellikle, gezginlikten yorulup, bir kente ya da kasabaya<br />
yerleşmek, kendilerine gezgin çalgıcı gözüyle bakılmasını önlemek<br />
isteyenlerdi. Üç ülkeye; Fransa, İngiltere ve Almanya’ya yayılan bu kurum,<br />
her üç ülkede çalışan kent ve kasaba çalgıcılarını koruyordu. Innungen adını<br />
taşıyan bu demeklerin ilki, 1288 yılında Viyana’da kurulmuştu. Demek,<br />
sarayın da kendileriyle ilgilenmesini sağlamış, Kont Peter von Ebersdorffu<br />
saray temsilcisi olarak seçmişti. Viyana’da kurulan ilk demek sonraları<br />
bütün Avrupa’da kurulan bu türden demeklerin örneği oldu ve halk<br />
müzikseverleri, Almanya’da olduğu gibi, İngiltere’de ve Fransa’da da sarayca<br />
korunmaya başladılar. Bu ara, 1426 yılında İmparator Sigismund,<br />
Augsburg kasabasma, bir trompet ve davul bölüğü kurma yetkisini tanıdı.<br />
On dördüncü Louis de, Lull/yi askeri bandolar kurmakla görevlendirmişti.<br />
Bununla birlikte askeri bandoları saray pek önemsememiş olacak ki aynı<br />
Louis, 1683 yılında "aşın giderlerin kısılması için, bandolardaki üye sayısının<br />
azaltılmasını" buyuruyordu. Oysa aynı sıralarda bir batılı gözlemci,<br />
Edirne’de dinlediği Mehter takılı ile ilintili olarak "henüz bu kadar güzel<br />
tanzim edilmiş bir şey" duymadığından söz ediyor.<br />
On yedinci yüzyıla varana kadar bando trompetçileri çaldıktan müziği<br />
kulaktan öğrenirlerdi. Bununla birlikte, kasaba bandolannın görevleri-<br />
208
nin gitgide artması, kullanılan çalgılarm turunun de, sayısının da artmasını<br />
sağladı. Müzik sanatının her dalında gitgide hızlanan evrimi, bando müziği<br />
de, uzaktan bile olsa izlemeye koyuldu. Osmanlı İmparatorluğunda<br />
Mehter müziği, kendi sınırlan içinde kapalı ve durgun kalmışken, Avrupa’da<br />
bando müziği gitgide gelişiyordu. Bu ara trombonlar genellikle kullanılmaya<br />
başlandı. Flütler, obualar bandoya girdi. Klarnetin, fagotun ve<br />
kornonun ortaya çıkmasıyla bando, bu çalgılara da kuruluşunda yer verdi.<br />
On sekizinci yüzyılın ortasında bando müziği artık kesin sayılabilecek bir<br />
çalgılamaya ulaşmıştı. Napoleon yıllarında askeri bandolarda hızlı bir evrim<br />
başladı. Zil, üçgen ve pes davul gibi, doğuda yüzyıllar boyunca kullanılan<br />
vurma çalgılar bandoya ilk bu yıllarda girdi.<br />
Birçok bandoyu bir araya getirip çaldırma yolunda ilk çaba diye,<br />
1838 yılında Rus Çarı Nikola Berlin’e geldiğinde yapılan şenliklerde Prusya<br />
Kralının on altı piyade bandosuyla, on altı süvari bandosunu bir araya<br />
getirip çaldırması gösterilir. Böylece 1000 nefes çalgısı ve 200 vurma çalgısından<br />
kurulmuş bir topluluk, Çar Nikola’mn karşısında çaldı. Bu tarihten<br />
on iki yıl önce Osmanlı İmparatorluğunda, Mehterhane kurumu kaldırılmış,<br />
yerini batı yöntemlerine uyan 'bando mızıka"ya bırakmıştı.<br />
Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası, bugün yalnız törenlerde değil,<br />
aynı zamanda konserlerde de, senfonik bando için ya doğrudan doğruya<br />
yazılmış ya da düzenlenmiş "ciddi" müzik çalan büyük nefes çalgıları topluluklarının<br />
bir örneğidir. Belirtmek belki gerekmez ki bütıin dünyada, özellikle<br />
batı ülkelerinde, bu türlü senfonik bandolar çoktur. Bir yandan askeri<br />
tören müziği, kendi sınırlan içinde, ulusal özelliklerden gitgide uzak, evrensel<br />
bir tekliğe, fakat hiçbir müzik değeri taşımayan bir tekliğe bürünmüşken,<br />
öte yandan da senfonik bando müziği, sanat müziğinin donuk bir<br />
yankısı olsa bile, gene de sanat müziğine koşut bir yolda gelişmiştir. Jean<br />
Jacques Rousseau, ansiklopedisinde, Fransa’da tek bir trompetçinin bile<br />
doğnı nota üfleyemediğinden yalanmıştı. Oysa bugün durum, Fransa’da olsun,<br />
gelişmiş senfonik bandoları olan öbür ülkelerde olsun, Rousseau çağından<br />
çok ayrıdır. Bugünün ileri gelen bandoları, ileri gelen senfoni orkestralarıyla,<br />
çalış yetisi açısından boy ölçüşebilecek kattadırlar.<br />
Amerika’da bando müziği özellikle gelişmiş durumdadır. Bu türün<br />
Amerika’da ileri gelen yöneticileri Patrick Gilmore (1829-1892), Marş<br />
Kralı" adıyla anılan John Philip Sousa (1854-1932) ve Edwin Franko Goldman’dır<br />
(1878). Goldman bandosu bugün, senfonik bando müziğinin simgesi<br />
durumundadır ve bu topluluğun dağarında, Hindemith gibi, Schoenberg<br />
gibi saygın çağdaş bestecilerin doğrudan doğruya bando için yazdıkları<br />
yapıtlar vardır.<br />
Müzik Tarihi, F.: 14 209
H A L K M Ü ZİĞ İ<br />
Halk müziği her ne kadar konumuzla doğrudan doğruya ilintili değilse<br />
bile, bu müziğin sanat müziğine olan etkileri, halk müziğinin özellik ve<br />
nitelikleri üzerinde durmayı hele her şeyden önce halk müziğinin tanımım<br />
vermeyi gerektirir. Bugün halk müziği deyince, bir yandan halkın yarattığı,<br />
öte yandan da halkın sevdiği beğendiği, çoğunlukla dinlediği müzik anlaşılır.<br />
Genellikle halk çoğunluklan, halkın yarattığı, demektir ki belirli bir yaratıcısı<br />
olmayan, bireylere, kişilere bağlanmayan müziği ya da bu türlü bir<br />
müziğin doğurduğu alışkanlıklara uygun müziği beğenir, dinler. Bu müziğin<br />
çoğunluklarca, sanat müziğine kıyasla benimsenmiş olması, yalınlığı,<br />
kolay anlaşılırlığı yüzündendir.<br />
Halk müziği, sanat müziği oluşumunu koşullayan bireysel bilinçten<br />
uzak olarak, genellikle sözle ya da dansla birleşerek, söze ve dansa seslerle<br />
bir yardımcı ortam sağlama dürtüsüyle, kendiliğinden, doğaçtan varolur.<br />
Demektir ki, halk müziği oluşumunda, sanat müziğini nitelendiren yaratış<br />
bilinci yoktur. Bu bilincin gereği olan evrim amacına, bu müziği geliştirme<br />
ve olgunlaştırma isteğine, halk müziği söyleyişlerinde ya da çalgılarında<br />
raslanamaz. Bu yüzden bugün halk müziği, eski çağlarda ne türlü bir müzik<br />
uyguladığı yolunda yapılan araştırmalarda bir başvurma, samları destekleme<br />
ortamı olarak kullanılmaktadır. Bundan da anlaşılabilir ki türlü<br />
bölgelerin, türlü ülkelerin halk müziği tarihin karanlık çağlarından bugüne<br />
pek az değişmiş, pek az gelişmiştir. Bundan başka sanat müziği, halk müziğini<br />
etkilemiş de değildir. Sanat müziğiyle ilgilenen kişilerin gelişmiş bir<br />
görgü ve bilgi katma, genel anlamıyla "kültür" katma erişmiş olmaları gerektiği<br />
için, halk müziği yapan kişilerse çoğunlukla uygarlık çevrelerinden<br />
uzak bulunduklarından, uygarlık çevreleri içine girdiklerinde, uygarlık bilincine<br />
vardıklarında, sanat müziğini çoğunlukla ya karşı koyulması ya da<br />
"bilinmezliklerine" bir türlü varamayacaklarım sandıklan için karşısında<br />
korkuyla kanşık bir saygı duruşuna geçilmesi, eninde sonunda ilgilenilmemesi<br />
gereken apayrı bir dünya gibi gördüklerinden, bu ilgiyi kendi benliklerinde<br />
uyandıramamışlardır. Buna karşı, sanat müziğinin açık düşünüşlü,<br />
uyanık, aydın yapıcısı, halk müziğiyle -tek başına bir ilgilenme ve inceleme<br />
amacıyla, "intellectuel" bir gereksinmeyi doyurmak için bile olsa - ilgilenmiş,<br />
sonuçta halk müziği, çoğunlukla gereksizce, sanat müziğini etkilemiş,<br />
ve yöneltmiştir.<br />
Halk müziği, dürtüyle, sezgiyle, içgüdüyle, doğaçtan yapılan, hem de<br />
çevrenin alışkanlıklarını gözeterek yapılan bir müzik olduğu için, "ulusal<br />
nitelikler" denen öğelerin bir yankısı sayılır. Dolayısıyla halk müziği inceleyicileri,<br />
türlü halk müziklerinin ritmleri, biçimleri , melodileri, çalgıları,<br />
söz ve müzik birleşmeleri gibi öğelerine bakarak, bu müziklerle ırk ya da<br />
ulus özellikleri, yaşama koşullan, iklim ve toplum durumlan, dil ve doğa<br />
çevresi üzerinde bağlantılar kurmaya çalışmışlardır. Bu bağlantılara göre,<br />
210
diyelim ki, kuzey ülkelerinde yaşayan kamular, minör ses dizilerine bir eğilim<br />
gösterirler, bu eğilimin nedeni, minör dizinin üzüntü anlatması, kuzey<br />
ülkelerinin iklim ve doğa koşullarının da insanlarda üzüntü uyandıracak gibisinden<br />
olmasıyla açıklanır. Bununla birlikte daha aydınlık, daha sıcak ülkelerde<br />
yaşayanların müziğinde de minör dizilere raslanması, bu kere, bu<br />
toplumlarm çoğunlukla boyunduruk altmda yaşamış olmalarıyla anlatılır.<br />
Örnek diye de Rus halk müziği gösterilir. Rus ülkesinin iklim koşullan, sıcaktan<br />
soğuğa türlü ayrıntılar gösterir ama, Rus halkı yüzyıllar boyunca<br />
çarların eziyetini çekmiştir, denir.<br />
Bununla birlikte çoğu ülkede, bu ara Rusya’da, küskün, üzgün şarkıların<br />
yanında, cardı, coşkun, sevinç dolu dansların yer almasının nedeni kolay<br />
anlatılmaz. Bu bakıma ortada bir toplumsal çelişme var gibidir. İnceleyiciler,<br />
küskün şarkdann yanında raslanan çılgın danslarda, üzüntüye karşı<br />
bir tepki görürler. Üstelik, bu danslarda raslanan sevincin aslında umutsuz<br />
bir sevinç olduğunu öne sürerler.<br />
Halk müziğinin ritmik özelliklerini toplum olaylarına, yaşama koşullarına<br />
daha büyük bir kolaylıkla bağlayabilen inceleyeciler, halk müziğinde<br />
kullarulan diziler için aynı bağlantılan kurmakta, benzer açıklamalar yapmakta<br />
biraz güçlük çekmektedirler. En güvenilir açıklama, bu dizileri, ilkel<br />
toplumlarda kullarulan çalgdann ses sınırlanna bağlayan açıklamadır.<br />
Bir örnek, Fin halk müziğinde sık sık raslanan beş sesli dizinin, bugünün<br />
minör dizisinin ilk beş notasma uymasıdır. Denir ki, Fin arpı kantele’hin<br />
ses sının, Fin müziğinin beş sesli dizisini koşullamıştır. ö t e yandan İrlanda<br />
ve İskoçya’nın eski şarkdannda Çin müziğinin beş sesli dizisi (batının<br />
sanat müziğinde kullarulan diziden dördüncü ve yedinci seslerin çıkartılmasıyla<br />
elde edilen dizi) genelliktedir. Bundan başka Afrika zencilerinin müziğinde,<br />
yedinci derecesi yarım ses düşürülmüş majör diziye ya da altına<br />
derecesi yükseltilmiş minör diziye çok sık Taşlanmaktadır. Amerika’daki<br />
zencilerin müziğinin dizisel özellikleri üzerinde düşünenler, yedinci derecenin<br />
düşürülmesinin, köleliğin zenciye verdiğ acının bir anlatımı olduğunu<br />
öne sürmektedirler.<br />
ö te yandan Macar halk müziğinde, doğu müziklerinde çok raslanan<br />
artmış ikinci, üç yarım sesten kurulmuş aralık, Macarların Slav değil, İskitlerden<br />
gelme oluşlarına bağlanmaktadır. Macar müziğinin dizisel özelliklerine<br />
bakarak, bu müzik üzerinde Slav müziğinin değil, özellikle Türk halk<br />
müziğinin etkisinin çok büyük olduğu öne sürülmektedir. Bundan başka<br />
aynı müzikte süslemelerin çokluğu da, bu müziğin doğu müziklerine bağlanmasını<br />
gerektirmiştir. Denmektedir ki başlıca etken, çingenelerdir. Çingelenerse<br />
Hindistan’dan gelmiş göçebeler olduklarına göre, Hint müziğinin<br />
süslerini de birlikte getirmişler ve Macar müziğinin bünyesine yerleştirmişlerdir.<br />
Türlü kamuların halk müziğinin nicelikleri, nitelikleri, özellikleri, etnologya<br />
ve etnografya çalışmalarında, kıyaslama yoluyla, az çok güvenilir<br />
211
öğeler olarak kullanılmaktadır. Çünkü bilinmektedir ki halk müziği öğeleri,<br />
ses dünyasının en az gelip geçici, en direngen öğeleridir. Birtakım ses<br />
dizilerine, birtakım ritmlere, birtakım çalgı tınılarına kapılan bir ilkel toplum<br />
onları bir daha kolay kolay bırakmaz. Bırakmadığı gibi geliştirmez ve<br />
değiştirmez de. Birleşik Amerika gibi çağdaş uygarlığın en yüksek katma<br />
varmış, bu uygarlığın sağladığı ortamlarla sanat müziğini topraklarının<br />
dört bucağına yayma ortamlarım geliştirmiş bir ülkede, Amerika bulunmadan<br />
önce o topraklarda yaşayan kızılderililerin olsun, türlü dış ülkelerden<br />
göçüp gelenlerin olsun, halk müziklerinin değişmeden süregelmekte olması,<br />
bu direngenliğin en çarpıcı örneğidir. İngiliz, Alman, İskoç, İspanyol ve<br />
zenci halk müzikleri Amerika’da kendi başlarına yaşadıkları gibi, bir yandan<br />
da, özellikle sığır çobanlarının müziğinde, birleşik etkiler durumunda<br />
kendilerini göstermektedirler, ö t e yandan, Kızılderili müziğinin de, özellikle<br />
ses dizilerinde, Çin, Rus ve İskoç müziğiyle birçok ortak yanı olmasının<br />
nedeni, henüz, inanılır bir açıklamaya bağanmış değildir<br />
NOTA BASIMI<br />
İçinde nota bulunan ilk basılı kitabın 1457 yılında Almanya’da, Mainz'de<br />
yayınlandığı biliniyor. Johann Fust ve Peter Schoeffer adlı iki kişinin<br />
yayınladığ bu kitabı, basılı notanın ilk ö m e ğ olarak göstermek doğru<br />
olmaz; çiınkü gerçi harfler basılıydı ama, nota yerleri, bunların sonra el ile<br />
yazılması için boş bırakılmıştı. Daha sonra, nota basınıma başlandıktan<br />
sonra bile bir süre, kitaplarda boş yerler bırakıldığ, hiç olmazsa yalnızca<br />
bir porte, beş çizgi basılıp üstüne sonradan notaların her bir örneğe birer<br />
birer el ile yazıldığı olmuştur. 1473’de Esslingen’de Conrad Fyer’in yayınladığı<br />
bir kitapta, Charlier de Gerson’un Collectorium süper Magnificat’smda<br />
notalar, porte üzerinde yer almadan, yalnızca yüksekliklerine göre alt<br />
alta sıralanmış dört köşe biçimlerle yazılıyordu. 1476 yılında Roma’da U k<br />
rich Han’ın yayınladığ MissaJe’de ise Gregor melodileri, ritmsiz olarak,<br />
yalnız nota yükseklikleriyle, porte üstünde yer alıyordu. Süre değeri, ritmik<br />
değeri olan notaların ilk yer aldığ baskı olarak da Venedik’te 1480 yılında<br />
yayınlanan, Franciscus Niger’in Gmmmatica brevis’i »bilinir. 1487’de<br />
Bolognada yayınlanan Nicolo Burzio’nun Musices opusculum’undaysa ilk<br />
olarak, yalnız tek sesli bir melodi değl, bütün bölümleriyle, çok sesin her<br />
bölümüyle bir beste yer almaktaydı.<br />
Nota yayımında ilk önemli kişi olarak, bu alanda Gutenberg’in yanında<br />
bir yer alabileceğ tanınan Ottavio del Petrucci (1466-1539) gösterilir:<br />
Petrucci, gerek insan sesleri için, gerek lavta ve org için yazılmış birçok<br />
beste yayınlamıştır. Petrucci’nin astığ Ve yayınladığ Harmonice musices<br />
Odhecaton adlı çalışma, çokses yapıtlarının basılmış ve yayınlanmış ilk toplamı<br />
olarak bilinir. Petrucci’nin kullandığ yönteme göte her bir sayfa iki<br />
kere baskıdan geçerdi. Birincisine porte basılır, sayfa ikinci kere baskı ma-<br />
212
kinasından geçtiğinde de notalar basılırdı. Kimi kere, harflerin basılması<br />
için üçüncü bir baskının da gerektiği olurdu. Petrucci’nin baskılan, temizliği<br />
bakımından, baskı işçiliğinin ilk başarılı örneklerinden sayılır<br />
Petrucci klişeden çok, dizgiye başvururdu. Petrucci’nin dizgi yöntemi<br />
yanında, klişeyle yapılan baskılar da süregelmiş, bununla birlikte bu türde<br />
1516 yılma, demektir ki Andreas de Antiquis, Petrucci ile boy ölçüşmeye<br />
kalkışana kadar önemli sayılabilecek yayınlar yapılmamıştır. Andreas, Petrucci’ye<br />
karşılık, tahta ya da maden klişeler kullanarak, tek baskıyla işini<br />
bitirebiliyordu. Ote yanda, aynı şualarda, Peter Schoefer (yukanda sözü<br />
geçenin oğlu) dizgi yoluyla tek baskıya ulaşma başarısını gösterdi. 3u yöntemde,<br />
her bir nota porte çizgisiyle birlikte diziliyordu. Bir hayli zaman ve<br />
çaba gerektiren bu yoldan kısa zamanda vazgeçildi ve yerine, her bir nota<br />
dizildiğinde beş çizgiyi de birlikte, parça parça olmak üzere, kalıba yerleştirme<br />
yöntemine gidildi.<br />
Sözü edilen bu baskıların hepsinde nota başlan, bugün bildiğimiz nota<br />
biçimleri gibi yuvarlak değil, köşeliydi; "elmas biçimi" denen biçimdeydi.<br />
Yuvarlak notayı baskıda ilk kullanan.bir Fransız oldu: 1530 yılı çevresinde,<br />
Avignon’lu Etienne Briard. Bununla birlikte, genellikle, on altıncı<br />
ve on yedinci yüzyıl boyunca elmas biçimi başlı notaların basımda kullanılması<br />
sürdü gitti.<br />
İngiltere’de 1575 yılında Kraliçe Elizabeth, ülkedeki bütün nota basımı<br />
işlerini iki bestecinin, William Byrd ile Thomas Tallis’in tekeline verdi.<br />
Nota basımı İngiltere’de 21 yıl süreyle bu iki bestecinin elinde kaldı. Tallis’in<br />
1585 yılında ölmesiyle Byrd, bu işi bir süre tek başma götürdü. 1598<br />
yılında benzer bir tekel bir başka besteciye, Thomas Morley’e verildi.<br />
On altıncı yüzyıl sonlarında klişe ile yapılan nota basımının iyiden iyiye<br />
yayıldığım görüyoruz. Bu yaygınlığı, Roma’da Simone Veruvio basımevinde<br />
çalışan iki Felemenklinin, Sadeler ile Van Buyton’un bakır klişeler<br />
kullanmalarındaki ilginçlik sağlamıştu. Baku klişelerin müzik basınımda<br />
kullanılmasına İngiltere’de on yedinci yüzyılın ilk yansında başlanmıştır.<br />
William Byrd, Orlanda Gibbons, John Bu 11 gibi ünlü İngiliz bestecilerin,<br />
İngiliz klavseni "virgûıal" için yazdıklan yapıtların ilk baskısı bu yöntemden<br />
yararlanarak yapılmıştu. Klişe basımı' daha sonra, bakn yerine kurşun<br />
ve kalay kanşığı daha yumuşak bir madenin kullanılmasıyla ve klişecinin<br />
gereçlerindeki gelişmelerle daha ucuza çıkanlabilmiştir. Klişe yoluyla nota<br />
basımına notalan olsun, susma işaretlerini olsun, doğrudan doğruya klişe<br />
yöntemleriyle değil de, levhalar üzerine delik açma yoluyla, bir ucunda nota<br />
ya da susma işareti bulunan uzun bir maden çubuğun öbür ucuna çekiçle<br />
vurup levhayı delerek klişeyi hazırlama yöntemi bugün de genellikle kullanılmaktadır.<br />
Bu yöntemin doğrudan doğruya klişeciliğe üstün yanı, levhanın<br />
delinen yerlerinin daha temiz, daha eşit baskı sağlamasıdır. Delme notalar<br />
yöntemini İngiltere’de ilk kullanan, Handel’in Rinaldo operasını yayınlayan<br />
John Walsh olmuştu. Bir başka yayınlayıcı, Thomas Cross, bu ile-<br />
213
Tİ yöntemin kullanılması karşısmda kaygıya düşmüş, kendi yayınladığı yapıtların<br />
görünür bir yerine "Başka notalarda gördüğünüz saçmasapan deliklerden<br />
sakınınız” yazmıştı.<br />
On sekizinci yüzyıl ortasında Almanya’da Gottlob Immanuel Breitkopf,<br />
dizgi yoluyla nota basımını geliştirmek istemiş, dizgide kullanılan notabaşı,<br />
nota sapı, porte, susma işareti vb. gibi parçalan iyice ufaltmış, fakat<br />
mozaik çalışması titizliği ve çabası gerektiren bu yöntemden sonralan<br />
genellikle vazgeçilmiştir. 1798 yılında Almanya’da Alois Senefelder’in litografyası,<br />
taş baskısını bulmasıyla, nota basımına da büyük kolaylıklar sağlanmıştır.<br />
Senefelder’in litografyası, annesinin kendisinden yıkanacak çamaşırlann<br />
listesini yazmasını istemesi üzenine rasgele bulduğu anlatılır. Senefelder,<br />
o ara elinin altmda kâğıt olmadığı için eline geçen yumuşak ve düz<br />
bir taşm üstüne listeyi yağlı bir mürekkeple yazmış; sonra da aklına bir deney<br />
yapma esmiş; taşın üstüne bir kâğıt uygulamış ve yazılar olduğu gibi<br />
kâğıda çıkmış. Yağ ile ıslaklık arasındaki uyuşmazlıktan yararlanan Senefelder<br />
sonra litografyayı, bugün "kimyevi satıh baskısı" diye anılan yöntemi<br />
geliştirmiştir. Cari M aıia von W eber de litografya ile ilgilenmiş, yapıtlarından<br />
birini bu yolla kendi basmıştır.<br />
Litografya o günden bugüne müzik basınımda başvurulan başlıca yöntemlerdendir.<br />
Böylece, büyük güçlüklerle hazırlanan klişelerin, çok sayıda<br />
baskı yüzünden hırpalanması ve kullanılmaz hale gelmesi engeli ortadan<br />
kalkmıştır. Yerine klişelerden, çoğaltma kâğıdı üzerine "kalıp” alınmakta<br />
ve çoğaltmalar, ana klişeyi hırpalamadan bu yolla yapılmaktadır. Bundan<br />
başka çoğaltma kâğıdı üzerine el yazısıyla notaların yazılması da kimi kere<br />
klişe hazırlama güçlüğünden kurtulunmasını sağlamaktadır. Basımcılığın<br />
dizgiden kalıp alınmasını sağlayan yöntemleri, "stereotypie" ve "electrotypie"de<br />
nota basımında kullanılmaktadır. Bundan başka, basılı notayı yeniden<br />
çoğaltma, sayfadaki mürekkebi yeniden ıslak duruma getiren bir asidi<br />
sayfanın arkasına sürüp böylece işlenmiş sayfayı litografya baskısında kullanmayı<br />
sağlayan "anastatic” yöntemle yapılır. Basılmış notaları çoğaltmak<br />
için "photo-lithographie,lye de sık başvurulmaktadır.<br />
Günümüzde, sanat müziği bestecileri yapıtlarını genellikle ya kendi<br />
el yazılarıyla ya da nota yazısı düzgün kişilere yazdırarak, saydam kâğıt<br />
üzerine geçirirler. Çağdaş yapıtlara olan çok sınırlı istek, bu saydam kâğıtlardan<br />
fotokopi yoluyla yapılan çoğaltmalarla karşılanır. İsteklerin bu yolla<br />
karşılanmasını ya bestecinin kendi ya da bir yayınevi yüklenir. Böylece<br />
yapıt yayınlanmış sayılır.<br />
Bilgisayar yoluyla nota dizgisi, bu ortamın ancak en yalın nota kuruluşlarını<br />
gerçekleştirebilmesi, çapraşık notalamalarla başa çıkamaması nedeniyle,<br />
henüz ilkel durumdadır ve geleneksel yollarda nota dizgisinin yerini<br />
alacağa benziyor değildir.<br />
214
FONOGRAF VE P L A K Y A P IM I<br />
"Ses yazma" anlamına gelen "fonograf terimi (İngilizler genellikle<br />
gramophone kelimesini kullanırlar, fakat bu kelimenin yanlış türemiş bir<br />
kelime olduğunu da öne sürerler) ses yazan ve okuyan gereçler için kullanılır.<br />
Bugün fonograf kelimesi, genellikle yirmi beş ya da otuz santim çapındaki<br />
plakların sesini veren gereçleri anlatır<br />
Ses yazma başarısını ilk gösteren bulucu Thomas Edison 1877 yılında<br />
kalay kâğıdı üzerine ses titreşimlerini yazmıştı. Daha önce bu yolda Leon<br />
Scott ve Charles Cros, genellikle kuramsal alanda kalan çalışmalar yapmışlardı.<br />
Edison’un buluşu Alexander Graham Bell’i ve Charles Sumner Tabile<br />
ri etkiledi. Bell ve Tainter, bugünküler gibi düz plaklar üstüne değil, fakat<br />
silindirler üstüne ses yazma yöntemini geliştirdiler. Bu iki araştırıcı<br />
hem de, kalay kâğıdı yerine balmumundan yapılmış yüzeylere ses geçirdiler.<br />
Düz yüzeyli yuvarlak plakları ilk kullanan, Emil Berliner olmuştur.<br />
Edison’un olsun, Bell ya da Tainter’in olsun, tersine, Berliner hem de yüzey<br />
üstünde ses çizgilerinin yansal (lateral) düzende yazılmasını sağlamıştır.<br />
Ötekilerin dikey (vertical) düzenine karşılık Berliner, bugün kullanılan<br />
yansal yazıyı, iğnenin çizdiği yolun iki yanına ses izlerinin geçirilmesi yöntemini<br />
geliştirmiştir. Dikey yazıyı, admdan da anlaşıldığı gibi, ses izleri dikey<br />
iniş ve çıkışlar halinde yazılır. Berliner hem de plak çoğaltımının başlıca<br />
engelini de aşmış, ses titreşimlerinin bir kalıp üzerine geçirilip, sonra o<br />
kalıptan istenildiği kadar plak baskısı yapılması yöntemini de geliştirmiştir.<br />
Berliner’in 1892 yılında geliştirdiği bu yöntem bugün henüz plak yapımında<br />
uygulanmaktadır.<br />
Yirminci yüzyılda bir yandan yansal, öte yandan dikey razı plak yapımında<br />
bir süre başlıca izleme yöntemi olarak kullanılmıştır. Amerika’da<br />
Colmbia ve Fransa’da Path£ kumpanyaları bir süre, dikey izlemeyi uygulamışlardır.<br />
ö t e yandan Amerika’da Victor kumpanyası, İngiltere’deyse Gramophone<br />
kumpanyası Berliner’in patentini satın almış ve yansal yazıyla<br />
plaklar yapmaya başlamıştır. 1908’den sonra Columbia da bu yönteme uymuştur.<br />
Daha sonra bütün kumpanyalar, Berliner yöntemine uymaya başlamışlardır.<br />
1925 yılma kadar bütün kayıtlar "akustik" yöntemle, elektrikten yararlanmadan<br />
yapılırdı. Gramofonların motorları kurgu ve zemberekle çalışır,<br />
plak üstündeki ses izleri, iğne, mika diyafram ve boru aracılığıyla büyütülürdü.<br />
1925 yılında, önce radyo alanında kullanılmaya başladı. Böylece<br />
plak çekiminde boru yerine mikrofon ve büyüteç (amplificateur) kullanılmasına<br />
gidildi. Gene de yazılan plakların sesini vermek için, uzun bir süre,<br />
akustik yönteme göre hazırlanmış fonograflar kullanıldı. Elektrik yöntemlerinin<br />
kullanılmasıyla ses titreşimleri alanınm genişletilmiş olarak izlenmesi<br />
sağlanmış oldu. Bir yandan da, yansal izleme, elektrik yöntemleri<br />
215
ne daha uygun görüldüğü için, dikey izlemeden vazgeçildi.<br />
Plak yapımında önceleri genellikle, dakikada 78 kere dönen plaklar<br />
kullanılıyordu. Plak maddesi de, gomalaka denen kırılır bir maddeydi. 78<br />
dönüşlü plaklarda, yirmi beş santim çapında olanlara taç dakika, otuz santim<br />
çapında olanlara beş dakika süreyle ses yazmak ancak eldeydi. Bu yüzden,<br />
uzun klasik yapıtların plağın bir yüzünden öteki yüzüne, arada durma<br />
olmadan, çekilebilmesi elde değildi. Bu büyük engele karşın 78 dönüşlü<br />
plaklar, elektrik yöntemlerinin geliştiği 1925 yılından 1948 yılma kadar, yirmi<br />
yılı aşan bir süre, kullanılagelmiştir.<br />
1948 yılında plak yapımında yeni bir evre açılmış ve Columbia firması,<br />
dakikada 33 1/3 kere dönen plakları piyasaya çıkarmıştır. Dönüş yavaşlığı<br />
yanında ses çizgüerinin 78 dönüşlü plaklara kıyasla çok daha ince olması<br />
plağın bir yüzüne çok daha uzun sürede ses kaydedilmesini sağlıyordu.<br />
Böylece plağın bir yüzüne yarım saati aşan sürede ses çekme olanağı<br />
kazanılmış, uzunluğu yarım saatin ötesinde, çoğu kere bir saate yaklaşan<br />
birçok yapıtın, plağın bir yüzünden öbür yüzüne geçişlerde ancak bölüm<br />
aralarında müziğin doğal akışım engellemeyen uygun kesilmelerle çekilmesi<br />
kolaylaşmıştır. Uzunçalar plakların, 78 plaklarda kullanılar gomalaka yerine,<br />
plastikten yapılmış olmaları da, bir yandan kırılmalarını önlemiş, öte<br />
yandan gomalaka plaklarda önlenmesi çok güç olan yüzey hışırtısı en aza<br />
inmiştir. Dakikada 331/3 kere dönen uzunçalar plakların Columbia firmasınca<br />
piyasaya sürülmesinden az önce Victor firması, dakikada 45 kere dönen,<br />
gene plastikten yapılmış, 17 santim çapında plaklar yayınlamaya başlamıştı.<br />
Üzerindeki müziğin uzunluğu bakımından 78 dönüşlü plaklardan ayrı<br />
olmayan, fakat ‘8’lere göre ses nitelikleri çok yüksek olan bu plaklar bugün<br />
sanat müziğine elverişli sayılmamaktadır ve genellikle halk müziğinde,<br />
kısa parçalarda kullanılmaktadır. 33 ve 45 dönüşlü plaklar yanında, dakikada<br />
16 kere dönen plaklar da yayınlanmaya başlamıştır. Bununla birlikte,<br />
16 dönüşte üstün ses nitelikleri sağlama sorunu henüz çözülmediğinden<br />
olacak, bu plaklar birkaç yıl içinde tümüyle ortadan kalkmıştır.<br />
Plak yapımında en ilginç evrim, stereofonik izleme ve çoğaltma yönteminin<br />
gelişmesi olmuştur. Stereofoni önce, manyetik şerit üzerine yapılan<br />
izlemelerde gelişmiştir. Bu arada, İkinci Dünya Savaşı sırasında manyetik<br />
şerit üzerine ses yazma yönteminin geliştiğini, sonra bu yöntemin endüstriye<br />
de aktarıldığını ve gitgide plak yapımına erişen bir yaygınlığa ulaştığını<br />
belirtelim, ön ce manyetik şerit üstünde denenmiş olan stereofonik<br />
çoğaltım, kısa bir süre sonra plağa da uygulanmaya başlanmıştır. Plak yoluyla<br />
müziğin dinleyiciye ulaştırılmasında amaç, sesin gerçeğe uygun olarak<br />
dinletilmesi olduğuna göre, stereofonik plaklar, konser salonunun ya<br />
da opera sahnesinin gerçeklerine çok daha yalan bir müzik dinleme ortamı<br />
sağlamaktadırlar.<br />
Stereofonide ses, manyetik şerit üzerine en az iki "yol" üzerine kaydedilir<br />
ve bu kayıt sonra plağa, yivlerin her birinin iki "duvarına", iki yanma<br />
216
iki ayrı ses yolu durumunda geçirilir. Tek yollu plaklarda, diyelim ki bir orkestranın<br />
bütün seslerinin plak yivinin iki yanında toplu olarak izlenmiş olmasına<br />
karşılık, stereofonik plaklarda sesle, çalgı topluluklarına ya da tek<br />
çalgıların seslerine göre, bu yollara bölünmüştür. Stereofonik plakları çalmak<br />
için özel bir iğne ve her bir yolun sesini büyülteçlere ulaştıracak, çift<br />
hücreli pikap başlığı, bundan başka iki büyüteç ve iki yükselteç gerekmektedir.<br />
Böyle bir plak dinlendiğinde ses yollarından her birindeki sesler, iki<br />
yükselteçe ayrılmış olarak duyulabilmeğe, diyelim ki kemanlar bu yükselteçten,<br />
viyolonseller öteki yükselteçten gelmektedir. Stereofoni, dinleyiciye,<br />
konser salonunda edindiği uzay ve yön duyusunu sağlamakta, hem de<br />
karmaşık çoksesli müziklerde her bir sesin, daha yüklü tınılara atanmış seslerin<br />
yükü altmda kalmadan işitilmesine, müziğin saydamlıkla dinlenebilmesine<br />
olanak vermektedir. Genellikle, elektronik alandaki ilerlemeler bugün<br />
plak yoluyla müzik dinlemeyi, konser salonunda "canlı" müzik dinlemeye<br />
kıyasla, daha büyük bir doyuruculuğa ulaşmıştır.<br />
Stereofoniden yaklaşık on beş yıl sonra 1970’lerin başında gelişen kuadrifoni,<br />
sesleri plağın yiv duvarlarına dört kanal üzerine yazabilme gibi ilginç<br />
bir teknolojik aşamayı örneklemesine karşın, dinleyiciyi çepeçevre saran<br />
ses üretimi amacıyla dörtlü büyülteç ve dört yükselteç gerektirmesindeki<br />
kullanışsızlık yüzünden, tüketim alanına indikten sonra bir iki yıl içinde<br />
piyasadan tümüyle kalktı. Yoksa kuadrifoni, plaktan ve ses şeridinden müzik<br />
dinlemeye önemli bir boyut kazandırmıştı. Kuadrifoni, ses şeridi üzerinde<br />
de ömürlü olamadı.<br />
N e ki, artık "gelenekselleşmiş" olan stereofoni, ses şeridi üzerinde de,<br />
kaset ortamının sağladığı kullanma kolaylıkları nedeniyle, gitgide büyük<br />
bir yaygınlığa ulaştı. Bu alandaki teknolojik ilerlemeler, başlangıçta ses niteliği<br />
düşük olan kaset ortamına, plakla eşit sayılabilecek nitelikler kazandırdı.<br />
Plak yapımı teknolojisinin son aşaması, bilgisayarın sağladığı sayısal<br />
ses yazma ve okuma yöntemlerinin ürünü "Compact Disc", günlerin geçmesiyle,<br />
artık "eski tür" sayılan plağın ve kasetin yerini alacakmış gibi görünen<br />
bir yaygınlığa «iş ti. Kasetin ve iğneyle çalman plağın yüzey gürültüsünü<br />
ve ses bozulmalarım yok eden ve sesi laser’le okunan "Compact Disc,"<br />
özellikle sanat müziği için gerekli bir ortamdır. Ancak, plak ve ses şeridiyle<br />
müzik yayınlamanın önceki ortamlarına olduğu gibi, "Compact Disc"e<br />
de, ezici bir oranda, pop ve rok müziği egemen olmuştur. Sanat müziğine<br />
gelince, bu yeni ortamdaki plak yayınlan henüz, genellikle, ün kazandırılmış<br />
yapıtlarla sınırlanmaktadır.<br />
217
RADYO VE M Ü Z İK<br />
Plak ve radyo da, müzik sanatım yığınlara ulaştıran bir araçtır. Hem<br />
plak, hem de radyo basılmış notanın tersine, müziği, kâğıt üstündeki birtakım<br />
biçimler ve yazılarla değil, gerçek nitelikleriyle ses durumunda yoğaltıcıya<br />
sunmaktadır. Bu bakıma her iki ortam, basımcılığın gelişmesi edebiyat<br />
için ne denli yararlı olmuşsa müziğe öylesine yararlı olmuşlardır.<br />
Bununla birlikte radyo, plak ve "canlı" konserle kıyaslandığında, bu<br />
yararlılığında birkaç bakımdan geri kalır. Bir kere plağın radyoya başlıca<br />
üstünlüğü, tıpkı bir kitap gibi, onu elinde bulunduran kişinin evinde saklayıp,<br />
gerektiğinde başvurabileceği bir kaynak oluşudur. Oysa radyo, dinleyicinin<br />
herhangi bir anda dinlemek istediği müziği değil, program yöneticisinin<br />
istediği, uygun gördüğü müziği yayınlar. Bu bakıma kitap ve plak ile<br />
radyo arasmda bir kıyaslamayı, diyelim ki bir şiir kitabını okuyucunun<br />
evindeki kitaplığında bulundurmasıyla, herhangi bir radyo istasyonunun<br />
yaptığı şiir yayınlarında o kitaptaki şiirlerden birini rasgelip dinleyiciye sunması<br />
gibi bir benzetme yoluyla yapabiliriz.<br />
Bundan başka radyo yayınlan, ses nitelikleri bakımından, iyi bir plâktan<br />
çok daha düşük olduğu gibi, bir konserin gerçekliğinden de çok uzaktır.<br />
Gerçi son yıllarda radyo yayınlarında ses nitelikleri, doğal sese çok yakın<br />
bir ses verebilen ve bu bakıma plakçılığın teknik ilerlemelerini çok yakından<br />
izleyen, FM (frequeney modulation) yayınlanyla ve stereofonik yayın<br />
yöntemleriyle çok ilerlemiştir Bununla birlikte FM yayınlardan olsun,<br />
stereofonik yayınlardan olsun, ev radyolarının temiz bir ses alabilmeleri,<br />
gerçekleştirilmesi güç birtakım koşullara bağlıdır. Kullanılacak antenin üstün<br />
nitelikte olması, alıcı radyonun bulunduğu evin, bir kentin radyo dalgalarını<br />
engellemeyen ve yayın yapan istasyondan uzak olmayan bölgesinde<br />
bulunması gereği, FM ve stereofonik yayınlardan istenen sonuçların alınabilmesi<br />
için sağlanması gereken koşullardır.<br />
Batıda hemen hemen her ülkede, bütün başlıca kentlerin, kimi yerde<br />
kasabaların bile, F M yâyın yapan istasyonları vardır. Bununla birlikte, gerek<br />
F M ’den olsun, gerekse, düşük ses niteliklerini göze alarak, "normal"<br />
yayından olsun, müziği yöntemli olarak, sanat müziği görgüsü edinmek<br />
amacıyla dinlemek, radyo dinleyicisinin yayın porgramlarım sürekli olarak<br />
izlemesine ve kendi dinleme programım yapmasına bağlıdır ki bu da, plağın<br />
sağladığı kolaylıklara kıyasla, boş yere zaman harcanmasını gerektiren<br />
bir iştir. Hele, bizde olduğu gibi, sanat müziğine yeterince önem vermeyen<br />
radyo istasyonlarının çalıştığı bir ülkede, radyo yoluyla amaçlı olarak<br />
sanat müziği dinleme isteği verimsiz ve usandırıcı bir çaba isteyen işlerdendir.<br />
N e var ki batıda, bir radyo yayınında ilk olarak klasik müzik çalınmasından<br />
(1908 yılında New York L imarımda Sandy Hook ile Bedlose adası<br />
arasmda deneme yapan Alman Telefunken firması mühendislerinin. Ver<br />
218
di’nin II Travatore operasından "Demirciler Korosu"nu plağını çalmalarından)<br />
bu yana, radyo ile yapılan müzik yayımının, halkta müziğe olan ilgiyi<br />
arttırdığı istatistik bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu bakıma radyo, müziğin,<br />
uygun dinleme koşullan içinde, müzik dinleyicisine ulaştınlması bakımından<br />
değilse bile, dinleyicilerde sanat müziğine olan ilgiyi uyandınp onlan,<br />
daha uygun araçlardan yararlanarak müzik dinlemeye, daha da ilerisi, doğrudan<br />
doğruya müzikle uğraşmaya, bir çalgı çalmaya ya da müzik eğitimi<br />
görmeye götürmüştür. Demektir ki sanat müziğinin yayılmasında radyonun<br />
görevi, müziği yığınlara ulaştıran öbür araç ve ortamların gelişmesine<br />
bir destek olmasındadır. Konserlere gösterilen ilginin artmasında, plak satışlarının<br />
yükselmesinde radyonun etkisi çok büyüktür<br />
Radyoyla sanat müziği ilk olarak gerçi 1908 yılında yayınlanmıştı. Bir<br />
yıl sonra da gene New York’ta, radyoyla ilk canlı yayın yapılıyor, Manhattan<br />
Opera Kumpanyasından Marguerite Mazarin Carmen operasından bir<br />
arya söylüyor, bundan da bir yıl sonra Metropolitan Operasmdan yapılan<br />
bir yayında ünlü tenor Enrico Caruso’nun baş erkek rolünü söylediği Cavalleria<br />
Rusticana operası antene çıkıyordu. Bununla birlikte bütün bu sözü<br />
geçenler, deneme yayını olarak kaldı. Radyo daha bir on yıl süreyle yalnızca,<br />
telefon ve telgrafın yardımcısı bir araç olarak kullanıldı. Eğitim ve<br />
eğlendirim bakımından ne kadar yararlı olabileceği düşünülmedi; düşünülmüş<br />
olsa bile, düşünceler uygulama alanına aktarılmadı. Bugünkü anlamına<br />
ve kapsamına uygun ilk radyo yayını 1220 yılında, Westinghouse kumpanyasının<br />
kurduğu K D K A istasyonuyla, Birleşik Amerika'nın Pennsylvania<br />
eyaletinin Pittsburg şehrinde yapıldı. Bu istasyonun verdiği örneği hemen<br />
başka girişkenler izledi ve birbiri ardından radyo istasyonları kurulmaya<br />
başlandı. Önceleri radyolar yalnız haber v e ' hafif müzik yayını yapıyordu.<br />
Bununla birlikte iki üç yıla varmadan Amerika’da sanat müziği de,<br />
gitgide artan orantılarda, radyo yayınlarında yer edinmeye başladı. Pittsburg’un<br />
K D K A istasyonuyla aynı yıl, İngiltere’de Chelmsford’da da ilk<br />
"programlı” radyo yayım yapılmaya başlanmıştı. İki yıl sonra İngiltere’de,<br />
bugün bizde kısaca "Londra Radyosu" diye anılan British Broadcasting<br />
Company kuruldu. 1927 yılında bu kurum, adındaki "Company" kelimesini<br />
"Corporation"a değiştirdi. Amacı halka bilgi ve eğlence yaymak olan, Devlet<br />
bütçesinden desteklenen bir ulusal kurum olarak çalışmaya başladı.<br />
BBC’nin programlarında, müzik yayını sorununu amaçlı bir ilgiyle<br />
ele alışı, bu kurumun radyoda müzik yayım konusunda hep örnek diye gösterilmesini<br />
sağlamıştır. BBC’nin ilk müzik yöneticisi, daha önce İngiliz<br />
Ulusal Opera Kurumu’nun müzik danışmankığm yapan Percy Pitt, halk beğenileriyle<br />
ilintiyi koparmadan, bu beğenilerin az daha üstüne yükselmeyi<br />
gözetmişti, ön ce uyguladığı yöntem, sanat müziğiyle eğlence müziğini ya<br />
da daha hafif program, bu tutumun örneğidir; bu program, Elgar’m bir<br />
marşıyla başlıyor, ardından Wagner’in Meistersmger operası açılış müziği<br />
geliyor, sonra bir halk güldürücüsü numarasını yapıyor, sonra Saint Sa-<br />
219
ens’rn Sol Minör Piyano Konçertosu çalınıyor, program bir operet şarkısıyla<br />
bitiyordu. Bununla birlikte, bu türlü karma programlardan kısa bir süre<br />
sonra vazgeçildi. Bir yandan hafif müzik ve eğlence yayınları, öte yandan<br />
sanat müziği yayınlan, programlar içinde kendi tündüklerini korudular.<br />
Bu yolda daha ileri bir adım, BBC’nin yayınlarının, türlü dinleyici katlanna<br />
göre, üçe ayrılmasıyla atılmış oldu. Bunlardan birincisi, "Light Programme",<br />
adından da anlaşıldığı gibi, türlü eğlence yayınlan arasmda özellikle<br />
hafif müziğin yer aldığı bir programdır. Öbürü, "Third Programme", beğenileri<br />
incelmiş ve gelişmiş kişileri, aydınlan gözeten bir programdır ve sanat<br />
müziği alanında, çoğunlukların ilgisini kazanmış olan değil, kazanmış<br />
olması gereken müzikleri yayınlar. Bu iki program arasmda kalan yayınlarında<br />
da BBC, orta dinleyicinin gözetildiği yayınlar sunar.<br />
Bugün radyo yayıncılığı anlayışı, dinleyicinin istediğini istemesi gerekenle<br />
dengelemeye çalışan Avrupa örneği devlet radyolarıyla reklâm geliri<br />
amacıyla özel girişimin kurduğu Amerikan örneği radyolar arasında bölünmektedir.<br />
Amerikan ömeği terimsel radyolar gitgide Avrupa ülkelerinde<br />
de yaygınlaşmaktadır. Amerika’daki yüzlerce radyo istasyonunun büyük<br />
bir çoğunluğu özel girişim radyolarıdır. Bunların pek azı sanat müziği yayınlar<br />
ve bunlar da, dinleyici kaçırmaktan (demek oluyor ki reklâm gelirlerini<br />
düşürmekten) korktukları için, "biline, sevilen, tutulan” müziklerin ötesine<br />
el atmazlar; hele çağdaş müzik hiç yayınlamazlar. Çağdaş sanat müziğine<br />
programlarında arasıra yer verenler, kamu radyoları ve bağımsız radyolardır.<br />
Bağışlarla giderlerini karşılama durumunda olan bu istasyonlar,<br />
gitgide terimsel radyoların yoldamlanna özenme zorunda kalmaktadırlar.<br />
'Walkman'' denen, hem de kaset çalan ve kulaklıklarla dinlenen küçük<br />
boyda radyo alıcıların yaygınlaşmasıyla sayısı çok artan radyo dinleyicileri,<br />
terimsel radyoların ekmeğine yağ sürmüştür. Günümüzde radyo dinleyicileri,<br />
gitgide yükselen ezici bir oranda pop ve rok müziği dinlemektedirler.<br />
Böyle bir görünüş karşısında, yığınlara müzik kültürünün iletilmesinde radyoların<br />
görevini tartışmak gitgide kuramsallığa düşmektedir<br />
SİNEMADA M Ü Z İK<br />
Film için müzik yazmak bugün, sanatlarının soylu amaçlarım öne süren<br />
bestecilerce hor görülen bir çalışma alanıdır. Bununla birlikte çoğu da<br />
bir yolunu bulup sinemaya geçmeye, filmler için müzik yazmaya can atarlar.<br />
Bu çelişik davranışlarında bestecileri haldi görmemek elde değildir. Sinema<br />
müziğini hor görürler, çünkü bu türlü müzik, her ne kadar sanat müziği<br />
alanına giriyorsa da, çalışma yöntemleri ve bu yöntemlerin sonuçlan<br />
bakımından, besteciyi değersiz, düzmece bir müzik yazmaya zorlayan bir<br />
alandır. Am a öte yandan besteciler, para kazanmak için arada bir amaçlarım,<br />
ülkülerini, daiha da ileri gidelim, saygınlıklannı bir yana bırakıp filmler<br />
için müzik yazmak isterler. Çünkü sinema, besteciye en çok gelir sağla<br />
220
yan, bestecinin en az çalışmayla en çok para kazanabileceği bir iş kesimim<br />
d ir.<br />
Oysa sinema, müziğe, yeni biçimler, yeni evrim ortamları sağlayabilird<br />
i Henüz de sağlayabilir. N e var ki, bir "endüstri" dalı olarak sinema, birkaç<br />
ayrıklık dışında, veriminin genelliğinde, "mutlu azınlıkları" değil, "kaba<br />
çoğunluklan" gözeten bir iş dalıdır. Film yapıcısı, para kazanabilmek, en<br />
azmdan parasım kurtarabilmek için, halk ne istiyorsa onu vermek, halkın<br />
alışkanlıklarına uymak, demektir ki birtakım kalıplan, yöntemleri kullanmak<br />
zorundadır. Tanımak gerektir ki sinema bir teknik evrimi geçirmiştir;<br />
evrim süregelmektedir. Bir sanat olarak da kimliği güçlenedurmaktadır.<br />
N e var ki bu güçleniş, filmler için müzik yazan bestecinin yaratış özgürlüğünü<br />
gerçekleştirmesine henüz olanak sağlıyor değildir.<br />
Bu durumda, "endüstri" sineması için müzik yazan besteci de, kalıplara,<br />
alışkanlıklara uymak zorundadır. Deneylere gidemez, sinema ortamının<br />
yükselttiği sorunların (söz, görüntü ve müzik birleşmesi sorunlarının)<br />
üzerine eğilemez ve bunları, yapıtlarıyla, çözmeye kalkamaz. Çünkü karşısına<br />
film yapıcısının, büyümesi ya da yok olması seyircinin koşullanmış beğenilerine<br />
bağlı sermayesi, aşılmaz bir dağ gibi dikilmiştir, öyleyse, sinema<br />
sorunu ile ilgilenen besteciye iki şey düşer. Ya, film yapımcısının isteklerine<br />
boyun eğmek ve para uğruna ülkülere yan çizmek ya da sinemayla<br />
hiç ilgilenmemek. Bir üçüncü yol daha seçilebilir: "Endüstrileşmemiş" sinema<br />
için müzik yazmak. Müziğin, sanatla ilintili amaçlar ışığında, sinemayla<br />
birleşmesi ancak bu üçüncü yolda olabilir. Gerçi bu yolda, sesli sinemanın<br />
evrimi boyunca, birkaç çalışma vardır (Ressam Feraand L6ger ile besteci<br />
G eoıge Antheil’in "Ballet M6canique”de birleşmeleri gibi). Ancak, "endüstri"<br />
sineması, salt sanat sinemasını güdük bıraktığı için bugün besteciler,<br />
genellikle, sinema-müzik birleşmesi sorunu üzerinde yüksek değerler<br />
gözeterek düşünmemektedirler. Birkaç bireysel çalışma da, önemsizlikleri<br />
yüzünden olacak, bir akım yaratmaya, bestecilere yeni bir ortamın bilincini<br />
vermeye yetmemiştir.<br />
George Antheill’den söz ettik. Antheill sonraları, "endüstri" sineması<br />
bestecisi olmuş, yetili bir besteci olduğu için, sinema müziğinin ölçüleri<br />
içinde başarılı sayılabilecek film müzikleri yazmıştır. Antheill hem de "hiçbir<br />
ciddi besteci, sinemanın, müzik için en büyük olanağı veren bir ortam<br />
olduğundan şüphe edemez" demektedir. Bu inancı daha çok bir dilde saymak<br />
gerekir; çünkü sinemanın bugünkü durumu bestecinin aradığı olanağı<br />
gerçekleştirecek gibisinden değildir.<br />
Öte yandan, sinemanın, yığınlara, sanat müziği sevgisini verdiği görüşü<br />
de doğrulanmamıştır. Bu görüşü savunanlarca sinema seyircisinin, filmlerin<br />
art düzey müziği yoluyla, müziğin bilincine varmadan bile olsa, sanat<br />
müziğiyle kulakları dolmaktadır. Gerçi filmlerin artdüzey müziği, genellikle,<br />
sanat müziği yöntemlerine uyarak bestelenir ve kısıtlanmış biçimlere<br />
uyarak da olsa, yazılan müzik sanat müziğidir N e var ki çoğu seyirci bu<br />
221
müziği dinlemez bile; daha da ilerisi, filmde müzik var mıdır, yok mudur?<br />
Onu da bilmez. Bu türlü "dinlenilen" bir müziğin, dinleyicisinde sanat müziğine<br />
doğru bir eğilim uyandırıp uyandırmayacağını görmek için, sinema<br />
seyircisinin çokluğunu, buna karşı sanat müziği dinleyicisinin azlığım gözönünde<br />
bulundurmak yeter. Gösterilen filmlerin bir çoğunda -kötüsünden<br />
de olsa- sanat müziği vardır. Oysa, müzik fle daha önceden ilgilenmemiş<br />
olup da, sinemada, olaylara eşlik eden müziğe kulak verip sanat müziğiyle<br />
ilgilenen, "bu müzik olsa olsa bir tür müziğin kötüsü... Ben iyisini arayıp<br />
bulayım" diyen pek görülmemiştir<br />
Yapımcılar filmde, bir "hava" yaratsın, 'ruh durumu"nu belirtsin diye<br />
müzik kullanırlar. Sessiz filmlerden beri müzik sinemada hep kullanılmıştır.<br />
Sessiz filmlerde çoğunlukla filme piyanoyla eşlik edilirdi. Öyle ki, sesli<br />
film çıkana kadar, filme eşlikte hayat kazanan piyanistlerin ne türlü müzik<br />
çalmaları gerektiği, alışkanlıkların etkisiyle, iyice belirmişti. Piyanistlerin<br />
bu yönden güçlük çekmemelerini sağlamak, hem de "yanlış yollara" sapmalarını<br />
önlemek amacıyla, film piyanistlerinin filme eşlikte çalmaları gereken<br />
parçaların sıralandığı notalar yayınlanmıştı. Daha yüzyıl başlarında yayınlanan<br />
Motion Picture Moods ("Filmler İçin Ruh Durumları") bunlardan<br />
biridir. Sesli film çıktıktan sonra yapımcılar, filmlerin art düzey müziğini,<br />
çalışları filmin ses yoluna kaydedilmiş orkestralarla gerçekleştirme yoluna<br />
gittiler. Amaçlan, tek bir piyanonun soğuk sesi yerine, orkestra sesindeki<br />
rengin ve büyüklüğün etkisinden yararlanmaktı. N e türlü müzik ne gibi<br />
"ruh durumlan'na uygun düşer? Halk ne türlü melodilerden hoşlanır? Halkı<br />
ne türlü müzik rahatsız etmez? Film müziğinin kalıplarını bu üç soruya<br />
bulunan karşılıklar kesinleştirdi. Türlü "ruh durumları" için on dokuzuncu<br />
yüzyılın ve yüzyılımızın başlıca "dram müziği" ya da "anlatıcı müzik” bestecilerinin<br />
yöntemlerine başvuruldu. Halkın hoşuna giden melodiler için de<br />
doğrudan doğruya halk şarkılar türünden melodilerin kullanılmasına gidildi.<br />
Bugün, film müziği denen türü, VVagner, Debussy, Richard Strauss ve<br />
halk müziği karışımından ortaya çıkmış "formüller" yöneltir. Max Steiner,<br />
Franz Waxman, Erich VVolfgong Komgold, Bemard Herrmann, Alfred<br />
Newman, Dimitri Tiomkin gibi Hollywood bestecileri bu "formüllerin" başlıca<br />
hazırlayıcılarıdırlar.<br />
Film müzikleriyle kazandıkları ün, değerleri küçümsenmemesi gereken<br />
bazı bestecilerin, örneğin bir Bemard Herrmann’ın (1911-1975) ya da<br />
bir Miklos Rozsa’nın (1907) sinema dışındaki çalışmalarının gölgede kalmasına<br />
etken olmuştur. Herrmann'm İdametli beşlisi, Echoes adlı yaylı<br />
dörtlüsü yabana atılmaz yapıtlardır. Rozsa ise, yirminci yüzyıl Macar müziğinin<br />
adı Bartok ile Dokaîy yanında anılabilecek ileri gelen bir bestecisidir.<br />
Sinema dışındaki yapıtları pek az tanınan Rozsa’nın ilginç bir yanı, bütün<br />
müzikleri gibi, film müziklerinin de Macar kökenli olmasıyla birlikte<br />
bunların Macaristan’la hiçbir ilgisi olmayan konulardaki filmlere, diyelim<br />
ki bir gangster filmine ya da bir şövalye filmine, tümüyle uyabilmesidir.<br />
222
Unutmamak gerekir ki bir filmin hangi bölümüne, ne uzunlukta ve<br />
genel olarak ne tür bir müzik yazılması gerektiğini besteci değil, filmin yönetmeni<br />
saptar. N e ki, bu sınırlar içinde bile bestecinin yaratıcı yetisi gerçekleşebilir.<br />
Film müziklerinin örgütlenmiş bir süreklilikten yoksun oluşu,<br />
bölük pörçüklüğü hoş görüldüğünde, birçok film müziğinde, filmle bağdaşık<br />
görevsellik dışında, değerlendirilebilir yanlar olduğu yadsınamaz.<br />
Film yapımcıları, hele Hollywood, sinemayı ana yol olarak seçmemiş<br />
bazı bestecilere de iş vermişlerdir. Bununla birlikte, sinema için müzik yazmış<br />
Emst Toch, Jacques Ibert, Darius Michaud gibi besteciler, hiçbir zaman<br />
kendi öz ortamlarında yazdıkları kadar başarılı yapıtlar verememişlerdir.<br />
Sinema için yazılmış müziklerden bugün pek azı, sinema dışında, bağımsız<br />
olarak değerini tanıtlamıştır. Verilebilecek belki tek örnek, Sergei<br />
Eisenstein’in Aleksander Nevski filmi için Prokofiyef in yazdığı müziktir.<br />
Film düşünelerek yazılmış, bundan daha değerli bir yapıt daha vardır: Schoenberg’in<br />
"Bir Film Sahnesi İçin Müzik"i... N e var ki Schoenberg bu müziği<br />
gerçek bir film için değil, imgelemindeki bir film sahnesi için bestelemiştir.<br />
KAD IN BESTECİLER<br />
Kitabın sonuna geldik. Tek bir kadın bestecinin adını bile vermedik.<br />
Fransız Altılan’ndan söz ederken değindiğimiz Germaine Tailleferre dışında.<br />
Başka kadm besteci yok mu?<br />
Yakın geçmişin ünlü orkestra yönetmenlerinden Sir Thomas Beecham,<br />
'kadm besteci yoktur, olmamıştır, olmayacaktır," demişti.<br />
Oysa bir kadın besteciler ansiklopedisi bile var. M .û . 2500 yılından<br />
başlayarak günümüze değin kadm bestecilerin özgeçmişlerini, yapıtlarını<br />
içeriyor. 72 ülkeden 6200 kadm besteci. Bunların 4000’den çoğu, yirminci<br />
yüzyıl bestecileri. Yüzyıllar'ilerledikçe, kadm bestecilerin sayısı artadurmuş.<br />
Bunların yüzde birini bile bilmiyor muydu Sir Thomas? Bilmeden nasıl<br />
o denli güvenle kadın bestecileri yok bilebilirdi?<br />
Sir Thomas’m görüşü kadına yaratıcılık yetisi tanımayan, yaratıcılığı<br />
erkeğin tekelinde gören bağnazlığın örneğidir. Kadın eylemciliğinin, feminizm’in<br />
büyük bir yaygınlığa ulaştığı çağımızda erkek egemenliğine karşı<br />
açılan savaşın genellikle yaratıcılık alanında, özellikle müzik yaratıcılığı alalımda<br />
bir başanya ulaşmış olması, erkek bağnazlığının bu alanda da bazı<br />
yenilgilere uğratılmış olması, sonuçta kadm bestecilerin seslerini duyurma,<br />
kimliklerini tanıtma olanağına ulaşmış olmaları beklenirdi. Gerçek şudur<br />
ki, kadınların şu ya da bu alandaki aşamaları yanında kadm yaratıcılığı konusu,<br />
özellikle kadınların besteciliği konusu karanlıklar içindedir. Kadınlar<br />
arasmda bile kadınların, geçmişte olsun, bugün olsun, müzik yaratıcılığı<br />
alanındaki başarılan ya da başansızlıklan, tanınıyor olmaktan, biliniyor olmaktan<br />
çok uzaktır. Şunu gözönünde tutalım ki bugün özellikle Ameri<br />
223
ka’da, "romans” tttrti bayağı romanları kadınlar (bu ara takma kadm adıyla<br />
erkekler) yazmaktadır ve milyonlarca satan bu süprüntü romanların baş<br />
alıcıları kadınlardır. Bir zamanlar yalnız erkeklerin egemenliğinde olan<br />
rok müziğinde kadınların sayısı gitgide artmaktadır ve yeryüzünü saran bu<br />
kafa tütsüleyici müziğin düşkünleri, erkeklerden çok (her ülkede kadm sayısının<br />
erkekten çok olmasını da gözönünde tutarak) kadınlardır. Bu örneklerin<br />
ışığında, kadm bestecilerin, kadınların yaptığı sanat müziğinin bilinmeyişinin<br />
sorumunu, ağır bir ölçüde, kadınlara yüklemek gerekiyor.<br />
Kurulu düzenlerin, bugün olsun, geçmişte olsun, kadm bestecilere adlarını<br />
duyurma, saygınlıklarını saptama yolunda şu ya da bu olanağı sağladığı<br />
bir gerçektir. Örneğin, Paris’te, Güzel Sanatlar Akademisince verilen<br />
Prix de Rom e (Rom a Ödülü). Bu ödülü hangi kadm bestecinin kazanmış<br />
olduğunu bulup çıkarma amacıyla belleğimizi zorlarsak Lili Boulanger ile<br />
Nadia Boulanger’in adlarını anabiliriz. Oysa, bunların yanında, 23 kadm<br />
besteci daha Prix de Rome’u kazanmışlardır. N e ki birçok başka ödül gibi<br />
Prix de Rom e da sıradan bestecilere (arada bir de, Berlioz ya da Debussy<br />
gibi önemli bestecilerin önemsiz yapıtlarına) verildiği için, bu yolla kazanılan<br />
bir saygınlık gerçekte kapalı olarak alaşüan bir küçümsenme sonucunu<br />
doğuruyor, önemsiz bestecileri ya da önemli sayılması gereken bestecilerin<br />
önemsiz yapıtlarım ödüllendirme yolunda değişmez bir gelenek saptamış<br />
gibi görünen Amerikan Pulitzer ödülünü yakın yıllarda kazanan bir kadm<br />
bestecinin, Ellen Taafe Zwilich’in müziği de, nitekim Amerika’daki<br />
yüzlerce kadm besteci arasında hangi denektaşma göre Bn. Zwilich’in bu<br />
ödüle yaraşık olduğunu düşündürmektedir. Kadm ya da eıkek bütün besteciler,<br />
giderek bütün sanatçılar için olduğu gibi, sınırlı bir kapsam ve uzanımda<br />
da olsa başan kapılan açabilmek, kumarda kazanmaya benzemektedir.<br />
Yolu açılmış gibi görünen bir çağdaş Amerikalı kadm besteci, Joan<br />
Tower, bunun böyle olduğunu açık sözlülükle ortaya koymaktadır. Bn. Tower,<br />
New York Philharmonic’e gönderdiği bir notanın, başka bestecilerin<br />
de orkestraya göndermiş olduğu sayısız yapıtın yığıldığı yerde en üstte durduğu<br />
için kolayca ele takıldığını ve böylece orkestranın konserlerinden birinde<br />
seslendirilmek üzere seçildiğini açıklıyor. Müziği New York Philharmonic’ce<br />
çalınmış bir besteciye artık başka kapüar da açüabilir. N e ki bir<br />
Zwilich’in, bir Tower’in müziğinin arada bir orada burada dinletilmesi kadm<br />
besteci konusunu bilinçlere iletmekte önemli bir katkıda bulunuyor değüdir.<br />
Böyle bir bilinci ilgi dürten bilgilerle uyandırma çabası da boşa çıkar.<br />
Örneğin, üç kadın bestecinin ölüm cezasma çarptırılıp, kafaları kesilerek<br />
öldürüldükleri bilgisi. Kim bunlar Anne Boleyn, Mary Stuart ve Marie Antoinette.<br />
Bu Uç kraliçenin, ne tür, ne değerde müzikler yazmış olduktan<br />
öğrenilse bile, bu bilgi çağdaş kadm bestecinin sorunlarının 'çözülmesine<br />
bir katkıda bulunmayacaktır.<br />
Geçmişe baktığımızda en büyük ün kazanmış kadm bestecinin Cöcile<br />
224
Chaminade (1857-1944) olduğunu görürüz. Çağının salon müziği türünde,<br />
kolay etki gücü yüksek piyano parçalarıyla yalnız Fransa’da değil, başka ülkelerde<br />
de, özellikle İn giltere v e Am erika’da, müziği ve çalgıcılığı büyük istek<br />
görmüş olan Chaminade’ın, kolayca hoşa gider m üziklere özellik le düşkün<br />
çağlınızda da yapıtları dinletilen bir besteci olması beklenirdi. N e ki,<br />
m odalarla birlikte, çağımızın kolay hoşa giden müzik türleri de değişedurmaktadır.<br />
1970’den sonra, Chaminade’m kendi çağında kazandığına koşut<br />
sayılabilecek bir ilg i gören kadın besteci olarak Amerikalı Laurie Anderson’u<br />
(1947) göstermek uygun düşer. M üzik yaratıcılığının öncü tutumlarını,<br />
çağdaş müziğin alışılmış yollarından ayrılıp, pop müziğine v e gösteri sanatlarına<br />
yönelerek, seçkin b ir ozan olmasının da katkısıyla, bir sanatlar<br />
birleşim i olarak gerçekleştiren Anderson, hem de pop m üziğinde sanat değerlerinin<br />
olanak kazanabileceğini tanıtlamıştır.<br />
O n dokuzuncu yüzyılın adlan sınırlı bir ölçüde duyulmuş üç kadm<br />
bestecisi, ünlü erkek bestecilerle aile bağlan nedeniyle ilg i görm ektedirler.<br />
Bunlardan Clara W ieck Schumann (1819-1896), babası Friedrich W ieck’in<br />
eğitim iyle hem piyanist, hem de besteci olarak yetiştirilm iş, R obert Schumann’la<br />
evlendikten sonra özellikle kocasımn, hem de Brahms’ın piyano<br />
müziğinin usta bir seslendiricisi olarak müzik çalışmalarını sürdürmüş, böylece<br />
besteciliği gölgede kalmıştır. Clara Schumann’m piyanp konsertosu ve<br />
piyano için yazdığı birçok parça tanınmaya değer müziklerdir. Y azd ığı m e<br />
lodilerden birkaçım kocası kendi şarkılarında kullanmıştır. O çağın bir başka<br />
kadın bestecisi, Felix Mendelssohn’un ablası Fanny M endelssohn Hensel<br />
(1805-1847), müzik yetileri kardeşince üstün ölçüde değerlendirilen bir<br />
sanatçıydı, ö y le ki Mendelssohn, ablasına müzik konularında sık sık danışmakla<br />
yetinmeyip, onun yazdığı şarkıları kendi besteleri olarak yayınlamıştır.<br />
Uzun ömrünün büyük bir bölümünü yirm inci yüzyılda sürmüş olan A l<br />
ma Schindler (1879-1964) müzik yazmaya gençlik yıllarında son verm iş olması<br />
nedeniyle bir on dokuzuncu yüzyıl bestecisidir. 1902 yılında, 22 yaşındayken,<br />
41 yaşındaki Gustav M ahler’le evlenmeden önce yüz kadar şarkı<br />
bestelem işti. M ahler, önce, bu şarkılara aldırm adı bile, üstelik, bir evde<br />
ik i besteci olamayacağım ön e sürerek eşinin müzik yazmasına engel oldu.<br />
A m a birkaç yıl sonra, Alm a’nın şarkılarım incelediğinde bunların değerini<br />
tamdı ve birkaçının yayınlanmasına önayak oldu. A lm a Schindler (A lm a<br />
M ahler diye de bilin ir) bugün ancak on beş yirm i şarkısıyla tanınmaktadır.<br />
Ö bürleri, ikinci savaş sırasında, Viyana'nın bombalanmasında yok olmuştur.<br />
Bilinenler, yabana atılmayacak yetide bir bestecinin yapıtlarıdır<br />
Üstün yetide bir başka kadm besteci, ünlü öğretici Nadia Boulanger’nin<br />
kızkardeşi L ili Boulanger (1893-1918) kısa ve sağlıksız ömründe<br />
bestecilik çalışmalarım dirençle sürdürmüştür. Y a zı türü, tem elde, izlenim <br />
ci yolda gelişmiştir. Besteleri, yirm inci yüzyıl başının önem li yapıtları arasında<br />
anılmaya aeğer.<br />
İn giliz müziği de önem li birkaç kadm besteciden yoksun değildir, ö n -<br />
Müzik Tarihi, F.: İS 225
çeleri Alm an romantizmi etkisinde bestelem ekle birlikte ulusal b ir In giliz<br />
m üziğine olan inana nedeniyle çalışmalarım o yolda geliştiren Dame E ı-<br />
hel Smyth (1858-1944) başka ortamlardaki yapıtları yanında birçok da opera<br />
bestelemiştir. H em de kadın özgürlüğü ve seçmenliği atarımdaki eylemci<br />
çalışmalarıyla tanınan besteci, bir de Kadın M arşı yazmıştır. Romantizm<br />
den yola çıkarak anlatım a yolda kendine özgü bir dizisel yazı türü geliştirmiş<br />
olan Elisabeth Lutyens (1906) bir bestecinin, özellikle b ir kadın<br />
bestecinin, karşılaştığı engelleri anlattığı kitabıyla da tanınmaya değer. D i-<br />
ziselliğe yönelm iş bir başka besteci, İskoçyalı Thea Musgrave (1928) "soyut<br />
dramatik" diye tanımladığı yapıtlarıyla, özellikle Mary, Queen o f Scots<br />
(İsk oçla rın Kraliçesi M ary) operasıyla bir ün kazanmıştır.<br />
Am erikalı besteciler arasında, yukarda adı geçenlerden başka, A m erikan<br />
halk müziği alanında önem li araştırmalar yapmış, ama kendi bestelerinde<br />
gözüpek deneylere girişmiş olan Ruth Crawford Seeger (1901-1953)<br />
ancak ölümünden sonra az çok tanınmaya başlamıştır, ön cü çalışmalarında<br />
gitgide T ib et müziğine yönelip hiçbir değişkenliği olmayan uzun seslerle<br />
müzikler yazan Pauline O liveros (1932) eylem ci bir kadın örgütünün<br />
üyesi olmasıyla da tanınır. Çağdaş piyano müziğinin en seçkin bir yorumcusu<br />
Sorel D oris Hays (1941), Thoreau’nun, haksız yasalara karşı yurttaşın<br />
başkaldırması yolundaki düşünüşlerine dayanan inançlarını kadın eylem<br />
ciliğiyle birleştirmiş, İn giltere'de Greenham v e Am erika’da Seneca<br />
atom filzesi üslerine karşı kurulan kadın barış kamplarına katılmış, bu yoldaki<br />
düşünüşlerini ve yaşantılarını bestelerinde v e film -video yapıtlarında<br />
yansıtmıştır.<br />
226
B İB LİYO G R A FYA<br />
A p el, W ill, Harvard D iaion ary o f Music, Harvard University Press, 1967.<br />
Barzun, Jacques, B erlioz and the Romantic Cçntury, L ittle, Brown and<br />
Co., N ew York, 1950.<br />
Bukofzer, M anfred, Studies in m edieval and Renaissance music, Norton,<br />
N ew Y ork, 1950.<br />
Busoni, Ferruccio, Sketch o f a N ew Aesthetic o f Music, Schirmer, N ew<br />
Y ork, 1911.<br />
Cohen, Aaron, International Encyclopedia o f W omen Composers, Books<br />
and M usic (U S A ) Inc., N ew York<br />
Cohn, Arthur, Recorded Classical Music, Schirmer, N ew Y ork, 1981.<br />
Chailley, Jacques, L a musique M6di6vale, Coudrier, Paris, 1951<br />
Chion, M ichel, L a M usique Electroacoustique, Presses Universitaires de<br />
France, Paris, 1982.<br />
C ollaer, Paul v e van den Linden, A lbert, Atlas Historique de la Musique,<br />
Elsevier, Paris, 1960.<br />
Dent, Edward J., Opera Penguin, Londra, 1953.<br />
Dorian, Frederick, T h e H istory o f M usic in Perform ance, N orton, N ew<br />
Y ork, 1971.<br />
E n ddopedia della Musica, R icordi, M ilano, 1964.<br />
Encydopedie de la Musique, Fasquelle, Paris, 1959.<br />
Einstein, A lfred , A Shot History o f Music, A A . Knopf, N ew Y ork, 1931.<br />
Em st, David, The Evolution o f Electronic Music, Schirmer, N ew York,<br />
1977.<br />
Gazimihal, Mahmut R agıp, Yüzyıllar Boyunca M ehterhane ve Türk M ü<br />
zik Kalkmışı, E .V . Personel Başkanlığı M oral Şubesi Yayınlan, İstanbul,<br />
1951.<br />
Grout, D onald Jay, A history o f W estem Music, Norton, N ew Y ork, 1960.<br />
G rove’s Dictionary o f M usic and M usidans, Londra<br />
Harman, A lec, Late Renaissance and Baroque Music, Essential Books,<br />
N ew Jersey, 1959.<br />
H odeir. Andr6, Since Debussy; a view o f contemporary music G rove<br />
227
Press, Nevv Y ork, 1961.<br />
Jacobs, Arthur, M usic Lover’s Anthology, Wınchester, Londra 1948.<br />
Kolodin, Irving, T h e C ritical Composer, the musical writings o f Berlioz,<br />
W agner, Schumann, Tchaikovsky, and others H ow ell, Soskin, N ew<br />
Y ork, 1940.<br />
Landormy, Paul, L a M usique Française de la M arseillaise â la M ort de<br />
Berlioz, Gallim ard, Paris, 1944.<br />
Lang, Paul H enıy, M usic in W estem Chüization, N orton, N ew York,<br />
1941.<br />
Larousse de la musıque, Paris, 1982.<br />
Leichtentrit, Hugo, Music, H istoıy and Idlas, Harvard University Press,<br />
1938.<br />
Leibovvitz, Ren6, L ’Evolution de la Musıque, C orr a, Paris, 1911.<br />
M ellers, \Vilfrid, M usic in a N ew Found Land, A lfre d A . Knopf, N ew<br />
York, 1967.<br />
Marcuse, Sıbyl, M usical Instruments, A Comprehensıve Dictionary, N orton,<br />
Nevv Y ork , 1975.<br />
M ersene, M arin, H arm onie üniverselle, contenant la th6roie et la pratik<br />
e de la musique, Paris, 1936.<br />
L a Musique, des origines â nos jours, Larousse, Paris, 1946.<br />
N etti, Paul, T h e book o f musical documents, Philosophical Libraıy, N ew<br />
York, 1948.<br />
Oransay, Gültekin, B atı Tekniğiyle Yazan 60 TU ık Bağdar. K iiğ Yayım ,<br />
Ankara, 1965.<br />
Palisca, Claude C ., Baroque Music, Prentice-Hall, N ew Jersey, 1968.<br />
Paillard, Jean François, L a musique française dassique, Presses Universitaires<br />
de France, Paris, 1960.<br />
Prieberg, Fred, Musica Ex M achina, Einaudi M ilâno, 1963.<br />
Riemann M usiklexicon, B. Scott’s Söhne, M ainz 1959.<br />
Rossi, Nick, H earing Music, Harcourt Brace Jovanovich, Nevv York, 1981.<br />
Sachs, Curt, Our M usical H eritage, Prentice-H all, 1955.<br />
Sachs, Curt, T h e commomvealth o f art; style in the fin e arts, music and<br />
the dance, N orton, Nevv York, 1946.<br />
Salazar, A d o lfo , L a musica en la sociedad europea desde los qrim eros tiempos<br />
cristianos, E l C olegio de M exico, M exico, 1942-46.<br />
Schaeffer, Pierre, A la recherche d’une musique concrbte, Seuil, Paris,<br />
1952.<br />
Schaeffer, Pierre, Trait6 des objets musicaux, Seuil, Paris, 1966.<br />
Schaeffer, Pierre, L a musique concrde, Presses Universitaires de France,<br />
1967.<br />
Shaw, Bem ard, Shaw on Music, Doubleday Anchor, Nevv Y ork , 1955.<br />
Slonimsky, Nicolas, Baker’s Biographical D ictionary o f Musicians, Schirmer,<br />
Nevv Y ork.<br />
228
İÇ İN D E K İL E R<br />
İlk Baskının Ö n söziı............................................................................... 5<br />
ikinci Baskının Önsözü........................................................................... 7<br />
Üçüncü Baskının Ö nsözü....................................................................... 9<br />
G iriş<br />
Eski Uygarlıklarda M üzik................................................ 11<br />
Çin v e Japon M ü zik leri................................................ 13<br />
H int, Cava, Tibet, vb. M ü zik leri..................... 15<br />
M ısır v e G rek M ü zikleri................................................. 16<br />
Bizans v e Yahudi M ü zikleri................................................................... 18<br />
Tekses'ten Çokses’e<br />
N otalam a................................................................................................. 19<br />
G regor M elod ileri................................................................................... 21<br />
Çokses G elişiyor..................................................................................... 22<br />
H alk M ü ziği ve 'Y e n i Sanat"........... .•..................................... .............. 24<br />
Çoksesin "A ltın Ç a ğı"............................................ 25<br />
R eform ve E tkileri.............. 27<br />
M adrigal Y aygın lığı................................................................................ 29<br />
Palestrina ve Lassus............................................................................... 30<br />
On Yedinci Y ü zyıl: Evrim H azırlanıyor<br />
O pera v e O ra toıy o ................................................................................ 33<br />
İtalya Dışında O pera............................................................................. 36<br />
Ç algılar v e Ç algı M ü ziği Biçim leri......................................................... 38<br />
Sonat Biçim ine D o ğ ru ........................................................................... 40<br />
Keman Yapım ı ve M ü ziğ i................................................?.................... 41<br />
Klavsen M ü ziği................. 43<br />
O rg M ü ziği.............................................................................................. 45<br />
Alm anya’da D in M ü ziğ i......................................................................... 46<br />
M üzik Halka Y ö n e liy o r...................... 48<br />
230
On Sekizinci Y ü zyılın İlk Y a rısı: Yöntem ler Ö zetleniyor<br />
Scarlatti v e V ivald i.............................................................................. 51<br />
Telem arm v e B ach................................................................................ 53<br />
Rameau v e Couperin.................... 56<br />
Gluck v e H aen d el............................................................................ 59<br />
. On Sekizinci Yü zyılın İk in ci Yansu Y en i B ir Tüm e V arış<br />
Bach’ın O ğu llan ...................................................................................... 63<br />
M annheim Okulu.......................................................... 66<br />
Haydn........................ 68<br />
M o za rt............................................................................................ 71<br />
Piyano G elişiyor...................................................................................... 75<br />
Fransız Devrim inde M ü zik..................................................................... 77<br />
O n Dokuzuncu Y ü zyıl: Bireysel B ilinç<br />
Beethoven..................................................... 79<br />
B erlioz ve Fransız O perası..................................................................... 81<br />
Rossini ve İtalyan O perası...................................................................... 84<br />
W eber ve Alm an O perası................................ 86<br />
Schubert................................................................................................... 87<br />
Mendelssohn v e Paganini....................................................................... 90<br />
Chopin, Schumann ve L izst.......................................................... 9<br />
W agn er.................................................................................................... 94<br />
Operada Gerçekçiliğe D oğru........................ 97<br />
Fransa’da Ulusal B ilin ç.....
Charles Ives v e Am erikan M ü ziğ i............................................................161<br />
Sovyet Ruşra’da B estecilik.......................................................................166<br />
M ao Ç in’i v e Sonrası................................................................................ 169<br />
Türlü Ü lkelerde M ü zik ..................................................... 171<br />
Türkiye’de B estecilik...................... 179<br />
Sanat M üziğinin Sonu m u ?......................................................................182<br />
M üziğin Türlü A lan ları, Sorunları, Konulan<br />
Müzik B ilim i...................................................................... - ...................186<br />
Konservatuarlar........................................................................................ 188<br />
M üzik E leştirm enliği................................................................................ 191<br />
Yorumculuk, Seslendiricilik......................................................................193<br />
Orkestra Y ö n eticiliğ i............................................................. 196<br />
Orkestra........................................... 198<br />
Oda M ü ziğ i.............................................................................................. 201<br />
Ç a lgıla r................................................ i.................................................. 203<br />
Bando M ü ziğ i....................................... -................................................. 206<br />
H alk M ü ziğ i................................... 210<br />
N ota Basım ı.......... .....................- .... ..................................................... 212<br />
Fon ograf ve Plak Yapım ı......................................................................... 215<br />
Radyo v e M ü zik ....................................................................................... 218<br />
Sinemada M üzik....................................................................................... 220<br />
Kadm B esteciler....................................................................................... 223<br />
Bibliyografya................................ 227<br />
232